Düşünce ve Kuram Dergisi

Hegemonya ve Tarihsel Gelişimi

Mehmet Şahin

A-Dünya Sistemine Kısa Bir Bakış

Hegemonya kavramı, dünya ekonomik ve politik tarihinde, önemli kilit kavramlardan birisidir. Bu bakımdan hegemonyayı, tanımlamaya geçmeden önce dünya sistemine özet bir bakış geliştirmek istiyoruz. Çünkü dünya tarihi bütünlüklü anlaşılmadan ne hegemonyanın doğuşu nede hegemonik geçişler doğru olarak anlaşılacaktır. Bu konuda duayen tarihçi Ranke’in dediği gibi “evrensel tarihten başka bir tarih yazılamaz” 

Bu bakımdan, evrensel tarih anlayışı en bütünlüklü ve hakikati yetkin biçimde ifade ederken, tikel tarihte doğru biçimde yerli yerine oturtulmalıdır. Ne evrensellik adına, hak ve ulusların çok yönlü tarihleri göz ardı edilmeli nede tikellik adına evrensel tarih persfektifi tali plana düşürülmelidir. Dahası, tikel tarih ancak evrensel tarih içinde doğru bir anlam ifade edecektir.

Bu kısa girizgahtan sonra, dünya sistemine ilişkin kısa bir çerçeve sunmak yararlı olacaktır. Bilindiği gibi tarih yazıcılığı dünya sistemini adlandırmada en çetrefilli konuların başında gelir. Bütüncül temelde toplumsal hakikatleri güçlü bir demet biçiminde sunmak çok kolay olmamaktadır. Doğal olarak tarihsel süreçler ele alınıp irdelenirken bir biçimiyle ideolojik, sınıfsal ve kültürel özellikler de bu sürece sirayet etmektedir. Saf ve katıksız bir tarih anlayışı olamayacağı gibi daha eşit ve özgün bir geleceği hedeflediği oranda, günün ve geçmişin çözümlenmesi belli bir anlam ifade edecektir. Bilimsel ve objektifliğin kritikliği çok yalın biçimde, verili olan bakış açılarına veya tarih anlayışlarına karşı eleştirel yaklaşıp güçlü biçimde sorgulamaktadır. Nasıl ki Annales Tarih okulunun büyük ismi Fernand Braudel, Fransa özgülünden hareketle, resmi tarih anlayışına karşı alternatif bir tarih anlayışını ortaya çıkarmışsa, benzer durum sistem analizleri içinde geçerlidir. Bu konuda, Immanuel Wallerstein’in dünya Sistemleri Analizinin bir hayli ses getirdiği ve yaptığı analizlerin bir yığın tartışmayı ateşlediği ve ufuk açıcı nitelikte olduğu bilinmektedir. Wallerstein bu kavramlaştırmayı modern dünya sisteminin tarihini ve mekanizmalarını ifade etmek için kullanır. Bu analiz yöntemi, ulus-devlet paradigmasını esas alan standart model yerine, daha makro ölçekte bütüncül bir dünya sistemini esas alır. Wallerstein’in, yaptığı kavramlaştırmada da görüleceği gibi dünya sistemleri analizinde, tek bir dünya sisteminden ziyade çoklu bir sistem anlayışını ele alır. Ona göre insanlık tarihinde bugüne değin bir çok farklı sistem uygulanmıştır. Örneğin, Roma’da krallık, Cumhuriyet ve İmparatorluk ayrı sistemler olanak varlık göstermiştir. Aynı biçimde Çin’de 7.yüzyılda Tang Hanedanı ve 12.yüzyılda Song Hanedanlığı zamanında birbirinden farklı sistemler uygulamıştır. Bu bağlamda Wallerstein’in geliştirmiş olduğu dünya sistem Analizinde üç temel kanunun altını çizmiştir. Bunlar sırasıyla; 

1- Merkez çekirdek-çevre ilişkisi 

2- A-B evrelerinden oluşan yükselme ve alçalma eğilimi 

3- Hegemonya-rekabet. 

Bu üç temel nirengi noktası, kapitalist modern dünya sisteminin en başat unsurlarıdır. Bu üç karakteristik yön, hep birlikte kapitalist dünya sistemini anlatır. Kapitalist sistemin 16. yüzyılda şekillenmeye başladığını daha önceki sistemlerde şüphesiz belli bir sermaye birikimi sağlanmış olsa da, hiçbir sistemde kapitalizmde olduğu gibi sınırsız bir sermaye birikimini başaramadığını belirten Wallerstein, bu temelde kapitalizmin biricik ve rakipsiz olduğunu belirtecektir. En nihayetinde bir ölçüde Avrupa merkezci bir bakış açısına sahip olan Wallerstein, 1500 yılları öncesinde kurulan sistemleri, dünya imparatorluğu biçiminde ifade edecektir. Sistem analizi temelinde altını çizdiğimiz bu üç temel özelliğin kapitalist dünya sistemine ait özellikler olduğunu belirterek, 16. yüzyılda doğan kapitalizmi benzersiz biçimde tanımlayacaktır. Bu bakımdan kapitalizmin bir dünya ekonomisi olarak kendini derinliğine ve genişliğine modern bir dünya sistemi biçiminde örgütlediğini dile getirecektir. Kapitalist dünya ekonomisi birçok kurumu toplam ifadesi olmaktadır. Bütün kurumlar deyim yerindeyse iç içe girerek karşılıklı bir bağımlılıkla hareket ederler. Kapitalizmin tamamen serbest pazar yerine kısmi bir serbest pazar özgürlüğünden yana olduğunu belirterek, tam anlamıyla serbestliğin var olması, sermayenin sonsuz birikimini engelleyecektir.

Kapitalist modern dünya sisteminin üç temel özelliğinden biri olan hegemonya-rekabet ilişkilerine özel bir önem verir ve örnekler üzerinden çözümlemeler yapar. Tabii, söz konusu bu üç temel karakterin, MS. 1500 sonrası dünya için geçerli olduğunun altını kalın çizgilerle çizecektir. Kapitalizmin, daha önceki dünya sistemlerinden hiçbirine benzemediğini ve emsalsiz olduğunu dile getiren Wallerstein’e göre, güçlü devletler arasındaki rekabet ve yarı çevre ülkelerin güçlerini yükseltme çabaları, bir yerden sonra rekabetle sonuçlanır. Çünkü, devlet ve iktidarın doğası rekabet esasına göre işler. Bu rekabetçi anlayış, güçlü devletler arasında belli bir güç dengesi yaratacaktır. Yani rekabet eden güçler arasında öne çıkan olmayınca belli bir güç dengesi öne çıkacaktır. Bu durum stabil olmayacağına göre ya bir dünya imparatorluğuna ya da hegemonya kurmaya yönelecektir. Wallerstein’e göre son 500 yılda dünya imparatorluğuna heveslenen devlet ve liderliklerden başarılı olan olmamıştır. Çünkü, dünya imparatorluğunda bütün dünya tek bir siyasi-askeri otoriteye bağlı olacaktır. Bu hevese 16. yüzyılda İngiltere 1. Charles, 19. yüzyılın başında Napolyon Bonapanrt ve 20. yüzyılın ortalarında da Adolf Hitler yönelecektir. Yani, dünyaya hükmetmek isteyeceklerdir. Ama hepsi de başarısız olup yenilirler. Yalnız, aynı durum Hegemonya için geçerli değildir. Bu konularda 17. yüzyılda Birleşik Eyaletler (Hollanda), 19. yüzyılın ortalarında Birleşik Krallık ve 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ABD, hegemon olmayı başarmışlardır. Özcesi, imparatorluk kurmak imkansız olmasa da çok zor, ama hegemonya olanaklı gözükmektedir. Yalnız günümüzde Antonio Negri ve Michael Hardt, imparatorluğa daha farklı anlam yüklüyorlar. Kapitalizmin geldiği aşamayı, ABD ve çeşitli ulusüstü kurumların rol sahibi olduğu bir yönetim tarzı olarak ifade ederler. Ancak Wallerstein imparatorlu kavramını bugünden ziyade 1500’ler öncesindeki dünya sistemini adlandırmak için kullanır. 

Ele aldığımız konunun bütünlüklü biçimde anlaşılması için özet kabilinde yer verdiğimiz Wallerstein’ in görüşleri önem kazanmaktadır. Sosyal bilimci Samir Amin’de az-çok Wallerstein gibi düşünür yalnız O, 1500’ler öncesi sistemi “Haraca dayalı sistem” biçiminde tanımları. Ancak Wallerstein’le birlikte paralel bir çizgide yürür. Her ne kadar Wallerstein, dünya sistem analizini kapitalizmi ile sınırlı tutsa ve onu biricik gösterse de, onu onayladığı ve ona hak etmediği devrimci bir paye biçmiş değildir. Kendini Marksist gelenekten saydığından ve öyle gördüğünden dolayı kapitalizmin bir çatallaşma sürecine gelip dayandığını yaşanan kaos ve krizden ancak sosyalizmle çıkış yapabileceğimizi öngörmektedir.

Dünya sistemi 500 yıllık mı 5000 (beşbin) yıllık mı? sorusu, sosyal bilimciler ve dünya tarih yazıcıları arasında belirgin iki kamp belirecektir. Her iki kampın nihayetinde aynı amaca hasıl olsalar da tarihsel süreçleri ele almada farklılaşırlar. Hele, Tarih bilimi gibi çok yönlü faktörün işin içine girdiği bir olguyu standart bir model ile açıklamak pek olanaklı gözükmemektedir. Yukarıda Immanuel Wallerstein’ın liderliğinde gelişen ve dünya sistemini son 500 yıla sabitleyen, yani onunla sınırlayan bakış açısına karşı öncülüğünü Andre Gunder Frank ve Barry K. Gills’in yaptığı ve bir grup tarihçinin öne çıkardığı yaklaşım, dünya sisteminin 5.000 yıllık olduğudur. Yani, dünya sistem tarihini Mezopotamya-Sümer uygarlığından itibaren başlatırlar. Dünya sisteminde kimi ana geçişler dışında, dünya sisteminin sürekli ve kesintisiz biçimde sürdüğünü ve bu temelde Wallerstein’ın belirttiği gibi kapitalizmin her hangi bir biricikliğinin olmadığını, kendini hegemonik geçişlerle var eden dünya sistemlerinin en son halkası olduklarını ifade edeceklerdir. Bu konuda Wallerstein ve arkadaşlarının, kapitalist dünya sistemine ilişkin getirmiş oldukları tanımlamanın bir çoğuna katılırlar ve herhangi bir itirazları yoktur. Özellikle, merkez-çevre, yükseliş-alçalma ve hegemonya-rekabet ilişkilerinin sadece son 500 yıl ile sınırlı olmadığını ve bu temel faktörlerin, ortaçağ ve eskiçağ dünyası içinde geçerli olduğunu belirteceklerdir. Bu anlamıyla bütüncül bir dünya sistemini yani tek bir dünya sistemini esas alırlar. Bu bakış açısı, Avrupa merkezli bakış açısına karşı, daha kapsayıcı ve insan merkezli bir bakış açısıdır. Dünya tarihinin çok yönlü gerçekleştiğini, kapitalist dünya sisteminin parametrelerinden incelemek bir çok yönüyle sakatlayıcı bir rol oynayacaktır. Yine, Frank ve arkadaşlarını, üretim tarzına dayalı ideolojik geçiş tarzlarını şiddetle redederler. Kölecilik-feodalizm-kapitalizm ve nihayetinde sosyalizm biçimindeki doğrusal bir bakış açısının gerçekleri perdelediğini belirtir. Yine “farklılık içinde birlik” ve “küresel düşün, yerel davran” düsturunu kendilerine esas alırlar. Bu bakış açısı, hakikatlere temas eden bir bakış açısıdır. 

Bize göre de, dünya sistemini beş yüz yıl ile sınırlamak çok sağlıklı ve çözümleyici değildir. Tabi ki Frank ve arkadaşlarının Wallerstein bir çok noktada katıldıkları gibi bizde onun sistem çözümlemesini son derecede değerli buluyoruz. Ancak, dünya sistemini 500 yıl ile sınırlandırmak bütüncül tarih ve toplum anlayışına zarar verecektir. Nasıl ki Ranken’in dediği gibi “evrensel tarihten başka tarih yazılmaz” tespiti önemli bir hakikati dile getiriryorsa, çoklu ve parçalı bir dünya sistem tahlili yerine, Mezopotamya’dan doğan ve dalga dalga tüm dünyaya yayılan bütüncül ve tek bir dünya tarihini esas almak daha gerçekçidir. Bu aynı zamanda, paradigmatik bakış açısıdır. Konu bağlamında sözü Abdullah Öcalan’a bırakmak istiyoruz: “Andre Gunder Frank’ın, dünya sisteminin Sümer toplumundan günümüze Ana nehir uygarlığı olmak kümülatif bir birikim olduğu yaklaşımını doğru buluyorum. Birikimin, hegemonya-rekabet, merkez-çevre ve alçalma-yükselme biçiminde bir tarihsel sürekliliğe sahip olduğuna katılıyorum. Avrupa merkezli Kapitalist Dünya-Sistem Analizinde, Kapitalizmi dünya çapında gerçekleşen tek sistem olarak sunan Wallerstein’i eleştirmesi yerindeydi. Wallerstein, kapitalist Dünya-Sistem Analizinin beş yüz yıllık süreyi esas alması yetersizdi. Tahlillerini, beş bin yıllık süreye dayandırsaydı, çok daha verimli olacağı açık. Ancak, avantajlı yanı Dünya-Sistemden çıkışın analizini daha güçlü yapabilmesidir. Ve yaklaşımları, katkı sunucu nitelikteydi.”

 

B- Hegemonya Nedir?  Gelişimi ve Temel Özellikleri

Sözcük, Yunancada lider veya komutan anlamına gelen “hegemon” sözcüğünden türetilmiştir. Aslında, hem Wallerstein ve hem de Frank, hegemonyaya benzer bir anlam yüklerler. Bu terim genellikle gevşek bir şekilde sadece politik bir durumdaki liderliği veya hakimiyeti kastetmek için kullanılır. Terimin, Wallerstein’in dünya-sistem analizinde daha dar bir kullanımı vardır. Bu konuda Wallerstein “Bir Devletin diğer Devletler üzerinde ekonomik, politik ve finansal üstünlüğünü sağladığı, dolayısıyla askeri ve kültürel liderliğe de sahip olduğu durumlara gönderme yapar” demektedir. Yani, hegemonik güçler, politik arenada oyunun kurallarını belirleyen öncü bir konumdadırlar.

Benzer biçimde hegemonya, Frank ve Barry K, Gills tarafından “Toplumsal artı birikimin, siyasal örgütler ve bunları temsil eden sınıflar arasında zor yoluyla oluşturulmuş hiyerarşik örgütlenmesidir. Hegemonik merkeze veya Devlete, yönetici mülk sahibi sınıflarına, toplumsal artıdan ayrıcalıklı bir pay ve bunu ele geçirmek için gerekli siyasal-ekonomik erk sağlayan bir birikim merkezleri veya devlet hiyerarşileri kurulur.” Dolayısıyla bu türden bir hegemonik düzlemde, çevre ve hinterlandın sürekli merkeze doğru bir artı birikim aktarılır. Bu, gönüllülük temelinde değil tamamen askeri-siyasi ve ekonomik, hakimiyet temelinde sağlanır. Bu yönüyle en kapsamlı bir sömürü mekanizması ve hiyerarşisi inşa edilir. Bu bir bakıma, merkezi hegemonik gücün kendi iradesini ve politikasını kendi hinterlandı ve çevresine dayatarak sonuç almasıdır. Günümüzde, hegemonya konusunda uluslararası düzlemde iki bakış açısı egemendir. Birincisinde, ekonomik güçten ziyade, askeri-siyasi zor ön plandadır. Ancak bu bakış açısı da sıkıntılı ve problemlidir.

Çünkü, ekonomik güçle desteklenmeyen ve sadece askeri-siyasi yöntemle varlığını uzun dönem sürdüren hegemonya örneği yoktur. Dünya hegemonya tarihi, bu konuda bizlere epey bir veri sunmaktadır. Belirgin bir örnek, Moğol saldırılarıdır. M.S. 12. ve 13. yüzyıllarda askeri saldırılarıyla başta Ortadoğu olmak üzere ön Asya’yı kasıp kavuran, çok kısa bir sürede Abbasiler gibi hegemonik bir gücü deviren Moğol hegemonyacılığı, ekonomik güçle desteklenmediğinden dolayı uzun ömürlü olamamıştır. Çünkü, hegemonya da esas amaç, çevre veya yarı çevre olarak ifade ettiğimiz bölgedeki zenginliğin, hegemonyanın merkezine taşınması ve bu temelde sağlanan devasa zenginliktir.

Hegemonya konusunda ikinci yaklaşım ise birbirine son derece benzeyen hegemonik güçlerin bir “benzerlik” sıralaması içinde birbirini izlediği, hegemonyanın bir güçten diğerine geçtiği iddia ediliyor. Bu bakış açısı belli yönleriyle doğru olmakla birlikte, 5000 yıllık dünya sisteminde Hegemonyalar belli bir benzerlik biçiminde standart bir yöntemle birbirini takip ettiği ve bu yönüyle benzerlik gözettiği görülmemiştir. Hegemonyanın temel karakteristik özelliklerinin bütün hegemonik güçlerde ve şu veya bu biçimde görülmesi başka bir şeydir. Ancak, hegemonyaları birbirini belli bir periyotla takip eden benzerler olarak tanımlamak, hegemonyanın tanımına terstir. Her bir hegemonya, kendi uzam ve zamanında yani kendi bağlamı içerisinde değerlendirilmelidir. Örneğin, hegemonyaların ilki konumunda olan Akad hegemonyacılığı veya Antik dünyada süper hegemonya konumuna ulaşan Roma imparatorluğunun hegemonik karakterleri, varlık gösterdikleri bağlam içinde değerlendirilmelidir. Son olarak hegemonya konusunda üçüncü yaklaşım, Gramsci yaklaşımıdır. Gramsci’nin hegemonyaya yüklediği anlam Frank ve Wallerstein’den farklıdır. Gramsci’nin bu yaklaşımı da bir hayli, ses getirmiştir. Gramsci’ye göre hegomonik geçişin motor gücü olarak yalnızca devletlerin askeri ve üretici donanımlarının değil, belki de daha önemlisi sınıfsal konumların nasıl sağlandığı, ideoloji ve kültürün hegemonyacılığın meşrulaştırılmasında oynadığı rolün altını çizer. Çünkü, ideolojik ve kültürel faktörler, hegemonyacılığın limitini belirlemede iki temel olgudur. Dünya hegemonya tarihine bakıldığında görüleceği gibi bütün hegemonik güçler, ideolojik ve kültürel saiklerle kendilerini belli bir rızaya dayandırmak isterler. Rızaya dayalı bir meşrulaştırma, hegemonyacılığın devamlılığında başat bir öğedir. Kendilerini, hakimiyet kurdukları çevre ve hinterland üzerinde meşrulaştıran hegemonyalar, en başarılı hegemonya örnekleridir.

Sermaye birikimi ve ekonomik artık üretimin yönetimi, zamanla dünya birikim sürecine yol açar. Bu, binlerce yılı bulur. Dünyanın herhangi bir kesitinde, mülk sahipleri sürekli ve sistemli biçimde kendi hintenlandını sömürerek büyümesi, hegemonyacılıkta ileri bir noktaya taşınır. Biz buna süper hegemonyacılık diyoruz. Bu bir anlamda, eşit hegemonyalar arasında birkaç adım önde olmak anlamına gelir. Yani, liderliğin liderliği veya komutanların komutanlığı olarak ta ifade etmek mümkündür. Bu süper hegemonya konumu, sınıfsal bir statüye tekabül eder. Hegemonik gücün merkezinde, çevrenin zenginliğinden pay alan ve yalın bir deyimle semiren kesim, iktidarı elinde tutan güçlerdir. Veya bunların bağlaşıklarıdır. Bu sınıfsal konumu anlama son derece ayrıcalıklı bir konum sağlam ve dokunulmazlık zırhına bürünürler. Hegemonya, ağırlıklı olarak, merkez-çevre hinterlandı ve komplekslerinden oluşurken, süper hegemonya daha geniş bağlamda diğer bütün hegemonyaları kapsar ve onları bir gökkuşağına sokarak tek bir sistem halinde toplar. Bu yönüyle, merkezlerin bir tür merkezidir. Antik çağda, Roma tam anlamıyla süper hegemonya konumuna ulaşır. Yine 18. ve 19. yüzyıllarda Birleşik Krallık “Güneş Batmayan İmparatorluk” konumuyla süper hegemonya durumuna ulaşarak, Avrupa’dan, Uzakdoğu Asya ve Hindistan’a kadar geniş bir coğrafya ve farklı kültürler arasında kendini derinliğine yayar. Benzer biçimde 20. yüzyılın ikinci yarısında, hegemonyacılığı İngiltere’den devralan ABD, süper hegemonyacılığa talip olurken, tarihte Abbasiler, Osmanlı imparatorluğu, İspanya ve bir ölçüde Hollandalılar ve Portekizliler bu erekle hareket etmişlerdir. Benzer biçimde, İskender, Helenizm adıyla bir dünya imparatorluğuna ve süper hegemonyacılığa soyunmuştur. Bunun için İskenderiye, Babil ve Kürdistan işgalinden sonra Hindistan’a varmıştır. Aynı biçimde, M.Ö. 5. yüzyılda Persler döneminde özellikle Darius’tan Ksarkes’e kadar bütün Akhemenid’ler döneminde süper birikim konumuna ulaşmaya çalışırlar. Efesten Susa’ya kadar 1677 mil uzunluğunda Kral Yolunu inşa ederler. Bağlaşıkları Fenikelilerle birlikte hareket ederek Yunanistan’ın deniz ve ticaret egemenliğine darbe vurmak istemişlerdir. Amaç hegemonya-rekabet bağlamında bölgesel rakibini yenerek veya onu sınırlandırarak, kendini bir üst aşama olan süper hegemonyacılığa taşımaktır.

Aslında bu anlatımlarda da hegemonyanın temel karakteristik özelliklerini görebilmek mümkündür. Yine de hegemonyacılığın belli başlı özelliklerini satırbaşlarıyla şu biçimiyle sıralamak uygun olabilir;

1- Hegemonya esas olarak, artı birikime dayanır ve buna el konulması hegemonyanın temel bir özelliğidir. Birikim, kent, sınıf ve devletin doğuşuyla birlikte başlar. Ve günümüze kadar sürer. Aynı fizikteki entropi gibi bir yasallık burada da geçerlidir. Yani toplam birikim kaybolmaz ama el değiştirir veya farklı formlara bürünür. Birikim tarzları, birçok tarihsel değişim geçirsede dünya sisteminde kesintisiz ve kümülatif bir birikimin olduğudur. Bu deyim yerindeyse “kar topu nar topu” misali büyüyen birikim yasasıdır. Zaten, iktidar ve devlet, artı birikimin en yetkin ve yoğunlaşmış ifadesidir. Hegemonyada ise bu birikim daha üst bir düzeyde sentezlenir. Bu bakımdan, hegemonya çevredeki zenginlik üzerine el koymakla kendi varlık gerekçesini sağlama alır. Bu yönüyle birikim, dünya sisteminin en önemli tarihsel süreçleridir. Burada birikim el değiştirir ve hakimiyet başka bir hegemonik güce geçer.

2- Merkez-çevre ilişkisi, hegemonyaların bir diğer önemli karakteristik özelliklerindendir. Merkez ile çevre yani hinterland arasında sürekli bir mücadele vardır. Merkez, devamlı çekirdekten çevreye yayılım yapıp, onu yutmak isterken, çevreninin ise buna karşı sürekli bir direnişi vardır. Bazen, çevre, miadını doldurmuş merkez tarafından tamamen yutulur. Merkezi hegemonyanın ilk örneğini teşkil eden Akad hegemonyacılığı çevre olarak ifade ettiğimiz Zagros eteklerinde yaşayan başta Gutiler olmak üzere özgür ruhlu kabilelerin mücadelesiyle aşılır ve yaklaşık yüz yıl merkezin yerine geçerler. Öte yandan, hegemonyacılığın, despotik karakterini temsil eden Asur İmparatorluğu, başta Med’lerin öncülüğünde bölge halklarının direnişiyle yıkılmıştır. Benzer durum, Roma İmparatorluğunun aşılmasında, “Barbar*” olarak tanımlanan özgür kabile ve kavimlerin rolü belirleyicidir. Özetle, beş bin yıllık dünya sisteminde, merkez ile çevre arasında kimi zaman hızlanan kimi zaman yavaşlayan ama sürekli var olan bir mücadele gerçekliği vardır.

3- Yükselme-alçalma trendleri, hegemonyacılığın çok önemli bir faktörüdür. Bu konuda Frank ve Barry K. Gills’in çok kıymetli çalışmaları vardır. M.Ö. 500 ve M.S. 1500 sürecini yani yaklaşık 2000 yıllık zaman dilimini ele alırlar. Yükselme ve alçalma süreleri arasında 200 yıllık devreler öne çıkmaktadır. Yani, yükselişe alçalma eşlik etmektedir. Bunu spesifik olarak herhangi bir hegemonik gücün yükselişi ve düşüşü biçiminde olduğu gibi bölgesel bazda da ele alabiliriz. Ama, sonuç aynıdır. Hegemonik yapılar ezel-ebed olmadıklarından dolayı kurtuluş ve yükselme grafiği belli faktörlerden dolayı bir müddet sonra yerini alçalma ve gerilemeye bırakır. Tarihte Pers, Roma Sasani, Abbasi, Osmanlı hegemonyacılığının yükseliş ve alçalış gibi. Buna, İngiliz, ABD ve diğer hegemonyaları da dahil edebiliriz.

4- Hegemonya- rekabet ilişkisi, dünya sisteminin en kritik özelliğidir. 5000 yıllık dünya sisteminde, hegemonyalar arasında donanımlı bir rekabet olmuştur. Eşyanın doğası gereği birbiri aleyhine sürekli genişleyip etki olanlarını büyütmek isterler. Bazen denge durumunda kalırlar. Ancak, bunlar geçici durumlardır. Fırsat bulduklarında birbirlerinin etki alanına müdahale ederler. Hegemonik güçler, genellikle belli bir ittifak dahilinde hareket ederler. Sadece, tek başına buyruk hareket etmek pek rasyonel bir hareket tarzı değildir. Dünya sistemi, karşılıklı birbirine bağlı hegemonik güçler tarafından karakterize edilir. Hem rekabet hem ilişki iç içedir. Bu kural, tarihte ve günümüzde az-çok böyle işlemektedir. En son Ukrayna-Rusya savaşında, Rusya’ya karşı ABD+ Avrupa hegemonik güçleri, birlikte hareket etme ihtiyacı duymuşlardır ve bu onlara kazandırmıştır. Benzer durum, 2. Dünya Savaşında Hitler hegemonyacılığına karşı Sovyetler + Atlantik ittifakı biçiminde vücut bulacaktır. Hegemonyada, üretimin verimliliği yanında siyasi ve askeri güçte gereklidir. Ancak, askeri seçeneği öncelemek çoğu zaman ters teper. Hegemonyacılığın bir özelliği, bir tür takım rolünü oynamasıdır. Çünkü, o bir oyun kurucu ve düzenleyicidir. Bu bakımdan, hegemonyacılığa hayatiyet kazandıran, esasta yumuşak güçtür. Doğal olarak bir hegemonik güç zayıflarken diğer hegemonyalar yükselişe geçer. Yalnız, burada artı birikimin sürekliliği kesintiye uğramaz. Bu bakımdan, dünya siyasi tarihini, hegemonyalar arasındaki rekabet olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. “Bilinen haliyle ilk hegemonik güç olan Akad Kralı Sargon’dan beri zincirleme halkalar halinde gelen ve günümüzde yine Sargon benzeri bir hegemonya olan ABD ile devam eden bu süreç, merkezi uygarlık sistemi açısından bir Ana nehir akıntısı gibidir.” (Öcalan) Bu arada, sosyal bilim literatüründe merkezi uygarlık kavramını ilk geliştiren ve kullanan David Wilkinson’dur.

5- Hegemonik iktidarın doğasında boşluk yoktur. Sınırlı ana geçişler dışında hegemonya bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdırlar. Deyim yerindeyse halkalar iç içedir ve birbiriyle son derece bağlantılıdır. Olası bir boşluk ve kopma, merkezi hegemonyanın çöküşüyle sonuçlanır. Bu bakımdan, daha önceki satırlarda da vurgulandığı gibi hegemonya bir hiyerarşiye dayanır. Öte yandan hegemonyacılık sınıfsal konum ve zenginlik yanında bir kültür ve yaşam tarzıdır. Bu hiyerarşi ve yaşam tarzı, bütün merkez-çevre ve hinterlanda yayılır. Hegemonik gücün yaşam tarzına öykünme, bir modaya dönüşecektir. Hegemonyacılıkta öne çıkan Roma, İngiliz, Babil, Mısır yaşam tarzları gibi.

6- Daha öncesinde, Hegemonik iktidarın, ekonomiye dayanmadan var olamayacağı dile gelmiştir. Aynı biçiminde güçlenen bir ekonomik yapıda, kendi varlığını ve sürekliliğini güvence altına almak için hızla merkezi bir hegemonik iktidara gereksinim duyacaktır. Bu bakımdan, ekonomik faktör yanında hegemonyanın bir diğer özelliği ideolojik hegemonyacılıktır. Merkezi hegemonya, ideolojik hegemonyayla tamamlanmak durumundadır. Bu bakımdan, bütün hegemonik yapılar, mutlak anlamda ideolojik argümanlara ihtiyaç duyarlar. Çünkü Gramsci’nin dediği gibi ideolojik güç, hegemonyacılığa bir tür meşruiyet zırhı sağlayacaktır. Önemli bir nokta, tarihteki temel mitolojik ve dinsel çıkışlar, merkezi uygarlıkla birlikte var olmuştur. Bu konuda üç İbrahim’i (Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet) dinlerden tutalım diğer dinsel ve Peygamberlik hareketlerine kadar bu böyle olmuştur. Genelde, dinsel ve peygamberlik hareketleri, özü itibariyle anti-hegemoniktir. Bir diğer anlatımla, hegemonyanın yıkıcılığına karşı bir tepki olarak doğarlar, Hz İbrahim ve Hz İsa’nın çıkışında bu yön daha fazla belirgindir. Bundan ötürü, dinsel hareketler ya hegemonyacılığın ve doğal olarak baskıcı sistemin aşılmasında rol oynamış veyahut merkezi iktidarın izdüşümü olup, kutsallaştıran rol oynamıştır. Tarihte, bu işi en iyi ve etkin biçimde başlatan, Sümer rahip sınıfıdır. Yaratılan mitoloji ve din yeni doğan merkezi hegemonyacılığı kutsallaştırıp, zihinlerde kabul edilmesine yol açmıştır. Bu bakımdan, Öcalan’ın belirttiği gibi “iktidar ve ekonomik temelden kopuk bir dinler tarihi, koca bir safsatadan ibarettir.”

7- Her hegemonik iktidar, kendini “Son” olarak adlandırır. Bu geleneğin başlangıcını Mezopotamya’da gelişen Akad, Ur ve Babil hegemonyacılığına dayandırsak ta antikçağın süper hegemon gücü olan Roma imparatorluğun geliştirdiği Pax Romana (Roma Barışı) argümanlarıyla, sistemin sonsuzluğuna gönderme yapar. Reel Sosyalizmin yıkılışından sonra benzer bir “Son” çağrı, Francis Fukuyama tarafından geliştirilecektir. Kapitalist liberal hegemonyanın zaferi tantanalı biçimde ilan edilir. Wallerstein’in çözümlediği kapitalist modern dünya-sistemi, geçmiş hegemonya tarihinden dersler çıkararak, varlığını sürdürmek iddiasındadır. Dünya sisteminin en son halkasını teşkil eden kapitalizm, Doğu’nun düşüşünden sonra doğar ve çok hızlı biçimde yükselişe geçer. Diğer bir deyişle, Doğu’nun düşüşü, Batı uygarlığının yükselişinin önceliği olmuştur. Kadim Doğu Uygarlığı, kendi üstünlüğünü 12. ve 13. yüzyıllardan sonra Batıya kaptıracaktır. Bu hegemonik kayışta, Moğol saldırıları, Haçlı seferleri, Coğrafi keşifler ve bu temelde sömürgecilik hareketlerinin etkisi olmuştur. Venedik kenti hegemonyanın Batıya geçişinde köprü rolü oynamıştır. Amsterdam-Hollanda ve Londra kentleri, kapitalist hegemonyacılığın başat aktör olmasında son derece stratejik bir rol oynamışlardır.

Hegemonyanın temel özelliklerini ve tarihsel gelişimini ana hatlarıyla bu biçimiyle sunabiliriz. Konunun kapsamlı oluşu nedeniyle söz konusu çerçeveyi satır başlarıyla aktarmaya çalıştık. Şüphesiz bu çerçevenin çeşitleri açılarından açımlanmaya ihtiyacı var. Ancak, yetersizde olsa genel bir bakış açısı verilmeye çalışıldı. Konumuzu kapatmadan önce, hegemonyanın ilk örneğini temsil eden Akad Hegemonyacılığına ilişkin çok özet bir fotoğraf vermek istiyoruz. Günümüz hegemonyacılığının ipuçlarını yakalamak için son derece önemli bir deneyimdir. Çünkü o bir prototiptir.  Gordon Childe’in çok yerinde söylediği gibi “Tarih, Sümer’de başlar.” Tespiti dünya tarihini doğru anlamada adeta bir yol haritası niteliğindedir. Mezopotamya uygarlığının en kadim bir karakter arz ettiğini, köy ve şehir devrimlerinin burada doğup dalgalar biçiminde dünyanın dört bir yanına yayıldığı bilinmektedir. Artık birikim, sınıf ve kentleşmeyi yaratır. Bu da uygarlık olarak karşımıza çıkar. Uygarlık ise iktidarla karakterize edilir. İktidarın doğası da hegemonik bir özellik gösterir.

Mezopotamya da, ilk başlarda şehirler etrafında küçük devletler (daha doğrusu kent devleti) kuruldu. Bunlar bir tür site devletiydi. Belli başlıcaları; Eridu, Ur, Uruk, Şuruppak, Umma, Lagaş, Kiş, Mavi’dir. MÖ. 3 bin yılından sonra, Sümerlerin kuzeyinde, Akad’ların oluşumunu görüyoruz. Akad’lar, Dil ve kültür olarak, Sümerlerden farklıydılar. Ve Akadça konuşuyorlardı. Muhtemelen, Sümer’e Batıdan gelmişlerdi. Ekonomik yaşam ağırlıklı tarıma dayanır. Zanaatçılar henüz tarımdan kopmamışlardı. 

Ticaret için üretim sınırlıdır. Ancak, zamanla üretici güçlerdeki gelişme, emek sömürüsünü ve bağlantılı olarak köle emeğinin kullanımına gündemleştirdi. Lagaşta, halkın dörtte biri köleydi. İlk başlarda, özgür yurttaşlar köle olmuyorlardı ancak zamanla onlarda borçlanma yoluyla köleleşiyordu. İktisadi yaşamda, tarımın yanında, suyun kullanımı üzerine yeni teknikler geliştirilir. Denilebilir ki, Sümer-Akad ortaklığı, su ve toprak ortakçılığına dayanıyordu. Sümer’de, siyasal ve sosyal yaşam, daha özgün bir görünüm arz eder. Devletin başında Lugal diye adlandırılan Patesi adlı bir hükümdar vardı. Büyük Tanrıların ve Rahiplerinde görevini görüyordu. Kentlerde ise ciddi yetkilerle donatılmış halk meclisleri ve yaşlılar kurulu vardı. Ordu ise bir halk ordusu olmaktan çıkmamıştı. Kısaca, Aşağı Mezopotamya’da demokrasinin kriterleri hala devam etmektedir. Bunlar, Neolitik Devrimin yarattığı özgürlükçü değerlerin devamıydı.

Ancak, zamanla koşulları, Sümer’in siyasal birliğini kurma eğilimini doğuruyordu. Köleler üzerinde iktidarı güçlendirme zorunluluğu, merkezleşme eğilimini daha da arttırır. Bazı kentler, içteki egemenliğini tamamlayıp, dış hegemonya ilişkilerine yönelirler. Bazı toprakları, kendi etraflarında birleştirirler. Kiş ve Ur kralları, buna öncülük ederler. Yalnız, Lagaş hükümdarı Ennaru, 2500 yıllarında rakiplerini yenerek sınırlarını Murc’a kadar genişletir. Dikkat edilirse, hegemonya eğilimi merkezden çevreye ve diğer kentlere zarar verecek biçimde yapılmaktadır. Artı biriktirmeye dayalı iktidarın doğası gereği Aşağı Mezopotamya sınıflar arasındaki mücadele keskinleşir ve görece varlığını sürdüren ortakçılık ve demokratik kurumlar, hızla dağılır. Yerini, hegemonyanın özelliği olan savaş ve saldırıya bırakır. Böyle bir karmaşa da Umma Kralı Lugalzaggisi, Urukagina’ya karşı savaş açar ve Lagaşı yenerek onu ülkesine katar. Zafer bütün Sümer’e boyun eğdirmeye kadar gider ve bu adım onu güçlendirir. Eski Uruk kentini de kendisine başkent edinir. Bu arada, Sümerlerin Kuzeyinde, Akadlı hükümdarlar gittikçe güçleniyorlardı. Akad kenti, Dicle ile Fırat’ın birbirine yaklaştıkları yerde kurulmuştu. Hem iki ırmağın konumu hem de Arabistan’a, Zagros dağlarına giden yollar buradan geçiyordu. Akad’ın bu merkezi konumu, bütün bölgeyi ele geçirmesine olanak sağlıyordu. Bunu ilk başaranda MÖ 2369 yılına doğru Akad kralı kadim Sargon oldu. Sargon kral olunca orduya dayanır. Meslekten anlayan 5400 kişilik düzenli bir ordu kurar. Tarihte bilinen ilk düzenli ordudur. Öte yandan tarım ve sulama üzerinde merkezi bir güç olmadan, gelişme yaratmak olanaksız gibiydi. Ticaret ise, dağınık kentler arasında sürekli köstekleniyordu. Bu faktörler, güçlü merkezi siyasal organizasyonu koşullar. Zaten, başka türlü de hegemonya kurmak mümkün değildir. Hegemonya, ekonomik ve askeri güçle desteklenir ve yürütülür. Bu temelde Sargon, önce Akad’ı birleştirir ve Kiş kentini merkez yapar. İkinci adım Lugalzaggisi’yi yenip Ur’u ve Lagaş’ı alır. Böylece, bütün Sümeri ele geçirir ve birikimine el koyar. Böylece Mezopotamya’nın ilk birleşik kralığının önünü açar.

Akad, Sargon’un torunu Naromsin zamanında 2300 yıllarında büyük güç kazanır ve kendini “dünyanın dört bölgesinin kralı” diye takdim eder. Akad, tam bir bölgesel imparatorluk ve hegemonyaya dönüşür. Askeri, siyasi güçle zor temelinde, bütün Sümer kentlerine boyun eğdirir ve hakimiyet sağlar. Sadece, hegemonyasını Sümer’le sınırlı tutmadı-ki hegemonya sınır tanımaz bir genişleme eğilimi taşır-Muriden Zagros kabilelerine ve Elam kentlerine kadar hepsine boyun eğdirir. Kuzeyde ise Kürdistan dağlarına ulaşır. Akad’ın hegemonyacılığıyla birlikte Sümer’de ekonomik ve sosyal yaşam yeniden şekillendirilir. Halkaların hilafına geliştirilen bu adımlar, hoşnutsuzluklara ve geniş çaplı isyanlara yol açar. Yani hegemonyaya karşı anti-hegomonik direniş mücadelesi de şekillenecektir. Her ne kadar Naramsin, bu ayaklanmaları bastırabilse de sonradan iş başına gelen krallar dört bölgenin krallığını sürdüremezler. Merkezi hegemonya giderek verimsizleşir ve yerini çevreye bırakacaktır. İçerideki siyasal karışıklıklar 2200 yılından itibaren Akad, “Dağların Canavarları” diye adlandırılan Guti’lerin saldırısına uğrar. Gutiler, Akadları çökertir ve yaklaşık 100 yıl Sümer’e hüküm ederler. Ancak, Gutilerin bu hakimiyeti nispeten bağımsız bir statüde olan Güneyli kentlerin ortak mücadelesiyle aşılır. Gutiler, tutunamayarak tekrar Zagroslara çekilirler. Bir süre sonra Akad ve Sümer yeniden birleşirler. Yalnız, bu defa Ur hegemonyası altında gerçekleşecektir. Bir müddet sonra da, Sümer’de hegemonya Hammurabi öncülüğünde Babil imparatorluğuna geçecektir. Böylece, Akad’dan Ur’a geçen hegemonya bu defa Babil tarafından sürdürülecektir.

Dikkat edilirse, Sümer’de ki sermaye birikimi sürekli el değiştirir ve hegemonik geçişlerde çok uzun sürmez. Hegemonyacılığın ilk önceliğini temsil eden Akad hegemonyacılığı dikkatli biçimde irdelenirse, önceki bölümlerde hegemonyanın özellikleri olarak sıraladığımız karakteristik yanlar bu örnekte apaçık biçimde görülebilecektir. Özetle, devlet ve bu bağlamda iktidar zihniyeti var oldukça hegemonik çabalarda hız kesmeden artacaktır.

Çözüm, anti-hegemonik mücadelenin zaferle taçlandırılmasından geçmektedir. Bilindiği gibi anti-hegemonik güçlerde uygarlığın kuruluşundan beri bitmez-tükenmez mücadeleleriyle demokratik uygarlık dünyasını günümüze kadar taşımışlardır. Bu dünya, ahlaki-politik toplum olup çeşitli biçimlerde yarı bağımsız ve özerk kent konfederasyonları biçiminde demokratik toplum rolünü oynamıştır. Bu büyük çoğunluk, gerçek ekonominin ve tarihin yaratıcısıdır. Anti-hegemonik güçlerin mücadelesi zayıf da olsa bugüne değin kararlı biçimde var olmuştur. Murray Boockhin buna çok yerinde olarak “Özgürlük Mirası” diyecektir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.