Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernite Döneminde Kültür ve Ahlak’ın Başlıca Özellikleri 

Dr. Eser Sağlam

Ulus-Devlet Kültürü ve Ahlakın Parçalanması

Modernite çağında gelişen ulusal devletler kendi amaçlarına uygun bir toplumsal kültür oluşturdular. Avrupa’da bu süreç 12. yüzyıldan başlayarak gelişmiş, 16. yüzyıldan sonra ise büyük bir sıçrama yapmıştır. 19. yüzyıl endüstri devrimi ile de bu süreç tamamlanmıştır. Endüstriyalizm çağı da denilen bu dönem, ulus-devlet kültürünün oluşum sürecini ifade eder. Bu kültürün temel özellikleri şöyle sıralanabilir:

Kapitalizm ve endüstriyalizm öncesi uygarlık çağlarında bireyler yerel ve dinsel cemaatlerin, ailelerin vb. üyeleri sayılırdı. Örneğin bir kişi kendi aidiyetini, yani kimliğini tanımlamaya çalışırken, “ben Atinalıyım, Romalıyım, Venedikliyim, Hıristiyan’ım, Müslüman’ım, Aleviyim, Suniyim, Yezidiyim” derdi. Ya da hangi kantona, feodal beye ve aşirete bağlı olduğunu söylerdi. Ulus-devlet, bu anlayış ve kültür yerine, devlete bağlı vatandaşlık bağını getirdi. Ulus-devlet vatandaşı demek, söz konusu devletin sınırlarını tayin eden coğrafya üzerinde yaşayan tüm bireylerin ve toplulukların zorunlu siyasi ve hukuki bağlar temelinde ortak bir yükümlülük altına alınması demektir. Bu şekilde de ulusdevlet eliyle ortak ve tek bir tarih bilinci, ulus, sınıf ve cins bilinci oluşturuldu. Böylece de devlet vatandaşı olan herkesin sorumlu kılındığı, görev ve yükümlülükler belirlendi. Ulus denilen topluluk adına ölmek ve öldürmek kutsal sayıldı. Yurtseverlik, ulus-devleti savunmanın ve korumanın etik değeri haline getirildi. Her şey kutsanmış ulusal devleti savunmak, ona sahip çıkmak ve buyruklarına saygı göstermek için hazırlandı. “İyi vatandaş” demek, devletin tüm buyruklarına ve hukuk sistemine kölece boyun eğen “uyruk” demekti.

Ulus-devlet bir yandan bu şekilde kendi uyruklarına ideolojik-kültürel içselleştirme yoluyla boyun eğdirirken, bir yandan da diğer toplumları ve ulusları hor görme, sömürgeleştirme ve onlar üzerinde baskı kurma kültürünü de aşıladı. Bu yöntemle de ulus-devlet içinde bir ırk, din, mezhep ya da kültürel küme hâkim kılındı. Egemen kılınan kültürel kümeye resmiyet ve meşruluk kazandırılırken, diğer kültürel kümeler ya yasaklandı ya da baskı altına alındı. Bunun en uç örneği Türk ulusal devletinde görüldüğü gibi “tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek dil” gibi her bakımdan tekçi olan bir ulus-devlet kültürü her bireye empoze edildi. Her devlet, kendine araç yaptığı ulusal zemini olabildiğince yüceltti ve herkesten üstün gösterme yoluna başvurdu. Çoğunlukla da bunu “yurtseverlik ve tüm ulusun çıkarlarına bağlılık” adına yaptı. Bu olgular temelinde bir bilinç tarzı, düşünme, yaşama ve toplumsal ilişki biçimi geliştirildi. Bireyler, doğal-toplumsal ilişkilerinden soyutlandı ve devlete karşı sorumlu bireyler haline getirildi. Tüm bunlar, ulusal vatandaşlık kültürü olarak her bireyde içselleşti. Alışkanlık ve bir yaşama biçimi haline geldi.

Bu süreç geleneksel toplumsal ahlakı da parçaladı. Cemaat, din, mezhep ve yerel kümeler arasında temel bir bağ olarak çimento görevini gören ahlak, yeni bir siyasi örgütlenme ve iktidar biçimi olan ulus-devlet ve kapitalist ilişkiler içinde ekarte edilerek, mutlak surette parçalanması gereken bir öğe olarak görüldü. Ahlaki bağ ve toplum vicdanı yerine, hukuk kriterleri ikame edildi. Ulus-devlet, egemen hukuk temeli üzerine kuruldu. Her vatandaşın uymakla yükümlü ve mükellef olduğu, uyulmaması durumunda ise cezai yaptırımların devreye girdiği bir hukuksal düzen geliştirildi. Ahlak yerine artık toplumsal ilişkileri düzenleyen hukuk oldu. Böylece kapitalizmle toplumun aklı, yargısı, vicdanı, toplumun kendini bir tür koruma ve yürütüş ilkesi olan ahlak bir kenara itildi, pasifleştirildi ve parçalandı.

 

Kültürün Metalaştırılması ve Tanrı=Para Kültürü

Kültür kapsamı içinde nitelendirebileceğimiz hemen her şey kapitalist uygarlık çağında metalaştırılır. Meta, bilinen en yaygın tanımıyla pazara sunulmak üzere üretilen mallara ya da ürünlere verilen genel ad’dır. Bu tanıma göre piyasa amaçlı, bir kazanç ya da kâr elde etmek için bir değişim değeri olarak pazara sürülen, bu amaç temelinde alım-satım konusu yapılan her şey metadır sonucunu çıkarabiliriz. O halde bu tanım çerçevesinde kapitalizmin nasıl bir meta-kültür yapıya sahip olduğu kısaca şöyle özetlenebilir:

Endüstriyel üretimin başat bir üretim tarzı olduğu kapitalist çağda, sadece maddi metaların üretimi anlamında değil, üretimin her anlamında bir metalaşma sağlanır. Frankfurt Okulu’nun önde gelen düşünürlerinden Adorno’nun da belirttiği gibi, meta sisteminin oluşumunda ve gelişiminde işlerlikte olan ikili bir süreç vardır. Ona göre bu ikili süreç, endüstrinin kültürleşmesi ve kültürün endüstrileşmesidir. Kapitalist sistemde kültürün kendisi endüstrileşir, kültürel ürünler ise meta özelliğini kazanır. Örneğin entelektüel alandan tutalım sanat eserlerine değin tüm kültürel etkinlikler bir gelir ya da bir kazanç elde etmeye koşullanır. Metalaşma sadece maddi alt yapıda gerçekleşmez, daha çok da kültür ile kaynaşan birleşik bir yapıda gerçekleşir. Örneğin, tıpkı bir ücret karşılığında emeğini satan bir işçi gibi bilgin de, sanatçı da ürünlerini satar ya da satmak durumunda kalır. Meta sistemi bir bütün olarak tüm toplumsal ilişkilere yayılır. Bildiğimiz anlamda sadece mamul metaların üretimi ve dolaşımında bir sektörleşme yaşanmaz. Sanattan eğitime, işitsel ve görsel iletişim araçlarından kitap ve gazete gibi alanlara kadar toplumun hemen her alanında bir sektörleşme yaşanır. Bunlar kültür endüstrisinin başlıca araçları ve metaları olarak rol oynar. Dolayısıyla ister maddi ister manevi boyutuyla olsun, her iki boyutuyla (maddi-manevi) kültürün metalaştırılması, kapitalist sistemin doğası gereğidir. Gerçekte, kapitalizmde, maddi kültür ile manevi kültür denen ayırım da ortadan kalkar, metalaşma düzleminde birleşir veya aynılaşır. Bu durum, kapitalizmin insanı insan yapan ve onu belirleyen bütün kültürel dokuyu meta sistemine indirgeyip nesnelleştirmesinden ötürü gerçekleşir. Sistemin meta-fetiş özelliği buna yol açar. Bu açıdan kapitalist modernite çağında insanların kendine yabancılaşması ve nesnelleşmesi, genelde kültürün metalaştırılması, daha özgül anlamda ise meta-kültür özelliğinin çok belirgin bir dışa vurumu olan nesne tapınmacılığın bir sonucu olarak gerçekleşir.

Bu tapınmacılık, en belirgin özelliğiyle tanrı-para kültüründe ifadesini bulur. Bu çağın zihni formatında para, tanrı yerine ikame eder. Hatta tanrıdan daha öte bir tapınç kültüne dönüşür. Geçmişin soyut tanrısı, nesnelleşen tanrı-para olarak yeryüzüne iner. Gücün, iktidarın, prestijin, değerin, mutluluğun, rahatlığın, “özgürlüğün”, kurtuluşun, sahip olmanın, uğruna her tür çılgınlığı yapabilmenin ve bilebildiğimiz anlamda daha da sıralanabilecek bir dizi toplumsal statü ve simgesel özelliğin toplamı parada birleşir. Tanrıya biçilen 99 sıfat parada simgeleşir. Gündelik hayatta çokça dillendirilen “paranın açmayacağı kapı yoktur” özdeyişi, bu gerçeğin çarpıcı bir izahıdır. Kapitalist dönemde “para” demenin her şeyin biricik simgesi olduğu gerçeğini açıklaması bakımından, Protestan ahlakının pragmatist yorumcusu ve kapitalist yaşam felsefesinin öncülerinden sayılan Benjamin Franklin’in şu görüşleri bir hayli çarpıcıdır: “Unutma ki vakit nakittir… Kredi, paradır… Paranın doğurgan özelliği vardır… İyi bir ödeyici, herkesin cüzdanının efendisidir.” Kapitalist sistemde para ile tanrının bu eşdeğer ilişkisini daha da çarpıcı çözümleyen A. Öcalan, AHİM savunmasında konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Para gücünü tanrıyla eşitlemektedir. Yani tanrı=para formülü en çok kapitalist topluma yakışmaktadır. Para, sistemin ruhunun somut ifadesi olmaktadır. Sihirli güçtür, çevrilemeyeceği hiçbir değer yoktur. Toplumun daha önceki biçimlerinde simgeleri totem, tanrı, tanrıkrallar gibi değerlendirilirken, kapitalist biçimlenişte toplumun en özlü ve güç yansıtıcısı, bireysel ruhu en çok çeken, uğruna her şeyin göze alındığı, gerektiğinde tüm insanlığa kan kusturacak savaşlara götüren güç para olmaktadır. Para etrafında şekillenen bir ruh kimliği geçerli olmaktadır.”

 

Bireycilik Kültürü ve Toplumun Ahlaki Çöküntüye Sürüklenmesi 

“Bireycilik, kapitalizmin doğuşunda zincirinden boşalmış bireyin çılgınlığa varan, kendisinin çıkarından başka hiçbir kutsallığı olmayan kükreyişidir; benliği en temel sürükleyici güçlerden başta gelenidir.”

Kapitalist modernitenin insan toplumuna dayattığı sosyo-kültürel biçimleniş bireyciliktir. Bireycilik, kapitalizmin özsel kimliğidir. Geleneksel toplum bağlarının çözüldüğü, ahlaki örgünün zayıfladığı ve parçalandığı bir toplumsal durumda ortaya çıkan ya da bizzat bunu yarattığı oranda gelişme imkânı bulan bireycilik, toplumsal birey olmanın aksine, toplumsal olana karşıt, toplumsalın reddi ve inkârı üzerinden gelişen bir kimlik, zihniyet ve ruhsal duruşu ifade eder.

Bireycilik kültürü özü bakımından kapitalizmin iktisadi, sosyal ve kültürel ilişkilerinin bireyde içselleşmesidir. Kapitalizmin varlık koşulu bireyci bir toplum yaratmaktan geçer. Kapitalist tarz ilişkiler ancak bu her bakımdan bireycileşen bir toplum ortamında varlık bulabilir. İster geleneksel ister daha başka terimlerle tanımlamış olalım toplumsal bağların, ahlakın ve dayanışma kültürünün nispeten hâkim olduğu bir toplumsallık durumunda, insanların kapitalist tarz iktisadi, sosyal ve kültürel ilişkiler ortamına çekilmesi oldukça zor ve birçok nedenden ötürü de imkânsız gibidir. Bu açıdan kapitalist tarz ilişkilerin gelişebilmesi için öncelikle insan toplumunda bireycilik kültürünün yerleşmesi gerekir. Çünkü bireycilik, toplumsalın aleyhine toplumun içyapısında sürekli derinleşen bir çözülmenin mimarıdır. Toplumsal bağların çözülmesi demek, bireyin meta-kültür ilişkilere rahatlıkla dâhil edilmesi, savunmasız ve korunaksız bırakılması demektir. Bunun için bireyciliğe, kapitalizmin yarattığı insan tipidir demek daha doğrudur. Bu insan tipinde toplumun tüm ahlaki değerlerine saldırmak temel bir davranış kuralıdır. Bu tip’in varsa yoksa yaşamına yön veren kendi kişisel çıkarıdır. Kendi çıkarından öte bir amentüsü yoktur. Her şey ama her şey -kendisi de dâhilbu tip’in alım-satım malzemesidir. Günübirlik yaşam felsefesi içinde olmak ve tarihsel değer yargılara yabancılık, bu insan tipinin en belirgin özelliği olmaktadır. Toplumsal kolektivizme gelmeyen bireycilik, insanlar arası ilişkilerde çıkarcı olduğundan saldırgandır. En doğrusu toplumdan öğrenmek olan, kendinde sentezleyip topluma geri vererek gerçekleşen bireye karşılık, bireycilik toplumdan öğrenmek, sentezleyip kendine mal etmek, topluma vermeyi ise ayıplamak ilkesi ile gerçekleşen bir duruştur. Bu tipin yaşam lügatinde toplumsala karşı en ufak bir duygu ve sorumluluk besleme yoktur. Kendi çıkarından öte düşündüğü bir ilgiler dünyası olmadığından ilişkilenme esası, çıkarlarının başlayıp bittiği yerdir. Bu gerçeklik, toplumu ören temel ilke olarak ahlaka saldırmak demektir. Sürekli kendi çıkarını esas alan insanın karşısındaki insanları düşünmemesi gerekir. Bunun için de karşıdakini kendisi gibi bir insan olarak ele almamak, kendisinden faydalandığı ve kendisi için kullanabildiği kadar yakınlık duymak, bireycilikle ortaya çıkan önemli bir anti-sosyal ilişki gerçeğidir. Bu yaklaşımda insanın insana güven duyması gerçekleşmez. Toplumsal ilişkilerde ören ve kuran değil, çözen ve yıkan ilişkiler üzerinden toplumda yeni ilişki ağları gerçekleştirir. Toplumdaki dayanışma, yardımlaşma, kolektivizm gibi temel insani ilişkiler en anlamsız ilişkilere dönüştürülünce, kendini kurtarmak -ki bu anlayışa göre “gemisini kurtaran kaptandır”-, kendini kurtarınca da birçok insanı batırmak temel ‘insani’ özellikler biçiminde yeni bir sapkın yaşamın doğrusu haline getirilir.

Mülk edinerek zenginleşmenin temel amaç olduğu bireycilik kültüründe, toplumsal düşünmek ‘enayilik’ anlamına gelmektedir. Köşe dönmek, işini bilmek, rüşvet almak, hırsızlık yapmak, gasp etmek gibi kendini dışa vuran ahlakdışı yöntemler resmi bir kültüre dönüştürülerek hukuken de yasallaştırılarak güvence altına alınır. Toplumsal düşünüldüğünde, bunlar sistemin kendisi olmaktadır. Bu kültür içinde toplumcu olmak, doğal olarak toplum dışılık olmaktadır. Maddi paylaşımlar her şeyin üstünde tutularak, samimiyet ve dürüstlüğün ölçüsüne maddileşmiş ölçüler dayatılmaktadır. Tümü bireyci kültürü ifade eden bu özelliklerin birey olmanın yerine koyulması gibi bir sapma, günümüzün en tehlikeli yaklaşımı olmaktadır. Binlerce yıllık insanlık birikimlerinin insanda manevi yansıması olarak moral değerlerin hayranlık uyandıran nitelikleri yerine, maneviyat düzeyi güdüselliğe indirgenmiş günümüz insanının krizini ifade eden hâkim yaşam tarzının sosyolojik anlamı geçmişinden kopmuş bireyciliktir. Dolayısıyla bu kültürün yol açtığı sonuç toplumun her bakımdan ahlaki çöküntüye sürüklenmesidir. Ahlaki çöküntü, toplumu bir arada tutan örgünün, toplumsal varlık olmanın içsel yasası olan dayanışma kültürünün ve kolektif gelişme koşulunun dağıtılması anlamına gelmektedir. Bir yandan tanrı katına yükselen, ama öte yandan çoğul durumda cüceleşen günümüzün “birey” profili, bu gerçeği açıkça teyit etmektedir. Toplumsal bünyeye girmiş kurtçuk ve kanser benzetmesi, bu kültürü çok daha iyi açıklar niteliktedir. Durumun vahametine ilişkin A. Öcalan’ın da sıkça ve önemle dikkat çektiği gibi, bireycilik kültürünün yaşamdaki tüm etkileri ve yansımaları bakımından günümüz toplumlarında yarattığı şey, toplumsalı içten içe çürüten tam bir kanserleşme halidir.

 

Popüler Kültür

Günümüzde popüler kültür kapitalist modernite etiketli, piyasa değerinde ve günlük uygulamalar kapsamında kitlelerin ilgi alanlarını belirlemek, yönlendirmek ve insan kitlelerini tüketime koşullamak suretiyle üretilen ve toplu bir şekilde yayılma özelliği gösteren bir kültür olarak tanımlanabilir. Her ne kadar popüler kültür kavramı sözcük karşılığı olarak köken itibariyle “halka ait” anlamına gelse de, bugünkü anlam kaymasına bakıldığında hiç de “halka ait” bir orijinaliteye ya da anlama işaret etmediği rahatlıkla anlaşılmaktadır. “Popüler kavramının günümüzde popüler olan tanımı, popüler gaspa dayanan yanlış betimlemelerden biridir. Bu betimlemeyle, tanım ‘halkın, halka ait’ anlamından, ‘birçok kişi tarafından sevilen veya tercih edilen’ anlamına dönüşmüştür. Bu dönüşüm tesadüfî ve kendiliğinden olmamıştır. Burjuva demokrasilerinin yükselmesi ve bu demokrasilerin popüler seçim özgürlüğüne dayanan meşruluk iddiası ve bunun siyasal alandaki ifadesi olan seçim süreçleriyle yan yana olmuştur”.

Gerçekte bugün popüler kültürün niteliği ve anlamı, halk orijinli bir kültür olmaktan öte, özellikle ulusal ve uluslararası çaptaki merkezi politik ve sermaye güçlerinin kitle iletişim vasıtaları ile kitleleri siyasi ve ekonomik olarak yönlendirdikleri bir kültürel belirlenim alanını oluşturmaktadır. Günümüz modern toplumlarında modasından yeme içmesine, markasından imajına, pop müziğinden TV’lerin dizi ve magazin programlarına kadar, yaşamın hemen-hemen her karesinde insanların ilgi, duygu, güdü ve davranışları günlük olarak kontrole alınıp manipüle edilmektedir. Böylece “halkça tutulan, insanlar tarafından en çok beğenilen ve tercih edilen” anlamındaki popüler kültürün bu yaygın tanımına rağmen gerçekte popüler kültürün hangi amaç ve imajlar üzerinden türetilip, cilalanıp insanlara sunulan bir kültür olduğunu kolaylıkla anlaşılır kılmaktadır. Buna karşın gündelik yaşamda çokça dillendirilen popüler politikacı, popüler sanatçı, popüler marka, popüler eşya, popüler müzik, popüler dizi vb. daha da uzatılabilecek bir dizi popülist söylem ve adlandırmanın tümü, önceden üretilmiş imajların toplumların önüne sürülmesinden başka bir değildir. Dolayısıyla popüler kültür temelinde gerek siyasi alanda başvurulan politik imaj, söylem ve uygulamaların, gerekse de piyasa amaçlı üretilen maddi ve kültürel ürünlerin kitlelerce rağbet görmesinin popülaritesi, kitlelerin kendiliğinden oluşan bir eğilimi ve talebi değildir. Bu talep ve eğilimler belirlenmiş ve yönlendirilmiştir. Bu yüzden günümüz bağlamındaki popüler kültürün anlamı ile tarihsel birikimler sonucu oluşan (halk destanlarını, öykülerini, müziğini, ozanlarını, folklorunu, halkın ortak acı ve sevinçlerini bünyesinde toplayan) ve halkın ortak değer yargılarının bir ifadesi olan halkçı kültür arasında kelime benzerliği dışında hiçbir ilişki ve ilgi bulunmamaktadır. Bu ilişkisizliğe rağmen yine de ulusal ve uluslararası kapitalist sermayenin, halkın ve halkların yerel kültürlerini kendi formatından geçirip yeniden ürettiği ve metalaştırıp pazara sürdüğü bilinen bir gerçektir.

 

Postmodern Kültür (Nihilizm)

Postmodernizmin ne olduğuna dair yapılan birçok değerlendirme vardır. Bunların içinde postmodernizmi savunanlar, onu felsefeden bilime, mimari alandan sanat ve edebiyata kadar bir dizi kültürel alanda modernizmin “sonunu” ve “ölümünü” haber veren yeni bir aşama, yeni bir yaşam biçimi olarak tanımlamaktadır. Çok açık bir şekilde modernizmin hakikatlerine, değer yargılarına ve fikirlerine -daha özgül olarak da aydınlanmacı fikirleresaldıran postmodernizm, kendisini tüm yönleriyle “modernizm sonrası” ya da “modernizmden sonra gelen” yeni bir kültürel evre olarak görmektedir.

“Modernizm sonrası” anlamına gelen “postmodern” bir aşamaya girip-girmediğimiz ya da postmodernitenin ne kadar modern karşıtı olup-olmadığı şüphesiz ayrı bir inceleme konusudur ve bu “post-modern durum” önemle tartışılması gereken bir sorundur da. Konumuz açısından önem taşıyan postmodern kültürün ne olduğu, daha doğrusu post-modern kuramın yaşama nasıl baktığı ve bu görüş açısından hareketle bize ne tür bir yaşam kültürünü vaaz ettiğidir.

Postmodernizmin, modernizmin hemen hemen tüm teorik hakikatlerini sorunlaştırdığı doğrudur. Ama bu aynı sorunlaştırmayı kapitalist modernitenin tüm yaşam tarzına ve onun kültürel bağlamlarına yönelttiği söylenemez. Özellikle de toplumsallık ve bireycilik söz konusu olduğunda postmodernistin tavrı, kapitalist modernitenin ürettiği bir gerçeklik olan bireyciliği ve onun kültürel dışa vurumu olan davranış kiplerini esas almak ve bu bireycilikten yana toplumsallığı terk etmektir. Bunun yerine bireyi, toplumsal bağlarından boşalmış bir nihilizme ve tüketim kapitalizminin akışına savurmaktır. Bunun nedeni, postmodernin bakış açısıyla ve kapitalist kültür içindeki yeriyle bağlantılıdır. Postmodernin görüş açısından bakıldığında, ilkesel olarak bağlı kalınması gereken ne bir değerler sistemi ne de kolektif olarak idealleştirebileceğimiz bir toplumsal gerçeklik vardır. Örneğin bir postmodernin görüş perspektifinde doğru veya yanlış tarz, doğru ya da yanlış kültür demek artık o kadar anlamlı değildir. Onlara göre, doğru ile yanlış arasındaki hat belirsizdir. Ve bu yüzden bir yanlışlıktan doğruya gitme yoktur, yorumdan yoruma gitme vardır. Bu nedenledir ki ne geçmişi aşma ne de geleceği kurma iddiasına gerek vardır. Öte taraftan dünyada olup-biten her şey göreceli, tutarsız, temelsiz ve belirsizdir. Bu belirlenmemiş ve anlamın sürekli değiştiği belirsizlik dünyasında ilkece değer görmesi gereken bir şey de yoktur. Varsa-yoksa o da “şimdi”dir, “şimdi” olan “ben” ve bu “ben”de dile gelen öz’sel gerçekliktir. Ve bu yüzden de her şey bu “şimdi” ile başlamalı ve bu “şimdi” ile sonlanmalıdır. Çünkü hayat akışkan ve değişkendir. Sürekli çoğulluğu ve belirsizliği üretmektedir. Bu durumda önerebileceğimiz ve herkesin üzerinde uzlaşma sağlayabileceği ne ideal bir toplum modeli ne de sistemi vardır. İnsan toplumunda böyle bir hedef ve amaç asla olamaz, olmamalıdır da. Belirlenmiş bu tür bir amaca da asla ulaşılamaz. Çünkü onlara göre, bu tür ideal toplum teorileri bize, “tarihin sonu”na gelindiği saçmalığından öte bir şey anlatmamaktadır. Çağımız aynı zamanda metafiziğin ve ideal soyut düzenlerin “sonunu” getiren bir çağ olmuştur. Buna karşın kolektif ahlaki değer yargılarımızı, sorumluluklarımızı, kimliğimizi ve aidiyet bilincimizi belirleyen sosyolojik temelli bu Ortodoks toplum teorileri de artık bir an önce terk edilmeli, tarihin tozlu raflarına kaldırılmalıdır.

Kabaca vermeye çalıştığımız bu postmodernist yorumun kültürel plana yansıması, daha somut olarak inceleyebileceğimiz bir alanı oluşturmaktadır. Özellikle mimari alanda kullanılan stil, sanat ve edebiyata yansıyan tarz, postmodern kültürün ne olduğuna ilişkin bir fikir yürütmemize de önemli bir olanak sunmaktadır.

İlk defa mimari alanda hemen hemen her tür geometrik şeklin ve renk deseninin kullanıldığı yapıların inşa edilmesi, postmodern kültürün de ilk işaretlerinden biri sayılmıştır. Mimari alanda yaşanan bu gelişme, aynı biçimde sanat ve edebiyat alanında da görülmeye başlar. Postmodern sanat tarzında, sanat tarihinden alınan birçok stilin bir araya getirilmesi ile oluşan bir eklektizm yine nostalji, taklit ve popülist bir yönelim olmuştur. Onlara göre sanatta yüksek bir estetik aramanın gereği yoktur. Çağdaş toplumlarda yaşam kitleselleşmiştir ve bir sanat eserinin estetik ölçüsü de kitleler tarafından belirlenmektedir. Eğer sanat bu kitlelerin beğeni ölçülerine hitap edecekse ve sonuçta bunu kitleler “tayin” etmekte ise, o zaman sanat kaçınılmaz olarak “taklit” unsurunu da içermek durumundadır. Kaldı ki çok gelişmiş biçimlerine sahip olduğumuz çağımızın bilişim ve görsel teknolojisi gerçek ile görüntü, asıl ile taklit arasında pek bir fark bırakmamıştır. Ve bu fark artık o kadar da önemli değildir. Ve bir de “sanatın yaratıcı, yaşamı sorgulayıcı ve yaşamı değiştirici” diye bir yönelimi olmamalıdır. Çünkü o zaman modern sanatın gelecek yönelimli olan anlayışından pek farklı bir şey yapılmamış olunacaktır. Öyle ise her halükarda sanat, her tarzdan ve stilden taklit unsurlarını barındırmalı, bir araya getirmeli ve bize eğlenmek, nostaljik bir keyif almaktan öte bir sorumluluk yüklemeyi salık vermemeli, hele hele yaşama hiç yön verici olmamalıdır.

Bu şekilde kendini ortaya koyan postmodern sanat, esasen de popülist yönelimli ve tüketim kapitalizmini sürekli çoğaltarak üreten bir sanat anlayışı olmuştur. Edebiyatta ve özellikle de romanlarda da aynı yoruma rastlıyoruz. Örneğin postmodern perspektiften yazılan romanlarda okuyucu, gerçek ile düşün, asıl ile yansımanın artık bir ve aynı şey olduğu hissine kapılır. Okuyucunun sürüklendiği asıl tema, her şeyin belirsiz ve dolambaçlı olduğu bu dünyada “gerçekliği” aramanın ve/veya ideal bir gerçekliğin peşine düşmenin anlamsızlığıdır. “Gerçeklik” ya da “gerçek dışılık” denilen şey, sonuçta dil aracılığı ile anlaşılmakta ve dilin olanaklı kıldığı bir şey olmaktadır. Çünkü dil, olabildiğince esnek ve birçok şeyi olanaklı kılabilen bir özelliğe sahiptir. Öyle ise roman “gerçekliği” değil, “insan olanaklılığın alanı” olan “varoluşu” incelemeli ve betimlemelidir. Sonuçta sanatın hangi dalına el atarsak atalım ister tiyatro, ister roman, sanatın türü ve konusu ne olursan olsun, her hangi bir sanat eserinin bize gösterebileceği otoriter bir çözümü yoktur. Her sanat eserinin vardığı yer belirsizliktir. Öyle ise sanat her halükarda gelecek yönelimli olmamalı, günübirlik akışa yanıt olabilen bir mecrada seyretmelidir.

Kültür ile kalıcı hale gelen değersel temellerin bu şekilde anlamsızlaşması ve yine kültür ile dile gelen normların ve moral değerlerin önemini yitirmesi ve tanımsızlaşması bir anlamda ilgisizliğin, ilkesizliğin, inançsızlığın, aidiyetsizliğin ve sonuçta ise her şeyden kuşku duyan bir nihilizmin (hiççilik, inkârcılık) de temeli olur. Geleceğe dair perspektifsizlik, bir ideal beslemekten yana yönsüzleşme ve günübirlik bir yaşamın sınırları içinde hapsolan gelecek perspektifi anlamını yitirir, değersizleşir. Bu durumda yaşamın anlamı sadece yaşıyor ve tüketiyor olmaya indirgenir. Postmodernizmin “anı yaşama felsefesi” olarak tanımlanması bu gerçekliğinden ötürü olsa gerek. Anı yaşama ve “her şey uyar” (buna konformizm de denilir) felsefesine dayalı çılgınlığa varmış bir eğlencecilik, çığırından çıkmış bir tüketicilik, “böyle de olur/ şöyle de olur, buna göre de olur/ şuna göre de olur” gibi her yollu olan bir yönsüzleşme, aslında postmodern kültürün ve yaşamın da esas gerçeğidir. Özellikle de Batı kapitalizminin dünya zenginliklerini Batı ülkelerine taşıyan dünya çapında bir sömürü mekanizmasını kurması, yine bilim ve teknolojik alanda yaşanan gelişmeler neticesinde ulaşılan konfora dayalı yaşam standartları, önü alınamaz bir tüketim toplumunu da yaratmıştır. Tarihsel ve toplumsal değerlere karşı yabancılaşma, moral değerlerden yoksunluk, kolektif aidiyetlerin anlamsızlaşması, tüketiciliğin sürekli olarak derinleştirilmesi neticesinde insanlarda verili olana karşı bir doyumsuzluk ve tatminsizliği doğurmuştur. Bu tatminsizlikten ötürü de her şeyi deneme, olmadık kılıklara girme ve yine aşırı maddileşmenin ve teknolojikleşmenin yarattığı ruhsal gerilim ortamında varlığından dahi kuşku duyar olma ve her bakımdan bir çıkışsızlığı yaşama, kapitalist moderniteyi ileri düzeyde yaşamış olan bu toplumların tipik karakteristiğidir. Postmodernizmin Batı ülkelerinde ortaya çıkması ve yine Batı toplumlarının böyle bir yaşam kültürüne savrulması, aslında kapitalist-modernist gerçekliğin de bir itirafıdır. ABD’li olan ve kendisini postmodern bir yazar olarak tanımlayan Zygmunt Bauman’la postmodernite üzerine yapılan bir söyleşide postmodern kültüre ilişkin yaptığı şu kısa tanımlama, postmodern kültürün dünyanın hangi ayrıcalıklı toplumları içinde ve hangi temeller üzerinden şekillendiğini konuya açıklık getirmesi bakımından oldukça dikkate değerdir. Bauman, postmoderniteyi şöyle tanımlamaktadır: “Postmodernite, dünyanın ayrıcalıklı bir bölümüne ait bir kültürdür ve dünyanın bu bölümünün tipik bir özelliği olan, üst derecede tüketim ve zenginliğe bağlıdır.” Dikkat edilirse, zenginlik ve yüksek dereceye varmış bir tüketim, bu kültürün en asli iki unsuru olarak zikredilmektedir. Buna göre postmodern kültürü, tüketimciliğin en gelişmiş bir türü olarak değerlendirirsek, belki de gerçekliğini daha doğru tanımlamış oluruz.

 

Sanal Kültür

Gerçeğin görüntüsüne ya da kopyasına dayalı geliştirilen yaşam, ilişki ve etkinliklerin toplamına sanal kültür diyebiliriz. Çağımızda bilim ve teknolojinin gelişimi, özellikle de görselliğe dayalı iletişim teknolojisinin hızlı bir gelişme göstermesi, kendisi ile birlikte sanal bir kültürü de yaratmıştır. Kapitalist modernitenin bilim ve teknolojiyi sermaye sisteminin çıkarları ve amaçları doğrultusunda çok kötü bir temelde kullanması bu kültürü daha da hızlandırmıştır. Televizyon, internet gibi, yine yaşamın daha başka alanlarında bilgisayar tekniğinin kullanılması suretiyle yapay ortamların yaratılması, insanları gerçek yaşam zemininden koparan sanal bir dünya içine çekmiş, çekmektedir. Örneğin, iletişimden haberleşmeye, bilgi sağlamaktan ticari ilişkilere, hatta günlük alışverişe kadar daha başka bir dizi ilişkiler ağını bünyesinde toplayan internet ortamı, karşımızda küçük bir ekran olarak görünen ama öte taraftan bir dünyayı içine alacak şekilde dünyanın her tarafına açılabilen sanal bir platformdur. İnternet’in insan hayatına girmesi birçok bakımdan iletişim, haberleşme ve benzer daha birçok işlerin yürütülmesinde büyük kolaylıklar sağlamıştır. Ama madalyonun diğer tarafından bakıldığında ise gerçek insani ilişkileri öldüren, insanları suni, hayali ve küçük bir ekrana sığdırılan sanal bir dünya ile sınırlandırmakta ve bağımlı hale getirdiği de görülmektedir. İnternet dünyası, yapay olarak dizayn edilmiş bir dünyadır. Ticari ve daha başka olumsuz amaçlar için insanların ve özellikle de genç kuşakların bu ortamın müptelası haline getirilmesi için çok özenle sanal konseptlerin hazırlanıp yürürlüğe konulduğu bilinmektedir. Yine bilgisayar üzeri geliştirilen bilim-kurgu, animasyon filmleri ve atari oyunları ile sanal bir ortamda çocukların dünyasına girilerek tüm insani bağlarından koparılmış ve her bakımdan yapaylaşmış bir toplumsal kuşak yaratılmaktadır. Çocukların insani şekillenmesinde ve toplumsal duruma hazır hale gelmelerinde çok önemli bir işlev gören oyun dünyalarının bu şekilde sanallaştırılması, insani geleceği çok tehlikeli bir boyutta zehirlemektedir. Çünkü tümüyle anti-sosyal, anti-ruhsal-duygusal ve anti-kültürel bir insan tipini de beraberinde şekillendirmektedir.

Bu tehlikeli durumu, insani gerçekliği ciddi tehlikelere açık hale getiren simülasyona indirgenmiş yaşamdan da anlamaktayız. Benzetimin ve taklidin, asıl olanın yerine geçtiğini anlatan bu durum, insanlarda büyük bir yapaylaşmaya da neden olmaktadır. Örneğin, insanların algısında gerçek olmadığı halde yine de “gerçekmiş” gibi algılama, bu yapaylığın boyutunu göstermektedir. Bu şekilde insanların duygu, düşünce ve ruhsal dünyaları erozyona uğramakta ve bunun önlenilmemesi halinde gerçekten de insanın insan olarak kalabilmesinin toplumsal şartları artık giderek zorlaşmaktadır.

Kapitalist modernitenin, çağımızın insanlık durumunda derinleştirdiği bu sanal kültürü bazıları (örneğin postmodernler) yeni bir “insanlık durumu”nun önsel aşaması olarak nitelendirmekte ve böylelikle de bu duruma, “yeni post-modern durum”un olağan kabulü üzerinden yaklaşmaktadır. Örneğin, bu konuda yine Zygmunt Bauman aynen şunları belirtmektedir: “Günümüzde, ‘televizyonda görünmek’ gerçekliğin onaylanmasıdır. Oyun olmak, gerçek olmanın şartıdır. Bu yüzden aile için önemli olaylar -onların gerçek olduğunu ispatlamak için-videoya çekilir. ‘Gerçekten gerçek’ olmanın çağdaş tanımı, bir ekranda görünmektir; gerçekliğin bir yansıması olarak kullanılan şey, gerçekliğin standardı haline gelmiştir. Belirsizlik ve olasılığın yayılmasının diğer bir örneği, kuşkunun yarattığı gerilimin artık geçici bir fenomen değil, kalıcı bir durum olmasıdır. Simülasyon (sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmak) ve dissimülasyon (sahip olunan şeye sahip değilmiş gibi yapmak) erozyona uğratılmıştır ve bundan ötürü Ba
udrillard, simülasyon ve dissimülasyon yerine simulacrumdan (-mış gibi olan/ gerçek-miş gibi) söz eder. Biz artık taklit ile gerçeklik arasındaki farkın o kadar da önemli olmadığını düşünüyoruz.”(Zygmunt Bauman’la söyleşi/Doğu-Batı) Görüldüğü üzere, gerçek ile simülasyon arasındaki farkın artık o kadar anlamlı olmadığı düşünülmektedir. Bir zamanlar Hegel, akılcılık felsefesinin (rasyonalizmin) savunusu için şu ünlü belirlemede bulunmuştu: “Gerçek us’saldır, us’sal olan ise gerçektir.” Günümüzde ise yaratılan sanal kültür nedeniyle bu çağın dilinde gerçekten de gerçeğin anlamı ya da algılanış biçimi -daha farklı bir alanda da olsatam da Hegel’in bu deyimine benzer bir durumu çağrıştırmaktadır: “Gerçek sanal’dır, sanal olan ise gerçektir.”

Yaşamın ve insani gerçekliğin bu düzeyde ve bu kadar sanallığa indirgenmesinin gerçekte ne anlama geldiğini çözümleyen A. Öcalan, Demokratik Toplum Manifestosu adlı kitabında şöyle dile getirir:

“Kapitalizmin zihniyet hegemonyasında temelde medya organlarınca yürütülen sanal dünya diğer çok önemli bir zihinsel araçtır. Yaşamın sanallaşması analitik aklın en uç sınırlara varmasıdır. Savaş gibi en dehşetli bir olay bile sanal olarak sunulduğunda ahlakı tek başına yıkması işten bile değildir. İnsan beden ve zihninin deneyimlemediği yaşama eskiden beri sahte yaşam denirdi. Sanal ismi takılmakla sahte olmaktan kurtulamaz. Sanal yaşamı olanaklı hale getiren teknik gelişim kendi başına suçlanmıyor. İstismarı bir kere daha karşımıza birey zihnini felç eden özelliğiyle değerlendiriliyor. Başıboş teknoloji en tehlikeli silahtır. Kapitalizmin tekniğe hâkimiyeti ve milyarları yönetme ihtiyacı sanal yaşamı zorlayan esas etkendir. Yaşam artık yaşanmıyor sürekli sanallaşıyor. Bir nevi ayakta ölüm oluyor. Simülakiler sanal yaşamın en somut halidir. Her olayı, ilişkiyi, eseri, simüle etmekle insan bilgilenmez, aptallaştırılır. Tüm uygarlık eserlerinin taklidi yapılmakla bir gelişme sağlanmıyor. Taklit kültürünün hegemonyası gerçekleştiriliyor, yaşamın özünde yatan farklılaşma asla tekrara dayanmaz. Tarih bile tekerrür etmez. Taklit gelişmenin zıddıdır. Sanal yaşam ise sınırsız taklide dayanır. Herkes birbirini taklit ederek, birbirine benzetilir. Böylelikle koyun sürüleri yaratılır. Finans çağı sanal yaşam olmadan yaşayamaz. Ancak sınırsız aptallaşmayla yürüyebilir ki o da sahte sanal yaşamla gerçekleştirilir.”

 

Medya Kültürü Ve Kültür Emperyalizmi

Kapitalist modernite döneminde geçmiş dönemlerden çok daha farklı olarak yeni bir kuvvet biçimi ortaya çıkar. Çok zaman her hangi bir ülkenin dört temel (askeri, siyasi, ekonomik ve hukuk) kuvveti ile birlikte o ülkenin beşinci bir kuvveti olarak adlandırılan ama günümüzde bu kuvvetlerin çok üstünde bir kuvvet olma özelliğini kazanan birincil bir kuvvettir medya. İletişim teknolojisinin hızlı bir gelişme gösterdiği modernist çağda medya, toplum üzerinde çok etkili olabilen bir kurum olarak rol oynar. Özellikle iletişimin uluslararası bir boyut kazanması ile medyanın bu etkileyici konumu daha da önem kazanmıştır.

Medya, kitle iletişim araçlarının ya da organlarının (radyo, televizyon, internet, yazılı basın-yayın, vb. gibi) tümüne verilen addır. Günümüzde medya, olumlu ya da olumsuz temelde her hangi bir kültürün ulusal ve uluslararası çapta yayılmasında çok etkili bir rol oynamaktadır. Bugün medya ve özellikle de sistemin

güdümündeki medya tekelleri, kapitalist kültürün kitlelere taşırılmasında ya da sistemin kültürel hegemonyasının gelişiminde başat bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Sadece kapitalist kültürü kitlelere taşırma boyutu ile de değil, bizzat bu kültürü üretme ve dağıtma boyutuyla da bir rol ve görev üstlenmiş bulunan medya, doğrudan kitlelere hitap eden ve yönlendirebilen konumu ile de kendine özgü bir kültür yapısını meydana getirmiştir. Kapitalist modernitede medya kültürü kavramı bu gerçeklik bağlamında anlam bulmaktadır.

Şüphesiz kitle iletişim araçları yani medya, salt anlamda ve kendi başına bir olumsuzluğu ifade etmez. Medya, içeriğe ve amaca bağlı olarak fevkalade olumlu bir rol de oynayabilir. Ancak kapitalist modernizme hizmet eden kitle iletişim araçlarının yani medyanın olumluluk adına bir rol ifa etmesi mümkün değildir. Tam tersine medya bir ahtapot gibi toplumu sarıp sarmalayan ve günlük olarak da toplumu beyinsizleştiren bir makine işlevini görmektedir. Toplumun beyni olması gereken medya tam aksine, toplumun beynini yıkama görevini yerine getirmektedir. “Medya, modernizmin en etkili beyin ve yürek yıkama aracıdır. İletişim teknolojisinin sunduğu olanaklardan yararlanan ulus-devlet bu aygıtlarla dilediği vatandaşı yetiştirmekte büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Özellikle üç (S)’ler seks, spor, sanatın popülerleştirilerek, özünden boşaltılarak topluma sunulması aptal, banal, afyonlanmış vatandaş oluşumunda medya başat rol oynamaktadır.” Bu anlamda hiçbir siyasi, ekonomik ve askeri güç, sermaye tekellerinin kontrolündeki medya gücü kadar toplumu ve dolayısıyla bireyi doğrudan ve günlük olarak kolay yönetemez ya da yönlendiremez. Günümüzde medya organlarının bu kadar yaygınlık kazanması ve adına medya kültürü dediğimiz bir “kültür”ün de yaratılmasının temelinde esasen bu gerçeklik yatmaktadır.

Örneğin günümüz insanı, dünyada olup biten hemen her şeyi medya yoluyla edinmektedir. Başta televizyon olmak üzere diğer bütün yayın organları aracılığı ile önceden bir imaj çizilmekte ve çizilen bu imaj doğrultusunda insanların nasıl düşünmesi ve yaşaması gerektiği de bir şekilde bilinçaltına yerleştirilmektedir. Kitle iletişim araçları üzerinde önemli bir araştırma yapan Huxley’e göre bu dünya hakkında nasıl düşünmemiz gerektiği çıkar sahibi guruplarca yani dünyayı yöneten güçlerce tayin edilmekte ve kitleler bu şekilde yönlendirilmektedir. Dünyaya ilişkin hemen hemen bütün bildiklerimiz ya da bildiğimizi sandığımız şeyler bize günlük gazeteler, haftalık dergiler, radyo ve televizyon vb. gibi kitle iletişim araçları vasıtası ile aktarılmakta ve benimsetilmeye çalışılmaktadır. Çağımız insanının yaşamında önemli bir yer tutan, örneğin bir televizyonu ele aldığımızda dünyada en fazla izlenen bir araç olduğu gibi, kapitalist yaşam kültürünün en çok da televizyon yoluyla insanlara taşırıldığı bilinmektedir. Televizyon, ister haber boyutuyla, ister daha başka kültürel boyutlarla ele alınsın, günlük olarak ve sürekli bir şekilde sistemin ideolojik yönlendirme bombardımanına maruz kaldığımız bir araç konumundadır. Nasıl düşüneceğimiz, nasıl giyineceğimiz, nasıl tüketeceğimiz, nasıl konuşacağımız, ne tür hayal ve düşler kuracağımız, ne tür bir yaşam tarzına ve imajına sahip olacağımız vb. düşünsel ve kültürel dünyamızın dışa vurumu olan hemen her davranışımızın nasıl olması gerektiği bizzat televizyon aracılığı ile bize empoze edilmektedir. Pembe dizilerden erotik filmlere, eğlence ve magazin kültüründen tüketim kültürüne, reklâm bombardımanından televole kültürüne kadar popüler kültür insanlara aşılanmakta ya da aşılanmak istenmektedir. Özellikle cinsellik ve şiddet kültürü çok bilinçli ve merkezi bir konu olarak işlenmektedir. Tek tipleştirilen bir kültür ile insanlar artık aynı filmleri izliyor, aynı danslarla eğleniyor, aynı müzikleri dinliyor, aynı tutku ve hayaller besliyor ve aynı imajlara özeniyor. Televizyon bu anlamıyla insanların tüketim zincirinin esaretine alınması ve bu amaçla bönleşmesi ve aptallaşması için adeta ne gerekiyorsa onu yapmaktadır. Adeta dokunduğu her şeyi çürütmektedir. Örneğin Cerdan’a göre televizyon, “bireylerin aptallaşmasına, köleleşmesine, seçimlerde şartlaşmasına ve yeryüzünün Amerikanlaşmasına” sebep olmuştur.

Dünya ölçeğinde etkili olabilen medya şirketlerini kontrol eden ülkelerin, özellikle de Batılı ülkelerin daha çok da medya yoluyla geliştirdiği en önemli bir yöntem de kültür emperyalizmidir. Kültür emperyalizmi, bir ülkenin ya da devletin kendi kültürel değerlerini ve ideolojisini diğer ülkelerin halkına benimsetmesi ya da taşırması olarak tanımlanır. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve dünya çapında yaygınlaşması üzerine her ulus-devlet kendi kültürel değerlerini başka ülkelerin halklarına taşırma olanağını bulsa da, gerçekte medya gücünü en fazla kontrol edebilen ülkeler bu yöntemi uygulayabilmişlerdir. Kültür emperyalizmi esasen de diğer emperyalist emellerin gerçekleşmesi için uygun bir zemin hazırlar, yani tamamlayıcı bir rol oynar. Tüketim kapitalizminin dünya ölçeğinde yaygınlaşması için bu tür kültürel ihraçların bizzat medya aracılığıyla sağlandığı bilinmektedir. Bu nedenle de uluslararası düzeyde etkili olan medya tekelleri, dünyadaki tüm iletişim sistemini kontrollerinde tutmaktadır. Bu konuda önemli bir araştırma yapan Schiller, dünyadaki iletişim sisteminin ve araçlarının ürettiği mesajların gerçek kaynağının ve biçimlendiricisinin Batılı ülkeler olduğunu belirtmektedir. Schiller bunu “kültür emperyalizmi ya da kültürel nüfuz” olarak tanımlamaktadır. Örneğin Batı yaşam tarzının ve kültürel değerlerinin dünyanın geri kalan halklarına taşırılması için çok önemli bir çaba yürütülmüş, yürütülmektedir. En çok da “Batılılaşma” adı altında geliştirilen bu kültürel yayılmacılık, dünyanın geri kalan halklarına karşı bir kültürel ‘üstünlük’ ve ‘gelişmişlik’ nedeni olarak sunulmuş ve bu, kültür emperyalizminin en önemli dayanağını oluşturmuştur. Böylelikle Batı yaşam tarzıyla, daha çok da Amerikan yaşam tarzıyla tek tipleşen bir kültürel hegemonyanın sağlanması amaçlanmaktadır. Tüketim toplumu ve yaşam tarzının küreselleştiği günümüz dünyası, aynı zamanda kültür emperyalizminin de geliştiğinin de çok iyi bir göstergesi olmaktadır.

 

Tüketim Kültürü

Tüketim kültürü, kapitalist uygarlığın bir kaçınılmazıdır. Endüstriyalizmin ve sermaye birikiminin başat bir ekonomi-politika olduğu kapitalist uygarlık döneminde insanların tüketiciliğe özendirilmesi ve hatta bir tüketim makinesine dönüştürülmesi, kapitalist yaşam tarzının ve onun ekonomi-politikasının en birincil amaçlarından biridir. Sistemin çarkının dönebilmesi için insanların daha fazla tüketmesi ve dolayısıyla tüketim kültürü zincirinin birer halkası-nesnesi haline gelmeleri gerekmektedir. İnsanlar tüketim kültürüne alıştırıldıkça, tüketim kültürünün bağımlısı haline gelip tüketimi arttırdıkça, sermaye sisteminin çarkı da o düzeyde dönebilmektedir. Kapitalist sermayenin doğasında da şöyle bir diyalektik kural sürekli işler haldedir: Daha fazla sermaye birikimi+daha fazla satmak=daha fazla tüketmek!

Kapitalizm bu kurala göre işleyen bir sistem olduğu için kaçınılmaz olarak bir tüketim toplumunu yaratır. Kapitalist modernitede toplumun tüketim kültürüne göre şekillendirilmesi için birçok yol ve yöntem kullanılır. En başta medya üzerinden yürütülen reklâm kampanyaları ile toplum sürekli olarak lükse ve konforlu bir yaşama özendirilir. Gerek medya aracılığıyla ve gerekse de her yere yapıştırılan reklâm panolarıyla topyekûn bir kampanya halinde tüketim kültürü yüceltilir. Böylece sürekli alıcı konumda olmak ve tüketmek, yaşamın en vazgeçilmezi olarak sunulur. İnsanların güdü, duygu, tutku ve düşünsel dünyası, bu tüketim kampanyasının günlük kışkırtmaları ve uygulamaları ile tahrik edilir.

Kapitalist ülkelerin bir tüketim toplumunu yaratmak için bunu bir ulusal politika halinde yürüttüklerini inceleyen Alan Durning, “Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği” adlı kitabında, özellikle ABD’yi örnek bir ülke olarak işlemekte ve bu modelin giderek dünyada yaygınlaştığını şöyle ifade etmektedir:

“…tüketim, neredeyse evrensel çapta iyi olarak görülmektedir; aslında tüketimi artırmak, ulusal ekonomi politikasının birinci hedefidir.

“II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ABD refah döneminde satış analizcisi Victor Lebow şunları söylemiştir: ‘Aşırı derecede üretken olan ekonomimiz… tüketimi yaşam tarzı haline getirmemizi, malların satın alınmasını ve kullanılmasını bir ayine dönüştürmemizi, tüketimde manevi tatmini, egomuzun tatminini aramamızı istemektedir… Bir şeylerin giderek artan bir hızla tüketilmesine, yakılıp bitirilmesine, yıpratılmasına, yenisiyle değiştirilmesine ve hurdaya çevrilmesine ihtiyacımız var.’ Batılı ülkelerin vatandaşlarının çoğu Lebow’un çağrısına kulak vermiştir ve dünyanın geri kalan kısmı da bu çağrıyı izlemekte gayretli görünmektedir.

“Endüstriye dayalı ülkelerde tüketim artık toplumsal değerlere nüfuz etmektedir. Dünyanın en büyük iki ekonomisinde -Japonya ve ABD’deyapılan kamuoyu yoklamaları insanların başarıyı, tükettikleri miktarla giderek daha fazla ölçtüklerini göstermektedir. Japonlar ‘üç yeni kutsal hazine’ den bahsetmektedirler; renkli televizyon, havalandırma cihazı ve otomobil. Polonyalıların dörtte biri Amerika’nın en zenginlerinin yaşam tarzını anlatan ‘Hanedan’ı en çok beğenilen televizyon programı olarak saymakta ve Afrika’nın ortasındaki köylüler Amerikalı petrol zenginlerinin sergilendiği ‘Dallas’ ı izlemektedirler. Tayvan’da bir ilan tahtasında ‘Neden Hala Milyoner Değilsiniz?’ sorusu yer almaktadır. Business Week muhabirlerinden biri şöyle yazmaktadır: ‘Meksika’da… Amerikan Rüyası canlı ve iyidir.’ Gerçekten de ‘tüketici’ ve ‘kişi’ sözcükleri eşanlamlı sözcükler haline gelmiştir.”

Maddi uygarlığın en gelişmiş biçimi olan kapitalizmin insanlarda önemle derinleştirdiği şu mit, şüphesiz tüketim kültürünün de en önemli bir toplumsal dayanağıdır. Tarihsel temelleri güçlü olan ve ancak kapitalist uygarlığın daha fazla geliştirip derinleştirdiği, hiçbir zaman ve hiçbir surette doyuma ve tatmine uğramayacak olan bu mit, sermaye birikimi ve zenginleşme tutkusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kapitalist insan tipinin en temel düşsel gerçeği ve amacı; daha fazla zenginleşmek, para, mal ve mülk sahibi olmak, dolayısıyla maddi zenginliğe dayalı konforlu bir yaşam sürdürmektir. Bu maddi mit, insanların tüm güdü, duygu, düşsel ve ruhsal dünyasını süsler, yaşamın her anına damgasını vurur. İnsani var oluşun anlamı, sadece ve sadece bu tutkunun peşinde olmaya-koşmaya hasredilir. Buna göre yaşamın bir anlamı olacaksa o da zenginleşmek ve zenginlik içinde tüketebilmektir. Aynı şekilde insani mutluluğun tek kaynağı olarak da maddi zenginlik gösterilir. Gerçekten de kapitalist toplumda bireyler, maddi zenginlik ve varlık içinde yaşadıkça, bolluk içinde daha fazla tükettikçe mutlu olabileceklerini ve bunun mutluluğun tek kaynağı olduğuna inanırlar ya da gerçekliğin bu olduğuna inandırılmışlardır. Aslında bu maddi yaşam dogmasının sadece mitolojik değeri olan bir yaşam sapması olduğu, onun sürekli tatminsizlik ve doyumsuzluk içinde debelenen tüketici bir birey ve toplum üretmesinden anlaşılmaktadır. Örneğin maddi zenginleşme tutkusu, dayanılması güç bir cazibe gibidir. Kişi ne kadarına sahip olursa bir o kadarına da daha fazla sahip olmak ister. Bir arabası varsa ikinci bir arabasının da olmasını ister. Bu her konuda böyledir. Hep daha azına sahip olduğu için kendisini daha az mutlu sayar. Onun için sürekli bir mutsuzluk içinde hep için içini kemirir ve bu yüzden hep biraz daha fazlasına sahip olmak ister. Hiçbir şekilde “mutlu bir son”u olmayan bu tutkunun doyumsuzluğu ve tatminsizliği hep böyle sürüp gider.

Şimdi kapitalizmde yaratılan tüketici birey ve toplumun temel zihni formatının bu tutkuya göre belirlendiğini iyi biliyoruz. Hemen herkesin zenginleşme tutkusu ile yanıp tutuştuğu kapitalist yaşam zemininde hiç şüphesiz dünya tüketim zincirinin hiyerarşisinde, belirli bir nicelikte ve belirli bir insan kümesi dışında herkesin zengin olması asla mümkün değildir. Günümüz dünya tablosuna bakıldığında zengin ve yoksul ülkeler, bölgeler ve insanlar arasındaki uçurumun her geçen gün daha da derinleştiği çok iyi görülmektedir

Doyumsuzluk ve tatminsizlik her açıdan bir tüketim kültürünü yaratır. İnsanlar tükettikçe daha da tüketir. Tüketim kültürünün kalıplarına mahkûm olan insan, artık her şeyi ile tüketici bir varlıktır. Kapitalizm, insan da dâhil, her şeyi tüketim kültürünün kurbanı yapar. İnsanın güdüleri, duyguları, tutkuları, cinselliği, açlığı ve kısacası her şeyi, günlük olarak kışkırtılır ve tüketim kültürünün birer nesnesi/aracı haline dönüştürülür. Kapitalist piyasa sisteminin işleyebilmesi için örneğin, her zaman yeni icatlar ve ürünler piyasaya sürülür. Çünkü insanların sürekli alıcı konumda olabilmeleri için tüketime aşırı bağımlı olmaları temel bir koşuldur. Bunun için gerekli olan, insanları marka bağımlısı olmaya ya da gösterişe, süse ve imaja önem veren bir yaşam tarzına yönlendirmektir. Bu nedenle de insanların bilinçaltına “kullan at” ideolojisi kazılmalıdır. Birey ve toplum bu yaşam tarzı ve ideolojiye göre şekillendirilip yönlendirildiğinde her yeni otomobil, bilgisayar, cep telefonu, vb. eşya ya da meta piyasaya sürüldüğünde insanlar hemen bunları almak ister. İnsan toplumu bu şekilde doymak bilmeyen bir tüketim çılgınlığının içine çekilir. Hızlı yaşamak ve hızlı tüketmek, insanlar için artık tek yaşam tutkusu haline gelir.

Bütün bu vb. yönleriyle kapitalist uygarlığın şekillendirdiği insan tipi, homo-economicos olarak tanımlanan ve aslında her tür tüketime koşullandırılan bir insan tipidir. Tüketime bağımlı hale getirilen bu tip yalnızca maddi değerleri tüketmekle kalmaz, bununla birlikte en temel insani nitelikleri de tüketir. Aslında sistem tamı tamına insanı tüketen bir yaşam mekanizmasını kurar. Bu konuda sistemin en temel yaşam felsefesi olacak tarzda tüm toplum bireylerine sürekli olarak aşıladığı iki temel kavram ekonomizm ve rasyonalizmdir. Bu iki kavram içerdikleri anlam bakımından bireyde tek bir hedefe yönelecek tarzda ortak bir çağrışım yaratır: “Daha fazla sermaye birikimi”. En “akılcı yol” ile mümkün olan en genişlik ve yoğunlukla ve bir an dahi kesintiye uğramayacak tarzda daha fazla sermaye birikimi. Şimdi bu, akıl bakımından akıl dışılığın kendisidir. Buna karşın burada rasyonalitenin anlamı ve işlevi, toplumsal ahlakı aşmanın bir tür aklı oluyor. Bu akıl, toplumsal ilişkilerin temeline maddi çıkar ilişkisini koyar. Bunun önünde engel olabilecek tüm toplumsal öğeleri ortadan kaldırır. Daha fazla sermaye birikimini elde etmek için hiçbir kural, hiçbir toplumsal değer ilkesini tanımaz. Her şeyden bir çıkar uman, toplumsal olan her olguyu maddi bir çıkar ilişkisine indirgeyerek tanımlayan bu akıl, insanın varoluş temeli olan toplumsallığı parçalamakla kalmaz, yöneldiği insan ve doğa kaynaklarını da son kertesine değin tüketmeyi esas alır. Mümkün olan en yüksek yoğunlukta bir sermaye birikimi, mümkün olan en yüksek yoğunlukta bir değer tüketimi demektir. Bu nedenledir ki sistem, toplumu tüketim esaslarına göre şekillendirir. Tüketicilik, tüketici insan ve toplum gerçeği bizzat sistemin yarattığı bir olgudur. Kapitalizm kaçınılmaz olarak tüketici bir toplum ve kültür yaratır. Kitle iletişim araçları yoluyla toplum tüketiciliğe özendirilir. Burada olup biten insanın tam bir tüketim nesnesine dönüştürülmesidir. Bir tüketim nesnesine indirgenmiş olan insan için yaşamın artık tekbir anlamı vardır: Tüketmek için yaşamak! Kapitalizm bu anlamda insan toplumunu tek bir yaşam seçeneğiyle karşı karşıya bırakır: “YA TÜKET, YA DA ÖL!” 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.