Düşünce ve Kuram Dergisi

Uygarlık-Demokratik Uygarlık Modernite-Demokratik Modernite 

Zeynel Günaydın

Uygarlık genel anlamda olumsuzladığımız bir kavram. İki temel döneminin olduğunu şu başlıklarla belirliyoruz: “Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı” ile “Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı”. Peki, içeriği böyle olan ‘uygarlık’ kavramını ‘demokratik uygarlık’ olarak kullandığımızda neyi kastediyoruz? Acaba uygarlığı olumluyor muyuz, Pandora’nın Kutusu gibi adeta tüm kötülükleri bağrında taşıyan bu kavramın ‘demokratik’ kelimesiyle bir araya gelişi nasıl mümkün olabiliyor?

Modernite, çağdaşlık anlamında çok sık kullanılan önemli bir kavram. Daha çok da kapitalist yaşam tarzı, günümüzün çağdaşlığını ‘temsil ettiğinden’ adeta kapitalizm tarafından ele geçirilmiş bir kavram. Verili literatürde modernleşmenin düzeyi, kapitalist yaşam tarzına dahil olunan kadardır. Bu nedenledir ki, yaygınca ‘kapitalist modernite’ kavramı kullanılmaktadır. Peki, biz ‘demokratik modernite’ kavramını kullandığımızda, temel kriteri kapitalist yaşama koşmak olan bir şeyi mi gerçekleştiriyoruz? Yani kapitalistleşiyor muyuz? A. Öcalan bu durumu “genelde devlet odaklı, özelde kapitalist modern yaşamdan kopuşu üçüncü doğuşum olarak adlandırıyorum.” şeklinde değerlendiriyor. Peki, o halde biz neden ‘demokratik modernite’ kavramını kullanıyoruz, kastedilen nedir?

Bir yandan ‘demokratik uygarlık’ı, bir yandan ‘demokratik modernite’yi, bir yandan da ‘demokratik konfederalizm’i kullanıyoruz. Bunlar birbirinin yerine geçen kavramlar mı? Bunların birbiriyle ilişkisi nedir? Bizim sistemsel algılayışımızda bu kavramlar nerede durur?

Sistemsel algılamayı ve değerlendirmeyi olanaklı kılan bu kavramların doğru kavranması, anlaşılır kılınması, yeni paradigmanın anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Bu nedenle de bu kavramları birbiriyle bağlantılı ama kendi özgünlükleri dahilinde ele almak yararlı olacaktır.

 

Uygarlık, Demokratik Uygarlık

Uygarlık ‘kent’ bağlantılı bir kavramdır. ‘Medeniyet’ anlamına da gelmektedir. Arapçada Medine sözcüğü de bu durumu en iyi ifade eden bir kavramdır. ‘Uygarlık’ kavramını hiyerarşik devletçi sistemi tanımlamak için kullanıyoruz. Her ne kadar yer yer neolitik toplum için uygarlık kelimesi kullanılsa da bu çok yerinde olan bir tanım değildir. Yapısal olarak devletli dönemden önce de şehir olmaya evrilmiş, hatta şehir haline gelmiş yerleşim yerleri bulunmaktadır. Buna örnek olarak Çatalhöyük gösterilebilir. Ancak bu gibi yerlerde büyük sınıfsal ve cinsel eşitsizliklerin olmadığı komünal yaşamın hakim olduğu bilgisine sahibiz. Kent kültüründe görülen ayrışmalar, eşitsizliğe dayalı farklılaşmalar buralarda görülmez. Bu nedenle de bu gibi yerleri uygarlık kültürü çatısı altında ele almak doğru olmaz. Çünkü “uygarlık sınıf kültürü ve devletiyle ilgilidir. Kentlilik, ticaret, ilahiyat ve bilimin kurumlaşması, politik ve askeri yapının gelişmesi, ahlak yerine hukukun öne çıkması, erkeğin toplumsal cinsiyetçiliği yeni uygar toplumun hâkim göstergeleridir. Bir anlamda bu özelliklerin toplamına uygar toplum kültürü de denilebilir”

Tanımdan da anlaşıldığı gibi uygarlık, insanların ilk toplumu olan ahlaki ve politik toplumun aleyhine gelişen bir kültürdür. Kendiliğinden veya bir anda gerçekleşen bir süreç değildir. Çok sistematik bir şekilde ilk toplum biçimi olan ahlaki ve politik (doğal) topluma karşı yürütülen bir mücadele ve saldırının sonucudur. “İnsan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel anlamının sürekli soykırıma tabi tutulması…” ve “özgür yaşam anlamının boşaltılmasından geriye kalan…” olarak tanımladığımız uygarlık, bu yönüyle öyle övünülecek, ileri görülecek bir gerçekleşme değildir. O, özgürlüğün kaybedilmesi pahasına gelişmiştir. Toplumu parçalayan, toplumda birilerini özne birilerini de nesne haline getiren bir zihniyetin ürünüdür.

Doğal toplumun birbirini tamamlayan, birbiri için olan yaşam tarzı, yerini zamanla bencilliklerin gittikçe güçlendiği yeni bir döneme bırakacaktır. O güne kadar toplumsallaşmanın, komünalitenin geliştirilmesi için çalışan, yorulan kafalar, artık toplum içinde bir ‘üst toplum’ yaratmak için kullanılacaktır. ‘Güçlü kurnaz adam’ diye nitelendirdiğimiz sapkın tarihin yapım ustaları toplumda öncelikle ana-kadının eşitlikçi-özgürlükçü toplumu içinde yer alan genç erkekleri etraflarına toplayarak, onların üzerinde tahakkümlerini geliştirirler. Doğal toplumun öncüsü ve en güçlü savunucusu pozisyonundaki kadını karşılarına alarak, ona karşı sistematik ve bilinçli bir saldırı başlatırlar. Bilirler ki kadın geriletilmeden, güçten düşürülmeden doğal toplumun komünaliteye dayanan değerlerini aşmak mümkün olmayacaktır. Tarihe hiyerarşik dönem diye geçen, doğal toplum ile devletli uygarlık arasındaki bu geçiş süreci, bu nedenle çok yoğun bir direnen kadın-egemen olmak isteyen erkek arasındaki mücadeleye sahne olacaktır. Kadın komünaliteyi, ortaklaşmayı, dayanışmayı, biriktirmemeyi vb esas alırken, egemen olmak isteyen erkek, özelleşmeyi, özelleştirmeyi dayatacaktır. Bu ara süreçteki mücadelenin galibi, egemen erkek olacak ve güçlenme istemlerini en büyük güç kurumlaşması olarak devletle taçlandıracaktır. Tabandaki bu güçlenme düzeyine denk olarak zihinlerde de tanrılaşacaktır. Böylelikle de insanlığın ilk, kök ve insan olmanın özünü temsil eden doğal toplum bastırılmış, bir sistem olarak aşılmış olacaktır.

Artık toplum yeni bir mecraya girmiş olmaktadır. Bu yeni toplum, en temel yaklaşımı kendini büyütürken birilerini küçültmeyi, kendini özneleştirirken toplumun geri kalanını nesneleştirmeyi esas alan bir zihni yapılanmada olacaktır. Artık eskisi gibi birinin gücü herkesin gücü olmayacaktır, yine herkesin gücü de birinin gücü değildir. Bencilliğin bir ürünü olan bu sistem, toplumu amansızca parçalayacak, güçten düşürecek, kendine bağımlı hale getirecektir. Toplumun içine itildiği bu yeni dönemin diğer bir adı da kölelik dönemi olacaktır ve bu hiç değişmeyecektir. Nitekim uygarlık süreçleri ve onun da çıkışını sağlayan hiyerarşik dönem adlandırılırken, hep köle tanımını kullanılmaktadır. Hiyerarşinin çıkışı için ‘köle toplumun doğuşu’, devletçi toplum için ‘köle toplumun oluşumu’, feodal devletçi toplum için ‘olgunlaşmış kölelik toplumu’, kapitalist devlet ve toplum için de ‘derinleşmiş ve genelleşmiş kölelik’ tanımlamaları yapılmaktadır. Bu kölelik üreten ve toplumu ‘karılaştırma’yı en temel yaklaşımı haline getirmiş olan sistem gerçekliği, değer(sizlik) olarak “baskı, sömürü, gasp, talan, tecavüz, katliam, vicdansızlık (ahlaksızlık), yok etme ve eritme-istismar gibi toplum için gereksiz çok sayıda maddi ve manevi kültür öğeleri” ile yüklenecektir.

İşte kısaca değerlendirilmeye çalışılan bu hastalıklı doğuşa ‘uygarlık’ deniyor. Peki, böylesi bir sistemin içinde demokratik uygarlık tanımlamasını neden yapıyoruz? Marksizm de dahil pek çok sosyal bilim yaklaşımı toplumsal sistemleri ele alırken, var olan sistemi tekçi bir perspektifle ele almıştır. Marksizm’de toplumsal gelişme, yeni ile eski arasındaki mücadelede birinin diğerini yok etmesi üzerine oturtulmuştur. Bu mantığa göre, ilk toplum olan ahlaki-politik (doğal) toplum bir sistem olarak aşıldığından, yerine geçen yeni sistemler döneminde yaşamıyordur artık. Bir ara süreç olan hiyerarşik sistemi bir tarafa bıraksak dahi –zira bu dönemde bir denge vardır hala, ara süreçtir, gelecek belirsizdirdevletli dönemde artık doğal toplumdan eser kalmamıştır. Aynı sistematik temelinde feodal dönemde köleci dönem yoktur, kapitalist dönemde feodal dönem yoktur, sosyalist dönemde de kapitalizm olmayacaktır vb. tespitin toplam sonucu olarak da hiçbirinde doğal yani ahlaki ve politik toplum yoktur. Bu, bilimsel bir tespit olarak ele alınarak izlenmiş, tarihtoplum tahlilleri buna oturtulmuştur. Halbuki yukarıda da belirttiğimiz gibi yeni devletçi sistemlerin bırakalım köleliği aşmalarını, onu daha da geliştirdiklerini pratiklerinden, toplumsal yaşamın daha da dağıtılmasından rahatlıkla görebilmekteyiz. Yine bunun doğru olmadığı en yalın haliyle biyolojik olarak insanın var oluşunda bile görülebilir. İnsan, eğer kendinden önceki evrimsel açılım olmasaydı, oluşmazdı. İnsanı biyolojik olarak insan yapan, bir atom altı parçacıktan tutalım, en gelişkin bir hayvanın oluşumuna, oradan da memeliler türünden insana uzanan milyarlarca yıllık bir evrim ve birikimdir. Bu şu demektir: öncesi, sonrasında yaşar. Zaten o nedenledir ki insanın ana rahmindeki geçirdiği dokuz ayda aslında tüm bir evrenin oluşumunu tekrarladığı ve böylelikle ancak insan olabildiği söylenir. İnsanın biyolojisinin gelişimi böyleyken, insanın her türden davranışının temelinde yatanın öncesi olduğu, bu yönüyle insanın tarih olduğu, tarihin de insan şahsında günümüzde yaşadığı da bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla hiçbir şeyin ve hiç kimsenin tarihsiz, öncesiz, köksüz olamayacağı tespiti, en bilimsel tespitlerden biri olmaktadır. Bu tespitlerden şunu çıkarıyoruz: doğal toplum bir sistem olarak yenilmiş olabilir, ancak bu, onun tümden yok olduğu, ortadan kalktığı anlamına gelmez. Yeni gelişen (devletçi sistem), eskiyi (doğal toplum) yok etmemiştir, onu bastırmıştır, geriletmiştir, hatta ondan beslenmiştir. Bu yönüyle uygarlık demek, sadece devletten, onun kültüründen oluşan bir dönem demek değildir.

Uygarlığın devletleştiği dönemde, devletin saldırılarına maruz kalan, devletleşmeyen, devlete karşı direnen, devletleşmek istemeyen, çok geniş bir toplumsal gerçeklik de bulunmaktadır. Yani her ne kadar devlet hakim bir güç olarak ortaya çıkmış da olsa, toplumun tüm kesiminin bu devletli yapı içinde olmadığını bilmek gerekir. Öyle ki devlet çoğu zaman ‘etnisite okyanusu içindeki adacıklar’a benzetilir. Özcesi, yenilmiş doğal toplum, yeni dönemde de kendini farklı şekillerde devam ettirecektir, çünkü o gerçek toplumdur. Toplum kendi sisteminden ne kadar yoksun kılınmış olursa olsun ahlaki yine de politik temeller üzerinden var olur, gelişir. İşte demokratik uygarlık kavramıyla kastedilen, uygarlığın gelişiminin ardından devletçi sisteme karşı mücadele eden, eski doğal toplum yaşamlarını korumak isteyen devlet dışı kalmış kesimlerin temsil ettiği uygarlıktır.“Tanımı gereği demokratik uygarlığı hem bir düşünce sistematiği, düşünce birikimi, hem de ahlaki kurallar ve politik organların bütünlüğü olarak ifade ediyorum. Ne sadece bir düşünce tarihinden, ne de ahlaki ve politik gelişme içindeki toplumsal realiteden bahsediyorum. Tartışma iç içe olarak iki konuyu da kapsamaktadır.”

Her canlıda olduğu gibi insanda da bir doğanın varlığından bahsedilebilir. İnsan toplumunun doğası da ahlaki-politik olmaktır. Ahlaki ve politik olmak bu durumda hem toplumun en temel özelliği olurken, hem de toplumun olduğu yerde ahlaki ve politik özellikten bahsedilebileceği anlamı çıkmaktadır. Bu çerçevede demokratik uygarlık sistemini, uygarlığın devletli yüzünün olduğu yerin tam karşısına oturtmak gerekiyor. Yani uygarlığın ikili bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu tespit uygarlığın tekçi yapısını ortadan kaldırır. Bu devletin olduğu yerde demokrasinin yani ahlaki ve politik toplumun da var olması demektir. Yani doğal toplum, aynı anlama gelmek üzere ahlaki ve politik toplum eski gücünü yitirmiş de olsa, devletin olduğu her dönemde var olmuştur ve toplum var oldukça, toplumun doğası olduğundan da var olmaya devam edecektir. Aksi halde, toplum olmaktan çıkılacak, yani yok olunacaktır. Ahlaki ve politik toplumun değerlerini esas alma anlamında düşünsel olarak, hem de bu değerlerin kendini yaşamsallaştıracağı, ifadeye kavuşturacağı bir sistem olarak demokratik uygarlık, tüm resmi uygarlık tarihi boyunca ahlaki ve politik toplumu temsil etme anlamına gelir. Resmi uygarlık karşıtı olan, devletleşmemiş, devletin her türden saldırısı karşısında demokratik-komünal değerleri korumaya çalışmış her türden kesim, demokratik uygarlığın temel unsurları olur. Bu perspektiften bakıldığında, “Tarih sadece iktidar ve devletler yığınının toplamı olmayıp, ondan katbekat (her zaman toplumsal doğanın yüzde doksanın üstündeki varlığı) daha fazla demokratik uygarlık örnekleriyle doludur. Tüm aile, kabile ve aşiret sistemleri, konfederasyonları, kent demokrasileri (bilindiği kadarıyla en çarpıcı örnek Atina’dır) ve demokratik konfederalizmleri, manastırlar, tekkeler, komünler, eşitlikçi partiler, sivil toplumlar, tarikatlar, mezhepler, iktidarlaşmamış din ve felsefe toplulukları, kadın dayanışmaları, yazıya geçirilmemiş sayısız dayanışmacı cemaat ve meclisleri vb. devasa toplumsal gruplar demokratik uygarlığın hanesine kaydedilmelidir.”

Bu temel parametreler temelinde ‘uygarlık’ kavramını başına ‘demokratik’i koymak kaydıyla kullanıyor olsak da esasında bunun kerhen olduğunu da bilmek gerekir. Öcalan bu konuda da “Demokratik uygarlık… ad olarak belki yetersiz olabilir; çok sayıda eleştiri gerektirebilir. Ama toplumun tarihsel-toplum niteliğini . Bu temel parametreler temelinde ‘uygarlık’ kavramını başına ‘demokratik’i koymak kaydıyla kullanıyor olsak da esasında bunun kerhen olduğunu da bilmek gerekir. Öcalan bu konuda da “Demokratik uygarlık… ad olarak belki yetersiz..dikkate aldığımda, klan toplumundan aşiret, kabile, kavim, köy, dinsel cemaat vb. topluluklarına kadar tarihi adeta taşıran hareketlerini aynı uygarlıkçı (şehirdevlet-sınıf) yaklaşımlar içinde basit ‘barbar’ veya ‘dinsel gerilik’ olarak adlandırmaya ne gönlüm ne zihnim asla razı olamıyordu.” demektedir.

Önemli olan bir diğer husus da nasıl ki hiyerarşik devletçi gelenek bir sistem ise, demokratik uygarlığın da bir sistem olduğudur. Demokratik uygarlık, ahlaki politik toplumun bir taşıyıcısı olarak kendini tüm uygarlık tarihi boyunca sürdürür. Hem değerler anlamında yaşamak ister, saldırılar karşısında kendini korumak ister hem de kendini politik organlarına da kavuşmuş bir sistem haline getirmek ister, bunun için mücadele eder. Bu yönüyle o, hem değerler anlamında hem de sistem anlamında insanlık tarihinde gerçek anlamda bir akıştır. Resmi uygarlık tarihini güçlü kurnaz adamın ilk icraatı olan hiyerarşinin oluşumuna kadar götürürsek, buna karşıtlık temelinde gelişen demokratik uygarlığı da bu tarihten yani MÖ. 6 binlerden itibaren başlatmak gerekir. Birbirine karşıtlık temelinde her iki gelenek, ilişki ve çelişki halinde günümüze kadar gelmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse; uygarlık, ilk toplum olan ahlaki-politik toplumdan gerçekleşen bir sapma sonucu oluşan ve kent merkezli bir kültürdür. Parçalanmış toplumsal yapıda devletliliği, egemenliği, sınıfsallığı temsil eden uygarlık kanalına sınıflı-devletli uygarlık denirken; demokratik toplum diye tanımladığımız devlet dışı kalmış, iktidarlaşmamış ve toplumun büyük kısmını temsil eden halk kesimlerinin içinde yer aldığı kanala da demokratik uygarlık demekteyiz. Sınıflı-devletli uygarlık ile demokratik uygarlık, uygarlık tarihinin ikili karakterini, bir başka deyişle tez ve antitezini oluşturmaktadır.

 

Modernite, Demokratik Modernite ve Demokratik Konfederalizm

“Modernite genel anlamda bir çağın toplumsal yaşam tarzıdır. Maddi ve manevi kültür olarak bir döneme damgasını vuran tüm teknik, bilim, sanat, siyaset ve moda unsurlarını ihtiva eder.” ‘Çağ’ anlamına gelmektedir. Tanımdan da anlaşılacağı üzere, genel insanlık tarihiyle bağlantılı bir kavramlaştırmadır. İnsanlık tarihinde toplumsal yaşamda, döneme damgasını vuran maddi ve manevi kültür, dönemin modernitesini oluşturur. Bu yönüyle uygarlık öncesi döneme kadar da gider. Örneğin Verimli Hilal’in neolitiği kendi döneminde insanlığın modernitesini oluşturmaktadır. Çünkü döneme her açıdan damgasını vuran temel kültürel yapı buradadır. Bu perspektifle yaklaştığımızda, uygarlık sonrasında da kimi bölge veya uygarlıkların kendi dönemlerinin modernitesini oluşturduklarını görmekteyiz. Örneğin ilk devletli yapı olması itibariyle Sümerler, kendi döneminde, devletli uygarlığın modernitesini oluşturmaktadır. Roma modernitesi, İslam modernitesi, kapitalist modernite vb arttırılabilir. Temel mantık, kendi döneminde toplumsal yaşama damgasını vuran, belirleyici olan kültürel yapı olmaktır.

Bu yönüyle ele aldığımızda hem devletli uygarlığın hem de demokratik uygarlığın modernitelerinin birbirinden farklı olarak var olduklarını görmekteyiz. Devlet ve demokrasi birbirinden farklı ve karşıt olduklarından ve tarihin ikili yapısını uygarlık tarihi boyunca oluşturduklarından moderniteleri de farklı olacaktır. Bu, tıpkı devletli uygarlıkla demokratik uygarlığı birbirinden ayırma gibi bir özgünlüğü temsil etmektedir. Hakim anlayış, moderniteyi de tekleştirmektedir. Bilimsel tekelciliği eline geçirmiş olan Batılı sosyal bilim anlayışı, modernitenin tarihini hem o kadar eskilere götürmemekte hem de moderniteyi kapitalist modernite biçiminde tekleştirmektedir. Bu tekçi yaklaşıma göre kapitalizm kendi döneminin tümünü temsil etmektedir. Kapitalizm her ne kadar önceki dönemlerden farklı olarak gerçek anlamda küreselleşmiş de olsa, esasında toplumun yaşam tarzını temsil edemez. Belki tekniğiyle, devleti güçlendirmesi yönüyle her yere girmeye çalışmaktadır, ancak toplumun doğası olan ahlaki ve politik olan yön zayıflamış da olsa devam etmektedir.

Kapitalizm, özsel anlamda toplumun doğasını oluşturan ahlaki ve politik olmayla en fazla çelişen, hatta onu en fazla yok etmek isteyen bir sistemdir. Kapitalizm, komünalitenin düşmanıdır, onu yok etmeden herhangi bir yere giremeyeceğini bilir. Yine bu sistem, sorumlu davranan, toplum işlerine kafayı yoran, üretken insan anlamındaki politik insan yerine sürüleştirilmiş, bencillik batağında güdülerine teslim olmuş, insanlıktan uzaklaşmış bir tip yaratmak ister. Bu nedenle de gerçek anlamda bir toplum olmaya karşılık gelmez kapitalizm. Zaten bu nedenledir ki Öcalan da, ‘kapitalist modernite’yi kullanmanın koşullu olduğunu belirtir. Çünkü modernite ‘bir çağın toplumsal yaşam tarzıdır’. Halbuki kapitalizm bir toplum değildir. “Nasıl kapitalist toplum kavramının müphem ve gerçeği perdeleme gibi sakıncası varsa, kapitalist modernite kavramının belki daha fazla benzer sakıncaları vardır… Bu anlamda moderniteyi kapitalizme mal etmek büyük hata olur. Hatta birçok unsuruyla ezici olarak bir tekel olan kapitalizme karşıttır. Nasıl ki toplumsal doğanın temel yaşam tarzı olan ahlaki ve politik toplum genelde uygarlığa, özelde kapitalist uygarlığa karşıtsa, modernitede de benzer duruş söz konusudur. Modern toplum kapitalist toplum değildir. O halde neden kapitalist modernite kavramını kullandım? Çünkü kapitalist tekel hegemonik müttefikleriyle topluma olduğu kadar, dönemin yaşam tarzı olarak kabul gören modernitesine de damgasını vurmak ister. İdeolojik, politik-askeri müttefikleriyle çağın yaşam tarzının sanki yaratıcısı, oluşturucusu kendisiymiş gibi çok sistemli bir çaba (eğitim, kışla, ibadet yerleri ve medya vasıtasıyla) harcar. Kendisinin olmayanı kendisininmiş gibi bir egemen zihniyet yaratır. Eğer bu yönlü propaganda çabası başarılı olmuşsa, toplum veya moderniteye damgasını vurmuş olur.”

Bir diğer husus da koşullu olmak kaydıyla kullandığımız kapitalist modernitenin geçmişle bağının kopartılmasıdır. Kendini her şeyin merkezine koyma, oluşu parçalama ve bu parçalardan birini özne, birini de nesne kılma bir devletçi zihniyet hastalığıdır. Nasıl ki devletli uygarlık bir akış ise ve kapitalizm de bu devletli geleneğin son halini temsil ediyorsa, modernite de bir akıştır ve kapitalist modernite, bunun çağdaş halini temsil etmektedir. Kapitalizm ne kadar önceki devletli gelenekten kopuk ise kapitalist modernite de kendinden önceki devletli modernitelerden o kadar kopuktur.

Bunlar birbirinden kopuk olmayan, birbirinin devamı olan şeylerdir. Moderniteyi sadece kapitalizm ile ya da son dört yüz yıllık süreyle sınırlamak, bir Batı ben-merkezciliği örneğidir ve yanlıştır. Doğru olan, onun bir geleneğin devamı olduğudur.

Demokratik modernite ise, resmi uygarlık süreci boyunca devletli modernitenin ikilemini oluşturacak şekilde hep var olmuştur. “Demokratik modernite kapitalist modernite şebekelerinin (ağlarının) olduğu her alanda ve zamanda karşı kutup olarak yaşanmıştır. Başarılı veya başarısız, özgürlük veya kölelik, benzerlik veya farklılık, eşitlikten uzak veya yakın, ekolojik ve feminist anlam kazanmış veya kazanmamış, özcesi ahlaki ve politik toplum özelliğine yakın veya uzak olarak, demokratik modernite kapitalist modernitenin bağrında her zaman ve mekânda varoluş halindedir.”

Modernitenin toplumsal yaşamı temsil etme anlamına gelişi ve demokrasinin de devlet dışı kalmış toplumun yaşam ve örgütlenme tarzı oluşu birleştiğinde, esasında modernite kavramının egemenlikli sistemlerden çok, halk sistemine daha yakın ve ait olduğu görülür. Bu nedenle de demokratik modernite çok uygun bir kavramsallaştırma olmaktadır. Toplumu egemenler ve devletli yapılar temsil edemediğine, edemeyeceğine göre, onların moderniteleri ancak devletli yapıların moderniteleri olabilir, ancak demokratik uygarlığın moderniteleri toplumun temel yaşamını göstermesi açısından modernite kavramının tanımına daha uygun düşmektedir. O açıdan insanlık tarihi açısından da tekli bir demokratik moderniteden bahsedilemez. Nasıl ki devletli sistemin moderniteleri tarih boyunca döneme damgasını vuran kültürlere göre değişkenlik gösteriyorsa, demokratik moderniteler de demokratik uygarlık boyunca farklılıklar taşıyacaktır.

Demokratik Demokratik modernite, kapitalist modernitenin karşıt modernitesi olma özelliği taşır. O da demokratik uygarlık geleneğinin son dört yüz yıllık döneminde devlet dışı kalmış, demokratik komünal değerleri temsil eden toplum kesimlerinin yaşam tarzı anlamına gelir. Kapitalist modernite devletli geleneğin çağdaş temsiliyken, demokratik modernite demokratik geleneğin çağdaş temsilidir.

Kapitalist modernite; kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus devlet gibi üç temel unsurdan oluşurken, demokratik modernite; ahlaki-politik toplum, eko-endüstriyal toplum ve demokratik konfederal toplum boyutlarından oluşmaktadır. Kapitalist modernite bu üç temel ayakla bir sistem haline gelirken, demokratik modernite de kapitalist modernitenin üç temel unsuruna karşılık bu üç temel unsurla kendini bir sisteme kavuşturacaktır. Böylelikle de hiyerarşik devletçi sistemin yarattığı temel toplumsal sorunlara çözüm gücü olacaktır.

Bunlardan ahlaki-politik toplum, esasında yaşamın anlamını, temel kriterlerini oluşturmaktadır. Toplumun doğası olarak belirginlik kazanan, ahlaki ve politik olmak kaydıyla herkesin özneleştiği, kendini kattığı, ürettiği bir yaşam tarzına dayanır. Herkesi bir farklılık olarak kabul ederek, onların birliğini temel toplumsal sorunların aşılması ve insanlaşmanın gerçek anlamda oluşması için gerekli görür. Ahlakı toplumun en temel harcı ve özgürlükle özdeş olarak ele alır. Liberalizmin ahlaksız özgürlük anlayışının karşısına, özgürlüğü ahlak olarak oturtur. Ahlakı ‘özgürlüğün katılaşmış hali, geleneği veya kuralı’ olarak tanımlamayı esas alır. En özgür insanı komünal ve toplumsal olan özüne uygun davranan birey olarak tanımlayarak özgürlük ile ahlakı buluşturur.

Ahlaki politik toplum siyaseti devlete ait olmaktan kurtararak, esasında devletin yaptığını idarecilik olarak tanımlar. Çünkü politika esasında toplumun işini yapmak anlamına gelir ki devlet toplum karşıtlığı nedeniyle toplum işlerini yapmaz. O sadece topluma emreder, hükmeder. Devlet-toplum diyalektiğinde ters orantı vardır, birinin büyümesi diğerinin küçülmesinden geçer. Devletli sistemlerde toplum kendi yaşamı üzerinde söz, karar ve uygulama hakkına sahip değildir. Sürüleştirilen toplum gerçekliği devletli yapıları iyi izah eder. Bu yüzden devletli toplumlarda insanlar esasında politik değildir. Toplumun büyük kısmı kendi yaşamı hakkında söz hakkına sahip olmadığından böyledir, hem de politika yapanlar esasında devletçi bir yaklaşımla siyaset yaptıklarından gerçek anlamda politika yapmazlar. Bu da devletçi sistemlerde esasında bir politikanın yapılmadığını gösterir. Politika, yaşam sorunlarını çözmenin, çözüm gücü olmanın sanatı olarak en güçlü halini doğal toplumda yaşar. Orada toplumun tüm bileşenlerinin önü açıktır, bu nedenle de herkes yaşam hakkında söz ve uygulama hakkına sahiptir. Herkesin önü kendisini gerçekleştirmek için açıktır. Bencil bir zihni yapılanma söz konusu olmadığından da toplumsallaşmaya özgürlük temelinde güçlü bir katılım gerçekleşmektedir. İşte demokratik modernitenin ahlaki-politik toplum boyutu, ilk toplumdaki canlılığı yeniden oluşturmayı hedefler. Herkesi yaşamın öznesi haline getirerek, onların kendini gerçekleştirmeleri, güçlerini açığa çıkarmaları için önlerini açar.

Eko-endüstriyel toplum ise ekonomiyi ekolojiye bağlar. Doğanın her bileşeninin olduğu gibi insanın da içinde yaşadığı bir eko-sistemi vardır ve doğanın hiçbir bileşeni dahil olduğu eko-sistemin dışına çıkamaz. Çıkması halinde yok olması kaçınılmazdır. Bu, insanı nesneleştirmek anlamına gelmez, sadece insanın içinde yaşadığı doğayı gözetmenin, var olmayı sürdürmek için zorunlu olduğunu hatırlatır. Eko endüstriyel toplum ekonomiyi toplumla buluşturur, bu yapıda sanayinin sınırlarını ihtiyaçlar ve ekoloji olarak belirler. Endüstriyi ekolojikleştirir. Ekonomide ahlaki ve politik yanları esas alarak bireyciliğin ve tekelciliğin yarattığı toplum dışılıkları yaşatmaz. “Eko-ekonomi ve eko-endüstri, tüm toplumsal faaliyetlerde göz önünde tutulur.”

Resmi modernitenin temel yönetim tarzı ulus-devlet modeliyken, demokratik modernitenin buna karşılık gelen yönetim tarzı demokratik konfederalizmdir. Demokratik konfederalizm, toplumsal doğanın çoklu yapısına en uygun yönetim tarzıdır. Devletçi sistemler ve onun son hali olarak ulus-devlet, merkeziyetçi olduklarından toplumsal doğadaki çoklu yapıyı görmez, farklılıkları tekleştirir. Bu yönüyle de boğucudur, toplumdaki özne olma halini toplumdan alır. Oysa demokratik konfederalizmin her bileşeni inisiyatifli kılan gerçekliği, esasında toplumsal doğaya da en uygun bir yönetim tarzı olmaktadır. “Demokratik yönetimleri kesinlikle devletin idari yönetimiyle karıştırmamak gerekir. Devletler idare eder, demokrasiler yönetir. Devletler iktidara dayanır, demokrasiler kolektif rızaya dayanır. Devletlerde atama, demokrasilerde seçim esastır. Devletlerde zorunluluk, demokrasilerde gönüllülük esastır.”

Demokratik moderniteyi, devlet dışı kalmış, iktidarlaşmamış toplumun maddi ve manevi yaşam tarzı olarak değerlendirmiştik. Bu yaşam tarzı ve değerler toplamı, ahlaki ve politik ilkeler temelinde ancak devlet dışı siyasal yönetim biçimi anlamına gelmek üzere demokratik konfederalizmle gerçekleşebilir. Demokratik konfederalizm, böylelikle demokratik modernitenin politik organı, siyasal sistemi olmaktadır. Devlet dışı toplumsallık, sadece devletleşmeyerek, iktidarlaşmayarak özüne uygun bir gerçekleşmeyi yaşayamaz. Ahlaki ve politik ilkeleri temelinde kendi kendini örgütlü hale getirebileceği, devlet dışı bir sistemi de yaratması gerekmektedir. Aksi halde devletçi sisteme eklemlenmekten ya da onun içinde erimekten kendini kurtaramaz. Bunun sayısız örneğini tarihte görmekteyiz.

Demokratik konfederalizm, tüm bu gerçekler ışığında ahlaki politik topluma dayanarak gelişen demokratik uygarlığın ihtiyaç duyduğu devletleşmemiş yönetim tarzı olmaktadır.  Bu bir tercih olmanın ötesinde bir zorunluluk ve demokratik uygarlığın var oluş tarzına da en uygun yönetim biçimidir. Çünkü resmi uygarlığın anlayışının tersine, toplumsal doğa tekçi ve homojen değildir. Farklılıkların birliğinin en mükemmel şekilde kendini yaşamsallaştırabileceği sistem, demokratik konfederalizmdir. Herkesin, her birimin özne olduğu, öte taraftan da karşılıklı bağımlılığı esas alarak birbiri karşısında sorumlu davrandığı bir sistemin adıdır. Bu sistem, komünaliteye dayandığından özne olma, inisiyatif kazanma haliyle bağıntılılık hali birbiriyle çelişmez, tersine birbirini güçlendirir. Zira kozmos ve kuantumda da gerçekleşen esas olarak budur.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.