Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernite “Son Söz” Değildir Çünkü Düşüncenin “Son Sözü” Yoktur

Veysi Sarısözen

1.

Homosapiens ayakları üzerinde yürümeye ve iki elinin başparmaklarının evrimiyle birlikte alet-edavat yaparak üretim temelinde toplumsal yaşama geçtikten ve diliyle kurduğu iletişim sonucu işaret seslerinden, sözcüklere, sözcüklerden kavramlara geçtikten sonra bildiğimiz “politik ya da düşünen hayvan”, yani insan oldu.Bu insan varolma mücadelesi içinde yaşadığı amansız zorluklar karşısında  bir yandan toplumsal dayanışma yoluyla zorlukları aşmaya çalışırken, bir yandan da bu zorlukların yarattığı umutsuzluğa karşı “ilahi kuvvet” düşüncesine sığındı. Dayanışma zorunluluğu “toplumsal örgütlülüğün”, “ilahi kuvvete” sığınma düşüncesi de “nihai kurtuluş” dediğimiz “ütopyanın” kaynağı oldu. Bugünkü terimlerle konuşacak olursak, doğayı fethetme “doğa bilimlerini”, dayanışma zorunluluğu “sosyolojiyi”, ilahi kuvvete sığınma düşüncesi de “felsefeyi” yarattı. İnsanın doğaya karşı mücadelesi, kapitalist modernite öncesinde ya da ilkel komünal tarım toplumu döneminde ekolojik dengenin bir parçasıydı. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla birlikte insan toplumları sınıflara bölündü. Böylece yaşama mücadelesi doğayla insan arasındaki çelişkinin çözümü mücadelesinin yanı sıra ezenler ile ezilenler arasındaki çelişkinin çözümü mücadelesini de zorunlu kıldı. Bu iki çelişkiye ise, anaerkil toplumun tarihe karıştığı günden beri de “erkek egemen toplumda” “eril olanla kadın olanın” arasındaki küresel çelişki eşlik etti.

2.

İnsanın bu çelişkilerle boğuşma sürecine “tarih” diyoruz. Eğer tasviri bir ifadeyle konuşacaksak, bu tarih “insanlığın acı çekmesi, bu acılardan kurtulmak için mücadele etmesi ve çektiği acılardan kurtulma ütopyasıyla yaşama tutunmaya çalışması tarihidir” diyebiliriz. Bu tarih kanlı iç savaşların, büyük ihtilallerin, kavimler ve devletler arasındaki yıkıcı savaşların tarihi olduğu gibi, “bu dünyada kurtuluş umutsuzluğundan, öteki dünyada kurtuluş umuduna, oradan da bu dünyada kurtuluşun mümkün olduğu sonucuna varma düşünsel evriminin de tarihidir. Dinler ve özellikle tek tanrılı dinler “kurtuluş umutsuzluğunun” doğurduğu en yüksek düzeyli ütopyayı yarattı: Kurtuluş umudunu darbeleyen adaletsizliklerin, istismarın, şiddetin, ezcümle günahların cezalandırılacağı “cehennem” ile, bu dünyada acı çeken günahsız insanların mükafatlandırılacağı “cennet” ve “tanrı” düşüncesi, felsefi idealizmin çıkış noktasıdır. Doğa bilimlerinin gelişmesi ve sınıf mücadelelerinin deneyimi temelinde birçok filozof ve sosyolog, “öteki dünyada kurtuluş” düşüncesinden, “bu dünyada kurtuluş” düşüncesine geçiş sürecinde eserler verdi. Thomas Morus’dan Campenella’ya kadar bir çoğu, “bu dünyada kurtuluş” düşüncesini “ütopik sosyalizm” dediğimiz bir çerçevede temellendirmeye çalıştı. Onların “dinlerin cenneti”nden farksız “ütopik” anlayışlarını Marx ve Engels felsefi materyalizm temelinde aştı. Aştı ama bugün biz, onların “bilimsel” düşünce ile temellendirdiği “komünizm” düşüncesinin de, “peygamberlerin ve ütopik sosyalistlerin” vaat ettiği “ütopyalar” kadar uzağındayız. “Komünizm ideali” bugün artık, kapitalist modernitenin dejenere ettiği düşünce dünyamızda neredeyse unutulmaya terkedilmiştir. Bu sonuç, ya yeniden “dinlerin” DAİŞ örneğinde olduğu gibi karanlık dünyasına dönüşe, ya da “bireysel kurtuluşun” bin bir türlü ahlaksızlıkla, hilekarlıkla Veysi Sarısözen Kapitalist Modernite “Son Söz” Değildir Çünkü Düşüncenin “Son Sözü” Yoktur 39 dolu dejenerasyon bataklığında boğulmaya yol açıyor. İnsanın “doğayı fethederek kurtuluş” pratiği, onu yok oluşa doğru sürükleyen akıl almaz bir ekolojik felaketin eşiğine getirdi; çözüldüğünde bizi kurtuluşa götüreceğini düşündüğümüz sınıfsal çelişkiler, yalnız “emek sermaye çelişkisi” değil, “sermayenin sermayeyle çelişkisi” de, bir türlü çözülemediği için insanlık dünya savaşlarıyla, iç savaşlarla, barbarca bastırılan isyanlarla ve görülmemiş silahlanmanın yarattığı termo nükleer felaket tehlikesiyle yüz yüze geldi.

3.

Oysa insanlık, önce ömrü yetmiş gün süren Paris Komünü ile, ardından ömrü yetmiş yıl süren Büyük Ekim Sosyalist devrimiyle “bu dünyada kurtuluş ütopyasına” heyecan uyandıran adımlar atmıştı. 20. Yüzyılın sonunda bu heyecan yerini “kapitalizmin yenilmezliği”, onun tarihte “son söz” olduğu karamsarlığına terk etti. “Kapitalist modernite” insanlığın sosyolojik ve felsefi evriminde gerçekten son söz mü? Kapitalist moderniteye teslim olan insanlık göz göre göre intihar mı edecek? Bu soruya her şeyden önce felsefi bir yanıt vermeliyiz. “Mutlak bir determinist ilerleme” yoktur. “Tarihin tekerleğinin kurtuluşa varana kadar döneceği” tezi, insanın yaratıcılığını, ruhsal öz savunma güdüsünü, tehlike karşısında içgüdüsel pratik çare arayışını felce uğratıyor. Bu iyimserlik, kapitalist modernitenin ürkütücü, yıldırıcı, sert gerçekliği ve yarattığı muazzam ideolojik hegemonya karşısında insanlara artık inandırıcı gelmiyor. Onlara hakikati söylemeliyiz: Kapitalist modernite tarihin ileriye doğru yürüyen tekerleğini havaya uçurabilir; uygarlık krizi gezegenimizin yok oluşuna yol açabilir. Bu tehlike çanını çalmak elbette yetmez. Kapımıza dayanan felaketi nasıl önleyeceğimizi, bu dünyada kurtuluş ütopyamızın çöküş nedenlerini kavrayarak göstermeliyiz.

4.

Kestirmeden konuşursak, reel sosyalizmin bizi “komünist ütopyaya” neden ulaştıramadığını, Apocu dünya görüşü temelinde şöyle açıklayabiliriz: Felaketi “üretici güçleri, ister üretim ilişkileriyle uyumlu, ister uyumsuz olsun, çılgınca geliştirerek önlemek mümkün değildir. Asıl paradigma artık “üretim ilişkileriyle üretim güçleri arasındaki uyum” değil, “üretim güçlerinin doğayla uyumu”dur. Reel sosyalizm dünya kapitalizmiyle girdiği “yarışta” üretici güçleri doğayla uyumlu geliştirmeyi başaramadı, başaramazdı da. Rakibinle nükleer silah yarışına girdiysen, en az onun kadar ekolojik felakete yol açacak bir bomba yapacaksın. Sovyetler ve Çin sosyalizmi birer “nükleer dev” oldular. Üretici güçleri uygarlığı yıkacak ölçüde gelişti. Doğayla çelişti. Çözüm “ekolojik toplumdur.” Bu olmadan “kurtuluş ütopyasına” ulaşılamaz. Sosyalist devrimlere elbette kadınlar da katılmıştı. Ama “azınlık” olarak. O dönemin kadın devrimcilerinin adını ezbere sayabiliriz. Ama erkekleri saymaya rakamlar yetmez. Aynı zamanda bu “azınlıktaki” kadın devrimcilerin özgürlüğü “sosyalizmin” gelişmesine bağımlı kılınmıştı, sosyalizm gelişecek, komünizm gelecek, kadın kurtulacaktı. Böylece tüm devrim ve inşa pratiği, toplumun yarısını oluşturan kadının şiddetten, hegemonyadan arındırıcı pratiğinden mahrum kaldı. Kadın “erkekten bağımsız” örgütlü bir emansipasyon sürecinde erkek egemen toplumu dönüştüremedi. Sosyalizmde kadın hem yönetimde, hem üretimde, hem de ve en önemlisi manevi alanda “bağımsız” bir güce dönüşemeyince sosyalist toplum “yarım toplum” olarak kaldı. Yarım toplumla sosyalizm gerçekleşemez. Gerçekleşmedi de… Çözüm “kadın özgürlükçü toplumdur.” Bu olmadan “kurtuluş ütopyasına” ulaşılamaz. Sorun nicelik sorunu değildir. Kadın ile erkeğin sosyolojik açıdan farkı çok net: Erkeklerin tümü tek bir bağımsız hareket yaratamaz, sınıflara bölünmüşlerdir, birbirlerine karşı örgütlenmek zorundadırlar; farklı sınıflardan oluşsalar bile, teorik bakımdan “erkek egemenliğine karşı tüm kadınların birleşmesi mümkündür.” Bu imkan kapitalist moderniteyi çökertme imkanı demektir. Ve devlet. Leviathan. Yani Canavar. “Eski devlet aygıtını parçalamak ve yerine devlet olmayan devlet kurmak” sosyalist devrimin en önemli ilkesiydi. Ama bu ilke “merkeziyetçilikten” vaz geçmeyi kapsamıyordu. “Merkeziyetçiliği”, “demokratik 40 merkeziyetçilik”le değiştirince, işlerin yoluna gireceği sanılıyordu. “Merkeziyetçilik” demokratik olamaz. Oldu sandığın gün o merkeziyetçilik “bürokratik merkeziyetçiliğe” ilk adımını atar. Öyle de oldu. Merkezde “genel sekreter”, bir avuç “Politik Büro ve Merkez Komitesi üyesi”, onların etrafındaki parti yönetici eliti yer alırken, yerellerde on milyonlar yaşar. Merkeziyetçilik yerelleri pasifleştirir. Sosyalizm yıkıldığında yereldeki halktan hiçbir ciddi tepki gelmeyişi, merkezin yerel örgütlenmeyi öldürmüş olmasıyla yakından bağlıdır. Merkezi ordu, merkezi polis, merkezi yargı, merkezi ekonomi, kısa zamanda yerellerin üzerinde oligarşik bir zümre hegemonyasına yol açar. Çözüm adem-i merkeziyetçi komünal toplumdur. Devlet devlet olmaktan çıkmalı, en küçük yerel birim kendi kendini yönetmeli, öz savunması olmalı, “Merkez” bütün bu komünal birimlerin ekonomide, toplumsal yaşamda, savunma alanında, asayişte eşgüdümden başka bir yetkiye sahip olmamalı.

5.

Bu satırları okuyan kişi, “böyle bir toplum”, kapitalist modernitenin karşısında nasıl ayakta kalır sorusunu soracaktır. Böyle bir “kadın özgürlükçü, ekolojik, komünal toplum” kapitalist moderniteye karşı ayakta kalmak için kendi varlığını, tıpkı rakibine benzer araç ve yöntemlerle korumak zorunda kalmayacak mı? Nükleer bombaya karşı nükleer bomba yapmadan yaşayabilecek mi? Bu toplum da reel sosyalizmin kaderini paylaşmak zorunda kalmayacak mı? Haklı sorulardır bunlar. Yanıt devrimci süreçle ilgili yeni anlayışta yatmaktadır. Bunun da özü “sosyalizm yeni insanı yaratmayacak”, “yeni insan kadın özgürlükçü, ekolojik, komünal sosyalist toplumu kuracak” önermesinde gizlidir. Burada “objektif koşulların belirleyiciliği” düşüncesi, “subjektif koşulların belirleyiciliği” düşüncesiyle dengeleniyor, maddi yaşam yerine, insan merkeze konuyor. Özgürlük Hareketi saflarında “kişilik çözümlemeleri”ne verilen önemi bilenler, burada ne denmek istediğimizi kolayca anlayacaklardır. Yeni insan evrensel ölçüde yaratılabilir mi? Bu mümkündür. Nesnel koşullara mahkum olmayan düşünce, günümüz insanının yenilenmesinde belirleyici rol oynayacaktır. “Kitlelerin gücü” hiç kuşkusuz her değişimin asıl etkenidir. Ama burada ani bir devrimci durumda kitlelerin, dağlardan boşalan sel suları gibi önüne gelen “düzeni” yıkmasından sosyalizm doğacağını sanmanın yanlışlığına dikkat çekmeliyiz. O kitlelerin içinde “birey olarak devrimi hem yapacak hem de toplumu yeniden inşa edecek yeni insan, yeni kişilik” yoksa ya da yetersizse, devrim zafere ulaşır, ama sosyalizm kurulamaz. Nasıl “hele bir sosyalizmi kuralım, kadını da kurtaralım” önermesi saçma ise, “hele bir düzeni yıkalım, yeni insanı ileride yaratalım” önermesi de o kadar yanlıştır. Yeni insanın, devrimci, dönüştürücü kişiliğin oluşum süreci, aynı zamanda devrim sürecidir. Burada dönüştürücü düşünce kilit role sahiptir. Öcalan’ın Kürt halkı tarafından “önderlik” olarak vasıflandırılması onun bir “yönetici, şef, lider” olmasından dolayı değil, “düşüncelerinden” dolayıdır. Benim anladığıma göre “önderlik” demek, “kitlelere mal olan ve kendini sürekli yenileyen, her yeni durumda yeni yanıtlar yaratan düşünce” demektir. O nedenledir ki, Kürt halkının ve Apocuların Abdullah Öcalan’ı “önderlik” olarak tanımlaması “kişiyi putlaştırmakla, kişiye tapınmayla” uzak yakın ilgisizdir, “düşüncenin büyük dönüştürücü gücüne” olan haklı ve yeni inancı yansıtmaktadır. “Kendini yenileyen Apocu görüşe” tapınmak ise, yaratıcı düşüncenin doğası gereği mümkün değildir. Bu “düşüncenin” yukarıdaki haklı soruları yanıtlamamıza imkan veren bir bileşeni, örneğin “demokratik ulus” teorisidir. Devrim nerede ortaya çıkıyorsa, orada ilk ve temel mesele “demokratik uluslaşmadır.” Demokratik uluslaşma demek, “ilkel milliyetçiliği” aşmak, devrimci süreç içinde, tekrar vurgulayalım, devrimci sürecin zaferinden sonra değil, daha ilk adımda “demokratik uluslaşma sürecini” yaşamaktır. Reel sosyalizm tecrübesi “sosyalizmin ulusları, milliyetleri, farklı din ve kültürleri adım adım birleştireceği” umudunu yalanlamıştır. Uluslar, milliyetler, farklı din ve kültürler devrimci sürecin ilk gününden başlayarak “demokratik uluslaşma sürecine” girmedikçe, sosyalizm kurulamaz. Özgürlük Hareketi ne yapıyor diye sorulsa benim 41 yanıtım şöyle olurdu: Özgürlük Hareketi, geleceğin yeni sosyalizmine küresel bir hazırlık yapıyor; devrimci süreci kadınlaştırıyor; ulusları, dinleri, kültürleri demokratik uluslaşma sürecinde örgütlüyor, kitlelerin her bir bireyini yeni insanlaşma, bağımsız kişilikleşme sürecinde kitleselleştiriyor.

6.

Gelelim gerçek hayata. Kürdistan’ın “direniş ve isyan tarihi” yüzlerce yıllıktır. Ama Kürdistan devrimci süreci Cumhuriyet sonrasında ve özellikle de PKK’nin kurulması sonrasında şekillenmiştir. Yukarıda ifade edilen “düşünce” temelinde bu devrimci süreç artık yarım yüzyıla yayılmıştır. Demek ki Kürdistan devrimci süreci, ani bir devrimci durumla ortaya çıkmamıştır. Devrimci durumun ani ve kitlesel bir ürünü olmadığı için devrimci durumun gerilemesiyle de sönümlenen ayaklanmalardan farklı olarak sürekliliğini korumuştur. Bu hareket “düşüncenin” eseridir. Daha ilk adımında onlarca yıllık bir mücadele göze alınmıştır. Bu mücadele içinde önce “kişilik çözümlemeleri” yöntemiyle ve bireysel cesaret, bilinç ve inanca dayalı “gerilla” pratiği içinde“yeni insanlar” oluşmaya başlamıştır. Arkasında düşman, önünde uçurum olan Beritan kişiliği, uçurumu, ihanetçi kişilik teslimiyeti tercih ede ede yeni insanlaşma süreci derinleşmiştir. Sabırsız devrimci hemen “iktidar olma” tutkusuyla hareket eder. Oysa “hemen iktidar olma”, toplumda “yeni insanı” yaratmak şöyle dursun, onu “devlet iktidarının” değirmen taşları arasında eskitir. Devrimci süreç ne kadar uzarsa, yani büyük demokratik kazanımların elde edilmesi, bunların tekrar yitirilmesi, sonra daha üst düzlemde yeniden kazanılması, umutsuzluklar, umutlar sürecinde yeni insan kendi kendini yaratır. “Bu daha ne kadar böyle sürecek” demek, gelgitlerle, yenilgiler ve zaferlerle dolu, bir tarihsel döneme yayılmış Apocu devrim süreci konseptinden fazla bir şey anlamamak olurdu. Aynı zamanda bu hareket daha kuruluşunda Türkle Kürdü, Sünniyle Aleviyi buluşturmuş, giderek saflarında Ermenilerle, Süryanilerle, Çerkeslerle büyümüştür. Özgürlük mücadelesi Kürdistan coğrafyasının bütün halklarını demokratik uluslaşma sürecinde adım adım birleştirmiştir. Giderek bütün parçalara yayılmıştır. Ve Öcalan’ın düşünsel tarihinde en önemli moment bu yayılma sürecinde ortaya çıkmıştır: Demokratik Konfederal Ortadoğu Ortak Evi… Bu çok ciddi bir tercihtir. “Büyük Kürdistan” ya da “Tek parçada Kürt devleti” paradigması yerine parçaların içinde yer aldığı bütün kapitalist modernite devletlerini “demokratik cumhuriyetleştirme” sürecinde, tek bir konfederal ortak evde birleştirme düşüncesi “bölgesel devrim” stratejisini yaratmıştır. “Yeni sosyalizm” işte bu “ortak evin” odalarında ikamet eden farklı çıkarların uygar ve barışçı mücadelesi sürecinde ortaya çıkacaktır. Bu ortaya çıkış inişli, çıkışlı uzun bir tarihsel dönemi kapsayacaktır. “Atom bombası” imal etmediği için yenilen komünal toplum, yeniden küllerinden doğacak, ta ki, bütün kıtalarda atom bombalarının yok edildiği, silahların sabana çevrildiği bir büyük kültürel hegemonya gerçekleşene kadar devrimci süreç devam edecek. Halklar saadete ve kurtuluşa “iktidarlaşma” yoluyla değil, “devrimcileşme, yenileşme, kesintisiz mücadele” yoluyla ulaşacaktır. İşte bu da geçen yüzyılın “dünya devrimi” ile “tek ülkede sosyalizm” stratejilerinden farklı bir “üçüncü yol stratejisi” demek oluyor. Marks’ın “dünya devrimi” stratejisinin gerçekleşmemesi, Lenin’in “tek ülkede sosyalizm” umudunun sonuçsuz kalması karşısında “bölgesel devrimin, demokratik uluslaşma sürecinin genişlemesi, yani mücadelenin her yeni aşamasına yeni ulusların, kültürlerin katılımı ile devrimin sosyal, kültürel temelinin genişlemesi, bölgenin demokratik cumhuriyetleşen devletlerin katılımıyla sürekli büyüyecek olması yepyeni bir paradigma ortaya çıkarmıştır. Özgürlükçü devrim, açıktır ki, “bir anlık” ya da bir “ayaklanmalık” bir süreç değildir. Kesintisiz bir süreçtir. O süreç içinde yeni kişiliklerle yeni insanlaşma, kadınlaşma, demokratik uluslaşma öylesine bir boyuta ulaşacaktır ki, dünyanın diğer bölgeleri, örneğin Latin Amerika bölgesi, Kuzey Afrika bölgesi, Batı Avrupa bölgesi, Uzak Asya bölgesi bu büyük yürüyüşten adım adım esinlenecek, “kadın özgürlükçü, ekolojik, komünal yeni sosyalizm toplumu”, önce insanlığın yeni ütopyasına dönüşecek, ardından gerçeklik haline gelecektir. Demek ki, kapitalizm insanlığın son sözü değildir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.