Düşünce ve Kuram Dergisi

Geçmiş Şimdi İlişkisine Dair Notlar

Musa Şanak

“Değişkenliği anlamak için kalıcı olanı öğrenmek gerekir. İnsanlık tarihi kadar kalıcı olan, hiç değişmeyecek olan değerler vardır.” (Ali Fırat)

“Tarih” ile “şimdi” öyle sanıldığı ya da iddia edildiği kadar birbirinden ayrı iki şey midirler? İkisinin arasına kalın duvarlar örülebilir mi? Biri biterken diğerinin başlaması mümkün mü? Her seferinde sıfırdan başlamak bir tür köksüzlük değil mi? Sıfırdan başlamak, geçmiş birikimleri inkar ederek her şeyi kendinde başlatmak ne anlama geliyor? Toplumsal hafızanın sürekliliği ile her şeyi kendinde başlatmak çelişmiyor mu? Öncesinin bütünüyle olumsuzlama, ilkcilik, barbarlık ,cahiliye dönemi v.b biçimlerde adlandırma, çıktığı kabuğu beğenmemekten öte nasıl bir anlam taşıyor? Küçümseme ya da yok saymanın aksine tarihsel olay ve olguları olduğundan fazla abartmak da bizleri hakikatten uzaklaştırmıyor mu? Tarih bir tekerrürden mi ibaret? Şimdi tarihin bir tür fotokopisi mi? Tarihsel toplumsal gelişim düzçizgisel bir eksende gerçekleşmiş midir? Tarih sadece övünülecek ya da yerinilecek bir şey midir?

“Tarih” ile “şimdi” arasındaki ilişkiyi anlamak ve tarihsel toplumun gelişme diyalektiğine vakıf olmak istiyorsak, bu gibi soruları sık sık kendimize yöneltmek ve anlam arayışımızı süreklileştirip derinleştirmeliyiz. Yıllardır yürüttüğümüz anlam arayışı temelinde elde ettiğimiz kimi sonuçları paylaşarak konuya dair tartışmalara katkı sunmak istiyorum.

Biz geçmişiz. “Tarih günümüzde, biz tarihin başlangıcında gizliyiz.” Jacgueline Stevens’in de “Devletin Yeniden Üretimi” adlı kitabında belirttiği gibi; “Şimdiki hayat bir öncekinin isteklerinin hayata geçirilmesi olarak yaşanır; tıpkı bir yetişkinin çocukluk arzularını gerçekleştirmeyi amaçlaması gibi.”

Tarihin her döneminde toplumsal vicdanı temsil eden bilgeler hep çocukluk hayallerine bağlı kalmışlar. Nasıl ki çocukluğumuzun bir devamı olarak yaşlılık, çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk gibi ömrümüzün bütün evrelerini içinde barındıran bir düzey ise; şimdi de toplumsal tarihin bütün aşamalarını kendinde toplayan bir düzeydir. Tarih ile şimdi bir bütündür. İkisinin arasına duvarlar örmek ve onları birbirinden koparmak hakikatten uzaklaştırmaktan öte bir sonuç doğurmaz. “Dün dündür, bugün bugündür.” biçiminde keskin bir ayrıma gitmek ve onları birbirinden koparmak bilinçli bir saptırmaya hizmet eden boş bir demagojiden öte bir şey değil. Tarih ile şimdi, yaşlılık ile çocukluk, ergenlik, gençlik ve olgunluk gibi bir bütünü ifade eden olgulardır, birbirlerinden koparılmadan ele alınıp anlaşılır kılınmalıdırlar. Toplumsallık tarihindeki her yeni başlangıç gerçekleştiği döneme has kimi özgünlükler içermekle birlikte, içerik ve biçim olarak köklendiği orijinalitenin bir devamı olarak vücuda gelir. Her yeni başlangıç aynı zamanda insanlık tarihi kadar kalıcı olan, hiç değişmeyecek olan değerleri de öz olarak kendinde taşıyor. Bu anlamda her yeni başlangıcın bir tür muhafazakar bir özelliğe sahip olduğu da söylenebilir.

Evrenin tarihi bir bütündür. Canlılığın tarihi de kendi içinde bir bütündür. Bilinen canlı türlerin tümü ilk tek hücreli canlının evrimi, yani farklılaşıp çeşitlenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Canlılığın ortak özelliği olarak sıralanan genetik, güdüsel vb. birçok benzerliğin temelinde bu gerçeklik yatıyor. İlk ve tek Musa Şanak Geçmiş Şimdi İlişkisine Dair Notlar 50 canlı hücreden tutalım en gelişkin kompleks varlık olan insana kadar tüm canlıların biyolojik saati güneşe ayarlıdır. Tarihsel süreç içerisinde geliştirdiğimiz saat, gün, hafta, ay, kum saati, dijital saat, vb. tüm zaman ölçme teknikleri bu gerçeğin altını çizmekten öte bir anlam taşımıyorlar. Klan, toplumsallığın kök hücresi olarak tanımlanıyor. Toplumsallık temel özelliklerini bu kök hücreden almış; doğal gelişmesini onu koruma ondan yeni yeni dokular üretip, farklılaşma ve çeşitlenme temelinde sürdürmüştür. Toplumsallık bütünü ile yok edilmediği ya da çok farklı bir şeye dönüşmediği müddetçe gelişmesini aynı öze bağlı olarak sürdürecektir.

Arkeolojik çalışmalar sonucunda en erken taş aletlerin imal edilirken nasıl darbelendiklerine, yontulduklarına bakılarak onları imal edenlerin sağ ellerini kullandıkları tespit edilmiştir. Beynimizin evrimi ile de ilişkili olan bu durum hala devam etmektedir. Toplumsal gelişmeyi belirleyen üç temel ihtiyaç vardır. Bunlar; güvenlik, beslenme ve üreme, varlığını sürdürme ihtiyaçlarıdır. Başlangıçtan günümüze kadar insanlar üç temel gıda ile beslenmişlerdir: proteinli, yağlı ve karbonhidratlı gıdalar. Yetiştirdiğimiz herhangi bir meyveden aldığımız tat ile ana atalarımızın, onun yabanisinden aldığı tat çok farklı değil. Biz gıdaların güvenilirliklerini devasa laboratuvarlarda test ederken, ilk ana atalarımız deneyimleyerek onların tadı ve güvenilirlikleri arasındaki ilişkiyi keşfetmişlerdir. Bizler hala Neolitikten beri tarım yapılan arpa, buğday, mercimek, nohut vb. tahıllarla besleniyor, evcilleştirilen hayvanların çeşitli ürünleriyle geçiniyoruz. Zamanla bunlara yeni türler eklemek, üretim ve işletmede yeni teknikler kullanmak, bir de ürünlerin paylaşımından adaletten uzaklaşmak dışında bir değişiklik gerçekleştirilmemiştir. Günümüzde sahip olunan muazzam teknolojinin ilk ana atası da ağaç, kemik ve taşlardan icat edilen ilk aletlerdir. Bugün birçok alanda kullanılan tekerleğin binlerce yıl önce icat edildiği biliniyor. Binlerce yıl içinde yeni biçimler kazanmak ve giderek daha işlevli olmak dışında pek bir değişikliğe uğramamıştır.

Dünya genelinde kullanılan binlerce dilin köken olarak bir veya birkaç ana kaynaktan doğduğu genel bir kabul görüyor. Kullandığımız, konuştuğumuz her dilin binlerce, hatta on binlerce yıllık kök kelimeleri var. Dillerin gelişmesini, farklılaşıp çeşitlenmesini bu kök kelimelerin doğurganlık özelliğine borçluyuz. Bu köklerden türetilen yeni kelimeler sayesinde giderek daha anlaşılır, daha etkili ve güçlü bir ifade gücüne kavuşuyoruz. Kullandığımız kelimelerin kimi yeni, kimi binlerce yıllık tarihsel birikim içeriyor. Örneğin; Kawa ve Newroz adlarının binlerce yıllık bir tarihi birikimin güncelleşmesine kaynaklık ettiği görmezden gelinebilir mi? Günümüzde kutlanan kimi ulusal ve dini bayramların ve düzenlenen festivallerin her birinin binlerce yıllık bir tarihi arka plana sahip olduğu; bunların zamanla yeni anlamlar kazanarak, evrimleşerek bugünkü son hallerini aldıkları biliniyor.

 

Toplumsal Sorunun Ortaya Çıkışı

Erkeklik, kadınlık olguları toplumsal gelişmenin doğal birer sonucu mudur? Yoksa ona aykırı bir biçimde inşa edilen kültürel birer olgu mudur? Geride bıraktığımız 1. ve 2. Dünya Savaşlarında – son olarak 3. Dünya Savaşını da buna dahil edebilirizkarşılaştığımız dünyayı paylaşma çılgınlığı; yayılma, işgal ve istila; yağma, talan ve yok etme iştahı, her şeyi ele geçirme girişimi vb. toplumsal sorun ve çelişkiler doğal bir gelişmenin ürünü müdürler? Öyle bir anda mı ortaya çıktılar? Bunların dayandıkları bir arka plan yok mu? Her gün haberlere konu olan kadın ve çocuk istismarları, ırkçı zihniyet ve soykırım örnekleri öyle sıradan ve günübirlik yaşanan olaylar mı?

Her gün dünyanın şu veya bu bölgesinde bir ekolojik felaketi yaşanmaktadır. Canlı türleri yok olmakta, dünyanın değerleri olarak tabir edilen yağmur ormanları küle dönmekte. Açlık ve işsizlik 51 sorunu, evsiz topraksız kalıp göçmenleşen insanların durumu ve daha nice trajik örnek var. Bu kaotik tablonun tarihsel bir arka plana dayandığını, o arka planı açığa çıkarıp çözümlenmeden hiç bir sorunu çözüm bulunamayacağını unutmamalıyız.

Neolitik dönemde toplumsal iş bölümü ve meslekleşme daha bir gelişmiştir. Köyler hem büyümüş, hem de çoğalarak geniş bir alana yayılmıştır. Artan nüfus ve dağınık haldeki köyler, toplumsal yönetimde yeni bir takım düzenlemelere gitmeyi zorunlu kılmıştır. Bu nedenle uzmanlık ve deneyim sahibi olmanın toplumsal yönetimde ki yeri giderek daha bir önemli hale gelmiştir. Bu da giderek merkezi köyler etrafında hiyerarşiye dayalı yeni bir toplumsal örgütlenmenin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Hiyerarşiden hanedanlık sistemi doğmuştur. Artı-ürünün gaspıyla kentli, sınıflı ve devletli topluma geçişin yolu açılmıştır. Artı-ürünün gaspı, kentli-sınıflı ve devletli toplumun doğuşu toplumsal sorunun ilk biçimi olarak tanımlanabilir. Toplumsallık insan eliyle doğal gelişme seyrinden uzaklaştırılmış ; toplumsa eşitlik ve özgürlük önemli oranda ortadan kaldırılmış, doğa ile uyumlu yaşam döngüsü darbelenmiştir.

Toplumsal sorunun ortaya çıkışı, insanlık tarihindeki önemli bir kırılmayı ve sapmayı giderek kendi özüne yabancılaşmayı ifade eden yeni bir zihniyetin hakim hale gelmesi anlamına geliyor. Sümer rahiplerinin yarattığı mitolojik ve onun yönetim modeli olan devlet, bu yeni zihniyetin ilk örneği ve kurumsal ifadesi oluyorlar.

İlk toplumsal sorunla birlikte insanlık tarihinde bir çatallaşma ve ikili durum ortaya çıkıyor. Çatalın bir ucunu doğal, ahlaki ve politik toplumda temsilini bulan demokratik-komünal zihniyet ve ona uygun değerler yer alırken; öteki ucunda ise pratik gelişme ve kurumlaşmasını kentli-sınıflı ve devletli toplumda bulan mitolojik zihniyettir. Bu iki zihniyeti temsil eden unsurlar binlerce yıldır iç içe geçmiştir. Binlerce yıldır mücadele halindedirler. Bazen biri, bazen diğeri ötekini gerileterek biraz öne çıkmaktadır. Tarih boyunca yaşanan etnik , cinsiyet, din ya da sınıf temelli çatışma ve savaşların tümü bu iki zihniyetin damgasını taşımaktadırlar. Artı-ürün gaspı, kentlisınıflı ve devletli toplumla ortaya çıkan ilk toplumsal sorununun sonuçlarını özetle şöyle ifade edebiliriz:

*Kadın toplumsal yönetimden uzaklaştırılmış ve adeta ilk sömürge haline getirilmiştir.

*Artı-ürün gaspı ideolojik ve kurumsal bir ifadeye kavuşturulmuştur.

*Talancılığın, yayılmacılığın ve sömürgeciliğin temeli atılmıştır.

*Sınıflaşmanın ilk örneği olan kölecilik geliştirilmiştir.

*Çevre ile uyumlu toplumsal yaşamın yerine ekolojik dengeyi yıkıcı bir yaklaşım hakim kılınmıştır.

*Öz savunmanın yerine saldırgan, zorba ve bastırmacı askeri bir anlayış geliştirimiştir.

İnsanlık ilk ana-atalarından sadece toplumsallığın demokratik komünal özünü ve bir takım biyolojik özellikleri miras almamıştır. Bunların yanı sıra çok boyutlu olarak yaşanan binlerce yıllık bir tarihsel arka plana sahip toplumsal sorunları da miras almıştır. Giderek büyüyüp çeşitlenerek ağırlaşan bu sorunlar sürekli bir kriz haline gelmiş; insanlığı adeta bir kaos aralığına sürüklemiştir.

 

Ulus-Devlet Krizi

İlk örneği Hollanda ve İngiltere’de inşa edilen ulusdevlet , giderek kapitalist modernitenin temel örgütlenme modeli olarak tüm dünyaya taşırılmıştır. Evrimleşen farklı aşamalarda gelişen kapitalizm finans kapital aracılığı ile dünyayı küresel bir pazara dönüştürmeye çalışırken; ulus-devlet ile sorun yaşar hale gelmiştir. Ulus-devlet giderek hegemonik sistem açısından aşılması gereken bir model halini almıştır. Ulus-devlet ilk örneği Sümer rahip devleti 52 olarak inşa edilen devletin en son ve en tehlikeli versiyonudur. Binlerce yıllık bir geleneğin devamı olarak çözümlenip anlaşılır kılınmalıdır. Hegel’in de iddia ettiği gibi devlet aklın ve ahlaki düşüncenin bir yansıması olarak mı gerçekleşmiştir? Engels’in belirttiği gibi,” belli bir gelişme düzeyine erişmiş toplumun bir ürünü”müdür? Devlet tarihsel olarak nereye oturtulmalı? İlk çıkışı burjuvazinin feodaliteye karşı mücadele verdiği döneme mi denk gelmiştir? Devletin kökenindeki ideolojik gücü basit bir yansıma olarak değerlendirmek nasıl bir tehlikeyi içeriyor?

Bu sorulara doğru dürüst yanıt vermeden ulusdevlet gerçekliğine hakkıyla çözümlemek, anlamak ve onun kaynaklık ettiği krizleri aşmak mümkün olmayacaktır.

Devlet bir Sümer rahip icadı; mitolojik olarak gökteki tanrısal düzenin yeryüzündeki bir yansıması biçiminde tasarımlanmış ve inşa edilmiştir. Devletin bu teolojik-dogmatik yanını dikkat çeken A.Fırat onu “sınıflı toplumun özeti ve kimliği olarak” tanımlıyor. Bir diğer değerlendirmesinde devlet ve tanrısal merkeziyetçilik arasındaki ilişkiye değinen A.Fırat; “devletle tanrısal merkeziyetçilik gelişmiş devletle tek tanrı düşüncesi ve inancı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Tanrıyı ne kadar güçlü, ulaşılmaz, anlaşılmaz kılarsanız; devleti ve (onun) içine gizlediği uygarlık maskelerini de o denli güçlü, korkutucu, ulaşılmaz ve anlaşılmaz kılmış olursunuz.” diyor.

Güçlendirilen ulus-devleti bu kadar korkutucu, ulaşılmaz ve anlaşılmaz kılınması; onu faşizan bir rejimin en uygun aracı haline getirilmesi, A. Fırat’ın da dikkat çektiği tanrısallıkla sıkı ilişkisiyle bağlantılıdır.

Devlet meşruluğunu toplumsal güvenlik ve yönetim ihtiyacına dayandırsa da, özü itibari ile ilk toplumsal sorunun bir ürünüdür. Varlığını toplumsal soruna borçlu olan devlet, onu kontrol altında tutma, oradan beslenme ve onun sürdürülebilirliğini garanti altına alma aygıtı olarak inşa edilmiştir. Ulus-devletin de temel özelliği krizden beslenme ve onu yönetmedir. Sınıfsal baskı aracı olarak azami bir kar yasasının sürdürülebilirliğini güvenceye alması için her yolu mübah görüyor. 1,2 ve 3’ncü dünya savaşları kontrolden çıkan toplumsal krizin birer örneği olarak da nitelendirilebilirler.

20.yy’la damgasını vuran sosyalist ve ulusal kurtuluşçu mücadeleler toplumsal krizin yumuşatılmasında, çözüm arayışlarının geliştirilmesinde ve hegemonik sistemin reformize edilmesinde önemli rol oynasalar da, güçlü bir alternatif haline gelemediler. Reelsosyalizmin çözülüşü ile birlikte hegemonik sistem krizinin daha bir görünür hale geldiği söylenebilir. Çünkü toplumsal dinamikler ulus-devlet eliyle tarihin hiçbir döneminde görülmedik bir boyutta dumura uğratılmıştır. Bunun artık gizlenebilir, perdelenebilir bir yanı kalmamıştır. 20.yy boyunca ulusal sorunun en iyi çözüm yolu olarak görülen ayrılma ve bir ulus devlet kurmanın çok sakıncalı sonuçlar doğurduğu da ortaya çıkmıştır. Lenin’in formüle ettiği ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bütün sakıncalı sonuçlara rağmen önemli bir tarihsel rol oynamış, daha uygun çözüm yollarının bulunmasına katkı sunmuştur. Ulus-devlet kurma zamanla karşıtına benzeşmeyi ve özgürlükçü-eşitlikçi özden uzaklaşmayı getiriyor Ayrılma ve ulus-devlet kurma halklar arasındaki tarihi bağları koparma, halkları karşılaştırma, öteki ve düşman haline getirme riskini taşıyor.

Bu ise ulusların kendi kaderini tayin etmenin ayrılma ve ulus devlet kurma dışında daha uygun gerçekleşme biçimi yok mu sorusunu gündeme getiriyor. Halklar arasındaki tarihi dostluk bağlarını daha da güçlendirecek; onların eşit özgür ve gönüllü birlikteliğini mümkün kılacak; halklar ırkçı ideolojinin zehirleyici etkilerinden koruyacak ve daha doğal ve daha dayanıklı kılacak bir çözüm yöntemi yok mu? Hem tarihsel deneyimler, hem de yakın dönemdeki tecrübe ve birikimler ışığında sosyalizmin özüne uygun gerçekleşebilir, hem bölgesel boyutta hem de evrensel bazda geçerli olabilecek bir çözüm yöntemi bulunamaz mı? Bu sorular temelindeki arayışını 53 sürdüren Ali Fırat’ın ulaştığı düzeyi; Demokratik, Ekolojik Ve Cinsiyet Özgürlükçü paradigma olarak formüle ederek, buna en uygun kendi kaderini tayin etme yöntemi “Demokratik Ulus Çözümü” olarak tanımlamıştır.

Her ulusu ille de bir ulus-devlete sahip olması gerekmiyor. Önemli olan tarihte hep iç içe ve yan yana yaşayan halkların eşit, özgür ve demokratik yaşam alanlarını oluşturmaktır. Bunun tek bir devlet çatısı altında devlet+demokrasi formülü ile sağlanması pekala olanaklıdır. Bir çok halkın özerk konfederal birliğini bir çatı altında toplayan çözüm, sosyalizmin ruhuna daha uygundur. Burada önemli olan devletin sınırlarının çok iyi belirlenmesi ve bir toplumsal sözleşmeye bağlı kılınmasıdır.

Artı-ürün gaspına dayanan kentli-sınıflı ve devletli toplumun binlerce yıllık kötü, acılı ve yıkıcı deneyimlerini temsil eden en karakteristik kurum devlet ve iktidardır. Teorik ve felsefik olarak onun aşılması, tarihin çöp sepetine atılması gerektiği, bu doğrultuda sürekli bir arayış ve mücadele içinde olacağı açıktır. Bununla birlikte devlet ve iktidarın; sınıfla toplum uygarlığını hemen ortadan kaldırılacağını, binlerce yıl süren ikili mücadelenin daha birkaç yüzyıl alabileceğini; bu süre içinde devletsiz varlık kazanmanın mümkün olmayacağını, ancak bir devlet çatısı altında statü kazanılarak mücadelenin sürdürülebileceğini gerçeği de göz ardı edilmemeli ve buna uygun politik bir tutum geliştirilebilmelidir.

Gelinen aşamada devlete+ulus-devlete yaklaşımda ideolojik bir netlik olsa da, henüz somut bir gerçekliğe uygun doğru ve etkili politik bir yaklaşım geliştirildiği söylenemez. Bu alanda ki politik zayıflık ve körlük yer yer bir kafa karışıklığı düzeyinde yansıyor. Bu politik zayıflık veya körlüğü ideolojik bir söylemle perdelenmesi de aldatıcı bir duruma yol açabiliyor. Bu noktada bir sığlık ve yüzeysellik içinde olduğu gözlemlenebilir. Sonuç “Tarih” ile “şimdi” bir ağacın en tepesindeki patlamaya hazır tomurcuklar ile toprağı saran kökleri gibi birbirine bağlıdır. Biz geçmişiz. Her yeni nesil gibi tarihe eklemlenip az ya da çok ona yeni bir şeyler katıyoruz. Aynen ağaçtaki her bir tomurcuğun köke bağlı yeni bir dala dönüşmesi gibi. Durkheim’e göre; totem hem tanrı hem de toplumun simgesidir. Avustralya kabileleri için hayvan yada bitki totemlerinin işlevi ne ise, Fransa içinde milli bayrağın işlevi odur. Buradan hareketle spor kulübü , siyasi organizasyon, dernek ya da sendikaların amblemleri de birer totemden farksızdır. Holdingler, spor kulüpleri, dernek çevreleri vb. kapitalist modernite dönemine has birer kabile ya da aşiret topluluğu gibidirler. H. Arendt de “ çocuk hem art zamanlı olarak daha yaşlı, hem de eş zamanlı olarak daha gençtir”. Diyerek hem kuşaklararası paradoksa, hem de tarih ile şimdi arasındaki ilişkiye değiniyor.

Biz insanlar bir ağaç gibi toprağa sabitlenmiş değiliz. Yine de en az bir ağaç kadar toprağa bağımlıyız ve ondan besleniyoruz. Dün böyleydi, bugün böyle, yarın da böyle olacak. Ne hiçbir şey , ne de her şeyiz. Doğa denilen bütünün bir parçasıyız.. geleceğe giden yol onunla uyumlu yaşamaktan geçiyor. Şu anda bir kavşağa varmış gibiyiz. İnsanlık bir bütün olarak hem her türlü toplumsal krizi çözüp öze dönüşü gerçekleştirebilecek, hem de kendi sonumuzu getirebilecek bir potansiyele sahibiz. Hala geç kalmış sayılmayız, diye düşünüyorum. Umarım ki yanılmamış olayım.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.