Düşünce ve Kuram Dergisi

Bakurê (Kuzey) Kürdistan’da Özyönetimler

Cemal Şerik

Kuzey Kürdistan’da, Türkiye’de “özyönetimler” kısa sayılmayacak bir süredir tartışma konusu olarak gündeme girmiş bulunuyor. Özelikle de, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik özerklik konusunu gündeme getirmesiyle birlikte, bu konu pratik bir sorun olarak ele alınıp tartışılıyor. Bu tartışmalar içerisinde de daha çok özyönetimin ne olduğunun anlaşılması ya da neyin anlaşıldığı öne çıkıyor. Bu çerçevede toplum içerisinde birçok kesim; aydınından, siyasetçisine ve araştırmacasına varıncaya kadar bu konu üzerine görüş belirtmeye ya da oluşturmaya çalışıyor. Fakat bunlar içerisinde en dikkat çekeni de çoğunlukla demokratik özerkliği ve özyönetimi, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın belirlediği ve anlam verdiği şekilde yorumlayanların ve değerlendirenlerin sayısının azlığı oluyor. Bunlar da daha çok soruna klasik siyasal belirlemeler ve bu çerçevede oluşan kalıp görüşler çerçevesinde yaklaşıyor. Burada en fazla dikkat çeken de, klasik özerklik ve yönetim anlayışı olmaktadır. Bu anlayışlara göre de, demokratik özerklik denildiği zaman, devletleşemeyen toplulukların; bölgesel siyasal özerkliği, özyönetim denildiği zaman da bu bölgelerde halkın kendi seçtikleri tarafından yönetilmesi akla geliyor. Siyaset Bilimi ile ilgili kitaplarda ve sözlüklerde bu konulara ilişkin olarak yapılan belirlemeler de daha çok bu kapsamda yapılıyor.

Klasik, modernist paradigma ile bu konular ele alındığı zaman böyle bir yaklaşımın sergileniyor olmasını da şaşırtıcı görmemek gerekiyor. Çünkü modernist yaklaşımın temelini, sorunların ele alınışında ve çözümünde iktidar, devlet mantığı oluşturuyor. Oysa Abdullah Öcalan tarafından demokratik özerklik ve özyönetim kavramları temelde bunlardan farklı bir anlam ifade ediyor.

Öcalan, demokratik özerklik ve özyönetimi; toplumun iktidar ve devlet olmadan kendi kendini yönetmesi ve farklıların varlıklarını koruyarak birbirlerini tamamladıkları ve aralarındaki ilişkide egemenliğe, tahakküme yer vermeden birlikte oluşturdukları toplumsal sistem olarak ele alıyor. Ve bunu, cinsler ve bireyler arasındaki ilişki ve toplum içerisindeki konumlanışlarına kadar indirgiyor.

Aslında Abdullah Öcalan tarafından geliştirilen bu yaklaşım ve ele alış, bugüne kadar bu konular üzerine ifadelendirilen görüşlerden temelde bir farklılık oluşturuyor ve buna göre de bir ele alış gerektiriyor. Sorun da bu noktada başlıyor. O nedenle de demokratik özerklik ve özyönetimler üzerine ortaya konulan görüşler ve yapılan yorumlar da bu çerçevede gerçekleşiyor. Son aylarda ve altı ayı aşkın bir süredir, Kürdistan’da yerelde halk meclisleri tarafından ilan edilen demokratik özerklikler ve özyönetimlere ilişkin olarak yapılan yorum ve tartışmalar da buna göre yapılıyor. O nedenle de ortaya konulan bu görüşler ve yapılan tartışmalar içerisinde birçok yanlışı barındırıyor ve büyük oranda klasik iktidarcı ve devletçi paradigmanın izlerini taşıyor. O nedenle de, Kürt Halk Önderi Öcalan tarafından yeni bir öz kazandırılarak ifadelendirilen, demokratik özerklik ve özyönetim belirlemelerine ve bunun Kürdistan’daki uygulama pratiklerine bu çerçevede bakmak gerekiyor.

 

Demokratik Özerklik ve Özyönetim

Siyasal literatüre bu kavramlar, daha çok siyaset biliminin bir kuram ve çerçeveye oturtulmaya çalışıldığı 19.yy’ın sonları ve 20.yy’ın başlarında girmeye başlamış ve o günkü siyasal koşullara göre anlamlandırılmışlardır. Buna göre de daha çok devletleşemeyen toplukların, merkezi devletlere bağlı olarak kendi kendilerini yönetmesi olarak anlaşılmıştır. Sınıf ve devrimci mücadelelerin gelişmesiyle birlikte bu kavramlara sosyalist bir içerik kazandırılmaya başlanılmış ve sorunun çözümü “proletaryanın iktidar sorununa” bağlanmıştır. 1917’de Rusya’da, daha sonraki yıllarda Çin’de, Yugoslavya’da vb. yerlerde ulusal sorunlar bu çerçevede çözümlenmeye çalışılırken, özerklik ve özyönetimler de buna göre anlam kazanmışlardır. Bunun karşısında egemenler, burjuva-iktidar güçleri de ulusal sorunlar, özerklikler ve özyönetimler karşısında politikasız kalmamışlardır. Onlar da kendi çıkarları doğrultusunda, bu hususlar üzerine görüş ve politikalar geliştirmişlerdir. Wilson Prensipleri gibi önce Milletler Cemiyeti sonra da Birleşmiş Milletlerde (BM) karar haline getirilen görüş olarak da bu gerçeklik içerisinde yerlerini almışlardır.

Tabii bu belirtilenler, özerklik ve özyönetimlerin 19. ve 20. yy öncesinde olmadığı, yaşanmadığı anlamına gelmemektedir. Burada kast edilen siyasetin bilim olarak ele alındığı dönemle birlikte, özerklik ve özyönetimlere verilen anlamlar olmaktadır. Yoksa 19. ve 20. yy öncesinde de bu sözlerle adlandırılmış olmasalar da vardırlar, yaşam ve toplumsal/siyasal ilişkiler içerisinde anlam kazanmaktadırlar. Aşiretler, kabileler arasındaki ilişkiler, bunların devletlerle olan ilişkileri hep bu çerçevede gelişmektedir. Bu ilişkiler içerisinde hepsi için geçerli olmasa da kabileler, aşiretler kendi kendilerini yönetmekte ve herhangi bir devlete bağlılık içerisinde bulunmamaktadırlar. Hatta 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da görüldüğü gibi kentler arasında konfederal ilişkiler bile söz konusu olabilmektedir.

19. ve 20. yy öncesinde devletlerle bağımlılık ilişkisi dışında da özerk ve özyönetimlerin varlığı da söz konusu olmaktadır. O nedenle de demokratik özerklikler ve özyönetimler sadece günümüze tekabül eden toplumsal ve yönetsel ilişkiler değildirler. İktidarla, devletle buluşmayan toplulukların ilişki, yaşam ve yönetim ilişkilerini bu çerçevede ele almak gerekmektedir. Yine doğal/kök toplum ve sonraki dönemlerde sınıflı/devletçi uygarlıkla bütünleşmeyen, onun dışında kalan toplulukların varlıklarını, yaşam ilişki ve biçimleri de bu kapsamda ele almak gerekmektedir.

Osmanlı Devletinin son yılları ve TC’nin devlet olarak kurulduğu ilk yıllarda da özerlik ve öz yönetimler gündeme giren ve tartışılan, hatta öncelik arz eden konular halini almıştır. Tabii bunlar egemenlik ve iktidar kapsamında yürütülen tartışmalardır. Batı Avrupa’nın yarı-sömürgesi haline gelmeye başlayan Osmanlı Devleti siyasal anlamda kendini buna göre yeniden yapılandırırken, egemenliği altında tuttuğu ülkeler ve coğrafyalarla da ilişkilerini buna göre belirlemek zorunda kalmıştır. Bu merkezi devlet, çevre arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi anlamına gelmiştir. O süreçle birlikte Osmanlı devleti sınırları içerisinde kalan başka halk ve ülkeler ile merkezi yapı arasındaki ilişki buna göre bir biçim kazanmış ve yerelin varlığı yasal güvenceler altına alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya savaşında yenilgiye uğraması ile birlikte, kendisi savaş galibi devletlerin açık işgali altına girmiş ve devlet olma kimliğini kaybederek, adeta bir manda rejimi altında yönetilir hale gelmiştir. Böyle bir süreçte Türk milli ticaret burjuvazisinin önderliğinde başlayan Türk Kurtuluş savaşının önderlerinin, ABD başkanına yazdıkları mektup ve çok imzalı dilekçelerden de anlaşılacağı gibi kendileri için özerklik talebinde bulunmaya başlamışlardır.

Sonraki yıllarda da Türkiye’de özerklik ve farklı toplulukların kendi kendilerini yönetme konuları tartışma konusu olarak varlığını korumaya devam etmiştir. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce, Mustafa Kemal’in Kürtlere yapmış olduğu çağrı ve gönderdiği mektuplarda, ilk meclis tartışmalarında ve çıkartılan kararnamelerde de bunlara yer verilmektedir. Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 Anayasası ile birlikte uygulamaya konan “tek pazar”, “tek ulus” stratejisiyle de “özerklik” ve “özyönetim” konuları Türkiye’nin gündeminden çıkmış ve bunların dile getirilmesi suç ve ceza kapsamında ele alınmaya başlamıştır. Ta ki bu, Türkiye’de sol, devrimci, demokratik düşünceler gelişmeye ve toplumsal bir mücadele halini alana ve bunun Kürdistan gençliği üzerinde etkisi kendini gösterinceye kadar da böyle devam etmiştir. Abdullah Öcalan tarafından dile getirilen ve anlamlandırılan demokratik özerklik ve özyönetim kavramları ise tamamen bunlardan farklıdır. O nedenle de birbirleriyle aynılaştırılması hiçbir şekilde mümkün değildir. Fakat bu gerçekliğe rağmen böyle bir yanılgıya düşüldüğünü söylemek de gerekmektedir.

Öcalan, “bölgesel, siyasal bir özerklikten” bahsetmemektedir. Aradaki farkın bir nüans farkı olmadığının anlaşılması içinde “demokratik özerklik” kavramını kullanma gereğini duymaktadır. Bu, devlet dışı toplumun öz gücüne dayanarak, kendi kendini yeterlilik temelinde örgütlenmesi ve yönetmesi demektir. Burada dile getirilen özerklik, sadece devlet dışında kalmayı değil, aynı zamanda farklılıkların, kendi farklılıklarıyla birlikte bir aradalığını da ifade etmektedir. Temel olarak da, kendini Tarihsel toplumdan günümüze kadar iktidarla/devletle buluşmamış, onun dışında kalan toplulukların hem kendi içlerinde hem de birbirleri arasındaki ilişki ve ortaklaşa sürdürdükleri yaşama dayandırmaktadır.

Günümüzde Kürdistan ve Türkiye toplumlarının gündemine giren ve bir süredir de kendini gerçekleştirme sürecini yaşayan “demokratik özerklik” ve “özyönetimlerde” bu gerçekliği ifade etmektedir.

Özyönetim İlanları

Burada demokratik özerklik ve özyönetim kavramlarını birbirlerinden bağımsız kavramlar olarak da ele almamak gerekmektedir. Bunlar arasındaki ilişkide bir tamamlayıcılık söz konusudur. Bu ilişki içerisinde demokratik özerklik, demokratik ulusun bedenleşmiş ya da vücut bulmuş bir hali olurken, özyönetimde bu gerçeklik içerisinde toplumun kendi kendini yönetmesi anlamına gelmektedir. Kürdistan toplumu, demokratik özerklik ve özyönetim gerçekleştirme koşullarına yeni ulaşmış değildir. PKK mücadelesinin gelişim seyri içerisinde kendi kendini yönetme koşullarının da sahibi olmaya başlamıştır. Aslında Özgürlük Hareketin ortaya çıkışı ve kendini bir parti olarak örgütlendirmesiyle birlikte bu doğrultuda atılan adımların sahibi haline gelinmiştir. O süreçle birlikte Özgürlük Hareket kendi başına bir karar ve uygulama gücü haline gelmiş, öncülük ettiği mücadelenin gelişimi ile bu sürece geniş toplumsal kesimleri de dahil etmiştir. 1970’li yılların sonlarına doğru Hilvan’da yaşananlar da bunun en somut örneği olmuştur. Hilvan’da halk kendini yönetmiştir. Bunu gerçekleştirirken de Hilvan’da devleti “sembolik” bir hale getirmiştir. Aynı süreçte Özgürlük Hareketin hızlı bir şekilde kitleselleşmesi Batman, Siverek vb. yerlerde de toplumun kendini yönetmeye hazır hale gelmeye başladığının somut göstergeleri haline gelmiştir. O süreçte, Siverek’te, ağalığa karşı yoksul köylü hareketinin başlatılması ve Batman’da yapılan belediye ve sendika seçimlerinde gösterilen adayların, halkın ve işçilerin büyük çoğunluğunun desteğini alarak seçilmeleri de bu gerçekliği kanıtlamaktadır. 1990’ların başlarında benzeri bir süreç yaşanmaya başlamıştır. Halklaşan Özgürlük Mücadelesi bu süreçte de devletin Kürdistan’daki varlığını askeri zor aygıtlarıyla sürdürür bir hale gelmesine neden olmuştur.

Bunun karşısında ise halk yerel de oluşturduğu komiteleri ile kendi kendini yönetmeye başlamış ve kendi parlamentosunu oluşturmak için seçimler yapmıştır. Daha sonra da siyasal, demokratik ve yasal mücadele koşullarını oluşturmasıyla birlikte yerel yönetimler de, kendi iradesini temsil eder bir sürece girilmiştir. Son altı ay gibi bir süredir yerel de Halk Meclislerinin almış oldukları kararlar doğrultusunda gerçekleştirilen “özyönetim” ilanları da tüm bu yaşananların tamamlayıcı bir halkası olarak anlam kazanmışlardır.

Abdullah Öcalan’ın Kongra Gel ve Koma Gel’lere dair yapmış olduğu belirlemeler de bu gerçekliğin tarihsel, toplumsal, siyasal ve ideolojik dayanaklarını oluşturmuştur. 1970’lere kadar Kürt ve Kürdistan gerçekliği için yapılacak olan belirlemeler, ancak yok oluşun eşiğine getirilen, yaşam emareleri göstermeyen bir halk olma sınırlarını aşamamaktadır. İsmail Beşikçi bu gerçekliği “Sömürge bile sayılmayan bir halk” olarak adlandırmaktadır. 1970’ler sonrasında Özgürlük Hareketin ortaya çıkışı ve geliştirdiği mücadele ile bu gerçeklik değişmeye başlamıştır. Bu süreçle birlikte mücadele ile dirilen, kendi kendini mücadele ile yaratan bir halk gerçekliğine ulaşılmış ve yeni bir kimlik kazanılmıştır. Buna göre de özellikler kazanmış ve psikolojik bir şekilleniş içerisine girilerek, moral değerler edinmiştir.

Artık oluşan böylesi koşullarda Kürdistan toplumunu sömürge bile görülmeyen bir “statü” altında tutmak olanaksız bir hale gelmiştir. Daha doğrusu Kürdistan toplumu kendini bu “statü” altında yönetilemez bir hale getirirken, kaderini belirleme ve kendi kendini yönetme kararlılığını ortaya koymuştur. Bu aşamadan sonra yapılması gereken de, Kürdistan toplumunun mücadele ile ettiği bu kazanımlara yanıt olacak adımların atılmasıdır.

Abdullah Öcalan, 2005 yılının Newroz’un da bunun gerçekleşmesi için bir süreç başlatmıştır. Daha yeni yeni ilan edilen demokratik özerlikler ve özyönetimler de o süreçle birlikte gerek düşünsel, gerek örgütsel anlamda yapılan hazırlıklara dayalı olarak gerçekleştirilmiştir. Daha önce de bu ilanlar gerçekleştirilebilirdi. Hatta 14 Temmuz 2011 tarihinde bu doğrultuda adımlar da atılmıştı. Fakat o koşullar da devletin aynı gün, gerilla güçlerinin bulunduğu alana yönelik olarak gerçekleştirdiği provokasyon amaçlı saldırı, sürecin farklı bir noktaya evrilmesine neden olmuştu. 2011 sonrası süreçte içerisine girilen devrimci hamle süreci ve şiddetlenen mücadele ile yeni mevzilerin kazanılması, Öcalan’ın 2013 yılının Newroz’u ile başlattığı süreç demokratik özerklik ve özyönetimlerin ilanı için koşulları daha da olgunlaştırdı. Rojava Devrimi, Kobani Zaferi, 6-8 Ekim’de yaşanan devrim anları ve 7 Haziran Seçim sonuçları da Kürdistan toplumunun demokratik özerklik ve özyönetimlerin ilanına hazır olduğunu gösteren çağrılar olarak tarihsel bir anlam ifade etti. Yerel halk meclislerinin almış oldukları kararlar doğrultusunda gerçekleşen özyönetimler de böylesi bir gerçeklik içerisinde yerini almış oldu.

Gelinen aşama da ise; demokratik özerklikler ve özyönetimler başta Varto, Gever, Silvan, Cizre, Nusaybin, Lice, Sur, Silopi olmak üzere Kürdistan’ın birçok ilçesinde ve mahallelerinde ilan edilerek, pratikleştirilme sürecine girdi. Hatta İstanbul, Adana gibi Türkiye’nin birçok ilinin mahalle ve semtlerinde bile özyönetim ilanları gerçekleştirildi. Yaklaşık beş ay gibi bir süredir de ilan edilen “özyönetimlerin” savunulması içinde kıyasıya bir mücadele içerisine girildi ve 40 yılı aşan Özgürlük Hareketin tarihinde en önemli dönüm noktalarından birini oluşturdu. Hatta başarılamazmış gibi görünenin başarılabilirliğini gösterdi.

Özyönetimler, ilan edildikleri bölgelerde savunulmuştur. Bir geri çekilme yaşanmamıştır. Günleri bulan abluka ve kuşatma altında kalınmasına rağmen özyönetimden vazgeçilmemiş ve büyük bir kararlılıkla savunulmuştur. Büyük bedeller ödenmiştir. Fakat yaşanan bu direnişlerde kazanan halk olmuştur. Özel-kirli savaş güçleri saldırdıkları, bombardımana tabii tuttukları, yakıp-yıktıkları, cinayetler işledikleri ve katliamlar gerçekleştirdikleri bölgelerden geri çekilmek zorunda kalmışlardır.

Oysa daha önce yaşanmış olan direnişlerde bunlar yaşanmamıştır. Şeyh Sait’in adıyla da anılan Genç-Palu-Hani direnişinde, Ağrı ve Dersim’de de böyle olmamıştır. Buralarda başlayan direnişler bir süre sonra kanla bastırılmıştır. Ve ardından da halka katliamlar ve sürgünler yaşatılmış, direnişlerin liderleri idam sehpalarında katledilmişlerdir. Bu anlamda ilan edilen “özyönetimlerin” savunulması ve bunun sürekli kılınmış olması Kürdistan Halkının tarihinde yeni bir mücadele sürecine girilmesi anlamına gelmiştir. Bugüne kadar dağlarda, kırda yaşanan direniş şehirlere taşınmış ve halkın öz savunmasına dönüşmüştür. Sadece bununla da kalmamıştır. İlan edilen özyönetimler, demokratik ulusun inşasının kendini gerçekleştireceği alanlar haline gelmiştir.

Özyönetimlerin ilanlarının gerçekleştiği alanlarda, toplum; öz güç ve yeterlilik temelinde kendini var etme koşullarının da sahibi haline gelmiştir. Artık toplum, özsavunmasını gerçekleştirdiği bu alanlarda temel yaşamsal ihtiyaçlarını da karşılayabilecek bir güce ulaşmış bulunmaktadır. Bu, Kürdistan toplumu için gerçek anlamda bir Devrimdir ve altı ayı aşkın gibi bir sürede de böyle bir mesafe kat edilmiştir. O nedenle de demokratik özerkliklerin ve özyönetimlerin, öz savunmaya dayalı olarak daha da derinleştirilmesi ve bunun sürekli kılınması ve bunun Kürdistan halkının mücadele ve direniş ile elde ettiği bir kazanım olarak görülmesi ve savunulması gerekmektedir. Bu gerçek toplum tarafından da görülmekte ve kabul edilmektedir. Onun için de özyönetimlerini savunmakta ve bunu da açıkça ilan etmektedir. Ne yazık ki, özyönetim ilanları ve bunun öz savunmaya dayalı olarak savunulması gerçeğini, toplumun sahiplenmesini doğru anlamlandıramayan yaklaşımlara da tanık olunabilmektedir. Özyönetim ilanlarını bir taktik olarak gören ve bir süre sonra da bundan vazgeçileceğini sanan/ düşünen yaklaşımlar vb. bunlar arasında yer almaktadır. Hatta toplumun, özyönetiminden yana olmadığını, 1 Kasım 2015 seçim sonuçlarında AKP’nin oy oranını ve milletvekili sayısını “artırmasını” bununla açıklama gafletini yaşayanlar bile olabilmektedir. Bunlara, en anlamlı yanıtı ise yine özyönetimlerin ilan edildiği alanlarda yaşayan toplumun kendisi vermektedir. 1 Kasım seçimlerinde özyönetimlerin ilan edildiği alanlarda AKP’nin oy oranı artmadığı gibi, HDP buralarda 7 Haziran seçimlerinde almış olduğu oy oranını korumuştur. Hüda Par, Hak-Par vb. gibi işbirlikçi-ajan partilerin oylarını AKP’ye vermiş olmaları ve bu alanlarda yaşanan göçlerin olumsuz etkisi de bu gerçeği değiştirmemektedir. Yine halk özsavunmaya dayalı olarak kendilerini devletin zulmü ve katliamlarından koruduklarını açıkça dile getirmektedir.

 

Özyönetim; Toplumun Kendine Ait Olanı Geri Alma Arayışıdır

Kürdistan toplumu, özsavunmaya dayalı olarak ilan ettiği özyönetimlerle aslında kendisine ait olanı elde etme mücadelesini başlatmıştır. Bunun da doğru anlaşılması gerekmektedir. O nedenle de Kürdistan’da yerel halk meclislerinin almış olduğu kararlar doğrultusunda ilan edilen özyönetimleri sadece özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişimi ile sınırlandırmak doğru olmayacaktır. Ve mutlaka da bunun tarihsel ve toplumsal gerçekliklerle olan bağının doğru kurulması gerekmektedir.

Kürdistan toplumunun devletsiz bir halk olduğu, kabul edilen bir gerçekliktir. Kimileri bunu bir eksiklik olarak görebilir. Fakat bir gerçeklik vardır. O da Kürdistan toplumunun bugüne kadar devletsiz bir şekilde kendilerini var etmiş olduğu gerçekliğidir. Tarih içerisinde yaşanmış olan bazı siyasal organizasyonların devlet olarak adlandırılmaları söz konusu olmakta ise de bunlar tartışmalı bir konumda bulunmaktadırlar.

Bu şekilde Kürdistan toplumunun devletsiz bir şekilde günümüze kadar, kendisini var etmiş olması da bir eksiklik değildir. Aksine bir toplumun devletsiz olarak da kendini var edebileceğinin gerçekliğinin somut bir göstergesidir. Bu da Kürdistan toplumu için bir dezavantaj değil bir avantaj teşkil etmiştir. Toplumun geleceğinin, devletsiz bir yaşam olduğu gerçekliği de bunu doğrulamaktadır.

İnsan toplumu, hiçbir zaman kendini devlet olarak var etmemiştir. Bunun tam tersine, devlet; toplumun kendi içerisinde yaşadığı ayrışma ve yabancılaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve toplum karşısında “yabancı bir yönetim” olarak anlam kazanmış, sömürü, baskı ve egemenlik aracı olarak kendini var etmiştir. Bu anlamda tamamen toplum dışı bir olgudur. Devlet biçiminde yaşanan bu toplum dışılık ise kendini, toplumun elinde var olan değerlerin gasp edilmesi biçiminde somutlaştırmıştır. Bu gasp edilen değerler arasında insanı, toplum olarak var eden; ekonomi, bilinç, estetik vb. değerlerin içerisinde Özyönetim de yer almaktadır. O zamana kadar toplum kendini, bu değerlerle birlikte var etmiştir. Bu değerlerin gaspı ile birlikte, toplum kendi gerçekliği ile de uzaklaşmakla karşı karşıya gelmiştir. Beş bin yıllık egemenlik tarihi olarak adlandırılan süreçte oluşan toplumsal sorunlar da bunun bir sonucu olarak yaşanmışlardır.

İktidarla, devletle buluşan tüm topluluklar bu sorunları yaşamış bulunmaktadırlar. Kürtlerde, böyle bir gasp, talan, yağma, baskı, sömürü ve egemenlik aracıyla işgal ve sömürgecilik dönemlerinde karşılaşmış ve ağır etkileri altına kalmıştır. Denilebilir ki, yaşanmaya başlayan böylesi bir süreç, Kürdistan toplumuna ait olan ve onu var eden değerlerin de gasp edilmesini beraberinde getirmiştir. Bunlar arasında özyönetimi de bulunmaktadır. Kapitalist-sömürgecilik döneminde de bu gasplar, en düzeye, neredeyse Kürdistan toplumunu yok oluşun eşiğine getirmiştir.

Yaşanmaya başlanılan böylesi bir gerçeklik içerisinde ise, özyönetimin gaspı, kendini sömürgeci yönetim biçiminde somutlaştırırken, Kürtler üzerinde kurulan bir tahakküme dönüşmüş ve o zamana kadar kendi kendini yöneten Kürt toplumunu kendini yönetemez bir hale getirerek, işbirlikçilik ve ihanetin yoğun bir şekilde yaşanmasına neden olmuştur. Bu aynı zamanda Kürt toplumunun kendi kendine yabancılaştırılma sürecine alınması anlamına da gelmektedir. Bu durumun ulaştığı boyutu da bugün en yalın bir şekilde Kürt toplumunun “Kültürel Soykırımın kıskacına” alınarak yok edilmekle karşı karşıya getirilmek istenilmesi göstermektedir.

Fakat bu gerçeklik karşısında iktidar ve devletle bütünleşmeyen, ovalara inmeyerek dağlarda yaşamı tercih eden Kürt toplulukları da söz konusu olmuştur. Bunlar da kendi içlerinde toplum olarak kalma özelliklerini korumuşlardır. Kürdistan tarihinde öne çıkan iki temel çizgi olarak kabul edilen “ihanet” ve “direniş” esas olarak da kaynağını bu gerçeklikten almaktadır. Bugün de bu gerçeklik varlığını korumaya devam etmektedir. Özyönetimlerin ilanları karşısında da, bu iki temel çizgi arasındaki farkı ve karşıtlığı görmek mümkündür.

Kırk yılı geçen özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ortaya çıkardığı toplum gerçeği, özyönetimlerin ilanı ve savunulmasında kendi temsilini bulurken, işbirlikçilik ve ihanet, iktidar ve devlet etrafında olmayı kendi çıkarlarına görenlerde özyönetimlere karşıt bir pozisyonda saflarını belirlemektedirler.

Bu anlamda Kürdistan’da ilanları gerçekleştirilen özyönetimleri de bu gerçeklik içerisinde, sömürgeciliğe ve soykırıma karşı, toplumun; toplum olarak varlığını koruma direnişi/mücadelesi olarak da görmek ve kabul etmek gerekmektedir.

Bugün Kürdistan toplumu bunun mücadelesi içerisinde bulunmaktadır. Ve böyle bir mücadeleyi yürütürken tarihsel ve toplumsal köklerine bağlı kalarak hareket etmektedir. Gelinen aşamada da bu doğrultuda bir hayli mesafe kat etmiş bulunmaktadır. Kürdistan halkının sömürgeci egemenlik altında yaşamak istememesi ve ilan ettikleri özyönetimlerini savunmak için sahibi oldukları mücadele ve ısrar da bunu göstermektedir.

 

Özyönetimler Büyüme Eğilimindedir

Kürdistan’da, tarihsel ve toplumsal gerçeklik içerisinde özyönetimler ve yabancı yönetimler arasında süren mücadele; biçim ve düzey olarak, farklılıklar ihtiva etseler de, her zaman var olmuştur. Tarih içerisinde Kürdistan toplumunun varlığından bahsedebiliyorsak, bunun nedenini de bu gerçeklik oluşturmaktadır. Bugünde bu gerçeklik devam etmektedir. Fakat Kürdistan toplumunun yabancı yönetimi tanımasıyla birlikte, buna karşı varlığını sürdürme ve mücadele biçimlerini de birbirine karıştırmamak gerekmektedir.

Kürdistan toplumunun tarihi içerisinde “yabancı yönetimlere” karşı mücadelesi, doğal-kök toplum özelliklerin varlığını koruması ya da sürdürmesi biçiminde yaşanmıştır. İktidar ve devlet dışı bir ilişki içerisinde; dağlık, engebeli coğrafyalarda sahibi oldukları aile, kabile ve aşiret yaşamlarını korumaları bu anlamda önemli rol oynamıştır. Ancak günümüzde ilan edilen özyönetimler bunlardan farklıdır. Aile, kabile ve aşiret sınırların aşmakta, iktidarın, devletin kendini en güçlü bir şekilde konumlandırdığı şehirlerde, toplumun bilinçli, örgütlü bir mücadelesine dayalı olarak örgütlendirilmektedir. Ve kırk yılı aşan Özgürlük Hareketin öncülük ettiği mücadelenin sonucunda toplumun bir kazanımı olarak ilanları gerçekleştirilmektedir. Altı ayı aşkın bir süredir de toplum tarafından uğruna büyük bedeller ödenerek savunulmaktadır.

Geride kalan bu altı aylık süre içerisinde yaşananlar da göstermektedir ki, ilan edilen özyönetimler tüm sömürgeci yönelim ve toplum üzerindeki baskılara rağmen, başarılı olmuştur. Kuşkusuz bazı eksiklik ve yöntem sorunları yaşanmıştır. Ancak bunlar da elde edilen başarının düzeyi üzerinde etkide bulunabilmiştir. Bunlar da yaşanmaya bilirdi. Gelinen aşamada ise bunlardan büyük sonuçlar çıkarılmış ve önemli kararlaşmalar içerisine girilmiştir. Bugüne kadar ilan edilen özyönetimler daha çok özsavunmaya ve örgütlü topluma dayalı olarak kendilerini savunmuşlardı. Öyle olması da gerekiyordu. Bundan sonra da özsavunma, asli bir yön olarak özyönetimlerin korunmasındaki rolünü daha fazla oynayacaktır. Hatta kendini çok daha örgütlü bir hale getirecektir. Fakat özyönetimleri sadece özsavunma olarak görmek ve algılamak da doğru değildir. Bununla birlikte özyönetimlerin, demokratik ulus inşa çalışmaları ile de bütünleşmesi gerekmektedir. Asıl olarak da özyönetim ilanları bu bütünlüğün sağlanması ile demokratik ulus boyutlarının bir yaşam gerçekliğine dönüştürülmesiyle birlikte başarıyla taçlandırılmış olacaktır.

Burada demokratik ulusun; özgür birey-yurttaş ve demokratik komün yaşamının gerçekleştirilmesi, politik yaşam ve demokratik özerkliğin, sosyal yaşamın, özgür eş yaşamın, ekonomik özerkliğin, hukuk yapısının, kültürün, özsavunma sisteminin vb. inşa boyutlarının gerçekleştirilmesi, yerine getirilmesi gereken görevler olarak bulunmaktadır.

Altı ayı aşan bir ilan gerçekliğinin ardından Kürdistan’da özyönetimler böyle bir görev ve sorumluluğu sahibi haline gelmişlerdir. Bu da toplumun öz gücüne dayanarak kendini yeniden örgütlendirmesi ve gasp edilen değerlerini elde etmesi olanaklı bir hale gelmiş olacaktır. Kürdistan toplumu özyönetimin ilan edildiği alanlarda, bunları gerçekleştirdiğinde, kendi kendini yönetir bir hale gelmiş olacaktır. Bugün Kürdistan toplumu; Cizre, Nusaybin, Gever, Sur, Lice, Farqin(Silvan) vb. alanlarda özyönetim ilanlarını gerçekleştirmiş ve bunu bir yaşam biçimi haline getirme mücadelesi içerisine girmiştir. Bunda başarılı da oldu.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.