Düşünce ve Kuram Dergisi

Batı Siyaset Felsefesi ve Pratiğinde Politika

Selami Bulut

Batı uygarlığı miladını Antik Yunan olarak kabul eder. Batı felsefesi de kökenini orada aramaktadır. Bu yaklaşım kuşkusuz iddia sahiplerine çeşitli kolaylıklar sağlamaktadır. En başta uygar olanın kalın çizgilerle tanımlanması barbar olanı da ortaya çıkarır. Bu durum uygar olana ayrıcalıklı haklar sağlamaktadır. Antik Yunan’da kent dışındakilerin barbarlar olarak tanımlanmasından, modern dönemin sömürge işgallerine, günümüzün “demokrasi götürmek” için işgal hareketlerine kadar her türden saldırıyı meşrulaştırma görevini görmüştür. Avrupa-merkezci bakış açısı aşılamadığında, sisteme muhalif aydınların bile bu konuda ne kadar yanlış yerde konumlanabildiği göz önünde bulundurulduğunda, konunun ehemmiyeti anlaşılacaktır. Bu bakış aynı zamanda benzersizlik iddiasını pekiştirir. Başka hiçbir yerde olmayanı başaranlar üstünlüklerini de doğal olarak kanıtlamış olurlar. Bu benzersizlik, “arızi” durumları anlaşılmaz kılmaktadır. Halen Yahudi soykırımının bazıları için bu kadar anlamsız görünmesi, benzersizliğe hapsolmuş zihinlerle ilgilidir. Halbuki Hitleri Doğu despotizmiyle açıklamak işlerini çok kolaylaştırabilirdi. Batı despotizmi ise onlar için zaten mümkün değildir.

Bu türden bir yaklaşım gerçeği parçaladığı oranda anlaşılmaz kılmaktadır. Bu nedenle uygarlığı kendi bütünlüğü içinde ele almaktan başka çaremiz yoktur. Sümerlerden ABD’ye, Uruk’tan New York’a bir çizgi çizmek, tarihi olaylar yığını olmaktan kurtaracaktır. Buna karşın, Batı Uygarlığı adlandırması uygarlıksal gelişmede kimi kırılmaları ve dahası üst aşamaya geçişi işaret ettiği oranda doğru bir adlandırma olabilir. Aksi halde münferit bir uygarlık gelişimi anlamsız görünmektedir. Antik Yunan’dan günümüze kadar kimi zaman muazzam sentezler kimi zaman niteliksel zihniyet sıçramaları var olmuştur.

 

Yunan Mucizesi

Yunan mucizesiyle çokça yapıldığı gibi bir miladı değil maddi uygarlıkta muazzam bir sentezi ve bununla iç içe gelişen yeni ve mitolojiyi aşan bir zihniyet kurgusunu kastediyoruz.Tel Halaf kültürü (M.Ö. 6000-4000) olarak adlandırılan dönemde, tarım ve köy devrimi olan hayvanların evcilleştirildiği, tarımın geliştiği, köy yaşantısına geçildiği, dokumanın yapıldığı ve sonuç olarak beslenme olanaklarının muazzam düzeyde arttığı neolitik devrimin kurumsallaştığı görülmektedir. Yerleşim alanları genişlemiş, hiyerarşi ve din kurumsallaşmış, ilk mabetler yapılmış, etnisite ve dil yapıları netleşmeye başlamıştır.

Aşağı Mezopotamya’da M.Ö. 5500’lerde başlayıp 3500’lere kadar devam ettiği tahmin edilen El Ubeyd kültürü döneminde ticaretin öne çıktığı, çanak-çömlek teknolojisinde ilerleme kaydedildiği, ataerkil toplumun önünün açıldığı görülmektedir. Bunu M.Ö. 4000-3000 döneminde Uruk kültürü takip etmektedir. Böylece kent-sınıf-devlet, başka bir deyişle uygarlık doğmuştur. Sümerleri, Babil ve Asur uygarlıkları izlemektedir. Uygarlık gelişiminin ana nehri şekillenmiştir.

Bu uzun tarihi dönemleri birkaç satırla anlatmak kuşkusuz mümkün değil. Amacımız Greko-Romen dönemini mümkün kılan tarihsel arka planı öne çıkarmaktır. Ele aldığımız uygarlığın genişliğine yayılımının bir sonucu olarak, Aryen topluluklarla yaşanan etkileşim sonucunda Yunanistan’ın M.Ö. 5000’lerden itibaren kendi neolitik devrimini gecikmeli olarak yaşadığı ve M.Ö. 1500’lerden itibaren Uruk benzeri kentleşmenin geliştiği görülmektedir.

Bu süreçte Hitit, Fenike, Mısır ile girilen ilişkiler sonucunda sürekli beslenildiği görülmektedir. Buna ek olarak Solon, Pisagor, Thales gibi Greko-Romen kültürde sıçrama yaratan çok önemli düşünürlerin, Mısır, Babil, Med-Pers uygarlıklarını inceledikleri ve yoğun bir şekilde etkilendikleri bilinmektedir. Dolayısıyla icatlar ve ticaret kadar dinsel, ahlaksal ve sanatsal zihniyet kategorileri de transfer edilmiştir. Mirasçısı olduğu çok zengin ve çeşitli kültür, mekanın bitki ve hayvan çeşitliliğiyle özellikle deniz ticaretine elverişliliği Yunan mucizesini maddi olarak mümkün kılmıştır. Kent-devlet ve sınıflaşma konusunda oldukça ileri bir konum elde edilmiştir. Doğa bilimlerinde muazzam bir sıçrama yaşanmıştır.

 

Felsefe

Antik Yunan’da, konumuz açısından da esasen önemli olan bir sıçrama daha yaşanmıştır: Felsefi düşünme. Felsefe, mitolojik düşünmeden bir kopuşa işaret eder. Genel eğilim, yaşanan kopuşu, ardıllarının aksine Yunanların bilgiyi pratik bir ihtiyaçtan bağımsız olarak arzulamalarında görür. Bu görüşe göre, felsefe öncesi düşünme bir pratik zorunluluk sonucu doğmuş, bir soruna çözüm için girişilmiş bir eylemdir. Başka bir deyişle, salt bilmek, anlamak için akıl yürüten ilk kimseler Yunanlar olmaktadır.

Bu görüş iki sebeple sorunlu görünmektedir. Birincisi, insanın hep olup biteni anlama çabası içerisinde olduğunu ıskalar. Sümerler, Zigguratlarda ticari kaygılarla matematikte ilerleme kaydetmenin yanında şiirler de yazdılar. Mitolojik anlatının salt pratik kaygılarla doğduğunu söylemek eksik bir yaklaşım olacaktır. İkincisi, Yunan düşünürlerinin kenti insanın yegane gerçekleşme olanağı bulduğu siyasal/toplumsal form olarak gördükleri ve sorunlar yumağına sürekli çözüm arayışı içerisinde oldukları göz önünde bulundurulduğunda felsefi faaliyetin pratikle bağlantısının oldukça güçlü olduğu görülebilecektir. Aksine pratik zorunluluk, mitolojik anlayışın aşılarak felsefi tarzın oluşmasında ana etkenlerden biridir. Kent ve devletin getirdikleri yönetim sorunları ve girift toplumsal ilişkileri, mitolojik söylemle izah etmenin zorluğu, felsefi tarza geçişi de mümkün kılmıştır. Greko-Romen uygarlığında zirve Atina’da yaşansa da, esasen M.Ö. 6-7. yüzyıllarda Batı Ege kıyılarında muazzam bir aydınlanma hamlesini geliştiği görülmektedir. Bu hattın diğer uygarlıklarla yoğun etkileşimi göz önünde bulundurulduğunda bilimsel ve felsefi hamle daha anlaşılır olmaktadır. 

Bu dönemde ortaya çıkan İyonya Okulu genel olarak evrenin ana kaynağı (Arke) üzerine akıl yürütmüşlerdir. Doğa olaylarını, doğaüstü güçlerle izah eden mitolojinin aşılmaya başladığı görülmektedir. Takip eden dönemde Sofizm-Sokrates-Eflatun-Aristo ile birlikte toplumsal sorunların yoğunca tartışmaya başlandığı görülmektedir. Bu düşünürlerde “polis” (kent/devlet) üstün bir form olarak kutsanır. Buna dair tartışmalar ise yönetim sorunlarının tartışıldığı politika bilimi adını almıştır. İnsanı odak noktası yapan Sofizm, “devlet”i insan yaratımı olarak ele almış ve modern dönemin popüler toplum sözleşmesi tartışmasını o çağlarda başlatmışlardır. Sokrates, yakın dönemlerde yaşamış Zerdüşt ve Buda gibi büyük bir ahlak felsefesinin temelini atmıştır. Toplumsal ahlakın gelişmesinde büyük katkı sunan Sokrates, polis’i erdemli insanların yönetimi ile mutluluğa ulaşmanın yegane mekanı olarak sunmaktadır. Sokrates kesin bir ahlaki ilke olarak polis’e ve polis’in düzeninin teminatı olan yasalara, yazılı-yazısız bağlıdır. Sonunda kendini ölüme götüren yasalara uymanın, bir tercih değil, polis’in bir parçası olmanın doğal bir sonucu olarak el alır. Eflatun hocasının mirasına sahip çıkarken, onun ölümüne sebep olan “site”den de uzaklaşmayı seçer. Antik Yunan kentlerinin en belirgin özelliklerinden birisi, tiyatro, kütüphane gibi kamusal alanların özel alanlara göre çok daha büyük alanları kapsamasıdır. Kamusal alan kutsiyet derecesinde önemsenmektedir. Sokrates’in felsefi tartışmalarını bu alanlarda, toplumun içinde yürüttüğü söylenir. Bu nedenle gençleri yoldan çıkardığı suçlamasıyla idam edilmiştir. Eflatun felsefeyi Akademia tepesine kurduğu okula taşır. Sokrates neyi bilmediğini fark eden herkesin bilgeleşeceğini varsayıyor, iyi site yönetiminin koşulunu ise erdemli olmaya bağlıyordu. 

Eflatun bu noktalarda hocasından oldukça uzaklaşacaktır. Bilgi kuramı, mağara alegorisinde gerçek ve gölge, görünen ile öze ilişkin yaptığı ayrım, modern felsefenin temel ilkelerinden olan özne-nesne ayrımının temellerini atarken, yönetim olgusuna yaklaşımda aristokratik yaklaşımının da özünü oluşturmuştur. Polis’in yönetimi kitlelere bırakılamayacak kadar önemlidir. Esasen adalet tartışmasını yaptığı “Devlet” isimli kitapta, vatandaşları (polis’in büyük kısmı, kadınlar, köleler, yabancılar, vatandaş değildir) istidadına göre kategorilere ayırır ve yönetimi filozof-krallara layık görür. Adaleti ise bu kategoriler arasındaki optimum uyumda, harmonide bulur.

Polis’in çöküş dönemine denk gelen Aristo ise eski günlere dönmenin yollarını aramaktadır. Aydınlanma döneminde tekrar tartışma konusu olan “genel yarar” kavramsallaştırmasına girmiştir. Genel yararı koruyabilecek ideal devlet modeli arayışında asker-bilge yönetimi sonucuna ulaşmıştır. Greko-Romen uygarlık döneminin zirvesini Eflatun-Artisto ile yaşadığı ve M.S. 1500 yıllarına kadar felsefi, bilimsel, sanatsal, mimari alanlarda niteliksel bir farkın ortaya çıkmadığı söylenebilir. Görüldüğü gibi dönem düşünürlerinin artan kent/devlet sorunlarına çözüm aramaktadır. Politikanın toplumun kendini yönetmesinden ziyade, yönetilmesi sorunu olarak ele alındığı görülmektedir. Sorunların bir tür elitler yönetimiyle çözülebileceği varsayılmıştır. Antik Yunan’da sanat, bilim ve felsefe alanlarında ortaya çıkan bu mucize uygarlık gelişimine çok büyük bir katkı sunmuştur. Buna karşın uygarlığın yol açtığı sorunlar derinleşmiştir. Kadın vatandaş sayılmamış, köleliği daha da derinleşmiştir. Kölelik Roma’da hayvanların önüne atılan gladyatöre varıncaya kadar kurumsallaşmıştır. Ticaretin devasa boyutlara ulaşmasıyla sınıfsal ayrışma daha da derinleşmiştir.

Helenizm ve Roma Dönemi

M.Ö. 500’lerle birlikte Yunan sitelerinin Makedonya Krallığı tarafından tehdit edildiği görülmektedir. Antik Yunan düşüncelerinin krallık vasıtasıyla yayıldığı görülen bu döneme Helenistik dönem denmektedir. Bu dönemde, eski düşünürlerin kutsallık atfettiği polis’lerin ortadan kalkması ile oluşan tepkiden kaynaklı olarak felsefi sorgunun toplumdan bireye döndüğü varsayılmaktadır. Bu dönemde öne çıkan felsefe okullarından olan Şüphecililer, kesin yargıların mümkün olmadığından hareketle herkes için adil bir toplumsal düzenin kurulamayacağını varsayar. Yine dönem düşünürlerinden Epikür’ün bireysel hazı ön plana alan düşüncesi dikkat çekmektedir. Stoacıların ise insanın evrensel/tanrısal akıldan (Logos) pay almış insanı varsayarak, insanı evrenselin bir parçası olarak el aldığı ve polis’i aşan kosmopolis’e ulaştığı kabul edilir. Felsefede olduğu gibi sanat ve bilim alanında da Antik Yunan’ın aşılamadığı bu dönemde, iktidar biriminin kentten devasa bir imparatorluğa dönüşmesine, yönetim anlayışının ise cumhuriyet, demokrasi ve imparatorluk olarak değiştiğini ve iç içe yaşandığına şahit oluyoruz. Kent birimini çok geride bırakan İmparatorluk ve köleciliğin zirvesinin yaşanması yönetim sorunlarını değiştirmiştir. Artık Eflatun’un görmezden gelebileceği düzeyde küçük bir köle topluluğu yoktur. Sınıfsal ayrışmanın keskinleştiği, yeni işgallerle toprakların sürekli genişlediği bu dönemde, birlik fikrini diri tutmak için yoğun hukuk tartışmalarının ve hukuki düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir.

 

Roma Sonrası

Bu döneme genel olarak Ortaçağ ya da feodal dönem denilmektedir. Kölelik düzeninin verimliliğini yitirmesi, kesintisiz dışsal saldırılar gibi nedenlerle dağılan Roma İmparatorluğu’ndan rönesansa kadar devam ettiği varsayılır. Bu dönemin uygarlıksal gelişmeye katkısı oldukça kuşkuludur. Üretim ve artık üründe önemli bir değişimin olduğu tartışmalıdır. Zihniyet kurguları Antik Yunan’ı aşmış değildir. Bu döneme damgasını Hristiyanlık ve İslamiyet vuracaktır. Bir yoksullar akımı olarak başlayan ve İbrahimi/peygamberlik geleneğinin devamı olan Hristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nu sarsacak düzeyde bir etki gücüne erişse de resmi din ilan edilmesi, kilise ile kurumsal bir zırha bürünmesi uygarlığın yarattığını çözememiştir. İslamiyet çıkışı da iktidar ve derin mezhepsel ayrımlarla sorun çözücü bir konuma gelememiştir. Bu iki çıkışın uygarlığın yol açtığı problemi çözmekten ziyade daha da derinleştirdiği ve arttırdığı söylenebilir.

Bu dönemde kilisenin hakimiyeti altında yoğun dogmatik düşünce hakimdir. Skolastik düşünce yeniye ulaşamamıştır. Hristiyanlık Antik Yunan düşünürleriyle buluşturulmaya çalışılır. Yine bilim ve sanat alanında da yeni bir çıkış yapılamamıştır.

 

Kapitalist Modernite

Ortaçağ’dan çıkış yüzyılları bulan din savaşları, reformasyon ile yeni mezhepsel çıkışlar, iki İtalyan kentinden başlayıp tüm Avrupa’yı sallayan ve sanat, bilim ve felsefe konusunda çığır açan rönesans, etkileri bugün bile çok güçlü devam eden aydınlanma, Kuzey Batı Avrupa’da yoğunlaşan ticari tekeller ve endüstri devrimiyle mümkün olmuştur. Yüzyılları bulan bu dönemde, oldukça karmaşık toplumsal değişim ve çatışmalar ve yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Hepsi birbiriyle ilişkili ve birbirini tamamlayan toplumsal çıkışların bütünlüğünü vurgulayarak, özellikle aydınlanma düşüncesinin ana hatlarıyla kapitalist modernitenin yarattığı ya da gereksindiği toplumsal-siyasal form üzerinde durmak konumuz açısından faydalı olacaktır.

Alman aydınlanma düşünürlerinden Kant, ünlü “Aydınlanma Nedir” makalesinde, aydınlanmayı “ergin olmama durumundan kurtulma” olarak tanımlamaktadır. Aynı makalede geçen ve aydınlanmanın sloganı haline gelen “Sapere aude” (Aklını kullanmaya cesaret et) dönemin ana çizgisidir. Böylelikle aydınlanmanın ilk ilkesi ortaya çıkar: Akılcılık. Aklı rehber edinmiş özne bütün imkanları eline almaktadır. Akılcılık Newton ile bilimsel yöntemi rehber edinecektir. Bilimsel yöntem deney ve gözlemle kesinliği kanıtlanmış bilgiyi işaret eder. Aydınlanmanın bilimsel metodu pozitivizmdir. Bilimsel yöntemi benimsemiş evrensel akıl her türden dinsel dogmadan kopacak objektif bilgiye erişecektir. Metafiziğin genel olarak reddedildiği görülmektedir. Bu haliyle insanın önünde, kendinden başka hiçbir engel kalmamaktadır. Eğitimle bu bilgilerin yaygınlaştırılması mutlak zafere götürecektir. İnsanlık ilerleyecektir. Aydınlanma hareketi dinsel dogma ile mücadelesini laiklikle yapmaktadır. Fransız aydınlanmasının önemli figürlerinden olan Voltaire laikliğin en büyük savunucularından olmuştur.  Eğitim ve bilim ile aşılacağı varsayılan din ile devletin kontrolüne alınacak kilisenin zaferi getireceği düşünülmüştür. Böylelikle kapitalist modernitenin dini olan laiklik doğmuştur.

Aydınlanma tarihsiz bir özne kurgulamış gibidir. Öznenin içinde tarihsel hafızası görmezden gelinerek, bir laboratuvarda üretilebileceği varsayılmıştır. Evrensel özne, zaman ve mekandan bağımsız olarak, bilimin ışığı ve aklın yardımıyla baştan yaratılabilecektir. Derin özne-nesne ayrımı ve bilimin tartışmasız bulguları döneme damga vurmuştur. Feodal beyler, kesintisiz savaşlarla çalkalanan Avrupa düşünürleri problemi parçalı yapıda görmektedir. Bu nedenle dönemin önemli tartışmalarından birisi egemenlik sorunudur. İtalyan Rönesansının önemli figürlerinden Machiavelli parçalı, çatışmalı ve bölünmüş İtalya’yı ayağa kaldırmanın yolunun mutlak güce sahip prens ve devlette görür. Fransız Aydınlanmasının öncülerinden Bodin mutlak, sürekli ve devredilemez egemenliği çözüm olarak sunmaktadır. Montesquie ise bu egemenliğin hayata geçirilişine pratik bir yol önerir. Kuvvetler ayrılığı prensibini önererek, egemenliği parçalamadan bölmeyi önerir. İktidarı sınırlandırmanın yolunun başka bir iktidarın devreye sokulmasından geçtiği düşünülmektedir.

Aydınlanmanın önemli bir ayağını İngiliz deneyciliği oluşturmaktadır. Locke, Hume, Bacon Hobbes, Mill gibi isimlerin geliştirdiği deneycilik insan zihninin boş olduğu ve bilginin deney-gözlemle elde edildiğini varsayar. Bacon bilimsel metodun yerleşmesinde en önemli isimlerden olurken, Hobbes ve Locke modern siyasal düşünceye damga vurmuştur.  

Thomas Hobbes kapitaslist modernitenin siyasal kurgusunun habercilerindendir. İnsanların, doğa durumu olarak tanımladığı bir kaos ve kargaşa ortamından kurtulmak ve güvenliklerini sağlayabilmek için yetkilerini bir toplumsal sözleşme çerçevesinde devrettiklerini söyler. Doğa durumunda “insan insanın kurdudur”, bu nedenle insanın canını koruması için yetkilerinden vazgeçmesi oldukça anlaşılırdır. Leviathan devraldığı bu yetkiyi bölünmez, mutlak ve sürekli biçimde kullanma hakkına sahip olacak ve karşılığında insanların güvenliğini koruyacaktır. Ulus-devletin toplumu savunmasız bırakan teorik temeli bu şekilde atılmıştır.

John Locke bir başka toplum sözleşmesi kuramcısıdır. Ona göre, doğa durumunda esas problem mülkiyet hakkının korunması konusunda yaşanan problemlerdir. Bu nedenle toplum sözleşmesi ile yetkisini devreden insanlar korunma garantisi olacak, insanların rızasını devşiren yönetici ise egemenlik hakkını elinde bulunduracaktır. Locke liberal düşünceyi derinden şekillendirmiş, Amerikan ve Fransız devrimlerini, kurucu metinlerine girecek düzeyde etkilemiştir. Mülkiyetin kaynağını emekte gören Locke, iktidarın esas görevinin yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkının korunması olduğunu ve adil bir düzenin bu şekilde yaratılacağını iddia etmiştir.Bir diğer toplumsal sözleşme kuramcısı, Fransız Aydınlanmasının önemli isimlerinden olan Rousseau’dur. Doğa durumunda eşitlik olduğunu varsayan Rousseau, günün esas problemin eşitsizlik olduğu düşüncesindedir. Toplumsal sözleşme ise bireylerin genel iradeyi temsil edecek kamu gücüne yetkilerini devretmesi, iktidarın ise genel iradeyi temsil edeceğini taahhüt etmesiyle oluşabilecektir. Aydınlanma tartışmalarıyla ilgili yaptığımız bu kısa özet yeni dönemin ana zihniyet çerçevesini ortaya koymaktadır. Bunun yanında, bilim ve teknolojideki gelişmelerle birlikte üretim konusunda yaşanan muazzam sıçrama artık üründe görülmemiş düzeyde artışa neden olurken, kıtalar arası ticaret olanaklarının artması ve kar olanaklarını yine tarihte görülmemiş düzeyde artmıştır. Ulaşım olanaklarındaki gelişmeler ve ticari faaliyetle tüm dünyadaki zenginlikler Avrupa’ya, özellikle Kuzeybatı Avrupa’ya akıtılmıştır. Muhkem sınırlara duyulan ihtiyaç siyasal formu zorlamaktadır. Doğanın nesneleştiği endüstriyalizm ve devasa tekellere terk edilen ekonomi ile insanların tamamen silahsızlandırılıp mühendisliğin nesnesi haline geldiği ve iktidara mutlak tabi kılındığı ulus-devlet birbirini tamamlamaktadır. Şüphesiz bu durumun yaratılması yüzyılları bulan bir mücadelenin sonucunda yaratılmıştır. 19. Yüzyıla gelindiğinde artık kapitalizmin zafere ulaştığı söylenebilir ki 19. Yüzyılda dahi demokratik toplumsal hareketler (1848 devrimleri, 1871 Paris Komünü) sistemi oldukça zorlamıştır.

Fakat ekonomik tekeller milliyetçi-seküler ideolojileri ile ulus-devleti zafere taşımışlardır. Bunu bütün dünyayı kasıp kavuran savaşlar ve soykırımlar izlemiştir. Ulus-devlet oluşumuyla ilgili olarak ırkçılığı içinde her zaman barındırmış milliyetçilik kurgusunu vurgulamak gerekir. Her ulus-devlet farklılıkları yok etme temelinde homojen bir millet kurgusuna ulaşmak için çarpıtılmış bir tarih anlatımına ihtiyaç duyar. Bu anlatısıyla tarihin hiçbir döneminde görülmemiş yoğunlukta ideolojik endoktrinasyon (okul, aile, askerlik) ve ritüellerle tahakküm altına aldığı toplumu atıl kılar. Bu şekilde içeride oluşabilecek demokratik çıkışların önüne geçilmekte, dışarda ise diğer milletlerle kesintisiz bir yarış sürmektedir. Bu çerçevede her türden savaşın gerekçesi de hazırlanmıştır. Milletin ilerleyişine engel olan her türden iç ve dış düşman ise soykırımı dahi hak etmiş hale gelir. Üstün ırk teorilerinin zeminin bu kurguyla oluştuğu rahatlıkla görülmektedir. Bu nedenle milliyetçilik ırkçılığı, ulus-devlet faşizmi hep bağrında taşımaktadır. Ulus-devlete ilişkin vurgulamak istediğimiz bir diğer önemli husus devletin şiddet tekeline sahip olmasıdır. Toplumu tamamen savunmasız kılmak için zorunluluk olarak görülmektedir. Aydınlanmanın popüler bölünemez, devredilemez ve sürekli egemenlik kurgusu, şiddet hakkını yalnızca devlete tanımaktadır. Toplumu nefes alamaz duruma getiren bu türden bir siyasal form kuşkusuz kendini sürekli tehdit altında hissedecektir. Bu durum demokratik toplumun tarihte aldığı en büyük darbelerdendir. Bugün soykırıma dahi direnmek terörizm olarak görülürken, devletlerin şiddet ayrıcalıklarıyla işlediği bunca cinayet ve katliam meşru kabul edilmektedir. Şiddet tekeline ek olarak öne çıkan bir diğer husus ise toplumun militarize edilmesidir. Toplumun ideolojik propagandayla zihnen olduğu kadar erken ulus-devlet oluşumlarından olan Fransa’da zorunlu askerlik uygulamasıyla başlatılabilecek süreçle fiziken de devlet düşmanlarına karşı savaşmaya her an hazır olması istenmektedir. Böylece şiddet günlük hayatın olağan bir parçası kılınmaktadır.

 

İki Savaş ve Sonrası

Kapitalist modernite endüstriyalizm ile evreni çevre felaketinin kıyısına getirirken, ekonomik tekellerle milyonlarca insanı aç ve işsiz kılmıştır. Ulus-devlet oluşumu ise kesintisiz savaşları mümkün kılmaktadır. Bunun zirvesi ise tüm dünyanın savaşın içine çekildiği iki dünya savaşı oldu. Sonrası ise bitmeyen krizin her geçen gün daha da derinleşmesidir.

Avrupalı düşünürlerin, sistem muhalifleri dahil büyük kısmı uzun bir süre, belki de 15-18. yüzyıllar arasındaki büyük bilim, sanat ve felsefi çıkışın büyüsüyle, sorunun kaynağını yanlış yerde aradıkları söylenebilir. Aydınlanmanın, bireysel özgürlük sloganına rağmen bağrında taşıdığı tahakkümcü yaklaşım, ulus-devlet kurgusunda toplumun savunmasız kılınması, milliyetçi düşüncenin içerdiği tehlike, ilerleme kavramının belirsizliği, nesnellik iddiasının temelsizliği çoğu düşünür için tartışma konusu bile yapılmayacak kesinlikte ele alınmıştır. Bu bakış açısıyla örneğin sömürgecilik, ilerleme için gerekli kabul edilebilmiştir. Fakat bu bakış açısı, iki dünya savaşının yarattığı yıkım ve Avrupa’nın ortasında tarihte görülmemiş düzeyde, son derece soğukkanlı bir şekilde işlenen soykırım karşısında dumura uğramıştır. Bunun karşısında Kantçı ödev anlayışı ile ahlakı tekrardan canlandırma çabaları olduğu gibi yaşananların anlamsızlığı karşısında artık şiir yazılamayacağını dahi tartışanlar olmuştur. Buna karşın bugün dahi sorunun kaynağına ilişkin tartışmaların düzeyi oldukça sınırlıdır.

Yine de Avrupa aydınları aydınlanma düşüncesini tartışmaya açabilmiş, iktidar olgusunun üzerine gidebilmiş ve milliyetçiliği masaya yatırabilmiştir. Bunun yaygınlığı ve etki gücü ise bir hayli tartışmalıdır. Devletler ise savaşın yıkıcılığı karşısında daha esnek bir siyasal formu oluşturma çabası içerisine girmişlerdir. Avrupa Birliği bunun bir ürünüdür. Topluma, katı ulus-devlete oranla biraz daha alan açıldığı kabul edilse bile çözüm palyatif görünmektedir. Bugün üniversiteler ağırlıklı olarak gerçeğin üstünün rakamlarla örtüldüğü kurumlar haline gelmişlerdir. Bu nedenle güçlü bir hesaplaşma ve hakikat tartışmasına beşiklik etmeleri oldukça zor görünmektedir. Batılı devletler ise hesaplaşmalarını, adeta başladıkları yere geri dönerek, uygarlığın temellerinin atıldığı Ortadoğu’da yapmaktadırlar. Belki de binlerce yılın hesabının görüleceği yer New York değil, onun atası Uruk olacaktır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.