“Tüm hakikatlerin kaynağı toplumdur.”
Hakikatin kozmik bir gerçeğe dayandığını belirtiyoruz. Ya da hakikat adına bir tanım, bir kapsam oluşturan, bunu tartışanların kozmik hakikati şöyle ya da böyle cevaplandırması, toplumsal olan her şeyi ona dayandırma girişimine yol açar. Yani ilk siyaset felsefesinden çok önce bile her inanç biçimi iki boyuta göndermelerle doludur. İlki toplumun doğanın-evrenin bir paçası olarak ele alınması; ikincisi, onun bu evrensel işleyişe göre olmasıdır. Yani toplumsal olan, insana dair olan her şeyin o düzene göre konumlandırılması, ona göre işletilmesidir. Bu da toplumsal kurumları ve onun işleyişini belirlemeye dönük zorunlu bir bakış açısı demektir. Zihniyetten kaynaklanan her tür eylem, belli kurumsallıklarla ifade edilir. Kendi hakikatine göre oluşan kurumlar vardır. Başka bir deyişle her kurumsallığın ardında öncelikli olarak tasarım olarak bir düşünce dizgesi, hakikat var. Özellikle toplumsal yönetim alanı nerdeyse birebir bu zihniyetin, hakikat algısının belirlenimi altındadır. Herhangi bir zamandaki herhangi bir yönetim biçimini ele aldığımızda ilk karşımıza çıkan budur. Hakikatin toplumsallık ve doğal yaşamla ilişkili ve özgürce ele alındığı dönemlerin kurumsal yapıları, nasıl ki komünal, kolektif ve kendi kendini yönetmenin çeşitli formlarıdır. Hakikatin bir hukuk nesnesi, insanın ve toplumsal kurumların da bir olgudan ibaretmiş gibi ele alındığı, doğaya hükmedildiği, özgürlüğün birçok kere, birçok farklı sebeple feda edildiği, feragat edildiği dönemlerin yapıları da ona göre şekilleniyor. Özgürlükten, politikasını üretmekten, ahlaktan arındırılmış toplumsal kurumların hakikatinde yani bugünün egemen hakikat anlayışında, yaşam, bir mekaniğe bağlanır ya da başıboşluğa terk edilerek en çok inkâr edilip parçalanır. Yönetim biçimi de ona göre şekil alır. Bu şeklin ulus-devlet olduğu gayet açıktır. Elbette en olumlu-özgürlükçü formdan en köleci forma kadar hiçbir toplumsal kurum kendisine uygun zihniyetten bağımsız olarak açığa çıkamaz. Objektif koşullar olarak formüle edilen maddi koşullardan daha çok ihtiyaç duyulan, zihniyet koşullarıdır. Bir enerji prensibi olarak nasıl hiçbir şey yoktan var olmuyor ve vardan yok olmuyorsa; sistemler de yoktan var olmuyorlar, uygun zihniyet zeminlerinde yetişiyor, uygun maddi koşullarla da birleştiğinde hâkim sistem haline geliyorlar. Ulus-devlet de böyle bir diyalektiğe tabidir. Ulus-devlet, bir zihniyetin kurumsallığı olarak ele alınmazsa, yürütülen onca mücadelenin ulus-devleti neden bitirmekten ziyade daha da yaygınlaştırdığı anlaşılamaz. Bugün çok farklı tıkanma noktalarından tutup eleştirisi yapılan, felsefenin dolayısıyla özgür düşünce alanının bittiği artık her şeyin nesnel bir gerçeklik olarak ele alınıp bilimselleştirildiği, akli kılındığı, ölçülüp biçildiği, bir kalıba uymayanın kesilip atıldığı pozitivizmin pazarına düşen hakikatin üreteceği toplumsal örgütlenme için elbette iyimser olmamak gerekiyor. Bilimi geliştirdiği, birçok olguya açıklık getirdiği ve sözde bile olsa akla hak ettiği yeri vaat etmek gibi olumlu yanları da belirtilebilecek pozitivizmin sosyal bilim alanlarındaki durumu tam bir fiyaskodur. Hatta Adorno’nun bunun kaynağını aydınlanma olarak ele alıp belirttiği gibi araçları-yöntemleri aydınlanmayı tam tersi bir doğrultuya koymuş, Aydınlanma akla dolayısıyla kendine ihanet etmiştir. Aklın, insanın en eski arayışlarından olan hakikatin artık ölçülebilir nicelikler olarak gizeminden-büyüsünden sıyrıldığı pozitivizm, çıktığı noktadan artık çok ötede bir sistem olarak örgütlenmiştir. Ve bu zihniyetin hem kutsandığı hem de her gün yeniden üretildiği yer de ulus-devletin hâkim olduğu her yerdir. Ulus-devletin varlığını sürdürmesi, ontolojik gerekçeleri bu zihniyet tarafından oluşturulmuş ve bunun üzerine artık geri dönülmez bir karaktere bürünmüştür. Zihniyet denince sonuçta akla ilk gelen bir tür soyutluktur, pratikten ayrı durumdur. Aslında geçerli olan tam tersidir yani zihniyet derken anlaşılması gereken şu an aktüel halde olanın yani olguya dönüşmüş-dönüşmekte olanın ya da potansiyel halde olanın ardındaki itici güçtür. Bir tür teorik yanılgı olarak ele almamak gerekiyor. Bu yanılgıların ulus-devlet ile birleşmesinin karşılığı, son yüzyılda artık bir rutine dönüşmüş soykırımlar-etnik temizlik hareketleridir.
Bir zihniyete dayanması ve bunun pozitivizm gibi kırılgan bir yapıdan oluşması tam da ulus-devletin çözülüş nedenidir. Pozitivizm pozitif bilimlerde sağladığı başarılar sayesinde yükselişe geçti ve kendini toplum bilimlere de hükmedecek yeterlilikte görmeye başladı, bugüne dek onu ayakta tutan da pozitif bilimlerdeki görece başarısıdır. Ama toplum bilimlere ve toplumsal sisteme yaptığı müdahale, onu insanın ahlaki ve politik, metafizik toplum doğası ile karşı karşıya getirdi. Elbette hem insanın düşünce dünyasında hem de tarihinde büyük tahribatlara sebep oldu ama bu onun kırılmasını ve kendi türemesi olan ulus-devletin çözülüşünü engelleyemedi. İlk günden itibaren yaptığı saldırıların pervasızlığı da böylesi bir çözülüşü engellemek içindi. Yani öngördüğü bir insan tipi vardı: rasyonel, kendi çıkarları peşinde koşan, çıkarları uğruna çok tehlikeli bir tehdit olan ve ancak hukuk-devlet-ordu sayesinde dizginlenebilen bir varlıktı bu. Aslında bu özellikler belki vardı ama pozitivistler bu çözümlemeleri yaptığında şimdikinden çok daha azdı. Kendi paradigmasal varlığı ve onun türemesi olan ulus-devletin yaşayabilmesi tam olarak böyle bir insanın olmasına bağlıydı. Ancak insan, devletli-iktidarlı-cinsiyetçi tarihinin de sonucu birçok açıdan hakikatinden uzaklaşmış olsa da; özü itibariyle yine de özgürlük-hakikat arayışı olan, ahlaki, politik bir varlıktır. İşte bunlardan kırıntılar taşıması bile, hem pozitivizmin ve onun sonucu doğan ulus-devletin çözülüşü demektir.
Ulus-devlet çözülüşünün elbette sadece insanın özü ile izah edilemeyeceği açıktır. İnsanın özü ile kast edilen bu özün zaman zaman zihniyette zaman zaman da maddi alanda kendini dışa vurmasıdır. Zihniyet açısından özellikle sosyal bilim alanında yaşadığı daralma-tıkanma ve maddi açıdan da iddiasını taşıdığı büyük zenginlik ve bireysel de olsa özgürlük, tamamen hayal olarak kalmıştır: zenginlik bir avuç insan için geçerli iken; özgürlük kendisine vaat edilen bireyin yok olmasına kadar ulaşmıştır. Evrenselliği, rasyonelliği ise daha ilk zamanlarından itibaren çatırdayan ve direnişlere konu olan bir durumu aşamamıştır. Her alanda geliştirilen direnişlerin de payını teslim etmek gerekiyor. Gerek entelektüel ve politik, gerek yerellikte-geleneğinde-kültüründe ısrar eden toplumsal kesimler ve hareketler, ulus-devletin çözülüşünü sağlayan devrimci-toplumcu-hakikatli hamlelerdir. Birçok mücadele sonuç itibari ile ulus-devlete benzeşmekten, onu bu yolla sürdürmekten muzdarip olsa da; nihayetinde bir parça zayıflatmıştır. Artık ulus-devletle insanlığın yaşamını sürdüremeyeceği önemli oranda anlaşılmıştır. Bu, ulus-devletin bittiğini ilan etmek anlamına gelmiyor tabii. Kendini sürdürmek isteyecek, tavizler verecek, toplumdan tavizler koparmaya çalışacak, yeni formlar deneyecektir. Ama 19. ve 20. yy’deki çılgınlığından arınmak zorundadır. Belki kimi şartların sonucu belki de kimi boşluklardan faydalanarak hâkim biçim haline geldi ama artık kendini yaşatabilecek dinamiklerden yoksundur. Ulus-devlete karşı hep bir direniş vardı ama yaşanıp çözülmeye başladığı aşamanın direnişini, en azından sosyal hareketlere dönüşmüş haliyle, 1960’lar sonrası olarak belirleyebiliriz. Hem sosyalist hem kapitalist biçimleri denendi ve tıkandığı, aşılması gerektiği anlaşıldı. Ekonomik, sosyal, politik ve entelektüel anlamda toplumu karşılamadığı, toplumla, toplumsallıkla, hatta adına yeminler ettiği birey ve bireysellikle bile çeliştiği ontolojik bir karşıtlık olduğu anlaşıldı. Daha öncesi verilen mücadelelerde hedef daha çok ulus-devlet aygıtını ele geçirmek, inanılan idealler adına kullanmaktı ama 1960’larda verilen mücadele bu aracın çok daha köklü reddini içermektedir En azından Avrupa’da başlayan ve daha sonra tüm dünyaya yayılan gençlik hareketi açısından böyleydi. (Avrupa’da başlayan derken, dünyadan kopuk değildi; mesela Güney Amerika’da Asya’da özellikle Vietnam’da verilen mücadeleler yine Ortadoğu’da hala kabul gören, halka kadar inmiş bir ulus-devlet formunun olmaması temel referanslardan olmuştur). 1960’lı yıllarda verilen mücadelelerden sonra, ulus-devletlerde kendini bir yenileme görülmektedir. Kendini daha da örtmeye çalışması. AB’ye doğru evrimleşecek olan birliklerin oluşması. “Üçüncü Kuşak Haklar” denen hakların tanınması. Yeniden sömürgeleştirme (Yeni sömürge) yöntemleriyle yeni müdahale biçimlerine geçilmesi. Muazzam yoğunlukta yürütülen akademik çalışmalarla meşruiyetini tekrardan sağlamaya çalışması. Yine sorunların 70’ler boyunca Güney Amerika ve Ortadoğu’ya taşınması gibi sürüyle çaba harcandı. 90’ların başı ile birlikte sosyalist bloğun çözülmesi de bir umut kaynağı olarak görüldü ancak bu, bir dönem için sorunları ertelemekten ve sorunları daha derinleştirmekten öteye pek de bir kurtuluş sağlamadı. Hele de en çok umut bağlanan reel sosyalizmin çözülmesi; belki birebir mücadele yürüten hareketlerde bir gerilemeye yol açtı ama paradigma açısından ulus-devletin çözülüşünü çok daha hızlandırdı. Reel sosyalist referanslarla ulus-devleti doğuran referanslar aynı pozitivist kaynaklıydı ve aynı modernitenin farklı görünümleriydi. Bu referansların anlaşılması, hakikatin üstündeki perdenin biraz daha aralanması anlamına geliyordu. Ulus-devlet için bir arka plan ve bugünkü çözülüşe dair kimi hususları belirttik. Belirtmemiz gereken bir nokta da ulus-devletin yapısına ilişkindir: “Bir ulus vardır ve onun devleti inşa edilir, ulus-devlet böyle oluşur” şeklindeki yanılgıdır. Bilinmesi gereken temel hususların başında gelen, ulus-devlete konu olan nerdeyse tüm ulusların kurucu öğesinin ulus değil, devlet olduğudur. Ulus, devlete göre şekillendirilir. Yani buradaki devletin yapılandırdığı ulusun kendisi de doğal bir form olarak gelişmemiştir. Ya da başka bir tabirle Marksistlerin de tanıdığı felsefi dayanaklarını Hegel’in geliştirdiği, içeriğini de liberallerin oluşturduğu ulus tanımına göre bir ulus formu, ancak bir mühendislik çalışmasıdır. Toplumsal doğanın kendisinde böyle oluşan bir form yoktur. Bugün bildiğimiz ulus-devlet formundaki tüm uluslar birer devlet icadı olarak doğmuştur. Bu dönemin en çarpıcı mühendisliklerden birisi de yakından bildiğimiz ‘sosyolojik Türkmenlikle’ de bir ilgisi olmayan ve birçok boyutu ile Türk olmayanlar tarafından bir mühendislik ürünü olarak üretilen Türk ulus-devletçiliğidir. Burada ulus-devlet milliyetçiliğini beslemesi gereken uygun bulunan kısımlar alınmış; geriye kalan kısımlar soykırım, asimilasyon ve toplum-kırım yöntemi ile atılmıştır. O halde ulusu reddetmek mi karşı duruşu ifade eder?
Devlete dayalı ulusun tanımı ve içeriği klan ya da kabile gibi kendiliğinden oluşmamıştır. Hatta aşiret, kavim gibi bir savunma refleksi ile de oluşmamıştır. Daha farklı bir oluşum diline sahip olduğu ve neredeyse ilk günden itibaren dışsal bir unsur olarak geliştiği biliniyor. Devletle bağlantılı tüm yapay yönlerine rağmen günümüz için ulus temel bir form halindedir. Ve doğal kabul edilmek durumundadır. Ama iki inşa etme biçimi önemlidir. İlki üst sınıfların eliyle ve tamamen yönetilmek, hüküm edilmek üzere inşa edilen devlet ulusu gerçeği, sözünü ettiğimiz gibi devletin ulusu inşa etmesi ve ikincisi; halkın tabandan bir örgütlenmeye dayanıp inşa etmesidir. Bu da demokratik örgütlenmedir. Birincisi ne kadar toplum-kırıma, egemenliğe, sömürüye, eşitliksizliğe, köleliğe ve dolayısıyla insan olmaktan çıkmaya dayanıyorsa, ikincisi o kadar toplum inşasına, özgürlüğe, demokrasiye, eşitliğe dayanır. Dolayısıyla kendilerini inşa edecek zihniyetler kaderlerini çizmiş oluyorlar. Bu hem tek tek bireyleri açısından böyledir hem de tüm toplumsal kesimleri açısından böyledir. İki yüz yıllık, iki dünya savaşına ve birçok soykırıma mal olmuş ulus-devletin sosyalist de dâhil biçimlerinden öğrenilecek çok fazla ders vardır. İlk ve en önemli dersin yukarıda sözünü ettiğimiz ulusun kuruluş biçimi olduğu açıktır. Bu onun devlet ve demokrasi arasındaki dengesini sağlayacaktır. Kürdistan ve başka kimi uluslaşma süreci devam eden yerler için geçerli olan da kuruluşu doğru sağlamaktır. Demokratik ulus perspektifi, kuruluş ile başlayan ve sonrasında kendi zihniyetinin kurumlaşmaya, kurumlaşmasının zihniyete sürekli dönüşümü ile devam eden bir süreci ifade eder. Bu durum tarihsel akışın önündeki engellerin kaldırılması, özgür akışın sağlanması ve diyalektiğin tüm kuruculuğuna toplumun açılması demektir. O yüzden hakikatin nerede olacağı sorusu, hakikatin ne olduğu sorusu değil ama bulunması-aranması için uygun toplumsal zemini Demokratik ulusda aramak en doğru çözümdür. Bunun bir altın çağ vaadi olmadığı açıktır. Zaten altın çağ ile hakikatin bulunması ya da aranacak bir hakikatin artık kalmaması kast ediliyor. Ama Hakikatin öyle bulunur, arayışı sonlanır bir şey olmadığı tüm felsefi birikimin en önemli çıkarsaması olarak görülmesi gerekiyor. Tam tersi bunu vaat eden her düşünce biçiminin bir tür mukadderatla, determinizmle düşünce ürettiği anlaşılmalıdır.
Başlarken Hakikatin, kozmik gerekçelere dayandırılmaya çalışıldığını belirttik. Bunun fazlasıyla yapılmasının bir sonucu olarak toplumsal boyutunun göz ardı edilmesini görebiliriz. Oysaki düşünme yeteneğinden tutalım ifade yeteneğine kadar tüm soyutlama yeteneklerimizi toplumdan aldığımız; sadece biyolojik evrimimizin değil aynı zamanda düşünce tarihimizin de açık ispatladığı bir gerçektir. Dolayısıyla “tüm hakikatlerin kaynağı toplumdur” belirlemesinin iyi anlaşılması gerekiyor. Bunun kabul ya da reddedilmesi bile hem düşünsel düzlemde hem de pratik (her tür toplumsal uygulama için) düzlemde çok ciddi karşılığı olan bir ayrışma noktasıdır. Herhangi bir toplumsal hayat içinde de hakikate aynı mesafede olunacağı düşünülemez. Özgür bir toplumda hakikate olunan yakınlık ile köleci bir toplumdaki yakınlık asla aynı olamaz. Sonuçta her toplumsal biçim kendine uygun bir zihniyeti de beraberinde taşır ya da üretir. Kurumlarından bireylerine kadar her birimini-üyesini kendine benzetir. Bugün ulus-devletin bireyinin hakikate uzaklığı en ilkel putperestinkinden binlerce kat daha fazladır. Demokratik ulus bireyinin hakikate yakınlığı belki de tüm dönemlerin birikimini de taşıyarak, tüm zamanların bireylerinden daha fazla olmak durumundadır. Çünkü insan kendinde potansiyel halde olan yeteneklerini kullandıkça daha ileri doğru gidiyor. Zorunlu olanları kullandıkça kendi hakikatine yaklaşıyor (Shakespeare’in dediği gibi “yaptıkça insandın/ şimdi daha fazla yap/ daha fazla insan olmak istiyorsan”). Düşünelim; insan, politiktir, konuşandır, düşünendir, sosyaldir, yeteneklidir, evrenin dilidir, tanrının ruhundandır ve daha sayılamayacak kadar çok meleke ile müşerreftir ama bugün bu özelliklerden hangisini kullanabiliyor? Hangisi körelmedi, hangisi iki yüz yıl öncesinden daha ileride? Hiçbiri! Hatta tümü çok daha geridedir. Tarih boyunca edinilen ve bizi hakikate taşıyacak birikimin tümü heba ediliyor.
Demokratik ulus örgütlemesi içindeki insan, sosyalist ilke olarak da belirlenen “herkesten yeteneği kadar almak” yani topluma katılması, insanın kendi ontolojik gerçeğine ulaşması için, gerekli kanalların açılması anlamına geliyor. Herkesin politik katılımı, herkesin düşünce üretmesi, kendini ifade etmesi, kendi yeteneğini geliştirmesi ve bu yeteneği ile toplumun bir parçası olması demektir. Çok kültürlü, tek tipleştirmeye kapalı, özgür toplum ve özgür insan gerçeğine doğru olan toplumsal örgütlenme, insanın gerçeğine-hakikatine ulaşması için gerekli toplumsal zemindir demokratik ulus. Çağımızın en avantajlı olduğu yanlardan biri, klandan faşizme kadar neredeyse her toplumsal biçimi denemiş olmaktır. Sadece toplumsal yapılar için değil zihniyet yapıları için de benzer bir tecrübe söz konusu. Artık denenen modellerin başarısızlıkları da tarih tarafından ispatlanmış oldu. Bundan yeni bir toplumsal sistemin kendiliğinden doğacağı anlamı çıkarılmamalı ama yeni sistemlerin doğuşu için uygun zeminlerin oluştuğu da kesindir. Hem siyasal-toplumsal modeller için; hem de hakikat rejimleri için var olan zeminin her iki alanda yürütülecek ciddi ve coşkulu bir çalışma-mücadele ile büyük değişimleri yaratma potansiyelinde olduğunu görmek ve göstermek, başlangıç için en doğru noktadır. Bu salt bir umut aşılamak değil sosyal bilimin ve felsefenin gösterdiği hakikatin topluma daha fazla mal edilmesi demektir. Ulus-devlet gibi bir canavar altında yüz yıllarını geçirmiş her insanlık parçası, hatta doğa parçası için, demokratik ulus bir bayram havasıdır.
Yoruma kapalı.