Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgürlük Sosyolojisinin Yaradılış Zamanı

Nesrin Akgül

“Gerçekten de tarih bilinci olmadığı zaman, harcanan emeklerin ve direnişin sürekli kazanca dönüştürülmesi mümkün değil. Tıpkı Penelope gibi gündüz dokuduğumuz kumaşı her gece yeniden sökmek zorunda kalırsınız.”
Fatmagül BERKTAY

Tarih, tarih bilincini kazanmak, onun ne olduğunu bilmek kadar ne olmadığını bilmeyi de önceler. Yine tarihi bilmemekse ‘şimdi’ de yaşananı anlayamamak ve geleceği inşa edememektedir. Tarih bilinci dediğimiz husus, insanın kendini anlama arayışını temellendirir “kendini bil” düsturu aynı zamanda tarihi, tarihini bilen anlamına gelir. Kendini bilme kendi olma eyleminin düşünce düzlemini oluşturur. Hâsılı insanın insan olma serüvenini tanımlayan şemsiye bir kavramdır. Tarih Zaman / mekân bağıntısından koparılmadan ele alınmalıdır. Zaman/ mekân oluşturucu bir güçtür. O zaman mekân da oluşan her şey kendini var kılar. Var olan oluştuğu an da kendini görür ve gerçek kılarak tarihselleşir. Tarih varolmanın anlatısıdır. Var olanı anlamak bilmek var olacakların da zeminini olur. Evrenin “ bir sonraki evre, bir öncekini de içinde barındırır” ilkesi, tarih oluşunu ve bilincini de karşılar. Çünkü tarih bir yoldur ve zaman/mekân içindeki işleyişi ile yaratıcı bir süreci tanımlar. Evrende her şeyin bir tarihi vardır ve her şeyin tarihi o şeylerin kendini yarattığı oluşturduğu değiştirdiği tarihtir. Şu haliyle tarih bir olaylar yığını olmaktan çıkar. Oluşumun değişimin kendisi olur. Canlılık kazanır. Şayet bu şekilde ele alınmazsa, tarih ihtiyaç duyulduğunda kullanılan bir nesneye dönüşür.

İnsan sahip olduğu zihni, melekleri ve yaratılış özellikleri ile düşünen, anlayan ve yapan bir özelliğe sahiptir. Bu ayırt edici özelliğiyle tarihi bilme ve tarihi yaratma gücüne erişir. Zira insan Ali Fırat’ın tanımıyla “kendinden önceki tüm evreleri kendinde barındıran “ evrimsel özelliğiyle de tarihin özeti olur. Önemli olan insanın bunu bilmesi bilmeye göre yaşamasıdır. Hem birinci doğanın bilme gücüne sahiptir hem de ikinci doğa olarak toplumu inşa edip tarihi yapıcı olma özelliğine sahiptir. Tarih bilincine sahip olması onun kendini inşa etmesinde tarihi yapılandırmasına sebep olur. Doğru tarih bilinciyle alınan yol, iyi doğru ve güzelin inşasını da sağlatır. Tarih için öncelenecek temel ilkelerden biri de, tarihin ‘şimdilik’ ilkesidir. Bunu Ali Fırat “tarih günümüzde, biz tarihin başlangıcında gibiyiz” Sözü ile her döneme yaydı, her dönemin geçerli ilkesi saydı. Şimdi de yaşanan geçmişin kendisidir ve şimdi kendisini bu geçmişin üzerinde inşa eder. ‘Şimdi’ tarihte onu olanaklı kılan verilerin de varlığına işaret eder. ‘Şimdi’ ancak o verilerde yaşama imkânı bulmuştur.

‘Şimdi’ birçok olasılık içinde tercih edilen, sonuçlanan yaşanılandır. Yaşanması mümkün olabilecek birçok olasılık, farklılık vardır. Ancak içlerinde biri yaşanmıştır. O tercihi belirleyen etmenleri rastlantılar, tesadüfler olabileceği gibi insan iradesinin bilincinin kendisi ya da küçücük bir kelebek etkisi dahi olabilir. Ancak hâkim devlet-iktidar ideolojileri yaşananı mutlak kılarak ya ilahi bir güce dayanarak olması kaçınılmaz bir kader haline getirir. Ya da bilimsel yöntem adına tarihin sürekli ilerlediği düşüncesini esas alarak mutlaklaştırıp, kader beller. İnsan iradesi, olasılık ve seçenekler tesadüfler yok sayılır. Yine uygarlıksal yükselişlerde tarih ve şimdi arasında bilinçli olarak topluluk yaratılarak, kendi meşruiyetini sağlamayı, kendini ebet-ezel kılmayı Nesrin Akgül Özgürlük Sosyolojisinin Yaradılış Zamanı 77 amaçlar. Böylece toplum geçmişsiz bırakılarak hafızasızlaştırılır ve körleşme yaşanır.

Ali Fırat tarih felsefesini oluştururken tarihi sosyolojileştirmeyi, sosyoloji de tarihleştirmeyi esas alır. Böylece felsefe ve tarihten koparılan sosyoloji ye hakkını teslim eder. Sosyolojik düşünmek ve yaşamak içinde tarih bilinci kadar tarihsel yöntemlerini de oluşturur. Ali Fırat’ın tarihsel yöntemi sosyolojiyi zaman-mekân düzleminden ele almaya dayanır. Buna özgürlük sosyolojisi der. Bu Sosyolojik kurumsallıkta sosyoloji; ‘en uzun süre’ kısa ve orta süre ve ‘en yeni kısaların en kısası’ ile sürelendirerek anlatıma kavuşturur. En uzun süre olarak kastedilen temel kültürel toplumdur. Başlangıç anından günümüze kadar insanlık, toplumsallık, var oldukça yaşayacak bir süreç olduğundan en uzun süre olarak tanımlanır. Temel kültürel toplum kök veya ana toplumu ifadelendirir. Toplumun toplum olarak oluşmaya başladığı ilk zaman/mekânı ele alır.

Yine toplumu toplum yapan manevi ve maddi değerleri tanımlar. Doğal toplum yahut ahlaki ve politik toplumun ilk nüvelerinin atıldığı bu süreç üzerine ikinci doğanın inşası sürmüştür. Bununla beraber yapısal ve pozitif sosyoloji karamsarlığıyla da hem toplumsal gelişmeye damgasını vurmuş, tüm kurumsal dönüşümleri, düzenleri ve yapıları ele alır. Hem de olay ve olguları yapısal sosyoloji ve yahut yapısal uzun süre ile tüm kurumların başlangıç, gelişim ve yıkılışını inceler. Misal devlet, hiyerarşi, sınıf, vatan, devlet şekilleri, din biçimleri neolitik köleci feodal, kapitalist dönemleri ele alır. Pozitif sosyoloji ya da kısa ve orta süreli kapsamdaki sosyoloji sosyal, siyasal, ekonomik, vs. olay ve olguları inceler. Dikkat çekeceğimiz özgürlük sosyolojisi ise kuantum an’ı da denilen en kısa sürede gerçekleşen yaradılışları ele alır.

Özgürlük sosyolojisi olarakta tanımladığımız kuantum an’ ı kaos aralığını da tanımlar. Kuantum an’ı hem evrendeki tüm yaradılışlarda hem de toplumsal sistemdeki olay ve olgular da gerçekleşir. Sistemler krize girdiklerinde yaşanan kaos aralığında kuantum an’ ının gerçekleştiği görülür. Sistemsel krizler Ali Fırat’ın de belirttiği gibi yapı ve işlevi kriz yaşaması ve dağılmasıyla ortaya çıkar. Yani “eski sistemin dağılma ve çözülmeyle karşı karşıya olduğu, yenisine dair ipuçlarının ortaya çıktığı ama tamda netleşmediği süreci karşılar. Tarih aynı zamanda yapısal bir süreçtir. Tarihte insan zihninin, eyleyişinin inşa ettiği şeyler olarak yapılar, yapısal bütünlükleriyle toplum içinde işlevsel rolünü oynamadıklarında bu kriz oluşur. Yapının kendisi toplum karşısında pozitif işlevselliğe sahip değilse, orada çatışmalı çelişik bir yapı vardır. Bu tarihsel toplum yelpazesinde devlet ve iktidar kurumlaşmalarıyla da ifadeye kavuşturulabilir, örneklendirilebilir. Bu yapılar hiç boşluk tanımadan bir sürek haline gelerek binlerce yıl boyunca varlıklarını korumuşlardır. Krizli yapılarından dolayı da en ufak bir boşluğu, bünyesel olarak kabul etmezler. Bu yapı, sistem var olan yol ve yöntemde de tıkanmaya başlarsa bünyesel kriz daha derinleşir. Bu da dağılmayı daha da şiddetlendirir. Bu çatışmalı ve çelişik ortam eski ve yeninin de çatışmasını yaratır. Kaos aralığı oluşmuştur. Ve bu aralıkta tüm seçenekler olasılık dâhilindedir. Neyin eski, neyin yeni olduğunun bilinmesi ihtiyacı artar. Eski olan, varlığını korumak istedikçe daha da muhafazakârlaşır. Yeni de açığa çıkan sorunlarla daha büyük bir ihtiyaç haline gelir. Ancak bu çelişki ve çatışma hem devlet iktidarın hem de toplumun tüm alanlarına nüfus ettiği için eski ve yeninin ne olduğunun bilinmesi ihtiyacı doğar. Bu da bilme yani zihniyet devrimini farz kılar. Zaten Ali Fırat özgürlük sosyolojisine, yaradılış süreci olarak tanımladığı bu sürece aynı zamanda zihniyet devrimi süreci olarak tanımlama yapar. Bu yeni bir bilgilenmenin, epistemolojinin oluşması ihtiyacının karşılar. Farkındalık yaratmak kadar doğru olana dair yaşamakta öne çıkar. Yani kaos aralığı çoklu seçeneklerin çoğaldığı, değişim hızının arttığı zamanlar olduğu için tercihler daha da belirginleşir. Bilmek ve bilmeye göre yaşamak, bilinçli olmak doğru tercihlerle mümkün olur. Eskiyi reddetmek, yeniyi bilmek ve yeniye ahlaki ve politik 78 olandan yana tercih edip, mücadelesini vermek elzemdir. Bu krizli süreçler tıpkı evrende olduğu gibi hassas süreçlerdir. Evrende de buna denk bir yaradılış diyalektiği mevcuttur. Kuantum fiziğinde buna” başlangıç noktasına hassas bağlılık” denir. Ya da kelebek etkisi. Normal zamanlarda değişimi yaratacak etki de olmayan olaylar böylesi zamana da adeta devenin belini kıran son saman çöpü rolünü oynar. Tarihsel toplumda da kaos aralıklarına benzer etkilerin olduğu görülür. Küçük ayrıntılar, olaylar, bireyler tarihin seyrini değiştirecek düzeyde etkinlik sahibi olabilirler. İşte bu dönemleri Ali Fırat özgürlük sosyolojisinin yaşandığı dönemler olarak tanımlar.

 

Uygarlık Karakteri Gereği Anti Toplumdur

Bu sosyolojik paradigmayla içinden geçtiğimiz zamanı tanımlamak, anlamak istersek; özgürlük sosyolojisini gerçekleşme zamanı olarak tanımlayabiliriz. Zamanın tüm parametreleri eskinin sürdürülmezligini, yeninin de kapıya dayandığını göstermektedir. Bugün de yaşanan kaos-kriz birikmiş uygarlık sorunlarının yığılma halidir. Bu nedenle şimdi de yaşananı geçmişten koparmadan ele alırsak, büyük bir kriz ve büyük bir değişim zamanını yaşadığımızı görürüz. Uygarlığın yaşadığı büyümeye karşı oluşan toplumsal yönelim turnusol etkisi yaratacak güçtedir. Mevcutta yaşananı anlamak için Ali Fırat’ın sosyolojik yaklaşımıyla bakış açısı oluşturursak şöylesi bir tabloyu oluşturabiliriz.

Kapitalist modernite çağıyla beraber kendinden taşan sistemsel krizleri merkezi uygarlık sisteminin tarihsel inşası, M.Ö 3000- M.S 500 yıllarına dayanır. Bu tarihler aynı zamanda Sümerlerle başlayan uygarlıklarında doğuş zamanıdır. Ve mekânı da Mezopotamya’dır. Aşağı Mezopotamya’da başlayan bu merkezi uygarlık sistemi, dalga dalga yayılarak büyür ve derinlik kazanır. Kendi doğuşunu Neolitik toplumun değerleri üzerinden gerçekleştirmiştir. Yeni uygarlık, kent-sınıf-devlet üçlüsüyle toplumsal sömürü sistemini inşa ederken, kendinden önceki komünal, ahlaki ve politik toplum gücünü, değerlerini de perdelemeye ve barajlamaya çalışmıştır. Uygarlık devletçi karakteriyle sermaye ve iktidar tekeline dayalı olarak toplumu toplum olmaktan çıkartıp, kolonyalist bir yayılım gösterir. Merkezi uygarlığın değişmez karakterini belirleyen şey ise, toplum üzerinde oluşturduğu tekelleşmedir. Bu tekelleşme ekonomik, askerî, politik, ideolojik ve ticari kapsamda artık değer oluşturarak, toplum üzerinde baskı sömürü sistemini inşa eder. Şu haliyle merkezi uygarlık mekan-zaman farklılıklarını yaşasa da değişmezliğini koruduğu esas şey kümülatif ve kesintisiz bir şekilde varlığını sürdürmesidir. Buna dayanarak toplumsal sorunların kaynağını merkezi uygarlık sisteminin yaratımı olan devlet ve iktidar olarak koyabiliriz. Devlet ve iktidar kurumu, her dönem farklı biçim ve uygulamalarla varlığını sürdürürken, toplum üzerinden baskı ve zor sistemini geliştirerek toplumu da savunmasız bırakmışlardır. İktidarın bunu nasıl başardığıysa önemli bir tartışma konusu olarak ortaya çıkar. Toplumun köleci sisteme ikna edilmesi, kaba ve açık zordan önce zihniyet alanına sızmasıyla gerçekleşir. Yine topluma ait siyasal, ekonomik ve sosyal kurumlar toplumun denetiminden alınır ve toplum kendi kendini yönetemez hale gelir. Tahakkümün en başta ve en yoğun olarak geliştirdiği alanda cinsler arası ilişki ve kadın olmuştur. Gelişen uygarlığın zihni ve bedensel büyümeside erkek egemenlikçi karakterde olmuştur. Neolitik toplumdan, kutsal ana toplumundan intikam alırcasına, erkek egemenlikli tanrısal düzenler inşa edilmiştir.

Anti toplumcu bir şekilde karşı devrim yaparak büyüyen merkezi uygarlık sistemi topluma karşı sürekli savaş halinde olmuştur. Elbette tarihin seyri de salt merkezi uygarlık akışında yol almamıştır. Doğal toplumun ahlaki ve politik bütünlüğü kendisini ‘Demokratik Uygarlık’ sistemiyle sürdürmüştür. Bu tarihin çatallaşması olarakta tanımlanır. Resmi, devletçi uygarlıklar karşısında toplum varlığını sürdürmüş, zira demokratik uygarlık sistemi olmadan, hiçbir tekelci uygarlık varlığını devam ettiremez. Toplumlar tüm farklılıklarıyla 79 ahlaki ve politik nüvelerinde birleşip, korudukları yapısallıklarla kendi sistemlerini oluşturmaktadır. Binlerce yıllık insanlık tarihi bunun mücadelesini anlatır bizlere. Ali Fırat Özgürlük sosyolojisi ile demokratik uygarlık sistemini ideolojik, yapısal, tarihsel her boyutta tanımlamış ve hakkını teslim etmiştir.

İçinde bulunduğumuz çağın sorunsallıklarını tarihsel bütünlüğüyle ele alırsak binlerce yıllık uygarlık krizlerinin kapitalist modernite çağıyla daha da büyüdüğünü görürüz. Elbette kapitalist çağda farklılıkları ve yarattığı sonuçlarla, özgün olarak tanımlaya muhtaçtır. 16. yy ile birlikte Avrupa’da doğuşunu yapan kapitalist tekelcilik, kapitalist modernite, ulus-devlet ve endüstriyalizm sac ayaklarına dayanmıştır. Kapitalizm doğduğu çağın nimetlerinden yararlanmasını bilen pragmatist karakterli bir sistemdir. Rönesans ve reformlardan, Fransız ihtilali sanayi devrimine kadar toplumsal ilerleme ve mücadeleleri kendi lehine çevirerek, kullanmasını bilmiştir. Ancak esas zaferini öncelikli olarak fetihlerle mümkün kılmıştır. Toplumsal zihniyete karşı en fazla savaş açan ve zihni körleştirmeyi yaşatan kapitalizmin yürüttüğü ideolojik savaşımında kullandığı yöntem pozitivizm olmuştur. Kendini bilimsel esaslara dayandırarak pozitivizmi, olguculuğu geliştirmesi, rasyonel akılcılık adına tüm maddi ve manevi değerlere saldırmasına neden olmuştur. Manevi olan metafizik olan gerçek dışı sayılmış ve her şey bilimsellik adına nesneleştirilmiştir. Bilgi, iktidarın tekeline alınır. Toplumsal düşünüş, binlerce yıllık toplumsal zihniyet formları toplumun elinden alınır. Bilimsellik adına inceleme konusu olan her şey parçalara ayrılır. Rasyonel aklın nesnesi kılınarak sömürgeleştirilir. Özne ve nesne ayrımını derinleştirerek rasyonel aklı iktidar kılar. Duygusal zekâyı bilim dışı ilan eder. İnsan- doğa, kadın -erkek, ruh-beden şeklinde zihniyette yarattığı özne-nesne ayrımı toplumun tüm yaşamına hâkim kılar ve kapitalist modernite çağında her şey meta haline getirilir. Bu toplumun tüketim toplumu haline gelmesi, ahlaki manevi değerlerinden uzaklaşması eşyaya tapınır olmasıyla sonuçlanır. Şu haliyle kapitalist modernitenin pozitivizm üzerine inşa ettiği bilimsel yöntemin sorun çözmekten ziyade ilave sorunlar yaratarak krizi daha da derinleştirdiği aşikârdır. Bununla beraber kapitalist modernitenin kendini dayandırdığı cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik, bunun kültürel ayağı esas ideolojik doğrultusunu belirlemektedir. Toplumu atomize ederek tüm hücrelerine kadar parçalayıp bireyciliğin kök salması için, ideolojik yol ve yöntemleri kullanmıştır. Toplumun tümü bu ideolojilerin bombardımanı altında kesintisiz bir savaş içinde yaşarken, varlık olmaktan çıkmaktadır. Kapitalist modernite kendi çağında yarattığı iktidarcılıkla toplumun her alanına bu ideolojileri sokmayı başarmış. Bu da insanın doğaya, topluma ve kendine yabancılaşmasına neden olmuştur. Yaşanan fetişizm öznenin nesneye, nesnenin de özneye karşı kurduğu tahakküm ilişkisini tanımlar. Ve bu yabancılaşmanın esas kaynağı olmaktadır. Kapitalist modernite döneminde, özellikle son finans kapital çağı ile yaşanan ideolojik hegemonyacılık daha da hızlanmış ve yaygınlık kazanmıştır. Bu çağ yani finans kapital çağı aynı zamanda sanal yaşam çağıdır da. İmitasyonun, taklidin hâkim kılındığı, böylece toplumunda bireylerin birbirine benzediği, özgünlüğünü ve farklılığını kaybettiği bir çağdır. 21.yy’da diğer dönemlerden ayıran farklılıkta belirleyici özelliği olmaktadır. Finans kapital çağı, yarattığı sanal âlemle sistemini parasal tekelleşme üzerine kurarak tüm güçleri küresel ölçekte kontrol altında tutabilme kabiliyetine sahiptir. Kurduğu sanal parasal düzenle toplumda hatta kendisine uyum sağlamayan iktidarlar karşısında denetim hâkimiyet sağlayarak, sürekli kriz yaratarak kendine bağımlılığı artırmaktadır. Toplum ütopyasız, devrimsiz bırakılarak simülatör sanal projelendirilmiş bir toplum haline getirilip esir alınmış durumdadır. 21.yy’la beraber finans çağının yarattığı ve dayattığı küreselleşme, ulus-devleti sorun olarak gördüğünden; onu da ortadan kaldıracak politikalar üretmesine, müdahaleler geliştirmesine neden olmuştur. 3. Dünya Savaşı dediğimiz sürecin kapsam ve içeriğini belirleyen de finans kapital çağıyla uyuşmaması, Ortadoğu sahasında yaşanan uyuşmazlık yani sorunların doğmasına sebep olmuştur. Bu kendini uygarlık savaşları şeklinde tanımlar. Bu savaşın çoklu tarafları ve cephesi vardır. Bir yandan bölgesel milliyetçilik, dincilikler öte yandan yerelden kültürel kimliklerin kendini 80 despotik yapılara karşı savunma direnişleri ve tüm bunların provoke edilmesi için bilinçli yaratılan El-Kaide, DAİŞ benzeri terörist yapılar savaşın öznelerini belirleyen bu güçlerdir. Ve finans kapital bu savaşın içinde terörist özellikler taşıyarak varlığını korur. Bu sistem sahip olduğu maddi yapı ve inşa edilen zihniyet kurumlaşmasıyla, tarihte eşi benzeri olmayan bir soygunculuk ve ondan para kazanma sistemi kurmuştur. Sistem kendini perdelemek adına provokatif örgütlenme, eylem ve müdahaleler geliştirerek en büyük terörist olmaktadır. Kapitalist modernitenin son çağı olan finans kapital çağı medyası, kültürel ve ideolojik etkinliği, savaş tarzı ve sonuçlarıyla, siyasal kurumlaşmasıyla geçmiş sistemlere rahmet okutacak bir tekel ve sömürgecilik çağı inşa etmiştir. Bu haliyle uygarlık krizinin derinleşmesine, kontrol dışına çıkmasına neden olmuştur. Kendini küreselleştiren ve merkezi yapısını koruyan bu yapı, sorunlarında küreselleşmesine ve toplumsal ittifaklarda cepheleşmenin gelişmesine zemin sunmaktadır. Ayakta durmak için, çatışma ve savaşları sürekli kılması bir varoluş gerekliliğine dönüştüğünden, toplumsal yapı sürekli yok olma tehdidi altında kalmaktadır. Bu da toplumun kendini inşa etme; ahlaki ve politik yapıyla donatma ve kendini savunma ihtiyacını derinleştirmektedir.

Modernizmin mahşer atlısı olan kapitalist modernite ve etkileri kadar ulus-devlet, endüstriyalizm de toplumsal sorunlara kaynaklık etmektedir. Ulusdevlet kapitalist modernitenin tekçi reformlarından dır. İktidar ve devlet yapılanmasının toplum üzerinde kendini en şiddetli ve yoğun uyguladığı form ulus-devlet formudur. Ulus-devlet toplumu tekçi zihniyetle yapılandırıp, farklılığını yok ederek toplum varlığını darbelemiştir. Toplumsal farklılıklar milliyetçilik ideolojisiyle bölünmenin, ötekileştirilmenin ve parçalanmanın gerekçesi kılınır. Oysa toplumsal farklılıklar; toplumsal form farklılık içinde birlik esaslı oluşur. Milliyetçi ideolojiler zihniyette yarattığı deformasyonla toplumsal hafızayı köreltir. Binlerce yıllık kardeşlik, beraberlik hukuku, kültürü çok kısa bir sürede unutulur. Toplumun kendilik aidiyet bilinci, kimliği manipülasyona uğratılarak devlet odaklı kılınır. Artık devlete ait uluslar, bireyler vardır. Ahlaki, politik değerleriyle oluşan kutsal değerlerde bundan nasibini alarak tersyüz edilir. Kutsal olan bayraktır, sınırların korunması en önemli namustur. Milliyetçilik öyle bir ideoloji haline gelmiştir ki, kendini her koşul, imkân ve olanaklarla şekillendirecek esnekliği yakalar. Liberalizmden sosyalizme, muhafazakârlığa kadar farklı ideolojilere eklenme kabiliyetini göstermesi, ulus-devlet insanlarından bağımsız ele alınamaz. Ulus-devlet milliyetçilik ideolojisiyle kendini yapılandırırken, o devletin sınırları içinde yaşayan ulusları da biricikleştirir,yani tekleştirir. O milletin çıkarları her şeyin üstünde tutulur. Devlet, ulus-devletle toplumla vatandaşlık adı altında yeni bir bağ kurar ve bu şekilde toplumu iktidara ortak ederek, iktidarını da büyütür, meşrulaştırır. Başka türlüsü de düşünülemezdi. Kapitalizmin hiçbir çağda görülmemiş kanlı çağı, şiddeti, baskısı, tarihi imkânsızlaşan soykırımları; toplumun iktidara ortaklığı olmadan meşrulaşamazdı. 20. yy da gelişen Hitler faşizminin Yahudi soykırımı uygulamalarına sadece Almanya toplumu değil, diğer toplumlarında sessiz kalması, hatta alkış tutması başka nasıl gerçekleşebilirdi ki? Sosyalist ideolojilerin dahi etkisinde kaldığı milliyetçilik ideolojisi, her ulusa bir devlet, her devlete bir ulus formülasyonuna dayanakla, devleti olmayan ulusların ulus saymaması, milliyetçiliğin, ulus-devletin gücünü anlatmaya yetmektedir.

 

Toplumun Bilgi Hakikatiyle Buluşması

Finans kapital çağının küreselleşen politikaları karşısında, özelde de Avrupa’da muhafazakâr politikaların iktidarlaşması, kendi kültürünü, milletini koruma adına gelişen bir milliyetçi tepki değil midir? Binlerce yıl beraber yaşayan toplumların son iki yüz yılda, hatta son yüzyılda gelişen ulusdevlet ve milliyetçilik ideolojisi ile çok hızlı uyum sağlaması ise düşündürücü olmaktadır. Faşizmide bu düzlem üzerinden tanıma kavuşturabiliriz. Ulusdevletin ve milliyetçiliğin döl yatağında gelişen faşizm, Avrupa topraklarında doğuşunu yaptı. 20. yy da I. Dünya Savaşı sonrası yaşanan sosyal, ekonomik, siyasal krizler faşizmin doğuşuna kaynaklık etmiştir. Dikkat çekici olarak, savaşın getirdiği yıkımlarlar, ulus-devletin yıkımlarıyla geleneksel değerlerini yitirmiş; inanç değerleri zayıflamış toplumlar, 81 kendini yeniden kurmak hayaline tutunarak faşizmle tanışmışlardır. Ekonomik kriz yaşayan, siyasal olarak sürdürülemezlik sinyali veren iktidarlar, ömürlerini uzatmak için faşizme geçerler. Toplumu yönetebilmek için semboller, mitler yaratırlar; yeniden tarih yazarlar. Bolca propaganda yapıp slogan ve marşlarla toplumu yönetirler. Toplum milli duygular ve milli olana itaat etme güdüsüyle harekete geçirilir. Toplum ciddi bir bunalım, boşluk içinde olduğundan, kendini yönetemez hale getirilir. Böylece o toplum kendisini yönetecek bir lidere ihtiyaç duyar. O liderde kendini görür. Güdülerle, sürü toplumu haline getirilen bireylerde sorgulama olmaz. Doğruları da itaat edilen liderin görüşüne göre belirlenir. Böylece toplum buhrandan çıkacağına inanarak itaat eder. Lidere inanç ve teslimiyet yaşayarak adeta hipnotize olur. Karizmatik lider de, kimi özellikleriyle toplumu hipnotize etmesini bilir. Bu tekçi sistemin en tepe noktasındaki temsilidir. Tekçi yapı siyasal olarak tek partili bir rejime, yapıya ihtiyaç duyar ve var olmak için tüm muhaliflerini etkisizleştirir. Tek partili yapı tüm devlet erkini ele geçirir ve kendini devletle bütünleştirir. Toplum bu yapı etrafında tek tipleştirilir. Faşizm, 20.yy Avrupa’sında doğan ve Hitlerle beraber toprağa gömülen bir rejim değildir. Kapitalist sistem, onun ulus- devlet formu kriz yaşandıkça faşizmi doğurur. Faşizm, vahşi kapitalizmin çıplak gerçeğidir. Ve sistemsel kriz yayıldıkça isim ve renk değiştirerek her yerde görünen öldürücü bir hastalık olur. Kapitalist modernitenin cinsiyetçilik ideolojisi değiştikçe küreselleşen erkek hegemonyası erkek terörünü de büyüttü. Ve bu kadın karşısında faşist bir karakter kazanarak, sistematize oldu. Milliyetçilik dokuduğu kumaşlardan olan dincilikte faşizmin renk değiştirmiş hali oldu. Finans kapital çağın provakatif örgütlenmelerinden olan El-Kaide, DAİŞ gibi terör yapıları faşizmin yeşil rengini temsil etmektedir. Şu haliyle faşizmin, küresel kapitalizmin merkezileşen, tekleşen, benzeştiren, sınırsız sömürü rejiminin en kuvvetli temsili olduğunu belirtebilir. Sanal âlemin büyüsünden kurtulan her bireyin gerçeği gördüğünde karşılaşacağı vahşet, vahşi kapitalizmin faşizmi olmaktadır. Modernitenin temel ayaklarından olan endüstriyalizmde topluma ve doğaya karşı savaş açmış bir konumdadır. 19.yy da gelişen endüstri devriminin masumiyetine halel getiren kapitalist tekelci sermaye, endüstriyalizm hamlesini yaparak, endüstri devrimini toplum aleyhine geliştirmiştir. Tarım ve köy toplumunun aleyhine gelişen endüstriyalizm, kullandığı bilim ve teknikle görülmemiş düzeyde toplum kırımı, sömürü, ekolojik yıkıma sebep olmaktadır. Bu haliyle ideolojik bir yapıya dönüşen endüstriyalizm, şayet önü alınmazsa toplumun tüm hayati dokusunu yıkıma uğratacak bir felakete doğru insanlığı ve doğayı sürükleyecektir.

Son dört yüz yıllık kapitalist modernite çağının kendi içinde yaşadığı doğuş, gelişim ve zirve evreleri vardır. Bunu tekelleşmenin farklılaştığı alanlar olarakta tanımlayabiliriz. Ya da paranın hakim tanrı haline gelmesini sağlatan; tekel alanları, ticaret çağı, sanayi çağı, endüstri çağı ile devam eden tüm evrelerde kapitalizm ulus-devlet tekelleşmesiyle büyüme sağladı. Ancak bunu yaparken de büyük savaşlar içine girdi. Sömürge savaşları, dünya savaşları, sınıf ve ulus savaşları tanımlayabiliriz. Bu savaşlar doğrudan sahada, reel dünyada gerçekleşti ve devrimci etkiler de yaratabildi. Reel dünyanın kendisinde yaşanan bu savaşlar ekonomiyi etkiledikçe krizler büyüdü. Ancak bilim ve teknik devrimin sonucu oluşan imkânlarla, her şeyi fırsata dönüştüren kurnaz ve kapitalist sistem 1950’ler sonrası 21.yy ile beraber finans kapital çağına geçti. Artık paradan para kazanma çağından bahsediyoruz. Ali Fırat bu büyümenin anahtar gücünü hegemonik güç olan ABD’nin tanrısı ilan ettiği doların altından kurtulmasına bağlamakta. Yani doların Altın karşılığında kurtulması, 1980 sonrasıyla beraber dünyaya karşılıksız trilyonlarca doların salınması ile para olmadığı kadar büyüme sağlanmıştır. Ali Fırat bu durumu “ hegemon olmanın ilk defa kendini paraya yansıtması olarak tanımlar.” Artık krizler, 82 savaşlar sanal âlem içinde parayla yapılmakta ve bilinenin, yaşananın aksine sanal âlemin savaşları kendini reel âleme yansıtmakta. ABD hegemonyası sanal âlemde yarattığı krizlerle temel güçleri hizaya sokmakta ve denetimli bir kontrol sağlamakta. İşte çağımızın bu son kapitalist evresindeki yöntemsel farklılıklar nedeniyle Ali Fırat bu çağa 3. Dünya Savaşın’a geçiş dönemi adlandırılmasını yaptı. Ve küreselleşen tekel güçler için yerel tekeller olan ulus-devletler sorun haline geldiğinden; 3. Dünya Savaşı’nda küresel tekellerin müdahalesi gelişmiştir. Finans Kapital çağı kendini yapılandırmak için daha küçültülmüş devlet modellerine ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada sivil toplum örgütlerini devreye sokarak liberal sistemini sürdürmek ister. Devrimci ütopya ve hayallerin, gelecek inşa etme mücadelelerinin önünü almak adına, özelde de toplumsal çelişkilerin yoğun yaşandığı ülkelere projeler sunar. Sivil toplum örgütlerini aktifleştirerek ulus-devletleri sınırlar, toplumsal muhalefeti tamponlamaya çalışır.

Finans kapital çağı kapitalizmin bir türlü hizaya sokamadığı Ortadoğu coğrafyasına yoğunlaşarak 3. Dünya Savaşını sürdürüyor. İslamiyet’in başat uygarlık kimliği olduğu bu coğrafyaya yapılan kapitalist müdahale, Avrupa uygarlığının son hamlesi olmaktadır. Ve şu haliyle uygarlıklar arası bir savaşa dönüşmüştür. Buna medeniyetler çatışması denmeside boşuna değildir.

Tüm göstergeler 3. Dünya Savaşı dediğimiz yeni dönem savaşlarını anlamaya yetmektedir. Toplamda yaşanan gerçeklik ise finans kapital çağı ile beraber, kapitalizmin yapısal krizinin derinleştiği ve kaos aralığının büyümesidir. Süreç, bu karakteri nedeniyle özgürlük sosyolojisini mümkün kılmaktadır. Dünyanın her yerine yayılan her kapsamda yürütülen savaşın şiddeti de toplumsal mücadeleleri büyütmekte ve direnişi ortaklaştırmaktadır. Zamanın eski bilme yöntemleriyle anlaşılamayacağı açıktır. Yeni bir sosyolojik bakış açısı ve paradigmayla sürece yaklaşmak, toplumsal mücadeleleri başarıya taşıyabilir. Ara süreç dediğimiz eski ve yeninin çatıştığı bir alanda bulunmaktayız. Eski yapılar zirveleşmiş olduğundan çöküşleri de hızlanmaktadır. Yeni bir yapılanma ihtiyacı doğmuştur. Bunun için öncelikle doğru bilgilenmeye ya da hakikat rejimine ihtiyaç vardır. Kapitalist modernite verili bilgi yapısını her türlü araç teknolojisi ve kurumlarla hâkim kılmaya çalışıp algı operasyonları yaparak hâkim olmaya çalışmaktadır. Buna karşı topluma gerçek bilgiyi götürmek, hakikatle buluşturmak ve bunun için zihniyeti inşa çalışmalarını örgütleme önemli olmaktadır. Toplumun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel her alanda kendini örgütlü kılması, kendini yönetmesi ve savunması anlamına gelir. Nihayetinde kendini yönetemeyen ve hakkında düşünemeyen toplumlar, hâkim iktidarın denetim ve sömürüsüne tabi kılınır. Şu haliyle toplumsal yaşamdaki yapı, kurum, olgu gibi her şeyin yeniden tanımlanması ve demokratik toplum lehine yeniden inşa edilip kuvvetlendirilmesi gereklidir.

Bu düzlemden bakınca; buna dayalı olarak geliştirilen ‘demokratik toplum’ inşası modeli hayati bir önem kazanır. Demokratik uygarlığın binlerce yıllık tarihsel geleneğini yaşatan ve bunu güncel ihtiyaçlarla yenileyen bir paradigma çözüm sağlayıcı olabilir. Bu paradigmanın demokratik toplumu karşılayan ahlaki ve politik toplum inşasını sağlayan ulus-devlete karşı demokratik ulus bilincini ve anlayışını kazandıran; demokratik konfederalizm inşasını sistematize eden, eko-endüstriyel bir karşılığı olursa, çözüm odaklı bir yaklaşımın sahibi olunur. Kurulacak demokratik sistem, demokratik uygarlığın tarihsel mirasını esas alarak yapısal kuruluşunu sağlarsa, çözüm gücü yüksek bir seçenek haline gelir. Sistemin yaşadığı tıkanma karşısında siyaset üretmek ve çözüm gücü olunmak isteniyorsa, bunun içinde önce yaşananı doğru tanımlamak; tarihsel bir derinlikle ele almak ve demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü bir paradigmaya dayanmaktadır. Şayet toplum belirleyici olma rolünü oynarsa, belirlenen iktidar ve devlet olur. Ve toplumsal varoluşun diyalektiği aksini kabul etmiyorsa, toplumu belirleyici olan kılmak özgürlük seçeneğini esas almak olur. O zaman binlerce yıllık toplumsal aklın, vicdanın gücüne dayanarak; zaman akışını toplumun lehine çevirmek gerekiyor. Belki o zaman iktidar ve devlet güçlerinin ayağı doğruya takılabilir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.