Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernite ile Hesaplaşan Halk: Kürtler 

Aydın Söğüt

“Direniş, kendi başına modern hegemonyayı yıkmaya ve alternatif geliştirmeye yetmez, karşı modernitesini inşa etme ustalığını gerektirir.”
A. Öcalan

Tarihin evrensel akışına her özgül alan kendi çapında bir katkı sağlar. Bu katkı bazen kıyıdan-köşeden katılım, bazen direnç göstererek etkileme, bazen karşıda durarak yön vermeye çalışma, bazen akışa kapılma ve bazen de akışın odağında bulunup akışı belirleme şeklinde olur. Yeri gelir, objektif ve subjektif faktörler öyle bir bileşime ulaşır ki, tikelde yaşanan veya tikeldeki devrimsel çıkış evrensel düzeydeki tıkanmayı da çözebilecek bir rol oynar. Soykırım kıskacındaki Kürt halkının kapitalist modernite ile bir hesaplaşma halini alan ve öyle de olmak zorunda olan özgürlük mücadelesi böyle bir rolle karşı karşıya bulunuyor.

Kapitalist modernitenin geneldeki açmazları Ortadoğu özgülünde çıkışa gebe bir kaosa yol açmışken, bu kaostan çıkışın teorik, pratik ve örgütsel şekillenişi Kürdistan sathında bir olasılık ve hatta bir zorunluluk durumuna gelmiştir. Zorunluluk, deterministçe “illa olacak” anlamında değil, yapmak zorunda kaldığımız anlamındadır. Yani yeni bir çıkış mümkündür. Neolitikteki toplumsal devrime öncülük ve uygarlıktaki siyasal devrime de zemin teşkil eden bu coğrafyanın ve bu yerlerin bir kez daha evrenselde kritik bir rol oynama şansı doğmuştur. Bu şansı değerlendirmenin olmazsa olmazı da öncelikle verili paradigmayı kırıp karşı bir paradigma oluşturmaktır. Yaklaşık on yıldır Öcalan’ın yoğunlaşmaları sonucu sözünü edip tartıştığımız paradigma değişikliği, bu sürecin başlamış olduğunu gösterir.

“Bilimsel Devrimlerin Yapısı” isimli yapıtında, bilim felsefecisi Thomas Kuhn, bilim alanındaki olağan çelişki ve değişimlerle kritik açmaz ve kopuşsal devrim süreçlerini birbirinden ayırarak ikincisini paradigmal değişim olarak ifadelendirirken içine girdiği tartışma, doğrusu toplumsal ve siyasal değişim ve devrimler için de geniş bir tartışma zemini sunmaktadır. Kuhn’a göre herhangi bir bilimsel kuram, kendi araştırma deney ve yöntemlerinin, formüllerinin, araçlarının ve ulaştığı sonuçların geçerliliğini kanıtladıktan sonra eski paradigmadan koparak yeni paradigma halini alır. Bir süreye kadar bu paradigma eldeki sorunlara cevaplar bulma yeteneğini gösterir. Yer yer çelişkiler çıkar, ama bu, paradigmanın yanlışlığına değil sahada çalışanların yanlışlığına yorulur. Zamanla çelişkiler/yanlışlar bir dizi oluşturur ve çok kısmi sayıdaki deha kişilik bu açmazların paradigmanın kendisinden kaynaklandığını sezer. Ve henüz paradigmanın dışına çıkmak gibi bir niyet taşımadan, araştırmada verili olanın dışına çıkarlar. Verili olanın dışına çıkışın daha doğru çözümler getirdiği görülünce, ortaya bir alternatif formüller, yöntemler, araçlar dizisi çıkar ve yani bir almaşık oluşur. Artık öyle bir noktaya gelinir ki ya eskisi bırakılacak ya da yenisine hiç bulaşılmayacaktır. Çünkü ikisi bir arada yürümemektedir. Yeni paradigma böylece, yani eskisinden kopuşla oluşur. Eskisi şüphesiz direnir. Ortaya kendi yöntemleriyle çözülebilecek gereksiz sorunlar artar. İnsanların bir süre bunlarla uğraşması yenisini gündemden düşürme amaçlıdır. Zira her çelişki ve her sorun paradigma değişikliğine gerektirmez. Ancak çözüm alternatifleri yeni bir dizi oluşturduğunda yeni bir paradigma oluşur/oluşturulur.

Paradigma değişikliğini devrimsel kılan onun yarattığı sonuçlardır. Verili-egemen paradigma insanlara hazır bir düzenek sunar. İşe girişilirken, yeni verili araç ve yöntemlerle deneyime başlarken aslında ulaşılacak sonuç tahmin edilmekte/bilinmektedir. İnsanlar görmek istediklerini görmektedir. Fakat hayatın akışı verili seçeneklerle sınırlandırılamayacak denli dinamik ve devrimcidir. Kuralları önceden belirlenmiş bir oyunu oynamaya benzer bu. Bazen öngörülmemiş durumlarla karşılaşır ve oyunun ortasında mecburen yeni kurallar belirlenir. Bazen de açmaz düzeye gelir ki oyunu kökten değiştirmek gerekir. Oyun kökten değiştirildiğinde yani yeni bir paradigma (kural, zihniyet, algı ve bakış dizgisi) oluştuğunda, artık görünen dünya da değişmiş olur. Sanki insanlar yepyeni bir dünyayla karşılaşmışlardır. Artık olguya eski araçlarla bakıldığında bile çok farklı bir algı edinilmektedir. Gestalt psikolojisindeki ördek-tavşan figürüne benzer bu. Tek kartın üzerinde tek bir şekil vardır. Bu şekle bir açıdan bakıldığına ördek, fakat 40 derece çevrilerek bakıldığında ise tavşan görünür. Paradigma değişimi de insanın zihin, duygu ve algı dünyasının bu derecede değişime uğraması olarak tanımlanabilir. Pratikte zaten kuram çatışması diyebileceğimiz bir gerçeklik var. Farklı kuramlar aynı olguyu farklı görüp tanımlamayabiliyorlar. Çok basitleştirmek istemiyoruz, ama deneye başlarken aslında herkesin kafasında zaten varmak istediği/varacağı bir sonuç vardır. Bu anlamda kafasındakini değiştirmediği müddetçe yeni (devrimsel) bir sonuçla karşılaşma imkânı nerdeyse yoktur. Yeni paradigma halini alacak kuram öncelikle kafayı değiştirmeyi sağlayan ve böylece kendisinin her şeyiyle diğerlerine üstünlüğünü kanıtlayan kuramdır. Sorun sadece eski paradigmanın araç ve yöntemleriyle gerçekleşecek çözümler ona dahildir, onu besleyicidir. Zihniyet değiştiğinde ve artık farklı bir açıdan bakabilme ve görebilme kabiliyeti edinildiğinde aynı araçlarla yeni sonuçlar da edinmek mümkün ama yeni paradigmanın yeni zihniyetin kendi araç ve yöntemlerini de oluşturması gereklidir.

Kuhn’a göre eski paradigma dahilinde de büyük değişimler, atılımlar başarılabilir. Buna birikimli gelişim denir. Paradigma değişiminde ise birikimci değil kopuşsal gelişim geçerlidir. Öcalan, demokratik komünal toplum ile egemenlikçi devlet toplumunu karşılaştırırken benzer bir birikim-kopuş denklemini kullanır, ama bunlar nitelik olarak farklıdır. Egemenlikçi uygarlığın tarihteki gelişimi birikimci, fakat demokratik uygarlıkla ilişkisi kopuşludur. Aynısı demokratik uygarlık açısından da geçerlidir. Bu açıdan biz “kopuş” derken egemenlikçi paradigmanın kopuşu, fakat özgürlükçü kömünal geleneği de sahiplenişi kastediyoruz.

Kapitalist modernitedeki kâr amaçlı üretim artışı, endüstriyalist gelişim ve ulus-devlet milliyetçiliğiyle Batı Avrupa’daki feodal parçalı ekonomi ve topluma karşı üstünlüğünü kanıtlayarak egemen sistem halini almıştır. Aynı döneme denk gelen felsefe ve bilim alanındaki paradigmal değişimler de kendisi açısından umulmadık bir yerleşme zemini açmıştır. Tam da karakteri gereği, kapitalist modernite bu devrimlerden nemalanmıştır. Bunun sonucu olarak da merkezi uygarlık sisteminin taşıyıcılık rolünü Ortadoğu’dan devralarak evrensel çapta egemen paradigma düzeyine ulaşmıştır. Bu modernite Ortadoğu’ya öylesine hızlı ve yayılmacı bir giriş yapmıştır ki, birkaç yıl içinde Osmanlı ve Rusya gibi büyük imparatorlukları, yine İran’ı darmadağın etmiştir. Bu, onun mevcut olana karşı üstünlüğünün işaretidir.

Buna rağmen Avrupa’da ve Ortadoğu’da yarattığı sonuçlar çok farklıdır. Rönesans ve aydınlanmanın eseri hümanizm, insan merkezcilik, demokrasi, yurttaşlık gibi edebi ve felsefi uyanışla paralel gelişen kapitalizm ile ulus-devlet milliyetçiliği ve endüstriyalizm, İngiltere olmak üzere başlıca Avrupa ülkelerinde, ilk yayılmasını gerçekleştirmiştir. Kapitalizm sonradan açığa çıkan tüm vahşiliğine rağmen, bir anlamda hazmedile hazmedile yerleşmiştir. Dindeki reformlar eşliğinde ve sayesinde kendini topluma büyük oranda kabul ettirmiştir. Ama Ortadoğu’ya ve dünyanın diğer yerlerine girişi oradaki yapıyı tamamen dağıtıcı, parçalayıcı olurken, kendisini de tam yerleştirememiştir. Bugün Latin Amerika’daki alternatif deneyimler ve Ortadoğu’daki bunalım, kapitalist modernitenin kendisini toplumlara tamamen kabul ettiremeyişinin göstergesidir. Ortadoğu’yu iki yüz yıldır ancak aracı, ajan, kukla rejimlerle ve yoğun baskı sayesinde sömürebilmektedir. Dolayısıyla feodal İslam paradigmasına üstün gelse de tamamen onun yerini dolduramamıştır. Ortadoğu coğrafyasını bu nedenle zaten işlemediği kanıtlanmış olan bir paradigmaya, karşı bir paradigmayla cevap olma şansına sahiptir.

Bu gerçeklik yaratılan tahribatları göz ardı ettirmez. Bölgenin toplumsal dokusuna ve geleneğine hiç de uygun olmayan ulus-devletçilikle halkalar parçalanmış, kör bir milliyetçilik dövüşüne sokulmuştur. Bugün Türkiye-Suriye ve Türkiye-Irak sınırları çokça tartışma konusu oluyor. Arada kalan Kürtlerin uğradığı kıyım ortada. Bir köyün, bir aşiretin, bir ailenin, bir mahallenin tam ortasından suni bir sınır geçirilerek bir tarafa Türk olması, Türkçe konuşması ve Türkçe yaşaması dayatılırken diğer tarafa da Arap olması, Arapça konuşması ve Arapça yaşaması dayatılmıştır. Milliyetçilik bombardımanıyla kardeşler ve kuzenler bir tarafta Türk milliyetçiliğinin, diğer tarafta Arap milliyetçiliğinin neferlerine dönüştürülmüştür. Aynı trajedi ve zulüm, suni sınırların çizildiği her yerde oradaki halklara, toplumlara yaşatılmıştır. Onlarca Arap devletçiği petrol kuyularının başında gereken nöbetçi sayısı kadar işbirlikçi hanedanlar hesabıyla oluşturulmuş ve kesinlikle üretime dayanmayan, üretim ve toprakla bir bağı olmayan bir “ekonomi”yle merkezi sisteme bağlanmıştır. Ellerinde sanayinin üstün teknolojisin eseri ölüm silahları tutuşturularak halkların başına izbandut gibi dikilmişlerdir. Kapitalist modernitenin Ortadoğu için anlamı budur. Bu nedenle ortaya çıkan radikal dinci muhalefet, egemen paradigma dışındadır, ama onu aşan bir perspektife sahip değildir. Gerçekleşen son halk ayaklanmaları bundan ötürü ve ne yazık ki rahatlıkla artık “modası geçmiş” modernist sisteme yine entegre edilebilmektedir.

Bunun tersine, Avrupa’da boy veren muhalefet ise genellikle modernist paradigmanın içinde kalmıştır. Kapitalizm’in ucuz hammadde, ucuz işgücü, bol pazar ve buna dayalı kâr perspektifi, Avrupa’da da halkaları birbirine kırdırmış ve son emperyalist paylaşım savaşına kadar da yüzlerce milyonu bulan insan katliamına yol açmıştır. Ancak birinci paylaşım savaşıyla Ortadoğu’yu ve ikincisiyle de geriye kanlı kendilerince paylaştıkları ve oralara dayalı sömürgeyle kendi içlerinde “huzur”u, “refah”ı sağladıkları içindir ki Avrupa’da savaş dönemi kapanmıştır. Kapitalizmin Avrupa halklarını sömürdüğü koşullar dünyanın diğer coğrafyalarıyla kesinlikle kıyaslanmasa da, önemli bir muhalefet de çoğunlukla aynı paradigmayı esas almıştır. Kapitalizm kâra, ticarete ve güç edinmeye dayalı üretim artışını sağlayarak ihtiyaca dayalı maddi örgütlenme olan ekonominin kendisini bozarak toplumu bozar. Bilimselteknik devrimin olanaklarını değerlendirerek de endüstri atılımını başlatır ve doğayı da bozar. Pazar, coğrafya ve tüketici toplam üzerinde hüküm sürmek stratejisiyle aralarında rekabet/çekişme başlar ve bu da devlet sınırlarına, milliyetçiliğe, savaşlara ve bunun için yine daha fazla sömürüye, daha fazla tahribata, daha fazla üretime ve daha fazla silahlanmaya yol açar. Sosyalizmin ve sistem haline gelen Sosyalist bloğun perspektifi bundan farklı olmadı: Sanayi hamlesi, emek seferberliği, merkezi ekonomi planlamaları, daha fazla üretim, coğrafya ve pazar kavgasında da kendisine bağımlı alanlar edinmek için yeni (sosyalist) ulus-devletler, savaşlar, kendi kaderini tayin stratejisi vs geliştirdi. Kapitalist modernist paradigma zaten aşırı üretim, sanayileşme ve ulus-devlet milliyetçiliği, üzerinde yükselirken, ona alternatif sistem olarak yine ekonomik büyümeyi, sanayileşmeyi ve yeni ulus-devletler oluşturmayı hedeflemek, doğal olarak, karşı olunan sistemi beslemektedir. Çokça okuyor, tartışıyoruz: endüstri toplumu tüketim toplumudur. İhtiyaç olduğundan değil, satmak ve dolayısıyla tüketmek için üretim yapılır. Sosyalist akım haklı olarak kapitalizmi toplumu tüketicileştirmekle suçlar. Ama onunla rekabet edercesine yine ekonomiyi büyütmek yani ihtiyaç ötesinde üretimi artırmak neye yol açar? Elbette ihtiyaç olmadığı halde tüketime… Yani sosyalizmin kendisi de tüketici toplum yaratmış olur. Veya kendi halkının emeğiyle üretilen değerleri ihraç eder, yani para karşılığı ucuzca kapitalist odaklara peşkeş çeker.

Kapitalizm (her sistemde olduğu gibi) bir çarktır. Bu çarkın devri daiminde bir dişli olunduktan sonra, söylem anlamsız kalır. Bir-iki merkezi kapitalist devleti düşman belleyip zayıflatmak bu çarkın dişlisi olmaktan çıkmak demek değildir. Kaldı ki zaten açgözlü büyük kapitalist devletlerin kendileri de birbirlerini düşman belleyip boğazlaşabiliyorlar. Çünkü azami kâr, kaynaklar ve pazar üzerinde hakimiyeti şart kılar. Bu da tekelleşmedir. Tekelleşme ancak ulus-devlet sınırları ve milliyetçilikle mümkün olur. Bu sınırlar suni homojenliği gerektirir ve bunun da sonu faşizmdir. Bu yolda büyük paylaşım savaşları yaşanır, milyonlar ölür ama çark sağlamlaşır. Çarkın teklemeye başladığı dönem, yaşayarak da gördüğümüz gibi dünyanın diğer coğrafyalarındaki uyanış ve hareketlenmelerle ilgilidir. Son finans kriziyle Ortadoğu’daki halkların baharının aynı zamana denk gelmesi bir tesadüf değil, birbirine koşullamadır. Sistem dünyanın geri kalanına tam yerleşmediği için döngü bozulmakta ve çevredeki deprem merkezi de sarsmaktadır. Finans kapitalin küreselleşmeyi gerektirmiş olması da zaten çarkta bazı gedikler açmıştır. Ama sistemi paradigmal düzeyde sarsacak, yani ulus-devletçiliğe, kâr amaçlı üretime ve anti-ekolojik sanayiye dayalı olmayan ama bunlardan da üstün olduğunu kanıtlayacak bir perspektif sorunu var. Bu sorun önümüzde durduğu müddetçe, çok sarsılsa da, kapitalist çark dönmeye devam edecektir. Bu anlamda şuan tüm insanlık, tüm dünya kapitalist moderniteyle bir hesaplaşma sürecine girmek üzeredir.

Kapitalizm (her sistemde olduğu gibi) bir çarktır. Bu çarkın devri daiminde bir dişli olunduktan sonra, söylem anlamsız kalır. Bir-iki merkezi kapitalist devleti düşman belleyip zayıflatmak bu çarkın dişlisi olmaktan çıkmak demek değildir. Kaldı ki zaten açgözlü büyük kapitalist devletlerin kendileri de birbirlerini düşman belleyip boğazlaşabiliyorlar. Çünkü azami kâr, kaynaklar ve pazar üzerinde hakimiyeti şart kılar. Bu da tekelleşmedir. Tekelleşme ancak ulus-devlet sınırları ve milliyetçilikle mümkün olur. Bu sınırlar suni homojenliği gerektirir ve bunun da sonu faşizmdir. Bu yolda büyük paylaşım savaşları yaşanır, milyonlar ölür ama çark sağlamlaşır. Çarkın teklemeye başladığı dönem, yaşayarak da gördüğümüz gibi dünyanın diğer coğrafyalarındaki uyanış ve hareketlenmelerle ilgilidir. Son finans kriziyle Ortadoğu’daki halkların baharının aynı zamana denk gelmesi bir tesadüf değil, birbirine koşullamadır. Sistem dünyanın geri kalanına tam yerleşmediği için döngü bozulmakta ve çevredeki deprem merkezi de sarsmaktadır. Finans kapitalin küreselleşmeyi gerektirmiş olması da zaten çarkta bazı gedikler açmıştır. Ama sistemi paradigmal düzeyde sarsacak, yani ulus-devletçiliğe, kâr amaçlı üretime ve anti-ekolojik sanayiye dayalı olmayan ama bunlardan da üstün olduğunu kanıtlayacak bir perspektif sorunu var. Bu sorun önümüzde durduğu müddetçe, çok sarsılsa da, kapitalist çark dönmeye devam edecektir. Bu anlamda şuan tüm insanlık, tüm dünya kapitalist moderniteyle bir hesaplaşma sürecine girmek üzeredir.

Kürtlerin koşulları ise gerek merkezden ve gerekse çevreden çok farklıdır ve kesinlikle mevcut paradigma ile buluşamamaktadır. Kapitalizmin değindiğimiz ve de sayılamayacak denli tahribatlarına rağmen Avrupa halkları bilimsel-teknik devrimden ve sanayiden nasiplenmiş, maddi koşullarını düzeltmiştir. Bunun yanı sıra bilim, felsefe, insan merkezcilik, akılcılık ve deneyin üstünlüğü gibi entelektüel devrimler sayesinde de kısmen katlanılabilir bir siyasal yaşama, katılıma ve söz hakkına kavuşmuşlardır. Diğer coğrafyalardaki halklar, yaşama, katılıma ve söz hakkına kavuşmuşlardır. Ve gerçekte aleyhlerine olmakla beraberbirer ulus-devlete, sınırlara, kimliğe, dile, tarihe ve egemenlik hakkına sahip olmakla kısmen tatmin edilmişlerdir. Bazı coğrafyalar endüstriyle ve teknik atılımlar yaparak maddi yaşamlarını da tatmin edici düzeylere taşımışlardır. Kürtlerin koşulları ise gerek merkezden ve gerekse çevreden çok farklıdır ve kesinlikle mevcut paradigma ile buluşamamaktadır. Kapitalizmin değindiğimiz ve de sayılamayacak denli tahribatlarına rağmen Avrupa halkları bilimsel-teknik devrimden ve sanayiden nasiplenmiş, maddi koşullarını düzeltmiştir. Bunun yanı sıra bilim, felsefe, insan merkezcilik, akılcılık ve deneyin üstünlüğü gibi entelektüel devrimler sayesinde de kısmen katlanılabilir bir siyasal yaşama, katılıma ve söz hakkına kavuşmuşlardır. Diğer coğrafyalardaki halklar, yaşama, katılıma ve söz hakkına kavuşmuşlardır. Ve gerçekte aleyhlerine olmakla beraberbirer ulus-devlete, sınırlara, kimliğe, dile, tarihe ve egemenlik hakkına sahip olmakla kısmen tatmin edilmişlerdir. Bazı coğrafyalar endüstriyle ve teknik atılımlar yaparak maddi yaşamlarını da tatmin edici düzeylere taşımışlardır.

Kürtler ve Kürdistan için bunların hiçbiri yoktur. Her türlü fiziki ve kültürel soykırımdan geçirildikten sonra varlığı, tarihi ve var olma hakkı inkâr edilmiş, tartışılır olmaktan bile çıkarılmıştır. Gerek antik dönemde ve gerekse İslam ortaçağında belirli bir yeri, rolü, varlığı ve kimliği olan Kürt halkının modernizmin son yüzyılında bütün bunları yitirmiş olması kapitalist moderniteyle özgün bir hesaplaşma için başlı başına yeterli bir nedendir. Tikeldeki durum eşi-benzeri olmayan bir durumdur, genelde iktidar kendini katlanılır kılmak ve kitlelere kabul ettirmek için ödüllendirme mekanizmalarını kullanır. Kapitalizmin kendisi ise adeta bir piyango oyunundaki ödül sistemidir. Finansal borsalar zaten bir piyangodur, kumardır. Herkes bir şeyler verir. Herkes dediğimiz, milyonlardır. Bu milyonlardan yalnızca birkaçının ödülü alacağı bilinir. Ama tüm milyonlar da kendini bu birkaçının arasında görmekten alıkoyamaz. Sonuçta havuzda çok büyük bir meblağ birikir ve birazı söz konusu birkaçına ödül olarak verilir. Milyonlar göz göre göre ve gönüllüce boyunlarını sömürü bıçağının altına yatırılar. Avrupa’daki refah düzeyi ve temsili demokrasiyi, diğer coğrafyalardaki egemen uluslar için milliyetçiliği, devlet sınırlarını vs. iktidarın bu türden katlanılır kılınma ödülleri olarak sayabiliriz. Ödülün kaymağı esas olarak belirli kesimlere düşmekle beraber, çoğunluk kitleleri kendilerini bununla “memnun” sayar.

Kürtler açısından ise ödül sistemi çok ucube bir şekilde işler. Var olmanın, nimetlerden faydalanmanın, insan sayılmanın yolu Kürtlükten kaçıştan geçer. Kürtlere reva görülen ödül Kürtlükten çıkma şartıyladır. Nerede akademik, siyasi veya ekonomik-ticari düzeyde yer edinmiş bir Kürt varsa, mutlaka Kürtlüğünden vazgeçerek ve kaçarak oraya ulaşmıştır. Kuzey’de (ve diğer parçalarda da muhtemelen) her hükümet döneminde o hükümet partisine yamanan, yamanarak palazlanan kesimlerin durumu böyledir. Yeri geldiğinde kendilerine sahte bir Kürtçülük rolü verildiği bile olur. Hem sömürgeci inkar ve imha rejiminin hükümetinde yer alıp hem de “Kürtçülük” yapmak, olsa olsa bu coğrafyaya özgü bir “güzellik”tir. Yine dil eğitimi ve eğitimin ana dilinde yapılması tartışmalarında sıkça kullanılan argüman ibret vericidir: “Kim çocuğunu gönderir ki? İngilizce varken, Türkçe varken Kürtçe eğitim görüp hangi üniversiteye gidecek, hangi geleceği kuracak?” ibret verici, ama verili durumu, statüyü (aslında statüsüzlüğü) en iyi izah eden bir argümandır. Bu coğrafyada (hatta dünyada) Kürtlüğe ve Kürtçe’ye bir “gelecek” biçilmemektedir. “Gelecek” ancak ve ancak bundan kaçışla mümkündür! Kürt Özgürlük Hareketi’nin siyasi partilerinin dil, özyönetim, öz savunma gibi hak taleplerine; “bunlar bizi böler, ulusun ancak bir dili olur, eğitim ancak bir dille yapılır, devlette farklı yönetim biçimleri olamaz” diye cevap verenler aslında bekli de “ bir ulus-devlet kurmaktan başka çareniz yok, gücünüz varsa kurarsınız, yoksa da bu halinize razı olup şükredersiniz”i ima ettiklerinin farkında değillerdir. Ama gerçekten de mevcut paradigma, varlık için sadece ve sadece kendi dizgesinde bir oluşumu kabullenebilir. Yani Kürtlerin var olabilmeleri için bir ulus devlet kurmaları gerekir. Bildiğimiz gibi, bir ulus devlet kurmakta ancak ve ancak konjonktüre yani egemen sistemin o anki çıkar dengesine bağlıdır. Hali hazırda konjonktür de bir Kürt devletine el vermediğine göre: “Yaşasın Kürtler için ölüm!”…

Gerek birinci paylaşım savaş, öncesi ve sonrasında ve gerekse günümüzde bazı fırsatların çıktığı doğrudur: Ama fırsat diye addedilen bu süreçlerin neler getirdiğine bakmakta da fayda var. Dincilik konusuna bulanmış ilkel-feodal Kürt milliyetçiliğinin egemen imparatorluklarda önce ve onların da kışkırtmasıyla ve yönlendirmesiyle diğer azınlıkları (Ermenileri, Süryanileri, Êzidîleri, Alevileri) kırıma uğratmakta işe başladıklarını unutmamak lazım. En iyi olasılıklar, gerek Osmanlı’nın ve gerekse İran’ın güçten düşürülmesi uğruna bir nebze desteklenmiş, ama yeni bir güç ve irade olmamaları için de kösteklenmişlerdir. Kırıma uğradıklarında da yanlarında kimseyi bulamamışlardır. Hıristiyan halkların (Rumlar, Ermeniler, Süryaniler) kırımına karşı kılını kıpırdatmayan İngiltere merkezli kapitalist modernitenin Kürtler konusunda hassas olması zaten beklenemezdi. Sovyet bloğunun İran’da Mahabad’ın başına getirdikleri de bundan az değil. Körfez savaşıyla başlayan ve Irak’a son müdahaleyle resmiyet kazanan Güney’deki devletçilik oluşumu bu gerçeği değiştirmiyor. Nereye varacağının pek belli olmamasının ötesinde, Sevr’de olduğu gibi hegemonyanın dönemsel çıkarları ve politikalarının yol verdiği bir oluşum, yeni hegemonyanın değişen ve değişmesi muhtemel politikaları ve çıkarları gereği kurban da edilebilir. Sevr’in de, Lozan’ın da aynı ellerce aynı masalarda tertiplendiği bilindiğinde göre, bu paradigmadan farklı bir şeyler beklenemez. İran ve Suriye’de muhalefet oluşturabilmek için kırk takla atan sistemin örgütlü ve iradeli Kürt özgürlük muhalefetini görmezden gelmesi ve “terörist” sayması, güncel bir gerçeklik. Aynı özgürlük hareketi çizgisindeki Kürtler, sınırın bir tarafında silah kullandıkları için, diğer tarafında ise kullanmadıkları için lanetlenmekteler.

Gerek birinci paylaşım savaş, öncesi ve sonrasında ve gerekse günümüzde bazı fırsatların çıktığı doğrudur: Ama fırsat diye addedilen bu süreçlerin neler getirdiğine bakmakta da fayda var. Dincilik konusuna bulanmış ilkel-feodal Kürt milliyetçiliğinin egemen imparatorluklarda önce ve onların da kışkırtmasıyla ve yönlendirmesiyle diğer azınlıkları (Ermenileri, Süryanileri, Êzidîleri, Alevileri) kırıma uğratmakta işe başladıklarını unutmamak lazım. En iyi olasılıklar, gerek Osmanlı’nın ve gerekse İran’ın güçten düşürülmesi uğruna bir nebze desteklenmiş, ama yeni bir güç ve irade olmamaları için de kösteklenmişlerdir. Kırıma uğradıklarında da yanlarında kimseyi bulamamışlardır. Hıristiyan halkların (Rumlar, Ermeniler, Süryaniler) kırımına karşı kılını kıpırdatmayan İngiltere merkezli kapitalist modernitenin Kürtler konusunda hassas olması zaten beklenemezdi. Sovyet bloğunun İran’da Mahabad’ın başına getirdikleri de bundan az değil. Körfez savaşıyla başlayan ve Irak’a son müdahaleyle resmiyet kazanan Güney’deki devletçilik oluşumu bu gerçeği değiştirmiyor. Nereye varacağının pek belli olmamasının ötesinde, Sevr’de olduğu gibi hegemonyanın dönemsel çıkarları ve politikalarının yol verdiği bir oluşum, yeni hegemonyanın değişen ve değişmesi muhtemel politikaları ve çıkarları gereği kurban da edilebilir. Sevr’in de, Lozan’ın da aynı ellerce aynı masalarda tertiplendiği bilindiğinde göre, bu paradigmadan farklı bir şeyler beklenemez. İran ve Suriye’de muhalefet oluşturabilmek için kırk takla atan sistemin örgütlü ve iradeli Kürt özgürlük muhalefetini görmezden gelmesi ve “terörist” sayması, güncel bir gerçeklik. Aynı özgürlük hareketi çizgisindeki Kürtler, sınırın bir tarafında silah kullandıkları için, diğer tarafında ise kullanmadıkları için lanetlenmekteler.

Binlerce yıllık dogma harcıyla döşenen beton zeminde kapları delen çiçekler misali betonu parçalayarak filiz veren ve modernitenin başka tür bir kölelik olan yaşayışını aşarak yeni bir yaşama, örgütlülük, kalkış sağlayan Kürt kadınlarının muhteşem yürüyüşüne teknoloji harikası tüm gözler (televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergiler kitaplar, belgeler) kapalı duruyor.

Binlerce yıllık dogma harcıyla döşenen beton zeminde kapları delen çiçekler misali betonu parçalayarak filiz veren ve modernitenin başka tür bir kölelik olan yaşayışını aşarak yeni bir yaşama, örgütlülük, kalkış sağlayan Kürt kadınlarının muhteşem yürüyüşüne teknoloji harikası tüm gözler (televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergiler kitaplar, belgeler) kapalı duruyor.

Görülmüyor değil de, görülmesi durumdan vazife çıkarmaya uygun değil. Falanca ülkede bir kadının şoför olması, falanca yerde bir milletvekili olması vs bir magazin tadında süslü sayfa ve ekranlarda yer bulurken; Kürt kadının sadece Kürdistan boyutunda değil, Türkiye, Ordadoğu ve dünya çapında da siyasal katılımı, irade haline gelişi, özgürlük mücadelesinde öncü konumuna yükselişi ve temsil alanlarında açığa çıkardığı düzey ancak kısmi muhalif cephede yansımasını bulabiliyor.

Nereden bakarsak bakalım, Kürtlüğün var oluşu ancak verili paradigmanın dışında ve ötesinde mümkün. Dikkat edilirse özgürlüğünden, özgür ekonomisinden, siyasi iradesinden ve diplomatik temsilinden falan söz etmiyoruz. Sadece ve sadece varlığı bile mevcut paradigmaca kabul edilmiyor. Yoksa hiç kimse göz göre göre bu düzeydeki bir inkarı kabul edemez, görmezden gelemezdi. Aksine, bu inkar olgusunun sebebi kapitalist modernitenin kendisi olduğundan, Kürtler sistemsel ve paradigmal bir hesaplaşma yapmak zorundadır. Esasında paradigma değişimi öyle yeni keşfedilmiş ve yalnızca şu anki durumumuz için geçerli bir şey değil. Evet şu an ve bizim için zorunludur. Ama tarihsel bir geçmişi ve gerçekleşmişliği de vardır. Moderniteyle hesaplaşma diyoruz. Modern, modernite, modernizm sözcüklerinin serüvenine bir göz attığımızda bile paradigma devriminde ne kastedildiği anlaşılabilir: Latince’de son zamanlar ve şimdi anlamlarına gelen “modo” sözcüğü, 5. yy.’de Hıristiyanlık taraftarlarınca kendisinde önceki döneme yani “antik”, karanlık, putperest ve pagan çağa karşıt olarak yeni, aydınlık ve ilahi çağın başlangıcını tanımlamak için kullanılmaya başlandı. Ortaçağ Hıristiyanlığı ise modern sıfatını bu kez tam tersine bir içerikle, kendisinin kutsalları dışındaki her yeni olan şeyi karalamak amacıyla (zındıklık, sapkınlık manasında) kullandı. Ne ironiktir ki, Hıristiyanlığın antik çağ için yaptığı muameleyi bu kez rönesans, reform ve aydınlanma Hıristiyanlık için yaptı ve Hıristiyan Ortaçağı’nı karanlık bir dönem olarak niteledi. Rönesans ufkunda modern olan geleceğe dair bir yeni değil, antik değerlerin yeniden uyanışıydı. 17. yy’dan itibaren, bilim ve felsefedeki devrimle at başı koşturan kapitalizm ve sanayi devrimi modernizmi tüm alanları içeren almaşığıyla yeni ve egemen paradigma haline getirdi. Bu dönüşümlerin her biri kendi alanları için Kuhn’a göre birer paradigma değişimi olarak tanımlanabilir. Ama bize göre, yani Öcalan’ın tarihsel toplum bakışına göre bunlar iktidarcı-devlet toplumu için birikimsel dönüşümler süreçleridir. Kopuşlu olanı ise aynı süreçlerde ayrıca birikimsel dönüşümler yaşayan demokratik toplum, demokratik uygarlık ve özgürlük mücadeleleri serüvenidir. Kürtlerin Ortadoğu’da yaşaması ve gerçekleştirmesi gereken paradigmal değişim, bu ikinci geleneğe dayanarak birincisinde kopmak ve ana üstünlük sağlayacak bir yeni “modern” alternatif yaratmaktır.

Kürtlerin buna niye mecbur olduğuna değinmiştik. Biraz daha irdelemek mümkün: Yukarı Mezopotamya coğrafyası yaklaşık on beş bin yıldır aralıksız olarak ekilip biçilmektedir. Milyarlarca nüfusu, binlerce toplum ve onlarca uygarlığı beslemiştir. Böyle bir yükün toprakta çoraklaşmaya yol açtığı malum. Dolayısıyla bu topraklar ancak mütevazı bir üretime dayanabilir. Öcalan’ın tarım ve enerji projeleri önerisi, ekolojik dengeye dayalı ve koruyucu bir perspektif taşıyor. Çünkü bu topraklar Avrupa’nın 17. ve 18. yy.’lardaki bakir toprakları düzeyinde ağır bir sanayi atılımını kaldıramaz. Sonucu ancak ve ancak insansızlaşma olabilir. Zaten sömürgeci savaşlar ve günümüzdeki aralıksız bombardıman bu coğrafyayı canlılardan arındırmıştır. Merkezi planlı barajlar ve HES projeleri, güncel güvenlik politikalarının yanı sıra, yaşanılır kılmaktan çıkarma stratejisinin ayaklarıdır. Bu toprakların etnik, dini, kültürel çeşitliliği de özgündür. Anadolu’da tek ulus, tek millet, tek dil dayatmasının kültür-kırımcı sonuçları ortada. Egemen paradigma çerçevesindeki bir Kürt ulusu devleti, olsa olsa bu kez yukarı Mezopotamya’da Kürtçe’nin her hangi bir lehçesi lehine diğer dilleri; herhangi bir mezhep lehine diğer dinleri ve Kürt kültürü ve tarihi lehine diğer kültür ve etnisiteleri bastıracaktır. Ve dünyanın belki de son çok kültürlü coğrafyası suni bir homojenleştirmeye kurban edilecektir. Devletsiz toplum paradigması bu açıdan önemlidir. Ama iç ve dış dengeler illa bir devletleşmeyi zorunlu kılacaksa, yani devlet olmanın dışında bir varlık şansı tanınmayacaksa da, bu devletin ulus-devlet paradigması dışında bir devlet veya demokratik ulus mekanizması olması gerekir. Güney’deki oluşumun Soranî lehine diğer lehçelere uyguladığı, bir kırımdır. Üretime dayalı bir öz-ekonomi yerine, dünyanın her tarafında kartellerin bulaştığı bir şantiye “ekonomi”si hakim hale gelmiştir. Ekonomik bağımlılık siyasal ve ideolojik bağımlılık anlamına da gelir. Ve daha önce de belirttiğimiz gibi, oluşumun kaderi, her an değişebilecek oynak denge ve çıkarlara bağlıdır. Demek ki alternatif bir öz-ekonomi perspektifi ve pratiği olmadan bu siyasal oluşumun varlığı da güvencede değildir.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin egemen paradigma dışında kendi çapında sağladığı gelişmeler, toplumsal devrim pratiği ve bu çerçevede oluşturduğu teorik ve örgütsel altyapısı hiç de küçümsenecek durumda değil. Kapitalist modernitenin bölgedeki temel şubelerinde biri olan koskoca bir devlet kıskacına rağmen köy komünleri, köyler arası komünler, halk meclisleri, kent meclisleri, dernekleşmeler, konfederal organlar, kadın ve gençlik hareketleri, öz savunma oluşumları, meşru savunma güçleri, halk (doğrudan) demokrasisi pratikleri, halk diplomasisi, medyası, siyasal katılımı, öz yönetimi, dayanışması ve ekolojik paylaşmacı ekonomi deneyimleri ve demokratik ulus perspektifiyle demokratik uygarlık ve demokratik modernite paradigmasına yerel boyutta hayat buldurmuştur bile. Bunun bireyden bireye, bölgeden bölgeye, parçadan parçaya ve ülkeden ülkeye taşırılması aynı zamanda kapitalist moderniteye üstünlüğünü kanıtlaması anlamına gelecek, nicel güç dengesine ve belki de ötesine ulaşacaktır. Bu güç dengesi Reel Sosyalizm’in yaptığı türden bir silahlanma, üretim artışı ve sanayi değil, tek tek insanlarda ve toplumlarda zihniyet dönüşümünü sağlayarak başka bir yaşamın, başka bir ekonominin, başka bir demokrasinin ve başka bir modernitenin mümkün olduğunu inancını ortaya çıkarmaktır. Yukarı Mezopotamya özgülünde öncelikle bunu başarmak önemlidir. Evrensel tıkanmanın kilidini açacak anahtar burada oluşturulacaktır. Bu nedenle tarihin ana akış kanalının yeniden bu topraklarda açılması mümkün ve gereklidir.

Bunun kolay ve basitçe gerçekleşecek bir hedef olmadığı aşikar. Bir ütopya düzeyindedir. Ama zaten yeni paradigma demek, başlangıç aşamasında ütopya demektir. Tüm alanlarıyla yeni bir hayat dizgesi tahayyülü demektir. Dayanak yapılabilecek büyük bir tarihsel demokratik toplum geleneği vardır. Tarım ve hayvancılık devrimlerini gerçekleştiren; devletçi uygarlık karşısında coğrafyanın yüksekliklerine ve derinliklerine çekilerek aşiret, kabile ve etnik federasyonlar biçiminde direnen; İslam uygarlığı devrimdeki bölünmede muhalif mezhep, tarikat ve tasavvuf hareketlerinde ifadesini bularak özgün kültürel kimliğini savunan ve günümüzdeki tüm inkar ve bastırmaya rağmen inatla dilini ve kültürünü “ilkel” kılma pahasına yaşatan bir birikime dayanıyoruz. Elbette ki Ortadoğu’nun kapitalist modernite dışında kalan tüm direngen toplulukları için de aynısı geçerli. Bu toplulukların tüm yaratıcı kabiliyetleri elbette ekonomi alanında da, ekolojik enerji ve teknoloji alanında da, köy ve kent yerleşimleri alanında da kendisini gösterebilecektir. Bunun için gerekli, olan, öncelikle siyasal olarak sistemden koptuğu gibi zihniyet olarak da onun paradigmasından kopmaktır. Sadece coğrafyasını bu kadar acımasızca döven, tahrip eden silahları nedeniyle bile yukarı Mezopotamya halkları kapitalist moderniteden hesap sormak zorundadır. Yaratıcı pratik zekanın felsefi, teorik, bilimsel ideolojik ve örgütsel tüm boyutlarıyla bütünlüklü bir paradigma çerçevesiyle buluşması ve bu çerçevece harekete geçirilmesi, sözünü ettiğimiz hesaplaşmanın tek mümkün yolu gibi görünüyor.

Demokratik modernite paradigması sadece geleceğe dair değil, geçmişe de doğru bir bakışı sağlayacaktır. Geleceğin bugünle buluşturularak geleceğe de en doğal toplumcu boyutlarıyla taşırılması yeni bir tarih perspektifiyle olanaklıdır. “Kürtler geriye kalan varlık parçalarını ancak demokratik uygarlık tarihinin ışığı altında daha açık görebilir. (…) Tarih bir kez daha aynı coğrafyada insanlık adına O’nu toplumsal varlıkları korumak ve özgür insan kılmak için devrime zorlamakta, demokratik modernitenin inşasına çağırmaktadır. (… ) Demokratik modernite kavram ve kuramlarıyla yeniden kurgulanan Kürdistan devrimi pratik gelişimini layıkıyla sürdürürse, sadece Kürt sorununun demokratik çözümünü gerçekleştirmekte kalmaz.(…) Devrimin yerel çözümü evrensel çözümün en sağlam bileşkesi olur. (…) Kürt devrimi potansiyeli ve boğuştuğu güçler kapsamında hem tarihle hem moderniteyle hesaplaşmayı gerektirir. Bu yönlü hesaplaşmasını başarı ile yaparsa evrenselliğe en önemli katkıyı yapmış olur…” Öcalan

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.