Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Modernitenin Politik Bireyi

Rojdan Erez

Birey ve toplum yaşamının demokratik ve özgürlük ölçüsüne ulaşmasında olmazsa olmaz diyebileceğimiz yeri ve önemi olan politikayı, birey ve toplumun kendi hakikatini sorgulaması ve tanıması sonucu, insanı insan yapan temel irade ve kimliğe kavuşması olarak tanımlamak mümkündür. İnsanın toplumsal irade ve kimliğe kavuşması aynı zamanda özgürleşme yolunda en sağlam adımların atılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kendi kimliğine, iradesine en önemlisi de toplumsal bütünlüğü içinde hakikatine ulaşma yoluna girmeyen bireyin politikliği söz konusu olamayacağı gibi özgürlüğü de gerçekleşmeyecektir. 

Kapitalist modernitenin yaratmak istediği tipler de politikliğin karşıtı olan apolitik tiplerdir. Kim olduğunu, ne olduğunu, nereden gelip nereye gideceğini sorgulamayan sahte özgürlük fikirleriyle kandırılan, pasifize edilip edilgenleştirilen kişilik tipleri, yaratılmak istenen tipolojilere örnek olarak verilebilir. Günümüzde politika dendiği zaman akıllara gelen toplum üstü iktidar simgelerinin varlığı, çarpıtılan doğrular ve bireysel gerçekliklerle bağı vardır. İktidarın kurumsallaşmış hali olan devlet ve onun katları olan partiler, meclisler, hükümetler ve onların başkanları politik alanın sahipleri olarak zihinlerde inşa edilmiştir. Bu tipe göre, birileri veya biri onların yerine düşünür ve onlar yerine uygular. Bunu yapan politikacıdır, yaptığı şey de politikadır. Bunun ulus-devletlerdeki karşılığı ise sadece seçim dönemlerinde adı geçen seçmenlerdir. Dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, bilimcilik gibi ulus-devlet hastalıklarıyla körelen, aşınmaya uğrayan bir ülkenin yurttaşı olma konumu, ulus-devletin ideolojileriyle sınırlandığı birey, söylenenden ve istenenden daha fazlası olduğunun, olacağının farkına varamaz duruma getirilmiştir. İnsanlık tarihine baktığımız zaman kapitalist modernitenin çarpıtmalarını daha net görmekteyiz. Primatlıktan kopuş döneminden neolitik devrime kadar insan toplulukları politik üretim halinde olmuşlardır. Doğa içerisinde hayatta kalmak, kendilerini korumak için yaptıkları en basit aletlerden zihinsel yaratımlarına kadar tüm maddi-manevi üretimlerini politik nüveler olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Bu nüvelerin en önemlisi doğa içerisinde fiziken en savunmasız tür olan insan türünün hem fiziki hem de zekâ olarak gelişimini sağlayan ve hızlandıran topluluk yaşamını tercih etmesidir. Topluluk yaşamı insan için temel ihtiyaçların karşılanmasında bir güvencedir. Birlik olarak yaşamın ne anlama geldiğini bizzat yaşayarak deneyimlemiştir. 

İlk varoluştan bu yana klan, kabile, aşiret, ulus gibi toplumsal formların temelinde, öncelik olarak bu gerçeklik yatmaktadır. Ahlaki ve politik toplumun, yapısallığını ve anlamsallığını esas olarak oluşturduğu dönem neolitik dönemdir. Burada birey, toplumun etkin ve değerli bir üyesidir. Kadın öncülüğünde inşa edilen bu toplum bireyleri aynı zamanda ahlaki ve politik toplumun ve sürdürücü sıfatlarına sahiptir. Bireyin kendini ve fikirlerini değerli hissettiği topluluğuna yönelik aidiyet ve bütünlük hissiyatı yüksek olduğundan toplum yararına sarf ettiği çabası da gönüllülük temelinde en yüksek düzeyde olacaktır. Neolitik bireyi ve toplumu arasındaki ilişki, içerisinde maddi olanı olduğu kadar metafiziği de kapsayan doğal bir ilişki boyutunu geliştirdiği için fikirsel üretimler de politik çizgide oluşmaktadır. 

Murray Bookchin, “Ortak irade oluşturmak ve topluluklar yaratmak sanki yalnızca toplumsal yönden istenen bir şey değil de insan ruhundan kaynaklanan etik bir arzudur” der. Topluluk yaşamının bazı hayvan türlerinde de olduğunu bilmekteyiz. Ancak insan topluluklarının, zorunlu veya tercihen, maddi ihtiyaçların ötesinde yarattıkları ortak akıl ve ruh onu doğa içerisinde farklı bir yere konumlandırmıştır. İster insan ruhundan kaynaklanan isterse de sonradan öğrenilmiş olsun, oluşturulan ortak akıl, irade ve ortak ruhun bir diğer ifadesi olan ahlaki ve politik gelişim, insanı insan yapan temel özellikler oldukları için önemlidir. Bu özellikleri olgunlaştıran ve de belirleyici kılan şey ise insanlığın bir üst aşaması olan toplumsallığa geçiştir. 

İnsanlık bu geçişi neolitik devrim dediğimiz dönemde zirveleştirmiştir. Neolitik devrim sürecinde henüz belirgin olarak bir iktidar yapılanması yoktur. Birey, toplum ve doğa üstünlüğünü esas alan özne-nesne gibi ayrımların olmadığı bu dönemde dayanışma esastır. Bu gerçeklik, arzu edilenin ötesinde artık ispatlanmış, herkesçe bilinen tarihi bir gerçektir. Bu gerçekliğin bilince çıkarılması; her şeyi kendisiyle başlatan, kendine mal edip uygulayan, toplumun maddi-manevi değerlerini sapmaya uğratan iktidar yapılanmalarının gerçek yüzünü görmek ve açığa çıkarmak anlamına gelmektedir. Politikanın iktidarsal kurumlarla hiçbir bağının olmadığı da bu ifşa durumuyla açığa çıkmaktadır. 

Politikanın iktidarsal olduğu tezinin tersine neolitikle başlayan ve gelişen politika olgusu uygarlıkların ortaya çıkışı itibariyle özünden boşaltılarak çarpıtılır. Bu değişimin hemen olup bittiğini söyleyemeyiz. Kurnaz avcı ve şaman tiplerinin açığa çıkmasıyla başlayan mücadelelerle dolu bir dönemden bahsetmekteyiz ki bu mücadele halen devam etmektedir. Kurnaz avcı ve şaman erkeğin, bu mücadelelere karşın giderek toplum üzerinde baskıcı bir güç unsuru olarak şekillenmesi, başta en büyük korkusu olan kadının ana tanrıça şahsında kırılmasına, onun şahsında da tüm bir toplumda ahlaki ve politik tahribatına yol açmıştır. 

 

Toplumsallığın Suyunu, Ekmeğini Yemeyen İnsanlaşamaz

İlk oluşumundan beri geçen 500 yıllık süreçte kurumsal iktidar yapıları şekil değiştirse de birey ve toplumun aleyhine özünü korumuştur. İktidar dediğimiz yapı tekçi bir yönetim anlayışıyla hareket ederek, kendini var etmek için imha, inkâr, katliam, asimilasyon gibi uygulamalara dayanır. Birey ve toplumun doğasında olmayan suni gündem ve sorunlarla tüm kesimlerin birbirleriyle çatıştırıldığı bir sistem oluşturulmuştur. Burada insan hem kendisinin hem de toplumun kurdu haline getirilmiştir. İnsanı çürümeye bırakan iktidarsal sistem içerisinde birey artık bu durumu içselleştiren, kader olarak gören, anlamsız ve amaçsız bir hayata mahkûm durumdaki tiplere indirgenmiştir. 

Abdullah Öcalan, “Ahlakın aşınmış veya ahlaktan yoksun kalmış toplumların politik hafızasını, dolayısıyla geleneksel kurum ve kural gücünü zayıflatmış ve yitirmiş demektir. Bu da bir toplum için öz savunmadan yoksun kalmak her tür iç ve dış tahakkümü sömürgen ve asimilasyonist uygulamalara açık düşürülmektir” belirlemesiyle birey ve toplumun politika yoksunluğuyla gelişecek tehlikelere işaret eder. Politik hafızasını yitiren birey egemenlerin kolayca şekil verebilecek tiplere dönüşür. Bu nedenle egemenler, düşünen ve sorgulayan bireyleri bir tehlike olarak görüp istemezler, dışlarlar veya imha ederler. Bu durum beş bin yıl öncesinde böyleydi. Çünkü politik birey iktidarların yalanlarını, ikiyüzlüklerini, sömürücü ve zalim yanlarının farkındadır ve bunları teşhir eder. Bu anlamda boyun eğmezler ve mücadele ederler. 

Erkek egemenlikli iktidar oluşumlarının ilk ortaya çıkışından bugüne insanların toplumsallaşma ve buna paralel olarak insanlaşma mekânı olan Mezopotamya ve Ortadoğu topraklarında günümüze kadar devam eden devrimsel direniş hareketleri, çok yönlü bir mücadele gerçekliğini ortaya koymuştur. Bu mücadeleye karşı olarak, kendi kimliği ve özgürlüğü için direnen halklar acımasız bir imha ve inkâr uygulamalarıyla yüz yüze bırakılmıştır. Bu topraklarda geçmişten bugüne her zaman bir savaş gerekçesi bulunmuştur. Kimi cennet için kimi demokrasi için dese de altında yatan ana sebepler hep aynıdır. Hegemonya için gerekli maddi kazanç ve bunu elde etmek için kök hücrenin genleriyle oynamak! İnsanlık onuru bu kazançların yanında hiçbir anlam ifade etmez. İnsanlıktan çıkış toplumsallıktan çıkış dediğimiz şey de bu saldırıların sonucudur. 

İnsanın insanlaşma sonucu uzun soluklu bir yürüyüştür. Binbir badireden sonra evrenin ve içinde yaşadığımız dünyanın oluşturduğu ahenk ve denge şuan yaşadığımız evren ve dünya gerçekliğinde somutlanır. Bu gerçeklik içerisinde “insan organik farklılaşma ve gelişme süreçlerini içinde taşır. Bütün karmaşık canlı türleri gibi bizde doğal evrimin yalnızca parçası değil, aynı zamanda mirasçısıyız; doğanın doğurganlığının ürünleriyiz.” Prematüre veya evrim zincirindeki bozukluk olarak ele alınsa da insan türü muazzam beyin ve zihin gelişimi ile doğa içerisinde özgün yerini almayı başarmıştır. İnsanın hayvan türünden ayıran en önemli özelliği de gelişen beyin ve zihin yapısı ile çocukluk dönemini aşıp olgunlaştığının ifadesi olan topluluğuyla açığa çıkardığı ortak zekâ, ortak iradesidir. Burada baskın olan içgüdüler değil ortak zekânın geliştirdiği iradesel güçtür. 

İstek ve güdülenmelerin yerini toplumsal amaç ve bu doğrultuda gelişen düşünce ve eylem alır. Burada biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların inkârı söz konusu değildir. Ancak sadece biyolojik ve fiziksel ihtiyaçların giderilmesiyle insanlaşma gerçekleşmez. İnsanın toplumsallığı, insanlaşma olgusunun suyu ve ekmeğidir. Toplumsallığın suyunu, ekmeğini yemeyen insan, insanlaşamaz. Kısacası, “insandan toplumsallığını çıkardığımız zaman geriye insan adına bir şey kalmaz.” Toplumun ekmeği ve suyu da onun politik üyeleridir. Birey ve toplum politik düzeyiyle anlamına kavuşur ve farklılığını ortaya koyar. Çünkü ahlak ve politika gelişen zekâ ve iradenin temsiliyetini yapar. Bu aynı zamanda yaşadığı doğa ve evrenle bütünleşmeyi ifade eder. 

Doğa ve evren hakikati insan zihninde oluşur ve oradan zihne aktarılır. Bu bütünleşme hali aynı zamanda duygu ve his dünyasının derinleşmesine ve de gelişmesine neden olur. İnsanın politik özelliğinin sorgulayıcı, gözlem ve uygulayıcı yanının burada büyük payı vardır. Politik hafıza gelişimi de bu şekilde başlar. Bu hafıza deneyim tecrübelerle doludur. Bu deneyim, tecrübelerini an’da şekillendirirken birey aynı zamanda gelecek için de hazırlık yapmış olur. Evrenin, doğanın, tüm bir yaşamın diyalektik döngüsü politik bireyde de işlerlik kazanır. Bahsettiğimiz birey ve toplumun politik dokusu kapitalist modernite eliyle önce fiziki sınırlarla bölünmüş, parçalanmış, sonrasında ise aynı parçalanma insan zihninde ve ruhunda yaratılmıştır. 

Beş bin yıllık hegemonik sistemin tek mirası hastalıklı toplum tipleridir. Ezen sınıfların fiziki ve psikolojik savaş yöntemleri sonucunda politik özelliğini kaybeden, ahlakın aşınmış çok farklı kişilik özellikleri edinmiş tiplerle karşılaşmaktayız. Ezen sınıfın faşizan, cinsiyetçi, liberal veya gerici geleneksel propaganda aletleri her açıdan bireyi edilgen hale getirmiştir. Yaratılan algı şudur: “Tek bir sistem vardır, onun da kuralları vardır. Ya onu yaşarsın ya da ölürsün!” Faşizmin “Ya sev ya terk et” sloganı da tam olarak bu durumu ifade eder. Edilgenliğinin bir yansıması olan faşizm, bu yalanların kabulleniş haliyle gelişir. Edilgen tipler kendilerine biçilen rol ve verilen görev dışına çıkmama eğilimlerini bu kabullenişiyle pekiştirirler. Sırf hayatta kalmak için kaybedecekleri karşısında kapıldıkları korku ve kaygı psikolojisiyle de bu eğilimlerini sürdürürler. 

Bu durumu birey ve toplumun kendi özüne yabancılaştırılması olarak da ele alabiliriz. Bu yabancılaşma durumu da birey ve toplumun maruz kaldığı özel savaşın uzun süreli ve çok katmanlı uygulamaları sonucu açığa çıkmıştır. Birey ve toplum tıpkı doğa gibi uzun süreli kaos ve krizleri taşıyamaz. Yapısallığını ve anlamını kaybeder. Onun yerine başka bir şey koymazsa, yaşadığı boşluk ve kriz, özün yitimi ve hastalıkların ortaya çıkışını engelleyemeyecektir. Kapitalist modernitenin birey ve toplum karşıtı yürüttüğü savaş o kadar kirli bir savaştır ki insanlık onurunun ayaklar altına alındığı gerçeğini göremeyecek kadar iradesiz, bencil tipler yaratılarak, insanlık insanlaşmadan sapıp karanlık bir dünyaya mahkûm edilmiştir. 

İnsan dediğimiz varlık, içine doğduğu toplumda şekillenmeye başlar. Doğduğumuz andan itibaren içine doğduğumuz toplumun maddi-manevi değerleri, kabul-retleri benlik oluşturma sürecine etki ederek kişiliklerimizi şekillendirir ve etkisi altına alır. Bireysel yaşantıların, gözlem ve deneyimlerinde benlik oluşumunda etkisi büyüktür. Genel olarak her iki ediminde kişilik oluşumunda belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Kişilik oluşumunda mekanik bir işleyiş söz konusu değildir. Her bir birey ve toplumda farklı arayışlar, farklı edinimler, var olandan çok uzak istisnai durumlar gelişebilir, üreyebilir. İnsanın sosyal bir varlık olma gerçeği, şekillenişinden uzak bir olgu değildir. Günümüzde Ortadoğu halklarının ve batıda yetişen birey arasında bu kadar farklı tipolojilerin ortaya çıkışı biraz bu gerçeklikle bağlantılıdır. Ortadoğu halklarında bazı temel toplumsal değerler korunmaya çalışılsa da bölgedeki hegemonik savaşlar ve iç çatışmalar sonucu birey ve toplum nezdinde çarpıklıklar ve yozlaşma kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır. Tarihsel direniş geleneğinin yanında sömürülen din ve gelenek etkisi derin bir itaat anlayışı yaratmıştır. Yüzyıllardan beri sürdürülen iç ve dış çatışmalar, savaşlar toplum üzerinde oynanan, bölücü parçalayıcı oyunlar, yaratılan düşmanlık ortamı bir cehennem tasvirine uygundur. Bu karmaşa içerisinde ayakta kalmaya çalışan tüm toplumsal kesimler ve birey tüm tehlikelere açık hale getirilmiştir. Çünkü en başta iradesi yok edilmiş, ahlaki ve politik dokusu zedelenmiş ve tüketilmiştir. Böyle bir atmosferde bastırılan, iradesiz hale getirilen tipler, genelde itaate meyilli, özentili vb. belirtiler gösterir. Kendi olmaya izin verilmeyen tipler, kendi olamadığı için ona benzemeye çalışır. Egemenine benzediği zaman yaşayabileceğine inanır. Bu da onun gibi olmakla mümkün olacaktır. Onun diliyle onun gibi konuşur, onun gibi davranır, onun gibi sever veya nefret eder. Zaten olması istenilen tiplerde budur. Kendi özüne, toplumsal gerçekliğine yabancılaşan, kendi olma ile başkası gibi olma arasında sıkışıp kalan iradesiz kişiliklerin oluşumu hegemonların düşünen ve sorgulayan politik bireye karşı duydukları nefret ve yok etme isteminin sonuçlarındandır. Batı ülkelerinde birey ve toplum aynı trajedinin farklı sonuçlarını yaşamaktadır. Batı halkları, Ortadoğu halkları gibi dönem dönem farklı anlayışların etkisi altında kalmıştır. Dinin katı uygulamaları, feodalite, mekanik bilim anlayışının derinleştirdiği sapmalar, liberal ideolojinin sahte özgürlükçü anlayışı ve bunun insan psikolojisine etkisi çok boyutlu olarak açığa çıkmıştır. Kuşkusuz batı toplumuna en ağır darbeyi vuran kapitalizmin gelişimi ve moderniteye damgasını vurmasıdır. 

Asıl tehlike ise sömürünün salt maddi ve fiziki boyutunun yanında insan ve toplumun manevi değerlerinin tek tek ortadan kaldırılarak, özgürlük adı altında büyük bir yalnızlığı, iradesizliği ve sonuç olarak kendine yabancılaşmayı dayatmasıdır. Demokrasi, özgürlük adı altında maskelenmeye çalışılsa da en ağır kölelik koşullarını, belki biraz da makyajlanmış olarak, bu coğrafyada görmekteyiz. Tüm zenginliklerine, gelişmişlik iddialarına karşın en trajik yoksullukların, trajik toplumsal olayların buralarda görülmesi kapitalist anlayışla bağlantılıdır. Güçlü olanın ayakta kalabildiği bu sistemde güç denilen şey, insanlık değerlerinden ziyade tamamen maddiyata dayalı olandır. 

 

Birey Varoluşunu Toplumsallığıyla Sağlar

Kapitalizmin liberal ideolojisi içerisinde şekillenen tiplerdeki hastalıklar, farklı şekillerde açığa çıkar. En başat olanı sahte özgürlük anlayışının yarattığı benmerkezci bencil, duyarsız tiplerin yaratımıdır. Politik olmayan, edilgen bencil tipler hem kendi iç dünyasında hem de dış ilişkilerinde büyük bir doyumsuzluk durumu yaşarlar. Doyumsuzluk sonucu tatminsizliği yaşayan tiplerde de gerginlik, mutsuzluk, umutsuzluk gibi duygu ve düşünceler öne çıkar. Bu nedenle sürekli bir kriz ve kaos içerisindedirler. Şiddet, bunalım, intihar, cinayet gibi durumlar bu krizlerin dışa vurumu olarak yaşanır. Öfke ve nefretin yarattığı tahammülsüzlük söz konudur. Yine kendini değersiz, yalnız hissediş gibi ben odaklı duyguları yoğun olarak yaşanır. Tüm bunları bu tiplerin edilgen özellikleri adı altında da toplayabiliriz. Her bir noktada pasifizm yani mücadeleden yoksunluk vardır. Bu nedenle de başkalarını anlama, hissetme noktaları zayıftır. Kendi yaşadıklarının, hissettiklerinin ek ve örneksiz olduğunu düşünerek aynı zamanda hastalıklarına meşru bir zemin hazırlamaya çalışırlar. Tam tersi de olabilmektedir. İçsel olarak yaşadığı duygu ve düşünceleri bastırıp, kendini ideal bir tipe büründürme çabası içerisinde olabilir. Ancak bu uzun süreli değildir, olamaz. Gerçek benlik ile ideal benlik arasındaki çatışma, muhakkak kendini ele verecektir. Politik bireyin aksine sorumluluk duygusu gelişmez. Tek gerçek kendi duyguları, hisleri ve çıkarlarıdır. Hiçbir toplumsal olay onu harekete geçirmez. Zaman zaman içerisine gireceği bireysel isyanları kendi çıkarsal ilişkileriyle bağlantılıdır. 

Bu tür edilgen tipler aynı zamanda narsist özellikler taşır. Narsizm, kendine sevdalılık olarak tanımlansa da aslında öz sevgiden çok öz nefret olarak kabul görmektedir. Bu özelliğe sahip tipler sadece kendini sevmeye, kendi için yaşamaya odaklanırken, aslında yaşadıkları temel duygu büyük bir boşluk ve değersizliktir. İnsanın salt kendiyle yetinemeyeceği gerçeğinden doğan bir boşluğa koyacak başka bir şey bulamaması onu nefret duygusuna yönlendirir. Yaşadığı bu kısır döngü içerisinde elde ettiği tek duygu da mutsuzluktur. İnsanın kendi öz benliğini oluşturduğu, kendini bir değer olarak hissedişinin en temel koşulu diğer bireylerle kurduğu olumlu ilişkiler, toplumsal bütünlüğüdür. Çünkü birey varoluşunu toplumsallığıyla sağlar. Toplum bireyin aynası olarak ona ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini sürekli olarak hatırlatır. Bu nedenle de narsist tipler kendilerini aşmadıkları sürece, kendi kendilerinin yabancısı, nefreti ve düşmanı olarak kalacaklardır. Kendine düşman olan tipler de kendilerine olduğu kadar topluma da düşman olacaklardır. 

Danah Zohar, narsizmi bir “ilişki hastalığı” olarak tanımlar. “İnsanın kendisiyle ve başkasıyla anlamlı bir ilişki kuramamasından doğan bir hastalıktır” der. Narsizmin kanıtı olarak da “yaşama bağlılığın, uğraşımın, sevginin, kendini kurban etme ve hatta en uçta belki şehit olmanın önemini vurgulayan bir yaklaşımı” dile getirir. Sonuçları açığa çıkarırken olguların nedenleri üzerinde de durmak gerekmektedir. Bu noktada da karşımıza kapitalist modernitenin, insanın sadece kendisiyle bile sağlıklı bir bütünlük oluşturamama durumuna neden olan ahlaki ve politik toplumsal dokunun tüketimi, tahribatı gerçekliği çıkmaktadır. Sanat, spor, seks (3S’ler) gibi argümanlarla bu doku saptırılmış, tüketilmiş buna paralel olarak da zihinler uyuşturulmuştur. İnsanın temel fonksiyonlarından olan toplumsallığın ortadan kaldırılmasıyla, enerjisini aktaracak veya şekillendirecek alanlar bu üç temel argümanla dizayn edilmeye çalışılmaktadır. 

Sürekli ve doyumsuz sapkın kişiler, holiganlık, çarpık, amaçsız sanat adı altında yürütülen akımlar bunlardan sadece bir kaçıdır. Bu tarz suni ve anlamı olmayan yönlendirme ve yönelimlerle tatmin olma durumu asla gerçekleşmez. Doyma hissi yoktur ki amaç da budur. Çünkü beden ve bilinci üzerindeki irade kaybedilmiştir. Burada derin bir maneviyat yitimi söz konusudur. Bu maneviyat yitiminde liberalizmin bireyci özgürlük dayatmasının etkileri vardır. Özcesi iradesizleşen, bilinçli yaratılan edilgen tipler kapitalizmin yegâne ürünleri olarak yaratılmış, yaratılmaya devam etmektedir. 

Kapitalizmin kişi üzerindeki hastalıklarını ele alırken, dolaylı veya doğrudan bu tiplerin açığa çıkmasında etkili olan, toplumsal hakikatten uzak bilimsel çalışmalar üzerinde durulabilir. Sigmund Freud, “uygarlığın birey üzerindeki istemlerinin yarattığı baskının bireyde farklı yansımalara neden olduğunu” belirtir. Bunun ise ilkel benliğe (id) zarar verdiğini söyler. Çünkü uygarlığın yüklediği bu sorumluluklar (buna ego da diyebiliriz) içgüdüsel isteklerle çatışır. Gönülsüz bir benimseme süper egoyu açığa çıkarmaktadır. Yani ona göre, asıl istediğimiz şeyleri bastırıp, dışarıdan beklenene göre kendimizi mükemmel görme ve gösterme durumu açığa çıkar. Sonuç olarak içsel çatışmanın yoğunluğu sağlıklı bir dengeyi engeller. Bu dengesizlik durumu ise sadizm ya da mazoşizm gibi eğilimlerle dışa vurulur. İd’in özgür hareketine sürekli vurgu yapan Freud’a göre, süje (özne) karşısında herkes potansiyel obje de olabilir. Bu durumda da herkesin hem nesne hem de özne olma durumu açığa çıkmaktadır. Freud, uygarlığın birey üzerindeki istemlerinin ağırlığından bahsederken bunların neler olduğu noktasına takılmamıştır. Özne-nesne ayrımına yaptığı vurgu, bireyi iradeden yoksun mekanik bir varlık olarak ele alması salt biyolojik gelişim ve cinsel güdülerin başatlığı Freud’un psikanalizine yapılacak eleştirilerin başında gelmektedir. Toplumsallık üzerinde sağlıklı bir biyolojik gelişme elbette önemlidir. Ancak insanlaşma dediğimiz olgu, biyolojiyi de içerisine alan toplumsallıkla ancak mümkün olabilir. Bu toplumsallık içerisinde bireyin iradesi belirleyicidir. İradesi olmayan bireyden elbette sağlıklı bir birey çıkması mümkün değildir. Freud, uygarlık güçlerinin, iktidarların birey üzerinde yarattığı hastalıklarının krizlerini ele alıp, uygarlık eleştirisini ortaya koysaydı daha doğru bir tanım yapmış olacaktı. Bu nedenle de vurguladığı gibi insan, ilkel güdülerini gerçekleştirdiği oranda değil, bunlar karşısında irade alabildiği oranda insanlaşır. Bunu da gerçekleştirebileceği tek yer ahlaki ve politik toplumdur. 

Sonuç olarak bu iki toplumsal gerçeklikte açığa çıkan temel özellikler, kendisine yabancılaşan, iradesizleşen ve edilgen hale getirilen birey ve toplum gerçekliğidir. Ahlaki ve politiklikten, onun ruhundan uzak olan, bu doğrultuda isteği ve çabası olmayan her tip insan ve toplum edilgendir. Genel olarak sorgulamadan uzak bir kabulleniş söz konusudur. Kabul etmeyenler de kendilerince bir doğru yaratmışlardır. Çoğu zaman da bu bireysel arayışlar, bireyciliği daha fazla geliştirici unsurlar olarak da karşımıza çıkmaktadır. 

 

Edilgenliğe Karşı Politik Birey 

Antik Yunan kent yönetimlerinin politikaya verdiği anlam oldukça ilgi çekicidir. Murray Bookchin, Antik Yunan yönetimleri üzerindeki araştırmalarında politikanın yönetim ve yurttaşlık arasındaki bağını ortaya koyar. Buna göre, “Polis yalnızca değerli bir amaç değil, aynı zamanda yurttaşın en yüksek erdemlerinin şekillendirildiği ve ifade bulduğu bir okuldu.” Sonuç olarak politika “polis”in idare işleri anlamına gelmiyor. Aynı zamanda yurttaşların kamu çıkarlarına uygun şekilde davranan topluluk üyeleri olarak eğitilmelerini de ifade ediyordu. Paideia, “bireyin kişisel olduğu gibi politik eğitimini de aldığı bir okul şekliydi. Bu eğitim aklın bağımsızlığını, yurttaşlık sorumluluğunu ve derin bir kişisel sorumluluk duygusunu içinde kökleştirir.” Kentte yaşayan her bireyin tartışabilmesi, fikir üretebilmesi ve dolayısıyla “polis”ine yakışır bir yurttaş olabilmesi için bu eğitimler büyük önem taşımaktaydı. Antik Yunan filozoflarının idealini oluşturdukları yönetim şekline ulaşmak için eğitim üzerinde fikri ve fiziki durmaların bir gerçeklikle bağı vardır. Antik Yunan yurttaşlığı, politik yurttaşlıkla yakınlık gösterse de toplumun her kesimini, başta kadınlar ve köleler olmak üzere kapsamadığı için eksik kalmıştır. Bu yönlü bir gelişme düzeyine kavuşması da tam olarak devletleşmemeye borçludur. 

Yaşadığımız yüzyılda politikanın doğru bir zeminde yaşamını mümkün kılacak alternatif, demokratik modernite paradigmasıdır. Demokratik modernitenin ideolojisi olan demokratik ulus, birey ve topluma politik ve ahlaki gelişmişlik kazandırmayı amaç edinerek, kapitalist modernitenin sahte özgürlük hastalıklarını aşarak, onlarla mücadele eder. Kapitalizmin liberal ideolojisinin hiçleştirdiği insanlıktan çıkardığı birey, demokratik ulusta tarihi, toplumsal değerlerini inşa ederek kazanır. Bireyin politik anlamda kazanımları ve gelişmişliği ise aynı zamanda demokratik ulusun kazanım ve gelişimi olacaktır. 

Demokratik modernitenin politik bireyini kapitalist modernitenin edilgen tiplerinin tam tersi olarak okuyabiliriz. Buna göre politik birey, liberalizmin tersine özgürlüğünü toplumsallığı içerisinde oluşturma ve arama çabası içerisindedir. Toplumsallığı olmadan kendini gerçekleştiremeyeceğinin farkında olan birey, ait olduğu kendini ait hissettiği komün veya topluluğu içerisinde politikleşecektir. Demokratik ulusun bireyi kendi özgürlüğünü toplumun komünalitesinde, yani daha işlevsel küçük topluluklar halindeki yaşamında bulur. 

Özgür ve demokratik komün veya topluluk, demokratik ulus bireyinin gerçekleştirdiği temel okuldur. Komünü olmayan, komünal yaşamayan insan birey de olamaz. Komünler son derece çeşitlidir ve toplumsal yaşamın her alanında geçerlidir. Önemli olan yeteneklerine, emeğine ve farklılıklara uygun olarak bireyin komünal topluluk içinde yaşamayı bilmesidir. Birey komüne ve bağlı olduğu toplumsal bireylere karşı sorumluluğunu ahlaki olmanın temel ilkesi sayar. Ahlak, toplumsallığa, komünal yaşama saygı ve bağlılık demektir. Komün veya topluluk da bireylerine sonuna kadar sahip çıkarak onları korur ve yaşatır. Zaten insan toplumunun temel kuruluş ilkesi, bu ahlaki sorumluluk ilkesidir. Komünün veya toplulukların demokratik karakteri kolektif özgürlüğü, diğer deyişle politik olmayan topluluk veya komün ise özgür olamaz. 

Komünün demokratikliği, politikliği ve özgürlüğü arasında sıkı bir özdeşlik vardır. Bu çözümlemesiyle sonuç olarak politika ve özgürlük arasındaki bağı ortaya koyan Öcalan, bir yanıyla da topluluk yaşamını küçümseyen salt bireyi öne çıkaran kapitalist modernitenin çarpıtmalarını açığa çıkarır. M. Bookchin’in deyimiyle insani bir olgu olan özgürleşme yarı insanlar tarafından başarılamaz. Topluluk ve komünü olmayanın ne kendisiyle ne de kendi dışındaki tüm varlık veya oluşumlarla sağlıklı, hakikat temelli bir ilişkisi gerçekleşmeyeceğinden özgürleşmesi de söz konusu olmayacaktır. 

Paulo Freire, “Ezilenler aynı anda hem kendileridir hem de bilinçlerine içselleştirmiş oldukları ezenlerdir” der. Öcalan’ın vurguladığı gerçeği görmek her şeyden önce sorgulama ve farkındalık gücü gerektirmektedir. Bu noktada amacın varlığı ve netliği önemlidir. Mücadele ettiğimiz şey iktidarın, ezenin varlığını her boyutuyla ortadan kaldırmak mıdır, yoksa onun yerine geçme mücadelesi midir? Bu nedenle de politik birey, bu tür tehlikelerle karşılaşmamak için radikal bir zihni ve eylemsel değişimi esas almalıdır. Kuşkusuz Freire’nin bu çözümlemesinin altında derin bir psikolojik gerçeklik yatmaktadır. Karşısındakine benzeme, insanların başka bir alternatif bulamadığı veya görmediği durumlarda yapacakları ilk şeydir. Ancak bu farklı yaşam alternatifi içinde bir gerçeklik taşımaz. Çünkü bireyin ortadan kaldırmak istediği şeyin yerine koyacak yeni bir şeyi vardır. Kölelik, sömürü, cinsiyetçilik, faşizme karşı demokratik, eşit, kadın özgürlüğüne, ekolojik bir yaşamda sadece demokratik modernite koşullarında yaşanılacağından bireyin de yegane adresi demokratik ulus olacaktır. 

Demokratik ulusun politik birey gerçekliği, irade ve öz kimliğe kavuşan özgür yurttaşlık temeline dayanır. Bu temel ne sadece yönetim olgusuna dayanır ne de salt bir topluluk üyeliğiyle gerçekleşir. Özgürleşme olgusunun hakikati içerisinde gelişir. Birey özgürlüğünü, evrensel hakikatin mikro, mezo ve makro düzeninde kendi varoluşunu anlamlandırarak, hem toplum hem de doğa içerisindeki tüm canlılarla bütünlük duygusuna ulaşarak, zaman ve mekân kavramlarını aşarak yakalayacaktır. 

Bu nedenle politik birey aşkın ve içkin olarak özgürlüğe felsefi bir bakış açısı, derinlik kazandırır. Bunun için de politik bireyde sürekli bir gelişim için sürekli bir eğitim esastır. Sürekli bir akış içerisinde olan yaşam ile kendi düşünsel, ruhsal, fiziksel akış halini buluşturmak ve ortaklaştırmak için eğitim ve gerekli bilinç düzeyini kazanmayı, geliştirmeyi amaçlar. Bu noktada politik birey için yaşamın her alanı birer eğitim alanıdır. Tamamlanmış kişilik düşüncesini kendinde barındırmaz. Tamamlanmışlık düşüncesinin, politik bireyin yaratıcılık ve fikir üretmesi önündeki en büyük engel olduğunun farkındadır ve bunu reddeder. 

Demokratik modernitenin üç temel ilkesiyle şekillenen politik birey yaşamın her alanında sorumluluk hisseder. Dogmatik, sekter yaklaşımlardan kaçınarak, esnek zekâsı ile komünün en küçük biriminden en büyüğüne kadar ahlaki çerçevede yaratıcı fikirler ortaya koyar. Geliştirici olmayan sığ ve dar yaklaşımlardan kaçınır. 

Diyalektik bir bakış açısıyla yaşamı ele alır ve sürdürür. Yaratıcılığın ve iradeyi ortaya koymayı engelleyen bağımlılık tarzı ilişkilenmeleri veya ele alışların yerine ilkesel bağlılıkları geliştirmek edilgenliğin hastalıklarını önler. Politik birey ve bu tarz doğru yöntemlerle öz savunmasını da geliştirir. Bu aynı zamanda topluluk veya komünün öz savunması olacaktır. Politik birey, ait olduğu ulusun kültürel kimliğini taşımakla beraber tekçi anlayışı reddederek, farklı toplum kesimleriyle demokratik bir yaşam çerçevesinde birlikteliğinden yanadır. Ulus-devletlerde olduğu gibi ait olduğu ulus veya inancın üstünlük arayışına girmez. Tam zıddı olarak kendi ulusu ve kültürü için duyduğu sorumluluk duygusunu ve özgürlük istemini, toplumun diğer tüm kesimleri için de üstler ve çabalar. Politik birey için sosyal ve toplumsal alanların bütünlüğü de esastır. Politiklik tek yönlü bir gelişim olmadığı için yönetimden sanata, spordan siyasete, edebiyattan ekonomiye kadar tüm alanlar politik alanlardır. Kapitalist modernitenin en büyük çarpıtmalarından biri de bu politik alanların işgalidir. Politiklik aynı zamanda etik-estetik bir şekilleniştir. Bu nedenle de politik birey siyasalı sanatla, sanatı da siyasetle buluşturur. Bunlar birbirinden ayrı olgular değildir. Birey ve toplum için hiçbir anlam ifade etmeyen ne olduğu, ne için olduğu belli olmayan kültürel ve sanatsal faaliyetler diğer alanlarla buluşarak form kazanır. 

Bireysel maddi kazanç beklentisinin yerine toplumsal gelişmişliğin amaç edinilmesi politik bireyin özelliklerinden biridir. Edilgen bireyin tersine politik bireyde kabul ve ret ölçüleri belirgindir. İnşacısı olduğu demokratik ulus anlayışının temel ilkeleri doğrultusunda gerektiğinde müdahale etme yetkinliğine sahiptir. Demokratik yaşamın var olmasında müdahale etme iradesinin varlığı büyük önem taşır. Yerinde ve zamanında yapılan müdahalelerle birey çaresizlik ve çözümsüzlük hissiyatından da uzaklaşır. Bu hissiyatlardan uzak duran birey müdahale gücünü yeni yöntemler geliştirerek zenginleştirir. Sonuç her zaman olumlu olmasa da umutsuzluğa kapılmadan olumsuzu aşmaya çalışır. Kaba retçiliği aşmış, dinleme ve anlama düzeyine ulaşan politik birey etkin ve sağlıklı iletişim kurma becerisiyle çözümleme ve çözüme ulaşma becerisini anlamlı kılar. 

Özcesi, politik birey demokratik ve politik toplumun temsilcisi olarak, kapitalist modernitenin yaratılan tiplerine karşı bireysel ve toplumsal bir panzehirdir. Demokratik modernitenin birey ve topluma verdiği değer, insanlık onuruna yaraşır bir şekilde en doğru yaşam alternatifi olan demokratik ulus ilke ve felsefesinde somutlaştırır. Bu nedenle de özgür, eşit, demokratik bir yaşam arayışçısı olanların buluşacağı tek nokta demokratik modernite paradigması olacaktır. 

 

 

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar: 
  • Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu / Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, 5. Cilt 
  • Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme 
  • Danah Zohar, Kuantum Benlik, Ayrıntı Yayınları, 2017, İstanbul 
  • Paulo Freire, Ezilenler Pedagojisi, Ayrıntı Yayınları, 2019, İstanbul

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.