Düşünce ve Kuram Dergisi

ABD Hegemonyası ve “Soğuk Savaş” Stratejileri 

Ergün Karaman

Rusya’nın işgal amaçlı Ukrayna’da yürüttüğü askeri operasyonların sinyalleri önceden verilen, Ukrayna özgülünde cereyan eden hegemonik güç mücadelesinin taraflarından biri olan ABD ve onunla ittifak içinde olan güçler tarafından bilinen, beklenilen ve buna göre hazırlıkları yapılan bir savaştır. Rusya’nın 2014 Kırım ilhakından sonra böylesi bir savaşın gelişeceği düşünülerek NATO tarafından Ukrayna ordusu eğitilip yeniden dizayn edildi. Yani şu an Ukrayna’da cereyan eden savaş, öyle aniden gelişen veya Putin’in fevri davranışlarıyla izah etmek gerçekçi olmayacaktır. Ukrayna’da devam eden savaşın ABD ve Rusya arasında cereyan eden hegemonik mücadelenin bir sonucu olarak okumak mümkündür.

Rusya, hegemonik bir güç olarak denkleme girmenin sinyallerini daha önce vermişti. ABD’nin Sovyet çözülüşü sonrası en önemli jeopolitik hedefi; eski Sovyet bloku ülkelerini NATO ve AB’ye alıp Rusya’yı çevrelemeydi. 1991’den bu yana 30 yıllık süreç zarfında, güç-çıkar mücadelesi bağlamında Rusya’ya karşı böyle sistematik bir politik-pratik hat izlendi. Rusya’da 2001’den itibaren bu politikaya karşı kendi hegemonik planını kurdu. Bu da Rus jeopolitiği olarak tanımlanan, eski Sovyet ülkelerinin konfederal olarak yeniden bir araya getirerek Avrasya üzerindeki hakimiyetini sağlamaktı. 2008’de Gürcistan, 2014 Kırım, 2015 Suriye en önemli hamleleriydi. Yine 1996 yılından itibaren Çin’le geliştirdiği ilişkiyle ve son 20 yılda Avrasya’da ABD ile askeri ve siyasi temelde ciddi bir hegemonya rekabeti içinde bulunuyordu. Geçen ay Çin ve Rusya ortak bildirisi de bu hegemonik güç mücadelesi içinde ABD hegemonyasına karşı yapılan açık bir meydan okumaydı. Ukrayna’da cereyan eden savaşa dönecek olursak; ABD-Rusya arasında Doğu Avrupa’da devam eden hegemonik güç mücadelesinde, bu ülkenin temel bir kapışma alanı olacağı her iki güç tarafından önceden bilinen, hazırlıkları yapılan bir gelişmeydi. Savaşla birlikte içinde birçok değişkenin, bilinmeyenin olduğu bir sürece girildi.

Ukrayna’da devam eden savaşın kısa ve uzun zamanda gelişebilecek olası sonuçlarına ilişkin çokça senaryo yazılıp çizilse de kesin olan bir şey var ki; o da belirsizlik ve bilinmezliklerin, ivmelenen hegemonik güç mücadelesiyle bağlantılı olarak artacağıdır. Devam eden savaşa etki eden dinamiklere bakıldığında çok şey dile getirilebilir. Bu sürece etki eden esas dinamiklerden birinin de temelleri soğuk savaş sürecinde atılan ABD-Rusya arasındaki hegemonik güç mücadelesi olduğu düşüncesinden hareketle, bu yazı bağlamında işlenmeye çalışılacaktır. Ayrıca konu bağlamında hegemonya, hegemonik bir güç olarak ABD’nin yükselişinin nedenleri ve SSCB ile ABD arasında 1945’ten 1989’a kadar soğuk savaş olarak isimlendirilen süreçte cereyan eden hegemonik güç mücadelesi bağlamında izlenen stratejiler, adımlar belli boyutlarıyla irdelemeye çalışılacaktır. Aktüel planda cereyan eden Ukrayna savaşının nedenlerini ve olası sonuçlarına dair doğru kestirimlerde bulunmak babında bu sürecin irdelenmesinin önemli olduğu görülecektir.

 

ABD’nin Hegemonik Bir Güç Olarak Yükselmesinin Tarihsel Gelişimi;

Tanımı itibariyle dünya sisteminde hegemonya, toplumsal iktidar dağılımının kalıcı bir eklemlenmesini empoze etme konusunda jeopolitik bir konuma sahip bir gücün varlığını gerektirir. Bu öncelikle büyük güçler arasındaki askeri mücadelelerin, tüm güçler arasındaki askeri mücadelenin değil, büyük güçler arasındaki askeri mücadelenin yokluğu anlamına gelen bir “Barış” dönemine işaret eder. Bu tür bir hegemonya dönemi “meşruiyet” gerektirir. Ve aynı zamanda bunu doğurur. Hegemonya, rıza alabilme ile caydırıcı şiddet uygulayabilme kapasiteleri arasındaki diyalektik temel üzerinde anlam bulur. Bu diyalektik içinde “rıza” ekonomili ve siyasi modeliyle örnek olabilmeye, hegemonyanın hedef alanı içindeki ülkelerin egemen sınıfına, sınıflarına sorunlarını çözmekte yardımcı olabilmeye, gerektiğinde kaynak sunabilmeye ve gerektiğinde de “düzeni” bozmaya meyilli güç ve ilkeleri caydırıcı şiddet ve yaptırım uygulayarak tekrar düzene tabi kılma iradesini gösterebilmeye, özcesi liderliğe dayanır.

ABD’nin hegemonik bir güç olarak tarih sahnesine çıkış yapmasına sebep olacak gelişmelerin başlangıcını I.Wallerstein, 19. yüzyılın “Büyük Depresyonunun” başlangıcı olan 1873 tarihinden itibaren başlatılabileceğini belirtir. Bu tarihi aynı zamanda “İngiliz hegemonyasının sona erdiği uğrak” olarak değerlendirmektedir. Bunun temel nedeni olarak da iktisadi üstünlüğünün ortadan kalkmış olmasına dayandırmaktadır. Bu bakış açısı baz alınacak olursa, Büyük Britanya dünya sistemi içinde hala en güçlü ve en zengin ülke olmasına rağmen, iktisadi üstünlüğü ortadan kalktığı için hegemonik bir güç değildi. Bu gerçekliğe rağmen 2. Dünya Savaşı sürecine kadar başat hegemonik güç olma iddiasını sürdürecektir. 1873’ten sonra düşüşe geçen gücünü korumak için emperyalist yayılıma ağırlık verecektir. Ekonomik kriz süreçlerinde düşüş yaşamasına rağmen, hakimiyet alanlarını korumayı bilmiştir. Öte yandan, bahsi edilen tarihten itibaren, onun yerini almak isteyen, birbiriyle yarışan ABD ve Almanya’nın giderek başarılı olan rekabetleriyle yüz yüze kalacaktı. Bu durum jeopolitik sonuçları çabuk ve derin oldu. ABD ve Rusya’yı da dahil etmek üzere geniş Avrupa’da İngiliz siyasi iradesinin egemen olduğu ve bunun üzerine inşa edilmiş güçler dengesinden, büyük güçler arasında şiddetli rekabetin ve belirsiz ittifak değiştirmelerin yaşandığı bir duruma evrildi. Bu güç mücadelesi ve rekabeti yarım asır boyunca kendini Avrupa dışı dünyada koloniler uğruna kapışma biçiminde gösterdi. Büyük güçler arasındaki “barış” döneminin yerini çatışmaya bırakmış olması “hegemonik” güç mücadelesinin daha da şiddetleneceği anlamına geliyordu. Sömürge kapma, nüfus alanı oluşturma temelinde şiddetlenen hegemonik güç mücadelesi Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisinin çektiği tetikle devletler arası yarışmanın zirveye çıktığı ve 1.Dünya Savaşı ile sonuçlandı.

1.Dünya Savaşı, güçler dengesinde çok ciddi bir değişiklik yaratmadı. Belki bu süreçte gerçekleşen en anlamlı değişiklik Rusya’da Bolşeviklerin önderlik ettiği Ekim Devrimiydi. Başını Büyük Britanya ve Fransa’nın çektiği İtilaf Devletleri savaştan galip çıktı. Büyük imparatorluklar parçalanarak, kapitalist sistemin ekonomik ve siyasal dinamiklerine uygun ulus-devlet temelinde yeni bir yapılanmaya gidildi. Ulusların kaderini tayin etme hakkı ilkesi de bu yeni yapılanmanın temel harcı yapıldı. Savaşın sonlarına doğru katılan ABD dışında savaştan zaferle çıkan güçler de dahil, savaşın yarattığı ağır tahribat ve yıkımla karşı karşıya kaldılar. Savaştan sonra beklenen istikrar ortamı sağlanamadı. Tam tersine savaşın sonuçları Avrupa’da faşist partilerin ortaya çıkacağı bir zemin yaratarak çok daha kanlı, yıkıcı ve dinamik sonuçlara yol açacak bir savaşın temellerini hazırladı. 1.Dünya Savaşı’nın sonuçlarını hazmedemeyen Almanya, Adolf Hitler’in öncülüğünde dünya imparatorluğu hülyasıyla megola hegemonik ideallerini gerçekleştirmek için askeri ağır sanayiye ağırlık vererek, 2.Dünya Savaşı ile neticelenecek sürecin ilk adımlarını attı. Bilindiği gibi bu hegemonik güç mücadelesi, 2.Dünya Savaşı ile sonlanacak, büyük bir yıkımı ve insani felaketleri arkasında bırakarak neticelenecek olan bu savaşta esasta iki güç, ABD ve SSCB çıkacaktır.

ABD’nin 2.Dünya Savaşı’ndan sonra tarih sahnesine hegemon bir güç olarak çıktığı noktasında bir hemfikirlik vardır. ABD’nin tarih sahnesine hegemon bir güç olarak çıkması, 2. Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş endüstriyel güçlerin içinde bulunduğu durum ile yakından bağlantılıdır.

2.Dünya Savaşı sonrası yansıyan fotoğraflara bakıldığında insanların içinde bulunduğu sefalet, perişanlık rahatlıkla görülür. Yıkıntıya dönüşmüş kentler, kıraçlaşmış tarım arazileri, milyonlarca insana mezar olmuş topraklar adeta 2. Dünya Savaşı’nın özeti gibidir. 2.Dünya Savaşı dünya ölçeğinde yaşansa da esas yıkımı, savaşın ağırlıklı olarak yaşandığı Rusya ve Avrupa ülkelerinde yaşanacaktı. 2.Dünya Savaşı’nın uzun yüzyılların ürünü olan alt yapılarını büyük ölçüde tahrip ettiği Avrupa ülkeleri, tarihlerindeki en büyük ekonomik çöküşle yüz yüze kaldılar. Çalışabilir, nitelikli iş gücünü, önemli sanayi tesislerini savaşta kaybettiler. 19. yüzyıl Sanayi Devrimi ve sömürgeciliğin de katkısıyla dünyadaki toplam üretim içindeki payını sürekli yükselten Avrupa ülkelerinin toplam gayri safi milli hasılası, savaşla birlikte %25 oranında azaldı. Bu azalma içinde %30’a varan tarımsal üretimdeki düşüş önemli bir yer işgal ediyordu. Sürekli yükselen enflasyon, daralan istihdam, dış ticaret açığı ve gıda sıkıntısı bir araya geldiğinde savaşın galipler safında bitiren Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği gibi devletler bile iflasın eşiğine gelmişlerdi. Savaşın karşı cephesinde yer alan İtalya, Almanya ve diğer irili-ufaklı birçok devletin durumu çok daha kötüydü. Örneğin, savaş öncesinin en büyük güçlerinden olan Fransa, dış yardım almadan ayakta duramayacak hale gelmişti. İngiltere, Almanya, İtalya vb. ülkelerinin durumu da bundan farklı değildi.

2.Dünya Savaşı sonrasında sadece Avrupa coğrafyasında değil, dünyanın genelinde önemli değişiklikler peşi sıra birbirini takip etti. Uzakdoğu’daki gelişmeler de Avrupa’dan çok farklı değildi. Japon işgaline karşı savaşan Çin Komünist Partisi ve Komintang iş birliği savaş sonrası sona ermiş, iki güç arasında iktidar mücadelesi başlamışıtı. Bu iktidar mücadelesinde kısa süre içinde Mao Zedung liderliğindeki Komünist Partisi galip gelerek, Çin devrimini gerçekleştirecek ve Çin Halk Cumhuriyetini ilan edecekti.

Öte yandan savaş sonrasında emperyal gücünü büyük oranda kaybeden Fransa ve İngiltere’ye bağlı sömürgelerde de bağımsızlık hareketleri güç kazanmaya başlıyordu. Savaş öncesi dönemde İngiltere’ye karşı “pasif direniş” taktikleriyle mücadele eden Hindistan’daki bağımsızlık hareketi, savaş sonrasında başarıya ulaşacak ve Hindistan bağımsızlığını kazanacaktı. Savaş sonrası dönemde Hindistan gibi sömürge olan Asya, Afrika ve Ortadoğu’daki pek çok ülkede bağımsızlık savaşına sahne olacaktı.

Hegemonik güç savaşının merkezine yerleşecek olan Avrupa-Avrasya coğrafyasına tekrar dönecek olursak, siyasi alanda meydana gelen gelişmeler kaba hatlarıyla şöyle ifade edilebilir. Fransa ve İtalya’da savaşta Nazilere karşı direniş hareketlerinde önemli rol oynayan komünistlerin, devrimci ilerici güçlerin prestiji artmış; savaş sonrası yapılan seçimlerde Fransız ve İtalyan komünist partileri yüzde otuzlara varan oylar almışlardı. Savaş sonrasında yaşanan ekonomik istikrarsızlık beraberinde siyasi bir istikrarsızlığa da yol açıyordu. Böylesi bir ortam komünist, sosyalist partilerin/güçlerin yükselmesine ve giderek daha fazla taban ve taraftar bulmalarına neden oluyordu. Güçlü bir komünist geleneğin olmadığı İngiltere’de siyasal yelpazenin solundaki partilerin oyu artmıştı. Savaş kahramanı olarak adlandırılan muhafazakar siyasetçi Winston Churchill, seçimleri rakibi işçi partisine karşı kaybedecekti. Orta Avrupa’da da sosyalistlerin etkinliği artmıştı. Yugoslavya’da Nazilere karşı direnişin önderliğini yapan sosyalist ‘Josip Broz Tito’ iktidara gelirken, Arnavutluk’ta Enver Hoca liderliğindeki komünistler iktidarı ele geçirerek sosyalist nitelikli Halk Cumhuriyetlerini ilan edeceklerdir. Öte yandan kızıl ordu tarafından Nazi işgalinden kurtarılan Doğu Avrupa ülkelerinde de Sovyet yanlısı hükümetler iş başına geliyordu. Savaş sonrası Doğu Avrupa ve Balkanlarda gelişen devrimci süreç, Avrupa coğrafyasında meydana gelecek köklü değişikliklerin ön adımları niteliğindeydi.

 

Halk Cumhuriyetlerinin Doğuşu ve SSCB Şemsiyesi Altında Buluşması

2.Dünya Savaşı’ndan önce Çekoslovakya, anti-demokratik rejimlere sahip olan Doğu Avrupa ülkeleri savaş esnasında Nazilerle işbirliği yapmıştı. Çekoslovakya ise İngiltere ve Fransa’nın göz yummasıyla 1938’de Naziler tarafından işgal edilmişti. Hitler, Doğu Avrupa ülkelerini, SSCB’ye saldırmak için kullanmıştı. Savaş sırasında Kızıl Ordu tarafından Nazilerden kurtarılan bu alana SSCB yönetimi tarafından büyük stratejik önem atfediliyordu. Zira SSCB’nin ileriki yıllarda uğrayabileceği olası bir silahlı saldırıya karşı bu alanı bir tampon bölge olarak kullanma niyetindeydi. Bunun ötesinde Doğu Avrupa ve Avrasya denilen ana kıtaya hükmeden, bu toprakları elinde bulunduran gücün, hegemonya mücadelesinde çok önemli bir jeopolitik avantaja sahip olacağı varsayılır. Halford Mackinder, ileri sürmüş olduğu merkez kıta kuramına göre Doğu Avrupa’nın jeopolitik önemini (20.yüzyılın başlarında) şöyle ifade eder: “Doğu Avrupa’yı kontrol eden ana kıtayı (bugünkü Rus devletinin büyük oranda kontrol ettiği toprakları içine alır) kontrol eder, ana kıtayı kontrol eden Dünya Adası’nı (Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını içine alan parçaya Dünya Adası adını vermiştir) kontrol eder, Dünya Adası’nı kontrol eden ise bütün dünyayı kontrol eder.” Bu gözle Doğu Avrupa topraklarına bakıldığında, SSCB’yi, sosyalist sistem açısından Ana Ülkeyi koruma amaçlı tampon bir bölge olarak ele alınmasının çok ötesinde bir anlama sahip olduğu görülecektir.

Nitekim, ABD hegemonyası bu jeopolitik durumdan kaynaklı kenar kuşak kuramı temelinde soğuk savaş sürecinde SSCB’ye karşı “çevreleme” stratejisi uygulayacaktır. Bugün Ukrayna’da devam eden savaşı, hegemonya mücadelesinde bu bölgenin jeopolitiğini eksen alınıp okunduğunda neden bu kadar önemli olduğu ve üzerinde yoğun bir mücadele verildiği görülecektir. Yoksa ne Rusya’nın ne ABD ve Avrupa’nın “yüksek” insan/ halkların haklarına olan duyarlılıklarından dolayı bu savaş ve yıkım yaşanmıyor.

Stalin, (1944 yılında yapılan) Moskova Konferansı’nda Churchill ile yaptığı “Yüzdeler Antlaşmasına” dayanarak, savaştan hemen sonra Kızıl Ordu’nun Nazi işgalinden kurtardığı tüm Doğu Avrupa ülkelerinde kendine yakın partileri iktidara getirmeye koyuldu. Başlangıçta, Nazilere muhalif olan diğer siyasi partileri de kurulan koalisyonlara ortak yapsa da, 1947’den itibaren komünistlerin iktidarı tek başlarına ele geçirmelerine destek verdi. Bu çerçevede diğer siyasi partiler kurulan hükümetlerden çıkartıldı. 1946 yılında Truman’ın liderliğindeki Batı’nın SSCB’ye bakışında meydana gelen değişiklikler ile birlikte SSCB’de Doğu Avrupa ülkelerinde izlemiş olduğu görece “yumuşak”, demokratik yaklaşımı bir kenara bıraktı. Sertleşen bloklar arası rekabet ile birlikte farklılıkların kendini ifade edebileceği zemin de ortadan kalktı. Bağımsızlık yanlısı komünistlerde böylesi bir konjonktürel ortamda SSCB tarafından tasfiye edildi. Kutuplara dayalı siyasi yaklaşımdan kaynaklı, bağımsızlık yanlısı siyasi eğilimin gelişmesine olanak tanınmadı. Tabi böylesine anti-demokratik tutumları sadece kapitalist, emperyalist güçlerin saldırılarına karşı kendini korumak amaçlı atılmış adımlar olarak değerlendirmek yetersiz kalacaktır. Demokrasiyi, demokratik yol ve yöntemlerin bir zayıflık olarak görülmesi ya da emperyalist güçlerin bundan faydalanacağı düşüncesi, SSCB’nin temel yapısal sorunlarından birine işaret etmektedir.

Batı Bloğunun soğuk savaş çerçevesinde artan tazyiklerine karşılık, Doğu Avrupa’nın ülkeleriyle ayrı ayrı askeri anlaşmalar yapan SSCB’nin liderliğinde, 1947’de komünist ve işçi partileri Enformasyon Bürosu (kominform) kuruldu. SSCB komünist partisinin yanı sıra Bulgaristan, Çekoslovakya, Fransa, İtalya, Macaristan, Polonya, Romanya, Yugoslavya komünist partileri bunun içinde yer aldı. Mareşal Tito’nun izlediği Stalin karşıtı tutumundan dolayı 1948’de bu birlikten atılacaktır. Atılan bu adımlardan hemen sonra, 1949 yılında Doğu Avrupa ülkelerinin de içinde yer aldığı Karşılıklı Ekonomik Yardım Konseyi (COMECON) kuruldu. SSCB ve bağlaşıkları olan Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Romanya bu örgüte üye oldular. Soğuk savaş yılları boyunca Demokratik Almanya (Doğu Almanya), Moğolistan, Küba ve Vietnam da bu kuruluşa üye olacaklardı. Savaştan sonra SSCB de dahil, bu birlik içerisinde yer alan ülkelerin hemen hepsinin ekonomileri harap durumdaydı. Batılı güçlerin soğuk savaş çerçevesinde yürütmüş oldukları çevreleme ve ekonomik çöktürme politikasına karşı hiçbir ülkenin tek başına uzun süre ayakta kalma şansı yoktu. Dolayısıyla kapitalist kamp karşısında sosyalist iddiayı sürdürerek, kendi toplumlarının hak ettiği refah düzeyini sağlamak için bu birliktelik, sosyalist kampta yer alan ülkeler için bir gereklilikti.

SSCB, savaştan en büyük insan kaybını vererek çıkan ülkelerin başında gelir. Nazilerin saldırılarının ağırlık merkezi SSCB topraklarıydı. Bundan dolayı 20 milyonu aşan insanını kaybetmenin yanında çok ciddi bir ekonomik yıkımla karşı karşıya kaldı. Buna karşılık Hitler faşizminin yenilgiye uğratılmasında SSCB insanının ortaya koyduğu direniş, gösterdiği fedakarlıkların çok önemli bir payı oldu. Savaştan sonra istikrarlı yapısını koruyarak, Doğu Avrupa’da gerçekleşen sosyalist devrimlerle yaptığı ittifaklarla nüfuz alanını genişleterek, Batı blokunu, ABD’nin hegemonik gücünü birçok alanda dengeleyecek bir güç olarak dünya sisteminde yerini aldı. SSCB, ekonomik bir güç olarak olmasa da dünyada siyasi ve askeri bir güç olarak yükselecektir.

SSCB, sosyalist devletlerin liderliğini üstlenirken, savaştan güçlü bir biçimde çıkan ABD de “Batı dünyasının” liderliğine soyundu. Savaştan hemen sonra bir yanda yeni uluslararası düzenin temelleri atılırken bir yandan da iki süper güç arasında 20.yüzyıla damgasını vuracak olan “Soğuk Savaşın” tohumları bu dönemde atılacaktı.

 

Hegemonik Bir Güç Olarak ABD’nin Yükselişi ve Soğuk Savaş

2.Dünya Savaşı’nın sonunda ABD, dünya ekonomisinin en güçlü iktisadi merkeziydi. Savaştan sadece o tahrip olmaktan kurtulmuş, hatta ekonomik kapasitesini büyütmüş, çok ileri ve verimli bir sanayi ağıyla çıkmıştı. Tarım sektörünün üretkenliği çok yüksekti. Araştırma ve geliştirme alanında ise, o güne kadarki en iyi ve bazı bakımlardan tek önemli kurumlar kümesine sahipti.Seksen yıllık olmasa bile otuz yıllık büyük rakibi Almanya, harabeler halindeydi. Batı Avrupa’daki siyasi müttefikler (fakat iktisadi rakipler) hemen hemen aynı ölçüde kötü durumdaydılar. Japonya, sinai güç atılımında şiddetli biçimde engellenmiş gözüküyordu. SSCB’ye gelince, savaş sırasındaki çaba ve fedakarlıkları yüzünden adeta tükenmişti.

Yukarıda izah edilmeye çalışıldığı gibi 2. Dünya Savaşında Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya ve SSCB tükenişi yaşayınca, hegemonik güç mücadelesinde ABD’nin önü sonuna kadar açılmış bulunuyordu. Uygarlığın merkezi hegemonik gücü olarak, dünya sistemde ABD hegemonyası uğrağı açık biçimde gelmiş bulunuyordu. Ancak hegemonya iktisadi temellerden daha fazlasını gerektirir. İktisadi avantajı emniyete almak ve pürüzsüz işleyişini sağlayabilmek için esas itibariyle siyasi yapılar kümesini gerektirir. ABD, 1945’ten sonra Washington perspektifinden göründüğü haliyle dört temel coğrafi alanı idare etmek için bu tür kurumları tesis etme ihtiyacındaydı. Diğer büyük sanayi ülkeleri; SSCB ve onun nüfuz alanı, üçüncü dünya ülkeleri ve en son fakat en az önemli olmayacak ABD’nin kendisi, kendi iç yapısı.

ABD hegemonyası, merkezi iktidar gücü olarak, ekonomik merkez olarak tamamlanmak durumundaydı. “merkezi iktidar yoğunlaşması başat ekonomik yoğunlaşmanın olduğu, merkezle sıkı bağ içindedir. Merkezi ekonomi dalga, dalga çevreye yayılarak kendini sistemleştirirken, bunun merkezi iktidarın iç içe yayılmasıyla birlikte taşırmak durumundadır. ABD şahsında merkezi hegemonik gücün bu özelliği, hem oluşturulan yeni dünya sisteminin siyasi kurumlarının oluşturulmasında hem ekonomik alanda yapılan Marshall yardımları ve Avrupa ekonomik topluluğunu oluşturulurken görülecektir.

ABD, dünya sistemde sadece önemli bir hasımla karşı karşıyaydı. O da iktisadi anlamda bir hasım değil, siyasi-askeri anlamda bir hasımlıktı. SSCB, iktisadi anlamda zayıf olmakla beraber, askeri, siyasi ve ideolojik bakımlardan güçlüydü. Bu hasımlık ya da hegemonik güç mücadelesi 20.yüzyılın ikinci yarısından 1989’a kadar sıcak çatışmaya dönüşmeden birçok alanda iki gücü karşı karşıya getirecekti. Kuşkusuz, 20.yüzyılın ikinci yarısını belirleyen/tanımlayan en önemli kavram “soğuk savaş” olacaktır. Hangi olayın soğuk savaşın başlangıcı olduğu veya soğuk savaşın nasıl başladığı, siyasi tarihçiler ve siyaset bilimcileri tarafından tartışmakla beraber, Truman doktrininin simgesel anlamda soğuk savaşı başlatan olay olduğu noktasında bir uzlaşma vardır. ABD’de Roosevelt’in ölümünden sonra başkanlık koltuğuna oturan Truman, Roosevelt’e göre SSCB’ye yaklaşımı işbirliği, ortaklık yapılması gereken bir güç olarak değil, kesinlikle ABD hegemonik çıkarları açısından yok edilmesi, engel olmaktan çıkarılması gereken bir güç olarak görüyordu. Dünya siyasetini belirleyen büyük devletlerin yönetim kademelerinde değişen kişi ve gruplara bağlı olarak izlenen politikaların ve yaklaşımların değişmesinin dünyadaki genel gelişmelere ne derece etki ettiğinin en çarpıcı örneklerinden birini de Truman ve ekibinin başa geldikten sonra izlemiş oldukları soğuk savaş politikalarında görmek mümkündür. 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikan toplumunda Staline Joe Amca olarak beslenen sempati, Truman dönemiyle birlikte başka bir vecheye bürünecekti. Komünizm düşmanlığı daha sonraki yıllarda (1950-55 yılları arası) tırmandırılarak; ABD içinde komünizme karşı yoğun bir kampanyanın yapılmasına sahne olacaktı. McCarthyizm olarak adlandırılacak olan bu süreçte çok sayıda bilim adamı, sanatçı ve siyasetçi komünist olmak ve SSCB ile işbirliği yapmak gibi gerekçelerle işlerinden atıldı veya tutuklandı. SSCB lehine casusluk yapmakla suçlanan bazıları idam edildi. “Cadı avı”, “Kızıl Panik” olarak adlandırılan bu süreçle amaçlanan Amerikan toplumunda komünizm karşıtlığı temelinde soğuk savaşın psikolojik alt yapısını oluşturmaktı. İşin gerçeği topluma karşı bir algı operasyonu yapılarak, toplumun yeni dönem politikalarını destekler bir zihinsel-algısal formasyona getirilmesi amaçlandı. Özcesi ABD’nin kendi içinde toplumunu soğuk savaşa, bunun diğer bir ifadesi olarak hegemonik güç mücadelesine hazır hale getirilmesi adımlarından bir tanesiydi.

2.Dünya Savaşından hemen sonra başlayan ve 45 yıl boyunca devam eden ABD ve SSCB liderliğindeki Batı ve Doğu blokları arasındaki hegemonya mücadelesine dayanan ideolojik temelli gerilemeye soğuk savaş adı verilir. Soğuk savaş yılları boyunca taraflar arasında doğrudan bir sıcak çatışma yaşanmamış olmakla birlikte, dünyanın çeşitli bölgelerinde soğuk savaş dinamikleri sonucu olarak çok sayıda çatışma/savaş yaşanmıştı. Soğuk savaşın ilk adımları olarak da Potsdam Konferansı ile Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalarla atıldı. Japonya’ya atılan atom bombalarının hedeflerinden, hatta temel hedeflerinden birisi de SSCB’dir. SSBC’ye gözdağı vermek, çizilen sınırların dışına çıkmasını önlemek gibi bir hedef de söz konusudur. Nükleer silah, atom tekelini elinde bulunduran ABD, savaş sonrası güçlenen, kitle desteği bulan devrimci ve komünist hareketlere, ülkelere karşı attığı adım “çevreleme” politikasıydı. Yukarıda da ifade edilmeye çalışıldığı gibi, Truman’ın başkanlık koltuğuna oturmasından sonra değişmeye başlayan SSCB ve ABD ilişkilerinin somut bir ifadeye kavuşturulmasıdır, çevreleme politikası. Bu politika, 1946 yılı başından itibaren Truman’ın liderliğinde Batı’nın SSCB’ye bakışındaki somut değişikliği yansıtması itibariyle önemlidir. Batı’nın (ABD olarak da okuyabiliriz) SSCB’ye bakış açısının değişmesinde ve ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında SSCB’ye karşı izlediği politikanın belirlenmesinde iki isim ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi ABD’nin Moskova’daki Büyükelçiliği’nde görev yapan George Kennan, diğeri de Winston Churchill’dir. Kennan, 1946 yılı şubatında ABD Hazine Bakanlığına hitaben kaleme aldığı ve soğuk savaş tarihine “Uzun Telgraf” adıyla geçen telgrafında “ABD’nin karşı karşıya kaldığı en büyük tehlikenin Sovyet komünizmi olduğunu “ifade eden görüşü ve 1947 yılında “Mr X takma adıyla” Foreign Affairs dergisinde “Sovyet Davranışının Kaynakları” başlıklı makalesiyle ABD’nin SSCB’ye karşı izlediği “çevreleme” politikasında hayat bulmasında etkili olan isimlerden biri oldu. Soğuk savaşın başlangıcında “Uzun Telgraf” kadar etkili bir görüş de Churchill tarafından, Mart 1946’da ABD’nin Fulton kasabasındaki Westminster Kolejinde yaptığı konuşmada dile getirmiştir. “Baltık kıyılarındaki Stettin’den Adriyatik’teki Trieste’ye kadar bir demir perdenin Avrupa’ya indiği “ifade ederek Sovyetlerin Doğu Avrupa’daki hakimiyetine dikkat çekmekteydi. “Demir Perde” tabiri bu konuşmadan sonra popülerleşecekti. Özet olarak ifade edilecek olursa Batı dünyasının gerekli önlemleri almaması halinde tüm Avrupa’ya komünizmin yayılabileceğini savunmaktaydılar.

“Komünizmin yayılmasını önlemek” için de çok geçmeden ekonomik, askeri, siyasi, kültürel vb. yapısal adımlar atılacaktır. Bu bağlamda ABD Başkanı Truman, 1947 yılı başından itibaren ‘‘çevreleme” olarak adlandırılacak politikasının ilk adımını atacak ve kendi adıyla anılacak olan doktrinini ilan edecekti. ABD’nin SSCB’yi, kendi tabiriyle “uluslararası komünizmin yayılmasını durdurmak” için benimsediği yol “çevrelemeydi”. Dünyanın çeşitli bölgelerinde komünizmin yayılma alanı olabilecek ülkeleri Batı ile yakın ilişki içine sokarak bir “güvenli alan” oluşturmak istenmektedir. Türkiye ve Yunanistan’a 1947 yılında yapılan 400 milyon dolarlık askeri yardım günümüzde çokça kullanılan bir tabirle söylenecek olursa, “güvenli alan” oluşturmak için yakın markaja almaydı. “Güvenli alan” oluşturmak maksadıyla ilerleyen yıllarda çok zengin taktik ve stratejiler devreye konulacaktı.

Truman yönetimi yeni dünya sistemi inşa ederken birkaç nedenden ötürü önceliğini Avrupa kıtasına, özelde de Batı Avrupa ülkelerine verecekti. ABD Hazine ve dışişleri bakanlarının savaştan sonra hazırlamış olduğu raporlara bakıldığında neden Avrupa’nın öncelendiği görülecektir. Bu raporlarda iki temel husus ön plana çıkmaktadır. Bir, Avrupa’daki ekonomik sıkıntılardan dolayı komünistlerin giderek güçlendiği, taban bulduğu; iki, yine bu ekonomik sıkıntılardan dolayı ABD ekonomisinin de büyük zarar gördüğü ve krizin eşiğine geldiği ifade edilmekteydi. ABD’nin savaştan önceki en büyük ticari ortağı olan Avrupa ülkelerinin yaşamış olduğu ekonomik sıkıntılar, ABD ekonomisi için de tehlike çanlarının çalmasına yol açmaktaydı. Nitekim döviz stokları eriyen, dolayısıyla ithalat miktarı kısılan Avrupa ülkelerinin ABD ile ticaret hacminde daralma yaşanmaktaydı. Bu durumun doğal sonucu, savaştan hemen sonra ABD sanayi üretiminde sert düşüşlerin yaşanması ve işsizliğin beş katına kadar çıkmasına neden oldu. Yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü ABD, Avrupa’ya dönük olarak Truman Doktrini çerçevesinde Marshall yardım planını devreye koyacaktı.

ABD Dışişleri Bakanı George Marshall 5 Haziran 1947’de Harvard Üniversitesinde kendi ismiyle anılacak olan planı açıkladı. “Avrupa’nın yeniden imarı için yapacağı ekonomik yardım programı” kapsamında, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 17 Avrupa ülkesine ABD, 1948-1951 yılları arasında toplam 12 milyar 731 milyon dolarlık ekonomik yardım yapıldı.

Bu politikanın sonuçları değerlendirildiğinde şöyle bir fotoğraf karşımıza çıkacaktır: Bir, ABD bu yardımlarla hedeflediği amaçlarına önemli bir oranda ulaşacaktı. Marshall yardımlarıyla ekonomilerinde gözle görülür bir gelişme kaydetmeye başlayan ülkelerde özellikle komünist partilerin taban bulduğu İtalya ve Fransa’da komünist ve sosyalist partilerin iktidarı ele geçirilme ihtimali ortadan kalkacaktı. Sosyalist, komünist hareketlerin engellenmesini sadece ABD’nin uygulamış olduğu ekonomik tedbirlerle izah etmek yerine, yapılan ekonomik yardımlara paralel genel bir soğuk savaş konsepti çerçevesinde psikolojik harp operasyonları, devrimci güçlerin baskılanması ve terörize edilmesi için gladio türü gayri meşru, kontrgerilla güçlerin devreye konulması da olmuştur. İki, Marshall yardımları, dolaylı olarak Avrupa’nın ekonomik bütünleşme hareketine ivme kazandırdı. 18 Nisan 1951 yılında altı Avrupa ülkesi (Federal Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg ve İtalya) arasında daha Avrupa Birliği oluşumunun temelini oluşturacak olan Avrupa Kömür ve Çelik Antlaşması imzalanarak, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu adıyla uluslarüstü bir örgüt kuruldu. Avrupa’da Marshall planı çerçevesinde Avrupa’nın ekonomik bütünleşmesi anlamında atılan en somut adımlardan biri oldu. Kapitalist Batı bloğu bu vb. adımlarla kendini yeniden yapılandırarak devrimci ve komünist hareketlere karşı kendini daha korunaklı bir yapıya kavuşturdu. Üç; ABD, Marshall Planıyla güçlendirdiği; Avrupalı ticari partnerleriyle kendi ekonomisine de yeniden ivme kazandırdı. Dördüncü ve son olarak da; SSCB’nin Marshall planını Amerikan emperyalizminin Avrupa’yı ele geçirmek için kullanmayı düşündüğü bir araç olduğu yönlü değerlendirmesinin, Avrupa’nın ABD’ye tabiyeti noktasında gerçeğe dönüşmüş olmasıdır.

Yine Truman Doktrini çerçevesinde Avrupa ülkelerinde kapitalist sistemin devamından yana, anti-komünist parti ve çevrelerin desteklenip iktidara getirilmeleri ABD’nin izleyeceği temel politikalardan biri olacaktı. Daha sonraları bu politikasını üçüncü Dünya ilkelerinde Sovyet yanlısı hükümetlere/devletlere karşı savaşan paramiliter güçleri destekleyerek, askeri darbelerle ülke yönetimlerine müdahale edecek kadar ileri götürecekti. Bununla da amaçlanan komünizmin yayılma alanı olabilecek ülkeleri şiddet kullanarak engellemek, kendi boyunduruğuna almaktı.

Marshall planından sonra atılan diğer önemli bir adım da, ABD’nin hegemonyasının üzerine inşa ettiği temel ayaklardan biri olan NATO’nun kurulmasıydı. NATO’nun kurulmasında SSCB’nin Doğu Avrupa ülkelerini kendi denetimine alması, Almanya’nın Doğu ve Batı Almanya şeklinde parçalanması ve Doğu Almanya’da Sovyetler Birliği ile ittifak için Demokratik Almanya Cumhuriyetinin kurulması ve SSCB’nin Batı Avrupa’da oluşturduğu tehdit gibi kimi argümanlar ileri sürülerek NATO’nun savunma amaçlı olduğu belirtilse de gelişmeler bu argümanları doğrulamayacaktır. Batı Avrupa ülkeleriyle ABD’nin yaptığı görüşmeler sonucunda, BM şartı 51. Maddedeki “Kolektif meşru müdafaa” ilkesine uygun olarak hazırlanan Kuzey Atlantik Antlaşması 4 Nisan 1949’da Washington’da ABD, İngiltere, Belçika, Fransa, Danimarka, Hollanda, İtalya, İzlanda, Kanada, Norveç, Lüksemburg ve Portekiz arasında imzalandı. Daha sonra 1952’de Türkiye ve Yunanistan, 1955’te ise Federal Almanya bu kuruluşa dahil olacaktır. Soğuk savaş döneminde son NATO genişlemesi 1982’de İspanya’nın katılımıyla gerçekleşecektir.

ABD ve Batılı güçlerin bu adımına karşılık SSCB ve bağlaşıkları da özellikle Federal Almanya’nın NATO’ya üye yapılmasından sonra 14 Mayıs 1955’te Varşova’da Dostluk, işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma antlaşması imzalandı. İmzacı ülkeler arasında SSCB, Arnavutluk, Bulgaristan, Polonya, Çekoslovakya, Demokratik Almanya Cumhuriyeti (Doğu Almanya), Macaristan ve Romanya bulunmaktaydı. Böylelikle SSCB ve bağlaşığı ülkelerde NATO gibi bir kolektif savunma örgütü çatısı altında bir araya gelmiş oldu. Varşova Paktını kuran antlaşma da BM Şartı’nın 51.maddesinde yer alan kolektif meşru savunma hakkına atıf yapılmakta ve ittifakın savunma amaçlı olduğunun altı çizilmekteydi. NATO ve Varşova Paktının karşılıklı olarak savunmaya vurgu yapıyor olmaları soğuk savaşın bu iki karşıt blok arasında giderek tırmanmakta olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Bu örgütlerin varlığı Doğu ve Batı arasında kesin bir ayırmanın, karşılıklı konumlamanın açık kanıtlarıydı.

 

Soğuk Savaşı Tırmandıran Adımlar

George Kennan’ın temelleri attığı “SSCB’nin çevrelenmesi” politikası NATO’nun kurulmasıyla Truman yönetimi tarafından fiilen hayata geçirildi. Amerikan yönetimlerinin soğuk savaş yılları boyunca Avrupa ve dünyada Sovyetler Birliğine karşı uyguladığı bu strateji ile Sovyetler Birliği’ni Doğu Avrupa’dan Güney Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada çok sayıda devletle bölgesel ittifaklar kurarak sınırlandırmayı, Sovyetler Birliği’nin kendini diğer coğrafyalarda etkin kılmasını önlemeyi amaçlıyordu. Daha sonraki tarihsel süreç içindeki gelişmelere bakıldığında 1970’li yıllarda SSCB bu çevreleme politikasını kırmayı başardığını gösterse de, esasta bu politikanın başarılı olduğu ve hatta SSCB’nin 1980’lerin sonuna doğru zayıflayıp ve daha kısa süre içinde dağılmasında etkili olduğu kabul edilir. Bu politikanın ana hatlarıyla tespit edilmesi ise ABD Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (NSC) Nisan 1950’de hazırlandığı ve Başkan Truman tarafından 1951’de onaylanarak yürürlüğe sokulan bu raporla oldu. Kısacası NSC-68 olarak bilinen bu rapora göre Batı Yerküresinin savunulması için ihtiyaç duyulan müttefiklerin askeri kapasiteleri geliştirilecek, SSCB’yi çevreleyen alanlarda yeni üsler kurulacak ve bu görevlerin yerine getirilebilmesi iletişim hatları güçlendirilecekti. Bu raporun ABD’nin askeri kapasitesinin artırılmasına ve üsler sistemi kurulmasına yaptığı vurgu, bu bölgenin soğuk savaşın tırmanmasında önemli bir aşamayı teşkil ettiğini göstermektedir.

Soğuk Savaş’ın tırmanışında en az NSC-68 kadar etkili olan bir diğer ABD politikası da “Yeni Bakış” ismiyle adlandırılan 162/2 sayılı karardır. Bu politika Eisenhower’in başkanlık koltuğuna oturmasından sonra Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından hazırlanarak Ekim 1953 yılında yürürlüğe sokuldu. “Yeni Bakış” isimli bu politikaya göre SSCB tarafından yapılacak herhangi bir saldırıya atom silahlarıyla karşılık verilecektir. Bu yaklaşım NATO tarafından “Kitlesel Karşılık Stratejisi” olarak benimsendi ve 1966’da “Esnek Karşılık” ile değiştirilene kadar yürürlükte kaldı. Kitlesel karşılık stratejisi gereği, SSCB’ye yakın bölgelerde ABD’nin üsler kurmasını elzem kılıyordu. Nitekim, Adana’daki incirlik üssü de bu çerçevede kuruldu. 1954 yılında ABD ile Türkiye arasında yapılan anlaşma ile kurulan incirlik üssü, ABD’nin SSCB’ye karşı yürüttüğü birçok gizli operasyonun merkezi haline gelir.

Eisenhower’in “Yeni Bakış” stratejisi/politikası komünizme/ Sovyetlere karşı her türlü propaganda aracının kullanıldığı psikolojik bir mücadelenin başlatılmasını, Batı çıkarlarına aykırı gelişmelere gerekirse gizli operasyonlarla müdahalede bulunulmasını ve çevrelemenin devam ettirilmesini öngörmekteydi. Soğuk savaş yılları boyunca bu stratejinin dünyanın çeşitli bölgelerinde pek çok kez uygulanmasına sahne oldu. Askeri darbe ve müdahalelerle birçok ülkenin yönetimi değiştirildi; gizli ve açık operasyonlar birçok devrimci harekete müdahale edildi. Devrimci önderler katledildi, tutuklandı. Yine binlerce devrimci, faşist çeteler, paramiliter güçler, gladio benzeri kontra yapılar eliyle katledildi. Sadece Endonezya’da Suharto eliyle yapılan darbede bir gecede 300 bin devrimci (bazı kaynaklar bu sayıyı 1 milyon olarak göstermektedir) katledildi. Bunun psikolojik savaş boyutundan düzenfarmasyon haberlere, komünizm karşıtı yapılan filmlerden kültürel alanda yürütülen savaşlara kadar geniş yelpazede ideolojik, psikolojik, kültürel ve askeri bir saldırı olarak soğuk savaş boyunca ABD tarafından yürütüldü. Kuşkusuz SSCB’nin ABD’nin saldırılarına karşı ideolojik, politik ve askeri anlamda bir mücadele yürütse de ABD saldırılarını karşılayacak ve etkisiz kılacak boyutta olduğu söylenemez.

Soğuk Savaş’ın sıcak çatışması ise Uzakdoğu’da Kore yarımadasında gerçekleşti. Kore Savaşı, ABD tarafından SSCB ve ÇHC(Çin Halk Cumhuriyeti) destekli komünizmin durdurulması için verilen bir mücadele olarak görüldü. Dolayısıyla Kore savaşı (1950-1953) bir yandan soğuk savaş içindeki Doğu-Batı gerginliğini tırmandırırken, diğer yandan da ABD’nin çevreleme politikasının Avrupa’yla sınırlı olmayacağı, komünizmin mutlaka küresel çapta çevrelenmesi gerektiği görüşü ABD yönetiminde yaygınlık kazandı.

Bu görüş doğrultusunda ABD, Kore savaşı devam ederken 1951 yılında Japonya ile bir güvenlik anlaşması yaptı. Yine çevreleme politikası çerçevesinde Eylül 1954’te de ABD, Avustralya, Filipinler, Fransa, İngiltere, Pakistan ve Tayland arasında imzalanan Manila Antlaşması’yla Güneydoğu Asya Örgütü (SEATO) adlı bir askeri ittifak kuruldu. NATO ile Kuzey Atlantik ve SSCB’yi çevreleyen ABD, SEATO ile Güneydoğu Asya’daki gelişmeleri denetlemeyi amaçlıyordu. Bu strateji kapsamında Birinci Hindiçini savaşından sonra bu bölgede devrimci hareketlere karşı mücadele eden gerici/faşist yönetim ve silahlı gruplara yardım etmek, ABD’nin önceliği haline geldi. ABD, çevreleme politikası kapsamında NATO ve SEATO gibi işlev görecek bir örgütün Ortadoğu’da da kurulmasını istiyordu. Diğer ikisinden farklı olarak bölgedeki Arap milliyetçiliğini kışkırtmak için kurulacak söz konusu örgüt içinde doğrudan yer almak yerine, bölgede kendisine yakın ilişki içinde olan bu konuda ön ayak olmalarını teşvik etti. 1954 yılında Türkiye ile Pakistan arasında güvenlik konularında işbirliği anlaşması yapmasından sonra, Şubat 1955’te Bağdat’ta Türkiye ile Irak arasında bir “Karşılıklı İşbirliği” paktı imzalandı. Aynı yıl içinde İngiltere, Pakistan ve İran Bağdat Paktı’na katıldı. ABD ise Bağdat Paktı’na gözlemci üye oldu. Pakt esas itibariyle Ortadoğu bölgesine “komünist sızmaları önleme” diğer bir ifade ile ABD hegemonyasının çıkar ve dünya sistemine karşıt, Ortadoğu’da daha demokratik, özgürlükçü ve toplumcu amaçlar güden devrimci hareketlerin ve gelişmelerin önünü alma maksadı taşıyordu. Pakt istenilen başarıyı sağlayamadı. Bunda Nasır yönetimindeki Mısır’ın Pakt karşıtı tutumunun önemli bir etkisi oldu. Süveyş Kanalı bunalımından sonra bölgede pakta karşı olan itirazlar artmaya başladı. Temmuz 1958’de Irak’ta yaşanan askeri darbeyle yönetimi ele alan General Kasım ülkesini Pakttan çekti. Bunun üzerine adı Merkez Antlaşma Örgütü (CENTO) olarak değiştirilen örgütün merkezi Bağdat’tan Ankara’ya taşındı. Bu süreçten sonra ABD örgüte üye olsa da örgüt 1960’lı yıllardan itibaren etkinliğini yitirmeye başladı ve 1979’daki İran İslam Devrimi’nden sonra filen sona erdi.

 

Soğuk Savaş Sürecinde SSCB’deki Gelişmeler ve Yumuşama Politikası

  1. Dünya Savaşı’nda SSCB 20 milyon yurttaşını kaybetme politikasına kendi topraklarında Hitler faşizminin askeri gücünü yenme ve zafere ulaşma dirayetini gösterebildi. Savaşta yaşanan bu ağır can kayıpları, ekonomik yıkıma rağmen Stalin’in önderliğindeki SSCB savaştan etki sahasını genişleterek, dünya ilerici insanlığının sempatisini kazanarak çıktı. Savaştan hemen sonra Truman yönetimindeki ABD’nin devreye koyduğu çevreleme stratejisiyle komünizmi boğma gayesine karşılık SSCB’de, Doğu Avrupa ülkelerindeki devrimsel gelişmeyi destekleyerek, sosyalist Doğu Avrupa ülkeleriyle çeşitli anlaşmalar yaparak, Çin Devrimi’ne ve diğer coğrafyalardaki devrim süreçlerine destek vererek, kapitalist ülkelerdeki komünist partilerle ilişki ve ittifaklarını büyüterek kendine karşı stratejisini oluşturdu. Yine ABD’nin nükleer silah gücüne karşı nükleer silahlar geliştirerek, askeri kapasitesini büyüterek, ABD’nin askeri tehdidine karşı caydırıcı bir askeri güce ve teknolojiye ulaşmayı amaçladı. Bu anlamda ABD ile yoğun bir silahlanma yarışına girdi. Bunun ekonomik faturası ağır olsa da o dönem kendisi için bir zorunluluk olarak görüyordu. ABD hegemonyasının çatışmacı siyasetine karşı Stalin, daha sonra çokça eleştiri konusu olacak sosyalizmin anavatanı olan Rusya’yı korumaya öncelik veren bir dış politika benimsedi. İçe kapanmacı bir siyaset izledi.

Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde Kruşçev ile birlikte soğuk savaş sürecinde yeni bir döneme girildi. Kruşçev Şubat 1956’daki SSCB komünist partisinin XX. Kongresi’nde Stalin dönemini ağır biçimde eleştirmiş ve SSCB yönetim kademelerini Stalin yanlılarından arındırmaya girişmişti. Kruşçev, dış politikada Stalin çizgisinden uzaklaşarak hem kapitalist blokla hem de iki bloğun dışında kalan ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmek istiyordu. Özcesi, “Barış içinde bir arada yaşama” olarak adlandırılan bu politikaya göre, Stalin’den farklı olarak Kruşçev, komünist ve kapitalist blokların birbirini yok etmeye çalışmadan bir arada yaşayabileceklerini savunuyordu. Kruşçev’in bu açılımının ardından iki blok arasında başlayan bahar havası kısa sürdü. Gelişmeler Kruşçev’in bu tezini doğrulamayacaktı. Çevreleme politikasını kırmayı hedefleyen bir tutum, strateji olarak da anlamlandırılabilecek Kruşçev’in “Barış içinde bir arada yaşama” yaklaşımı hegemonik güç mücadelesinin duvarlarında patlayıp son nefesini verecekti. Başlayan bu kısa süreli bahar havası önce ABD’nin Türkiye’den kaldırdığı U-2 casus uçağının Sovyetler Birliği hava sahasında düşürülmesi; ardından Küba Devrimi ve Küba ile yaşanılan füze krizi iki büyük gücü üçüncü dünya savaşının, nükleer bir savaşın eşiğine getirdi. Nükleer savaş tehdidi ve iki gücün savaşın eşiğine gelmesi “yumuşama” çabalarını da beraberinde getirdi. “yumuşama” sürecinin gelişmesine etki eden diğer önemli bir faktör de, kıtalararası güdümlü füzenin SSCB tarafından geliştirilmiş olmasıydı. Bu gelişme ile birlikte soğuk savaşın ABD yönetimi bakımından algılanma biçimi değişti. Bu tarihe kadar SSCB’yi Avrupa’daki üslerinden bombalama kapasitesine sahip olmakla birlikte, kendi topraklarına bir SSCB nükleer saldırısı olma ihtimali çok düşük olan ABD, ilk kez kıtalararası nükleer başlık taşıyan füzelerle vurulma endişesi duymaya başladı. Bu endişe Küba krizinden sonra NATO’nun kitlesel karşılık stratejisinin değiştirilmesine yol açacaktır. Sovyet yönetiminde yaşanan revizyonist-liberalleşme eğilimi ile birlikte bloklar arası ilişkiler ve görüşmeler hızlandı. Bu görüşmeler, Kruşçev’den sonra Sovyet yönetimine seçilen Brejnev ve Nixon arasında 1972’de stratejik saldırı silahlarına ilişkin Tedbirler Antlaşması ( SALT-1) ve bunu tamamlayan nitelikte Anti-balistik Füze Anlaşması’nın imzalanması noktasına kadar vardı. Bu görüşmelerle bloklar arası görece yakınlaşma denilecek adımlara rağmen Kruşçev’in dediği “Barış içinde bir arada yaşama” kardeş kardeş geçinme durumu da söz konusu değildi. 1970’li yıllarda esas mücadele üçüncü dünya ülkeleri denilen iki blok dışında kalan ülkeler ekseninde devam etti. 70’li yıllar Sovyetler gücünün doruğuna çıktığı bir süreç oldu. Bu yıllarda sömürge karşıtı hareketlere verilen destek neticesinde Asya ve Afrika’da yedi ülkede halk devrimleri yaşanacaktı. Sovyetlerin ABD hegemonyasına ve Batı emperyalizmine karşı vereceği en önemli mücadele, sömürge karşıtı ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemek iken, bunu yeterince yaptığını söylenemez. Sosyalist düşüncenin yayılması ve diğer halklara taşırılmasında sömürge karşıtı hareketler çok önemli araç olmasına rağmen ve yine ABD’nin çevreleme-kuşatma politikasını parçalama istidadını kendi içinde barındırmasına rağmen SSCB bu konuda ilkeli bir duruşun sahibi olamamış, dış politika gereği ABD’nin açık-gizli askeri operasyon ve müdahalelerine karşı sessiz kalmıştır. Bu belirtilen temel yetersizliğe rağmen, ideolojik mücadele, siyasi-ekonomik-askeri mücadele bu süreçte de karşılıklı adımlarla sürdü. ABD’nin SSCB’yi “inanç özgürlüğünü kısıtlamakla” suçlanmasına karşılık, SSCB’de ABD’yi ülkelerin iç işlerine karışmakla suçladı.

 

ABD-SSCB İlişkilerinde “İkinci Soğuk Savaş” Dönemi

Bloklar arası ilişkiler, soğuk savaşın seyri Truman ve Eisenhower dönemlerine göre daha “yumuşak” bir seyir izlese de bu hep böyle gitmeyecek, 1970’lerin ortalarında ABD başkanlık koltuğuna oturan Carter ile durum değişmeye başlayacaktı. “İkinci soğuk savaş” olarak adlandırılan yeni bir sertlik sürecine girilecekti. ABD’de Carter’dan Bush yönetimine kadar devam eden bu ikinci soğuk savaş sürecinin sonuçları (umulmadık kadar) tarihi nitelikteydi.

ABD’nin strateji değişikliğine gitmesi ve ikinci soğuk savaş olarak ifade edilen dönemi geliştirmesine birkaç nedene dayanmaktaydı. Özetlenerek ifade edilecek olursa; Birinci olarak çok sayıda üçüncü Dünya ülkesinde SSCB yanlısı gücün iktidara gelmesi, ABD kamuoyu ve yönetimde domino teorisi çağrışımını uyandırması; ikinci olarak, petrol krizi ile o dönemde dünyanın jeopolitik olarak en önemli yeni haline gelen Körfez bölgesinde SSCB etkinliğinin artması ve bu etkinliğin ABD yönetiminde SSCB’nin bölgeyi kontrol altına alma stratejisinin bir parçası olarak değerlendirmesi; üçüncü olarak, Kamboçya, Güney Vietnam ve Afganistan gibi ülkelerin Sovyet etkinlik alanı altına girmesi, Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) “çevreleyen ama çevrelenen” bir ülke konumuna gelmesi, daha açık bir ifade ile Nixon-Kissinger stratejisinin en temel boyutlarından biri olan ÇHC ile işbirliği yaparak SSCB’yi çevreleme politikasının çökmesi veya anlamsız hale gelmesi, bir başka ifade ile SSCB’nin yayılmasını önleyecek bir bir ortadan kalkması anlamına geliyordu. Dördüncü olarak da, İran İslam Devrimi’nin gerçekleşmiş olmasıydı. İran Devrimi ABD açısından ağır bir darbe oldu. Böylelikle İran’daki askeri üsleri ve dinleme istasyonlarıyla SSCB’yi denetleme ve kontrol altında tutma yeteneğinden yoksun kalacaktı. Ve ayrıca bölgede ABD karşıtı İslamcı akımların güç kazanmasına ve ABD yanlısı geleneksel monarşilerin istikrarsızlığa sürüklenerek yıkılmalarına yol açma tehlikesinin belirmesi…Özcesi, küresel açıdan SSCB’nin etkinliğindeki artış, Ortadoğu’da artan belirsizlik. ABD kamuoyunda ve politikacıların arasında “yumuşamanın” (DETAND) Sovyetlerin etki alanlarının genişletmesine yaradığı şeklinde görülüp değerlendirildi. Dolayısıyla, bahsettiğimiz nedenlerden dolayı Carter’in ikinci döneminden itibaren “yumuşama” politikası terk edilerek, yeni bir strateji devreye konuldu.

Carter yönetimi 1980 ocağında ikinci soğuk savaşı resmen başlatan yeni doktrinini açıkladı. “Carter Doktrini” olarak adlandırılan bu doktrin, Ortadoğu’da Amerika çıkarlarına karşı girişilebilecek bir harekete, ABD gerekirse askeri güç kullanarak doğrudan müdahale edilmesini içermekteydi. Nixon Doktrini’nin terki Eisenhower Doktrini’nin yenilenmesi anlamına gelen bu değişiklik, ABD’nin yeniden güç ve çatışma politikalarına döndüğünü göstermekteydi.

Bu politika değişikliğiyle birlikte, artık ABD dış politikasının doğrultusu belirgin bir biçimde Ortadoğu’ya çevirmiş oldu. Bu politika gereği, ABD çevik kuvvet güçlerini Ortadoğu’da konuşlandırdı. İkinci olarak, Carter yönetiminin etkili isimlerinden olan ulusal güvenlik danışmanı Brzezinski tarafından geliştirilen politikaydı. Carter Doktrini’nin taktik yanını oluşturan, ‘yeşil kuşak doktrini’ olarak da adlandırılan bu doktrine göre, Ortadoğu’da İslami hareketler, komünizme ve SSCB’ye karşı kullanılması amaçlamaktaydı. Bunun yolu ise bölgede Amerikan politikalarıyla uyumlu ülkelerde islami gelişimi kontrol ederek, uyumsuz ülkelerin de kışkırtarak, bu bölgelere devrimci hareketlerin, SSCB’nin etkilenmesini önlemek ve SSCB’yi “yeşil kuşak “ile çevrelemekti. Bu politika en etkili bir biçimde Afganistan’da SSCB’ye karşı İslamcı unsurların etkin bir şekilde örgütlenip, her türlü silahla, araçla desteklenmesinde görülecekti. Yine 1980’de Türkiye’de, yine yakın tarihlerde Pakistan, Endonezya ve Malezya’da yapılan darbelerden sonra İslamist düşüncenin yaygınlaşması ve İslamcı partilerin iktidara gelmesi ve doktrinin bölge coğrafyasında somut amaçlarından bir kaçıydı.

Üçüncü olarak, Carter yönetimi kongreye egemen olan sağcıların etkisiyle de, yumuşama döneminde SSCB ile atılan silahsızlanma adımları, ticaret gibi konularda ilişkileri dondurma yolunu seçti. Dördüncü olarak, Carter yönetimi askeri harcamalarda önemli artışlar yaparak konvansiyonel ve nükleer silahlanma yarışını yeniden başlattı. ”1960’lardan itibaren gerileyen NATO birlikteliğinin yeniden tesisine yönelindi”. Bununla NATO üyeleri arasında eşgüdüm sağlayarak özerk hareketlerin engellenmesi amaçlanmaktaydı.

Bu politikanın yansımaları bakımından beşinci ve son olarak şu belirtilebilir. SSCB yönetimine karşı dış politikada insan hakları söylemine yeniden ağırlık verilmesiydi. Bir strateji olarak insan hakları konusunda yaşanan sorunları SSCB üzerinde baskı oluşturmak için kullanılmaya başlandı.

Carter’dan sonra 1981’de ABD başkanlık koltuğuna R.Reagan yönetiminin dış politikasının temel özelliği; Carter döneminde ikinci soğuk savaşın başlangıcında belirlenen stratejileri ortadan kaldırmak değil, bunları topyekûn bir savaş için yeniden kurgulanması ve şiddetle uygulanmasıydı. Reagan döneminin, Carter döneminden tek ve temel farkı var olan politikanın daha şiddetli ve kaba güçle uygulanması oldu. Bu stratejiye getirilen açılım, Reagan’ın kendi adıyla anılan doktrine göre, ABD, üçüncü Dünya’da Sovyet yanlısı hükümetlere karşı savaşın sağcı kontrgerilla kuvvetlerine ve solcu gerillalara karşı savaşan Amerikan yanlısı hükümetlere askeri, ekonomik ve siyasal destek vermek şeklindeydi.

Bu bağlamda Reagan yönetimi ABD dış politika stratejisinde etkili olan çevreleme politikasını aşarak Batı Bloku ve Amerikan karşıtı ülkelere çeşitli araçlarla müdahale etmeyi hedefine koydu. Bir anlamda Brejnev Doktrini’nin çökertilmesini hedefleyen bu strateji, ikinci soğuk savaşın çok daha kapsamlı/komplike bir nitelik kazanmasına neden oldu. Özellikle Reagan yönetiminin 1981-1985 yılları arasında yani Reagan başkanlık sürecinin ilk döneminde hararetle uygulanan bu politika, 1986’dan sonra Reagan’ın ikinci döneminde eski hızını kaybetti. Bunun temel nedeni SSCB’de Gorbaçov’un iş başına gelmesiyle yeni bir dönemin başlaması, bloklar arası ilişkilerde barış rüzgarlarının esmesiydi. Reagan ikinci döneminde yumuşamayı destekleyecek, iki ülke arasında silahsızlanma görüşmelerinde ve işbirliği yapmaktan kaçınmayacaktı. Reagan’dan sonra 1988’de seçilen Baba George Bush da Reagan’ın ikinci döneminde izlediği politikaları devam ettirdi. Bush dönemi, bloklar arası ilişkilerin iyice ısındığı bir konjonktüre denk geldi.

Bu yüzden ABD yönetimi açısından sorun artık bloklar arası ilişkilerde ABD üstünlüğünü tesis etmek ya da yakınlaşma çabalarını geliştirmek değil; sorun, SSCB ve Doğu Blokunun 1989 yılından itibaren içine girdiği dağılma sürecini yönetebilmekti.

 

SSCB’nin Çöküşü: Bir Dönemin Sonu, Yeni Bir Dönemin Başlangıcı

ABD karşısında 1970’lerde Sovyetler birliği siyasal ve askeri olarak dengeyi sağlamış olsa da, ekonomik ve teknolojik gelişimde hızla geriye düşmeye başlamıştır. Artan silahlanma harcamaları, dünya yüzeyinde Sovyet etkisini genişletmek amacıyla üçüncü dünya ülkelerine verilen destekler, yapılan yardımlar, ekonomide verimliliğin sağlanamaması, merkezi planlamanın yetersizliği, teknolojik olarak geride kalma vb. sorunlar Sovyet ekonomisine çok büyük yük getirmekteydi. Dünya çapında yaşanan ekonomik dönüşüm, genel olarak dünya ekonomisinin daralma sürecine girmesi; yine Avrupa’da artan refah düzeyi ve özellikle Doğu Avrupa halklarının daha fazla bilgi sahibi olup taleplerinin artması, mevcut ekonomik düzeyin bunu karşılamıyor olmasa vb. ekonomiden kaynaklı sorunların katlanarak büyümesine neden oldu. Sürekli alt yapının belirleyiciliğine vurgu yapan, ekonomiyi önceleyen bir ideolojik referansa dayalı bir sistem olan Sovyetler birliği hantal, verimsiz ekonomik yapısı nedeniyle rakiplerinin gerisine düştü. Ekonomide yaşanan sorunlar Sovyetler Birliği’nin çökmesine yol açan en önemli dinamiklerden biri haline geldi.

Çöküş sürecine etki eden diğer önemli bir etmen de ideolojik inandırıcılık sorunudur. Kruşçev döneminde başlayan liberalleşme, ülkede komünist Parti’nin egemenliğinin daha fazla sorgulanır hale gelmesine neden oldu. Komünizme olan inanç sarsılmaya başlamıştı. Toplumdaki “rıza”nın da zayıflaması anlamına gelen komünist sisteme dair oluşan kuşkular, Sovyet sisteminin geleceği açısından önemli tehlikeler içinde barındırmaktaydı. Nihayetinde toplumdaki sisteme ilişkin memnuniyetsizliğin büyümesi sistemin çok kısa sürede dağılmasında, direnç odaklarının zayıflamasında en önemli etkenlerden biridir. Ekonomist ağırlıklı materyalist yaklaşımı önceleyen SSCB, bu alanda geriye düşünce toplumsal “rıza” üretemedi. Çünkü çokça iddia edilen sosyalist birey, sosyalist ekonomik model, sosyalist ahlakı içselleştirmiş, maddiyatı ikinci plana koyan toplum gerçeğini yaratamadı. Yine ABD ile girilen bu rekabette, sosyalizm ideolojisi SSCB için en büyük dayanak olmasına rağmen, buna göre kendine güvenli, dünyaya güven ve umut aşılayan bir sistem kurmak yerine, kendini korumak için içine kapanması, baskıcı-otoriter bir karaktere bürünmesi kaybetmesinin diğer önemli nedenidir. Benzer şekilde Batı’nın başlatmış olduğu kültür Savaşı’na karşı da kapalı toplum yapısından kaynaklı karşı argümanlar üretmede başarılı olamadı.

Yine insan hakları taleplerine paralel, SSCB’de ulusal sorunlar daha fazla görünür olmaya başladı. SSCB’de yaşayan halklar ulusal ve hatta milliyetçi taleplerini daha fazla dile getirmeye başladı. Ekonomik ve ideolojik alanda yaşanan sorunlar, ulusal sorunların ön plana çıkmasına, farklı arayışların gelişmesine zemin sundu. Sovyetler bunca yıldır çözemediği ya da çözmeye çalışıp da başaramadığı ulusal sorunlar, belirtilen diğer sorunların da etkisiyle yeniden hortladı. Bu anlamda SSCB’nin çözülmesine yol açan dinamiklerden biri de çözümsüz bırakılan ulusal sorunlar oldu.

SSCB’nin böylesi sorunlarla boğuştuğu bir dönemde ikinci soğuk savaşın başlaması, bahsi edilen dinamikler üzerinde daha güçlendirici bir etki yaptı. ABD’nin ekonomiyi SSCB’ye karşı bir dış politika olarak kullanması, SSCB’nin içinde bulunduğu ekonomik şartları daha da ağırlaştırdı. ABD’nin yıldız savaşları projesi, nükleer ve konveksiyonel silahlarda büyük bir silahlanma yarışı başlatması, SSCB ekonomisine etkisi yıkıcı oldu. 1960’lı yıllardaki silahlanma yükünün getirdiği faturayı ödemekte dahi zorlanan SSCB, yeni bir silahlanma yarışına girmesi içinde bulunduğu şartlardan dolayı mümkün görünmüyordu.

Takati bu silahlanma yarışını kaldıramayacak kadar zayıflamıştı. Sosyalist birey, toplum ve ekonomiyi yaratmayan, devlet kapitalizmi temelinde yürüttüğü hantal, verimsiz ekonomisiyle, sınırlı üretim kapasitesiyle ABD ve Batı ile yarışamayacak kadar geri kalmıştı. SSCB, Batı bloğuyla içine girmiş olduğu bu rekabette kendini yenileyemezdi. 80’lerden sonra bilgi, bilişim, enformasyon, internet ve buna dayalı teknolojide geride kaldı.

SSCB ekonomisi devasa büyüyen bürokrasinin semirdiği bir alan haline geldi. Doğallığında, ekonomik sorunlar ve zorluklar insanların sisteme olan inandırıcılığını zayıflattığı gibi, yeni arayışlar anlamında da toplumsal muhalefeti besledi. Bu da çok etnikli uluslu SSCB’de ulusal sorunları gündeme getirerek SSCB’nin bütünlüğünü sarsmaya başladı.

SSCB’nin içinde bulunduğu bu darboğaz SSCB yöneticileri tarafından görülmüyor değildi, fakat çözüm anlamında ortaya konan şey, sistemi revize etmek, liberalleşme yönlü adımlar atmak şeklinde oldu. Kruşçev ve ondan sonra komünist partisi genel sekreteri olarak iş başına gelen Brejnev gibi Sovyet siyasal eliti/yönetici kesimi sorunları yapısal nedenleriyle birlikte ele alıp çözmek yerine, Sovyet içi klik çatışmaları, birbirini tüketen, tasfiye eden iç siyasal çatışmalar vb. hususlarla enerji yanlış noktalara kanalize edildi. Sistemi revize eden adımlar dışında çözümü dönük kalıcı adımlar atılamadı. Yeniden yapılanma sorunu sistemin bütünü için kendini dayatan bir zorunluluk haline gelmişti. Sorunların ötelenmesi, polisiye veya askeri müdahalelerle bastırılması sorunların ağırlaşarak devam etmesinden başka bir işe yaramadı. Demokrasiye sorunlu bakış ve demokratik ilkelerin işletilmemesi, her şeyin komünist parti merkez komitesinde ve giderek genel sekreterde merkezileşmesi, tek adamın karar verici bir pozisyonda olması sistemin yapısal sorunlarından sadece birkaçıydı.

SSCB’nin böyle yoğun sorunlarla boğuştuğu bir dönemde M. Gorbaçov iş başına geldi. SSCB açısından beklenen ve fakat sonuçları bakımından beklenilmeyen ‘radikal değişiklikler’ Gorbaçov’un iş başına gelmesinden sonra gerçekleşti. Gorbaçov, yeni bir üslup benimseyerek sosyalizmin yeniden yorumlanması gerçekliği üzerinde durmaya çalıştı. Bu çerçevede özellikle “Glasnost (açıklık) politikası ile Sovyet yönetimdeki aksaklıkların giderilmesi, yönetimin gençleştirilmesi, insan hakları noktasında bir iyileştirmeye gidilerek rejim karşıtlarının bırakılması, basın ve ifade özgürlüğünün genişletilmesi, ihlallerin engellenmesi ve Sovyet halkının siyasal temsil kanallarının açılması hedeflenmekteydi. Gorbaçov, bu politika ile yapacağı reformlarla halkın desteğini almayı ve muhafazakâr kanadın engellerini aşmayı umuyordu. ‘Perestroyka (yeniden yapılanma) politikası ile de Sovyet sistemini ve özellikle ekonomiyi yeniden yapılandırmayı amaçlamaktaydı. Gorbaçov 1986’daki Komünist Partisi Kongresi’nde gerekli desteği alarak süreci başlattı. Bu politika kapsamında hukuksal düzenlemeler yaptı, basın özgürlüğünü genişletti. Yine dış politika alanında savunma bütçesini azaltan adımlar-nükleer silahların azaltılması-attı. Ki savunma giderleri Sovyet ekonomisi üzerine çok büyük bir yük bindiriyordu. Atılan bu adımlar ABD tarafından da karşılık buldu. Yine Sovyet bütçesi üzerinde büyük yük olan hem de Sovyet prestijini olumsuz yönde etkileyen Afganistan işgalini sona erdirerek yumuşama mesajları verdi. Diğer ülke ve devletlerle ilişki geliştirerek, izolasyon politikasına son vermeye çalıştı. Bu temelde 1960’ların başından beri çok soğuk ilişkileri olan Çin ile, yine Batı Avrupa ülkeleriyle diyalog çabaları sonuçsuz kalmadı. Bu anlamda hem Çin ile hem Batı Avrupa devletleriyle ilişkilerini güçlendirdi.

Toparlayacak olursak hem içerdeki reform çabaları hem dış politikada yapmış olduğu açılımlar, ekonomi alanında yaşanan yapısal sorunlar giderilemeyince ve ülkede ‘Sovyet ekonomisinin liberalleştirilmesi’ yönünde attığı adımlar hedeflenenin aksine sonuçlar verince, toplumsal muhalefetin artmasına ve toplumsal barışın bozulmasına yol açtı. Bu durum da beraberinde Sovyetler bünyesindeki devletlerde merkezkaç eğiliminin güçlenmesine neden oldu. Moskova’nın, 1989 sonbaharında açık bir biçimde devreye koyduğu ve daha sonra “Sinatra Doktrini” olarak adlandırılan politika çerçevesinde Doğu Avrupa halkları kendi yollarını çizmeye başlayacaktı. Teker teker tüm Doğu Avrupa ülkeleri bağımsızlıklarını ilan etti. Bu dağılma süreci “8 Aralık 1991’de bir araya gelen Rusya, Ukrayna ve Belarus liderleri SSCB’nin resmen sona erdiğini ve yerine Bağımsız Devletler Topluluğu kurulduğunu” açıklamalarıyla resmileşti. Böylelikle Sovyet sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin sonuna gelinmiş oluyordu.

Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesi sadece “Soğuk Savaş’ın” bitmesi anlamına gelmiyordu, ikinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası düzenin ve dengelerin de sona ermesi anlamına geliyordu. “Bu sonuç Sovyet Rusya’nın hegemonik merkez olma denemesinin başarılı olmadığı” anlamına da geliyordu. Başta Wallerstein olmak üzere, kimi yazar ve düşünürlere göre bu tarih aynı zamanda ABD hegemonyasının sona erdiği ya da zayıfladığı tarih olarak, yine birçok nedenden dolayı liberalizmin kaybettiği bir süreç olarak ifade edilmektedir. Sovyetlerin dağılmasından sonra kapitalizmin kesin ve nihai zaferi, tarihin sonu şeklinde yapılan açıklamaların, atılan zafer naralarının hiç de doğru olmadığı ABD hegemonyası altında, Batı’nın demokratik değerlerinin hakim olacağı bir dünya beklentisinin kuru bir gürültüden ibaret olduğu bu son 30 yıl içinde yaşananlar bize gösterdi.1989 tarihi sadece SSCB’nin çözülüş tarihi değil, ABD’nin hegemonyası üzerinde inşa ettiği, NATO’nun varlık sebebi olarak gösterdiği; çok işlevli bir aracın yok olması anlamına geliyordu. Birçok sorunun ötelenmesine, görmezden gelinmesine yarayan karşıt kutbun varlığı artık hegemon güçler için işlevsel olmayacaktı. Özcesi bu rekabetten, hegemonik güç mücadelesinden ABD başarılı çıkmış olsa da, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan iki kutba dayalı uluslararası sistemin, dolayısıyla ABD’nin hegemonyasını üzerinde inşa ettiği sistemin yok olması anlamına geliyordu. Kaybeden aynı zamanda ABD ve kapitalist sistem ve onun liberal ideolojisiydi.

Bugün dünyanın en zengin ve askeri olarak en güçlü ülkesi, devleti ABD olsa da her şeyi belirleyen, liderlik vasıflarına haiz anlamında hegemon bir güç değildir. Ciddi meydan okumalarla karşı karşıyadır. Bu anlamda dünya yeni bir çatışma ve belirsizlik sarmalına girdiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Zamana yayılmış bir 3. Dünya Savaşını yaşıyoruz. Bugün itibariyle bu savaşlar bölgesel planda askeri, siyasi, ekonomik, psikolojik birçok vechede cereyan etse de yarın çok daha kapsamlı, küresel boyutlara sıçrayan, çok daha yıkıcı bir durum ile karşılaşabiliriz. Hegemonik güç mücadelesiyle bağlantılı böyle bir sarmalın içine girmiş bulunuyoruz. Ukrayna Savaşı gelecekte olabileceklere dair birçok emareyi içinde barındırıyor. Ne yazık ki bu emareler çok da iç açıcı değil. Bu yeni süreçte tek ve en önemli umut halk özgürlük eğilimini temsil eden politik-devrimci halk hareketlerinin parçalanan, dağılan statüko yıkıntıları arasında yarının özgür, demokratik toplumunu yaratma dirayetini, kabiliyetini ve yeteneğini gösterebilmeleridir. Yoksa yeni hegemonun/hegemonların halklara, ezilen toplumsal kesimlere verebileceği tek şey daha fazla sömürü ve gözyaşı olacaktır.

Bu anlamda umut biziz; Kendi özgücümüzle kendi özgür, sömürüsüz dünyamızı yaratabiliriz.

Yararlanılan Kaynaklar
  • Jeopolitika ve Kültür, I. Wallerstein
  • Liberalizmden Sonra, I. Wallerstein
  • Avrupa Evrenselciliği, I. Wallerstein
  • Uluslararası İlişkiler Teorisi, Prof. Dr. Ahmet Öztürk
  • Siyasi Tarih, Dr. ÖĞR üyesi İlker Aktütün
  • Felsefe Sözlüğü,  Ahmet Cevizci
  • Modern Revizyonizmin Çöküşü

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.