Düşünce ve Kuram Dergisi

Burası Kimin Ülkesi? Egemenlik ve Özerkliğin Sınırları

H.Neşe Özgen*

                Sınır ve ülke üzerine kendi tartışmalarımızı kurma ve yeni bir egemenlik adaleti geliştirmek umuduyla

 

Sınır: Vatanın ve egemenliğin coğrafi işareti, modern zamanın habis uru, imparatorlukların korkulu ve heyecanlı rüyası; üzerine araştırmalar, düşünceler ve analizlerle kimi zaman övünerek kimi zaman lanetle andığımız, kimi zaman ötekini araçsallaştırmaya yarayan son 20 yılın önde gelen konularından birisi. Sınır araştırmalarının yörüngesi bir yandan Sosyal Bilimlerden Güvenlik Çalışmalarına evrilirken diğer yandan Eleştirel Sınır Çalışmaları alanı da hızla gelişiyor. Bu ikilik şöyle cereyan ediyor:

Sınırı bir aracı, devletin egemenlik alanının görünür-görünmez sağlamlaştırıcısı olarak ele alan ve böylece giderek sınırı devlet egemenliğinin zorunlu sonucu ve pekiştireci olarak gören order and other (düzenleme ve ötekileştirme) teması (yeniden) hızla gelişiyor, sınır katılaşıyor. Bu fikir, özünde modern zamanın devlet fikrinin devamı olarak örneğin günümüzde mülteci politikalarında “güvenlikçilik” anlayışının da katı zeminini oluşturuyor. Bu güvenlikçi anlayış çoğunlukla modernist bir devlet meşruiyetinden hareketle, devleti tek politik aktör olarak görüyor ve analizlerini de devlet odaklı yapan Hegelci bir diyalektikle ilerletiyor: Buna göre devletle vatandaşın karşılaşmalarında devletler güçlü aktörler iken, ne kadar zayıf görünse de vatandaşlar diğer aktördür. Bir devletin egemenliği kuvvet bileşenlerine ve bu bileşenlere yol açan siyasi ve ekonomik biçimlere bağlı olarak doğrusal bir biçimde ortaya çıkmakta, dolayısıyla ekonomik ve siyasi iktidar aynı oranda meşrulaşmaktadır. Tıpkı son zamanların “mültecilik” tartışmaları gibi: Mülteciler çıktıkları devletin hala aktörleri olarak muamele görür ve devletsiz veya devletlerini reddetmiş de olsalar (Kürt, Hazara, Filistinli), kimlik kağıtlarında yazılı devletin vatandaşları olarak değerlendirilirler. Bu bakış sadece sığınmacıyı, göçmeni indirgemek ve damgalamakla kalmaz, aynı zamanda hem çıkış devletinin hem de varış devletinin sınırlar aracılığıyla meşruluğunu da pekiştirir. Diğer bir deyişle mülteciliğin statüsüne yönelik tartışmalar devletlerin kendi aralarında birbirleriyle konuşması üzerine kurulur ve böylece devlet egemenliğinin de en önemli pekiştireci haline gelirler.

Oysa sınır bölgeleri aynı zamanda geçişlidir, karşılaşma alanlarıdır. Ernst Bloch’un dediği gibi: sınırlar bölgelerdir, izler’dir (traces)[1]. Keza Walter Benjamin’in Arcades‘i (Pasajlar)[2] de mekânda geçişliliklerin ve karşılaşmaların, kendiliğinden bile olsa sıçratıcı olacağından söz eder. Dolayısıyla sınırın eleştirel çalışmaları ikinci bakış olarak burada devreye girer: Sınırların insan toplumunun kalıcı demirbaşları olmaktan çok, belirli koşullara bağlı, toplumsal yaşamın geçici özellikleri olduğuna ve statülerinin de değişmez bir şekilde kaya gibi olmaktan ziyade değişen tarihsel koşullara bağlı olduğunu ısrarla belirten Migdal’ı[3] izlemekle kalmaz. Ötesinde Agamben, Walker ve Galli’nin eleştirel sınır teorilerini izleyerek, analitik dikkati hem egemen devletlerin hem de egemen devletler sisteminin yaratılmasında sınırların rolüne daha çok odaklanır[4]. Bu yazıda sınırın eleştirel çalışmalarından hareketle vatan, bölge, uçlar, sınırlar ve düğümler kavramlarının arkaik dönemlerden bu yana etimolojik kökenlerini ele alacağım. Ardından 1951  Cenevre Antlaşması’nın[5] 1648’de imzalanan Westphalia sözleşmesi’nden ve 1685’te karara bağlanmış olan Calvin’s Case Mahkemesinden[6] nasıl etkilenmiş olduğuna değinerek; bunların sonucunda 1978’de Avustralya’nın yerli halkı olan Aborijinlerin yeryüzü varlıklarını savunmak amacıyla açtıkları ünlü mahkemeye ve onların bu mahkeme aracılığıyla modern devlete yeniden nasıl zorla eklemlendiklerine değineceğim. Böylece son zamanlarda hepimizin zihnini oldukça yoran bir başka tartışmaya “devletsiz egemenlik alanları” tartışmasına da katkı sağlamayı umuyorum.

 

Adlandırılmış Yeryüzünden Sınırlaştırılmış Topraklara

Önce mevcut teorinin bir tartışmasını yapmalıyım, harita, zaman, tarih ve vatan üzerine konuşmalıyım. Sonra biraz egemenlik üzerine söz söyleyeceğim. Dolayısıyla sınır üzerine mağdur ve muktedir olduğumuz iki zamanı birleştirip “uzam ve yer meselesinin metaforik simgelerinin dayanılmaz cazibesine neden kapıldığımız” üzerine konuşabilelim ki bizi buradan çekip çıkaracak olan kozmografyaya gelebilelim.Orta Doğu ve Doğu Avrupa coğrafyası yüzyıllardır sınırlaştırılmış, savaşlarla hırpalanmış ve bölgelerin yer isimleri, coğrafya adları değiştirilmiştir. Deyim yerindeyse bölge, matbu haritaların basımından hemen sonra, coğrafi işaretlerini terketmek zorunda kalarak, savaşların işaretleriyle defalarca farklı tanımlanmaya başlamıştır. Kimlikler, aidiyetler, sosyal dokular ve düşünceler, adetler, normlar ve isimler birer savaş aracı haline getirilmiş; devletlerin zoruyla kozmografyasını yitirmiş, eninde sonunda da modern haritaların imlediği bir hafıza alanına dönüşmüştür. Son yirmi yıldır da savaş şiddetinin elinde hırpalanmış ve en sonunda da uzak ve yitik yerler olarak devletlerin savaş sınırları içine hapsolmuştur.

Benedict Anderson, matbaa kapitalizmini tanımlarken, uzun çağdaşlaşma süreçleri boyunca ulusal bir hayali cemaat yaratmada dil ve felsefenin koşullarının hayatı nasıl farklılaştırdığını uzun uzun inceler. Ben daha ileri giderek, basılı haritanın seyahat, diploması ve ticaretle etkileşerek, el yazması kültürünün yarattığı kültürel farklılıktan belirgin bir şekilde farklı olan bir kültürel ötekilik söylemini de yarattığını iddia edeceğim: Ulusal haritalar zihnimizdeki ulusun kimliklenmesinde ve bir vatanın sınırlanmasında görsel ve geri dönülmez egemenlik kalıplarını da sabitlemiştir. Hatta ötesinde haritanın basılmasının ideolojik kalıplarını oluşturan iktidarın kendi egemenlik alanlarını nasıl sabitlediğini ve bunun halkların zihninde geri dönülmez biçimde meşrulaştırdığını da tartışacağım.

Elbette konu sınır olduğunda onun sadece engelleyen ve geçirgen ikili yanını dikkate almak yetmez, aksine ve ötesinde onun politik coğrafyasını yani otoritenin mekânsal boyutlarının iktidarın politik mekânda nasıl yer tuttuğunu, diğer bir deyişle egemenlik alanlarının egemenliği besleyici ve pekiştiren ideolojisini mekânsal ve kronolojik olarak da anlamak gerekir. Vatanlaştırma ideolojisi, yerin ekonomik işgalinden, temellükünden çok daha ötesini yani yerin ideolojik olarak çitlenmesini de sağlayan ve meşrulaştıran bir kolonizasyon sürecidir. Sınır, bir düz çizgiyi, telleri, duvarları ve kesin ayrışmaları ima etmekten çok daha önceleri imparatorun ve feodal beyin kendi yemliklerini işaretleme yoluydu. Hatta imparatorun bu ekenekleri sınırları içine dahil etmesi için hayli zaman, hayli emek ve hayli kanun da gerekmiştir. Çağdaş sınır literatüründe hala bu eski terimlerin hafızasını bulmak mümkündür. Örneğin son dönemlerde hudutlar (boundaries) da sınırlar da (frontiers) aynı alanı alansallığı ima eder görünse de boundaries sınırın devlet (vatan) içi etki alanlarında egemen olduğu bir bölgeyi/alanı, Frontier ise daha çok sınırın ötesindeki alanın dikkate alındığı bir alanı öne çıkartan iki eski ve farklı kavramdır. Diğer bir deyişle her ikisi de sınırı bir alan, bölge olarak ele alırken, boundaries daha çok vatan içindeki alanının baskınlığına atıf yaparken, frontiers sınırın öte tarafına yönelik bir dikkate sahiptir. Boundaries, böylece devletin mekansal egemenliğini meşrulaştıran bir kavram olarak belirir. Borderland (sınır boyları) da bu kavramlarla aynı anlamda kullanılsa da bu kez daha tarafsızca sadece genişlemiş bir alana atıf yapar. Border region daha çok kapalı bir alan tarifiyle yetinen bir terimdir, border landscapes bu alan içindeki insani ve fiziksel evreni anlatmak için kullanılır. Barriers (çitleme) egemenin veya mülk sahibinin yarattığı görünür engeller (çitler, teller, kuleler vb.) ifade eder. Kelime olarak da sınır (border): Limit (Lat.) çıkış, uçlar, ekili olmayan alanlar (Webster); Latin: limit-utmost (uçların ucu), extend (uzantı), end (son), ass-bottom (k*ç/popo), Latino: margo-margins (uçlar) anlamında çeşitlenir.

Modern sosyal bilimlerinin ve politik dilin bu karmaşıklığı, kanımca antik dönem egemenlik çalışmalarına fazlaca aşina olmamaktan geçiyor (iktidarların bu konularda bilinçli yarattığı anlam karmaşasını es geçmeyerek). Diğer bir deyişle bir devletin, egemenin temellük meşruiyeti komşu bir devletin, hatta başka bir egemenin olmadığı bir mekandaki egemenlik esası neye dayalıydı, bunu biraz anlamamız gerekiyor. Zira bizim zihnimiz öylesine çitlenmiştir, kozmografyadan öylesine kopmuştur ki iktidarın kendisini ve mekanını diğerleri üzerinden tanımlandığı ve meşrulaştırıldığı, yani devletin ancak devletle konuştuğu modern zamanın kalıplarından çıkamıyoruz.Geolinguistik uzmanı olan Lunden, sınır kavramını modernist Kıta Avrupacı bakışından kurtardığı o harika çalışmasında mülkiyet üzerinden sınırın anlamlarını Kuzeyli etimolojisinde tarifliyor[7]. Böylece şu üç kullanımın, sınır, limit ve margo-marj kavramlarının etimolojisinin yüzyıllar boyunca toprağın temellükü ve mülkiyet biçimleri üzerinden nasıl dönüştüğünü görmek mümkün: Kavram 1200’lerden 1900’lere evrilirken mülk sahipliği biçimlerindeki değişime ve bu değişimin nasıl meşrulaştırıldığına bağlı olarak farklılaşıyor. Kavram 1200-1500 arasında “Uzaklığın korkutan karakteri olarak, uçlar” olarak tariflenmiş: 1262 kayıtlarında Germanic Grense -grenze, grens, gräns, grense> sivri uçlar, diken; Polonya’da Torin, Thorn (corner-edge-angle- köşe ucu-açısı); İsveç’de ise end-ända dip, ass (k*ç) anlamında kullanılmış. Slavca’da Krai: edge, border, homestadt (kenar, sınır çizgisi, mülkün mülkiyeti) olarak kulanılmış. Örneğin Krajina-Croatia, Slavca’da Krjnost: periphery (çevre) anlamındaymış. Keza Sovyet terminolojisindeki krai border, province (sınır-salahiyet) (otonom alanlar dışındaki yer) rayon-region ise ekonomik olarak bağımsız yer anlamında kullanılmaya devam etmiş. Batı sınırı olan Ukrayna için örneğin Sovyet dönemindeki Rusça’da diğer sınır alanlarından farklı bir tanım kullanılmış: v Ukraini değil na Ukraine- sınırdaki anlamında [8]. Feodal bey ekeneklerini ve mülkünü ancak dışardakileri lanetleyerek tariflemekteydi. Beyin arazisi ve merhameti dışında yaşayanların hayatta kalma şansları fazla yoktu.

1200-1540 arasındaki bu dönemlerde antik İsveççe’de Skillnaden: kent merkeziyle kırsal alan arasındaki yer; değişik, farklı, tarihsel alanlar cadılara bırakılmış alanlar; Ortaçağ Fincesinde de Rågång: (Errotoja) ekilmeyen yer anlamına gelmiş. 1520’de kelime Latince’de Margo (marjinal-Webster) ile tanımlanıyor. Ancak kavram bazı kaynaklara göre 1540’larda eski Fransızca’da èstacade: çevrelenmiş; alınmış anlamında ilk kez kullanılarak, ötekilerin mekânı ve uğursuz yerler anlamından çıkıp, ilk kez bizlerin olan, yararlandığımız yerler anlamına dönüşüyor. Bu dönem, feodalitenin güçlenme dönemi ve aristokratların din egemenliğini de bir kurtarıcı olarak yanlarına aldıkları dönemdir. Bu kez din ve feodal onay aracılığıyla bizden olanın, içerisi’nin meşrulaştrıldığı bir alan anlayışı dilde karşılığını buluyor. Kavram 1541-1700 arasında ciddi bir tersinemeyle “Kadastro olarak imparatorluk ve ulusların vatanları”nı anlatmaya başlıyor. 1606’da derives, Latincedeki de-finiere ‘den türetilerek; bitişler, limit ve bağlantılar olarak Finceye de atıfla finnish, limits, boundary finde olan, bariyerler ve bağlantılı yer anlamında kullanılıyor. Hatta Eski İsveççede Hage, hägna çitlenmiş (1700) anlamına gelmeye başlıyor. Oradan da Górod: terimi İngilizceye grad- otgorodĩt-gard: havŵ-hırsız çitini anlatıyor ve giderek hage, hagen: enabled field (mümkünleştirilmiş alan) olarak geçiyor. Kopenhagen/den Haag’ın adı da buradan geliyor. Böylece yaklaşık 500 yıl içinde kelimenin anlamı cadılara ait, bilinmezlik dolu ve tekinsiz olan yeri yani dışarıları tariflerken, 1700 lere doğru giderek bizlerin çitlediği (ve koruduğu) alan olarak olumlanan içeriyi yani kadastroyu tariflemeye başlıyor. İçerisi ve dışarısının bu farklılaşan anlatıları, mülkiyetin biçimlerine bağlı olarak tebaanın  da yeniden tariflenmesini başlatıyor.

1700-1900 arasında vatanlar “Savaşların Vatanı” olarak tarifleniyor: 1751 kaynakları İsveç-Norveç-Danimarka dillerinde rõr–rõse-ra kelimesini demarcation kilth places (vahşi/din dışı alanların işaretlenmesi), poles, cairns, hatta bununla ilişkili olarak real estate ownership territories (ara, kümelenmiş, sınırlı alanlara karşı özel mülk veya mülkiyet egemenlikleri) ve more linear-manorial estate (daha çizgisel-ekeneklerin mülkiyeti) olarak tanımlıyor.  Hatta Antik Skandinavyan dilindeki Tun: enclosure> Eski Almanca’da Zaun, Almanca’da Tuin: garden (bahçe); çit, bariyer ve İngilizcede de town tún: (Webster, old Eng.) uygarlık, köysel, insanlı, bağımsızlaştırılmış manasında yerleşiyor ve kolonyalizmin izleri de bu andan itibaren görülmeye başlıyor. Birazdan bu izlerin Avrupa merkezli “Westphalian Egemenliği”Anlaşması’na (1648) ve oradan da 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne nasıl aktığını göreceğiz. Artık 1800’lere gelindiğinde ise kavramın şimdiki anlamı mülkiyetlendirilmiş ve bu nedenle de kutsallaşmış olarak oturmuş; örneğin 9. Yüzyılda İngilizcedeki Mark (march) sınır dışında olup, özel bir yönetim gerekmeyen ve District> mountaneries, marshes, punctuates (hedeflenmiş alan, dağlık alan, uçlar, işaretli alanlar) ve Almancadaki Mark-greens (yeşil alanlar-kırlıklar- mülk ve medeniyetin dışları) anlamında, örneğin 1800’lerde Kafkasları (Marchland) tarif için kullanılmaya başlamıştır. Feodal beyin kendisi için mülklediği alanın dışında bir uğursuzluğu tariften, 500 yıl içinde hükümdarın tebaasının ve mülklediği alanın övülmesine ve oradan da mülkün kutsallaştırılıp savaşlaştırılmasına kadar olan bu kavramlaştırma, Modern Avrupa’nın uygarlaşmış toplumları ile dünyanın geri kalanları arasındaki kesin sınırı çizdiği Westphalian Threaty’deki Jus publicum Europaeum (1648) ilkesinde açıkça devletin alî haklarını kamu adına kutsamakla  sonuçlanır[9]. Avrupa merkezli uluslararası ilişkiler ve sınır çalışmaları, uzun bir süredir Westphalia Sözleşmesi’ni toprak egemenliğine sahip modern bir bağımsız ulus devletler sisteminin doğuşu olarak tartışıyor. Zira Jus publicum Europaeum kavramı, Avrupa Birliği hukuku ve üye devletlerin yasalarının yanı sıra Avrupa Konseyi hukuku gibi diğer yasal kaynaklardan oluşan Avrupa hukuk alanının kamu hukukunu tanımlamaktadır.

İmpratorlukların kendisi ve kolonyal toprakları üzerinde söz hakkını ilan ettiği bu sözleşmeden bu yana pek fazla yol alamadık: Westphalia Sözleşmesi’nin en belirgin sonuçlarından birisi de örneğin, 1951 Mülteciliğin Önlenmesine Yönelik Cenevre Sözleşmesi’dir. Türkiye’nin de imza attığı 1951 Cenevre Sözleşmesi, 270 milyon insanın göç halinde olduğu ve bunların 90 milyonunun da zorla göç ettirilmiş oldukları dünyayı, hala 1648 Westphalia Sözleşmesine dayalı hükümlerle yönetiyor[10]. Buna göre, Avrupa’nın dünyanın geri kalan uygar olmayan bölgelerinden kabul edeceği insanlar üzerindeki mutlak söz hakkını pekiştiren en temel maddesi: “Göçmen statüsü” için mutlaka ve kesin bir hükümle yerinden edilme ve zorla itilme maddelerini şart koşmakta. Üstelik bu şart, köken ülkeden varış ülkesine en kısa yolu zorunlu koşuyor ve daha önemlisi göçmen sayılabilme hakkını da “siyasi karşıtlık ve can güvenliği” şartına dayandırıyor. Diğer bir deyişle ancak kendi köken ülkenizde siyasi bir karşıtlık içindeyseniz ve can güvenliğiniz yoksa ve en kısa yoldan hedef ülkeye (berbat vahşilikten uygar Batı’ya sığınanlar olarak) geçebilirseniz mülteci statüsüne hak kazanır ve uluslararası korunmaya alınırsınız. Yani eğer ara ülkelerde biraz oyalanırsanız, ya da örneğin kağıtsız olarak bir başka ülkeye ilticaya kalkışırsanız ya da doğrudan olmasa da dolaylı olarak yerinden edici politikalara maruz kalırsanız (mülke el koyma, mesleğinden atılma, iklim kırımı ya da alt yapı yatırımları nedeniyle tarım alanlarını kaybetme vb.) bu statüden yararlanma hakkınız yok oluyor (Zira bu ara ülkelerde oyalanabilecek kadar vahşilere yakın olduğunuz ima ediliyor). Uygar olmayanlara uygulanan bu itme politikalarının en belirgin farklılığını uygar bizim dünya olarak tanımlanan Ukrayna’dan savaş göçleri sırasında yankılanan “bizdenler-sarışın ve mavi gözlüler, mülteciler gibi değiller” ifadelerinde görmedik mi?

Fakat şimdi, Westphalia Threaty’nin en korkunç ve pek bilinmeyen izlerinden birini, İmparatorluğun kolonyalizminin modern dönemi de nasıl meşrulaştırdığının en çirkin örneklerinden birisini sizlerle tartışmak istiyorum: Avustralya’nın yerli halkı Aborijin’lerin 1971’de ülkelerini kaybettikleri mahkemenin dosyasını. Kelimenin tam anlamıyla: Kendi devletlerine karşı ülkelerini kaybettiler.

 

Bu Ülke Kimin/ Kimin Bu Yerler?

Sayılamayacak kadar uzun zamanlardan beri devletsiz bir egemenlik yapısı içinde yaşamakta olan Aborijinler, kıtanın işgaliyle korkunç bir zulme gark oldular[11]. 250 yıldan fazla sürmüş toplu katliamlar, sağlık deneyleri, toplu zehirlenmeler, soy kirletme, köleleştirme ve toprağa el koymalarla nüfuslarının neredeyse %90’ını kaybettikleri bu katliamlar sonunda, hala sonuçlanmamış ve cezalandırılmamış katliam hafızasıyla ve kültürlerinin bir parodiye çevrilme tehlikesiyle yaşıyorlar.

1970’lerde, Avustralya yerli halkı Aborijinler, topraklarından madencilik faaliyeti yürütmek ve kıyılarını otel ve konut turizmine açmak isteyen şirkete-Nabalco Pty. Ltd[12] ve onun temsilciliğini üstlenen Commonwealth Hükümeti’ne karşı açtıkları davayı 1971 yılında kaybettiler ve toprakları üzerinde hiçbir hakları olmadığı böylece tescillenmiş oldu. 1990’larda çıkan bir haberle ilgimi çekmiş olan ve o zamanlarda kolonizasyon örneğinin antropolojik bir yazını olarak okuduğum bu mahkemenin ayrıntılarına yeni eriştim. Lester ve Parker’ın olağanüstü kamucu bir hukuk anlayışıyla ve hukuk felsefesi açısından gerekçeli kararı incelediği, tartışma temeli olarak Yeni Zelanda Maorileri, Güney Afrika yerlileri ve Kuzey Amerika Cherokee davalarını da ustaca yorumladığı bu dava hepimiz için aynı zamanda dekolonizasyon eylemlerini nasıl kuracağımız üzerine de anahtar olacak kadar ibretlik. Ve elbette kendimize vatan seçtiğimiz yerleri hangi anlamlarda savunacağımıza da[13]: Söz konusu arazi, Avustralya’nın Kuzey Bölgesi’ndeki Arnhem Land’in kuzeydoğu köşesinde yer almaktaydı. Aborijinler, geleneksel arazileri üzerindeki haklarını Nabalco Pty. Ltd.’nin[14] madencilik faaliyetlerinden koruma amacıyla; hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan bu yana bu topraklarda geleneksel olarak yaşayan yaklaşık altı yüz kişiden oluşan on üç klanın temsilcisi olarak dava açtılar. Ancak Milirrpum & Ors v. Nabalco Pty. Ltd. & The Commonwealth of Australia, kararı “mahkemeler yoluyla ilerde daha fazla işlem yapılmasını da engelleyerek, meseleyi politik alanda tartışmaya itmiştir”diyor Lester ve Parker. Karar, Kraliyet’in geleneksel yerli mülkiyete dayalı yerli hakların tanınmasına ilişkin herhangi bir yasal yükümlülüğünü tanımayı reddederek “toprakla olan ilişkileri bir mülkiyet hakkı/ çıkarı olarak nitelendirilemezdi” diyor.Aborijinlerin gerek mahkeme sırasındaki savunmalarında yeterli şahitliği yapamaması gerek kamunun Kraliyet yanlısı politik tavırları mahkemeyi de hayli etkilemiş ve 1971 nihai kararıyla yerliler mahkemeyi ve topraklarını kaybetmişlerdir. Aborijinler kendilerine yöneltilen “bu araziler üzerindeki haklarını tek tek ispatlama” çağrısını yanıtlayamıyorlardı; zira mevcut hukuk içinde geçen bu[15] – hak- çıkar- kişi- yararlanma- hafıza- mülkiyet ve hatta arazi kelimelerinin kendi kültürlerinde bir karşılığını bulmaları son derece zordu. En basitinden kayıtlarda Aborijinlerin yer için soil (toprak) terimini, mahkemenin ise arazi ve land kelimelerini kullandığını hatırlatmak yeterli. Aborijinler başka bir savunma yolu tutarak, “Kraliyeti Aborijin unvanını tanımaya ve saygı duymaya zorlayan ve işgalin ancak belirli koşullar altında sona erdirilebilecek bir mülkiyet hakkı olduğunun, bir örf ve âdet hukuku içtihadının varolduğunu” öne sürdüler. Mahkeme bundan itibaren de Westphalia Threaty’yi öne sürdü: “Barışçıl yerleşim veya ilhak yoluyla elde edilen kolonilerde, yerliler, ortak hukukun koruması altındaki İngiliz tebaasıydı. Ve içtihat temelinde, yerlilerin örf ve âdet hukukunda bazı hakları vardır: Unvanları en azından, toprak üzerinde “nitelikli” veya “değiştirilmiş” bir hakimiyet hakkı olarak, en azından, işgal veya topraktan yararlanma derecesi olarak nitelendirilmiştir. Ve burada Kraliyetin önalım hakkı ile tutarlı olarak bu arazide yerli mülkiyeti sona erdirme münhasır hakkı vardır”.

Yargıç Blackbum J., bu aşamada davacıların lehine karar vermiş, ancak bununla birlikte, araziyle olan ilişkilerinin, örf ve âdet hukuku açısından, bir mülkiyet hakkı olarak nitelendirilemeyeceğini de belirtmiştir. “Bu soruyla ilgili olarak Sayın Yargıç şunları söyledi: Benim görüşüme göre uygun prosedür, hukukumuzda ve bu kavrama sahip diğer sistemler hakkında bildiklerimin ve anlayışımın izin verdiği ‘mülkiyet’ kavramını akılda tutmak ve neyin izin verdiğini bulmak için yerli sistemde mülkiyete tekabül eden veya ona benzeyen yapılara bakmaktır” (s:190). Yargıç Blackburn’ün gerekçeli kararı onun mülkiyet ilişkileri ve kraliyetin hakkını koruma noktasına odaklandığını gösteriyor. Aborijinlerin topraktan yararlandığını söylemeleri üzerinde durmuyor. Dahası, temel çelişki arazi hakkı ve topraktan faydalanma, temellük üzerinde tesis ediliyor. Gerekçeli kararda geçen “Aşamalı olarak gerekli olabilecek bu tür işe yaramaz araziler (wast land)” tanımı işgale saygı gösterilmesi gerektiği anlamına geliyordu.

Yargıç sonunda “Aslında klanların toprakla doğrudan bir ekonomik ilişkisinin olmadığını buldu. Burada klan, Klan olan değil, ekonomik çıkar iddiasında bulunabilecek çeşitli klanların farklı üyelerinden oluşan toprak (land) kullanan gruptu. Öte yandan, söz konusu toprakla manevi bağlar kanıtlandı. Geleneksel yerli inançların kanıtı şunu gösterdi: “… Aborijinler, toprağa sahip olmaktan çok toprağa karşı daha inandırıcı bir yükümlülük duygusuna sahiptir. Bu kadar ince ve zor bir konuyu basit bir özdeyişle ifade etmek tehlikelidir, ancak kanıtlara göre, klanların toprağa ait olduğunu söylemek, toprağın klana ait olduğunu söylemekten daha kolaydır.Ne yazık ki, manevi ilgi, bu haliyle, mülkiyet sahipliği olarak nitelendirilemezdi”. (s:212)[16] Kabul etmek gerekir ki, tanıma bir politika meselesiydi, ancak yalnızca Britanya’nın geleneksel kabile topraklarını işgalini tanıma ve saygı duyma konusundaki ortak hukuk yükümlülüğünü yerine getirebildiği ölçüde. Başka bir deyişle, sömürge politikası yerlilere adil haklarını vermek üzerineydi. Bu politika sağlam bir şekilde ortak hukuka dayanıyordu. Öte yandan Avustralya’daki sömürge politikasının tarihi, özünde, yerlilerin mülkiyet (ve kişisel) haklarının korunması hakkının inkarıdır. Koruma politikasını yürürlüğe koyan mevzuat, yalnızca örf ve âdet hukukunun beyanıydı. Politika, aynı kaynaklar, yani arazi için rekabet eden iki grubun haklarını ayarlamak açısından tanımlandı.

Avustralya’daki bu gerilimin çözülmesi, çoğu zaman, Hıristiyanlığın ve medeniyetin yararlarının cahil vahşiler için yeterince ödül olacağı görüşüne bağlanmıştı. Hükümetin Aborijin ile toprakları arasındaki hassas bağ konusundaki acımasız cehaleti Aborijinlerin yok edilmesi anlamına geliyordu (hem sonuçta öldüklerinde Hristiyan olmaları yetiyordu) (s:224). Mahkeme boyunca Aborijinler sayısız hakarete de uğradılar: Örneğin Mahkeme Yeni Zelanda ve İngiliz deneyimlerini ve kararlarını örnek göstererek, Maori’lerin Kraliyet rejiminden memnuniyetlerini ve mahkemelerin bu yönde karar verdiklerini hatırlatıyor ve Aborijin’lerin, Maorilerden “daha ilkel” olduklarını; ve evet örf ve adet hukukunda bazı haklara sahip olduklarını ancak, Kraliyetin hakkıyla tutarlı olacak şekilde, en azından, arazinin alınmış olması veya kullanılması ölçüsünde, arazi üzerinde “imar” veya “iskan” ölçüsünde bir hakimiyet hakkı olduğunu belirtiyordu. Günlük deyişle “Arazi orada olabilirdi ama onlar da yol yapmışlardı, barajlar, kentler ve köprüler yapmışlardı”.

 

Hukuksuz Alanlar İle Devletsizlik Arasındaki İnce Çizgi Nerede Durur?

Aslında Aborijinlerin davası 1685’te karara bağlanmış olan Calvin’s Case’e dayandırılıyordu. Calvin’in Davasındaki tartışma sırasında, Başsavcı ve Calvin’in avukatı Bacon, Roma’nın res nullius[17] doktrinine dayanan Avrupa sömürge uygulaması örneğinin denizaşırı mülklerin “işgal” yoluyla elde edilebileceğini gösterdiğini öne sürmüştü. (s: 215). Bir fetih için uygulanan ilkelere ilişkin Calvin Davasını takiben Muhtıra şöyle devam etmektedir: . . . fatih, fethedilen insanların hayatlarını kurtarmakla, bu tür insanlar üzerinde bir hak ve mülkiyet kazanır ve bunun sonucunda onlara dilediği kanunu empoze edebilir”. Varsayım, egemen dilediği yasayı getirmek için ayrıcalığını kullanana kadar şuydu: “… fethedilen ülkenin kanunları ve gelenekleri, dinimize aykırı olmadıkça veya malum olan herhangi bir şeyi yapmadıkça veya susmadıkça geçerli olacaktır; çünkü tüm bu durumlarda, fetheden ülkenin yasaları geçerli olacaktır.” Aborijinlerin 1971’de kaybettikleri ve 1685 Calvin’s Case’e konu olan bu kural, kendi sınırları üzerine Avrupa merkezci bir egemenliği tesis eden ve dünyanın geri kalanını “khora[18] olarak niteleyen 1648 Westphalia Threaty’e sonuna kadar uygundur. Zira aslında mahkeme Aborijinlerin işledikleri ve aidiyet duydukları topraklar üzerinde hakları olduğunu ve Aborijinlerin ortak bir hukuk temelinde birlikte yaşayan halklar olduğunu tescil etmekteydi. Burada vurgulanan birinci mesele, toprağın Aborijinlere aidiyet duymadığı-ait olmadığı ve birlikte yaşamın ortak kurallarının ortak yarar ilkesi etrafında döneceğiydi. İkinci kural da ortak iyinin kural koyucusunu işaret ediyordu:Majesteleri. Gerek temellük edilen arazinin imar ve iskanıyla ilgili hatırlatmalar gerekse ortak ve kurallı bir dünyada yaşamanın herkesin iyiliğine olacağına yapılan vurgu, aslında Aborjinlerin uygarlaşmış olmadıklarını, mülkiyet üzerinde en ufak bir fikirlerinin olmadığını da belirtiyordu. Ancak yerliler uygar olmadıkları ve mülkiyet kavramlarına sahip olmadıkları için, mülkiyet haklarını talep edebilmelerinin tek temeli Klan’ın egemenliğiydi. Bu durumda, örneğin, egemenliğin bir sonucu olarak toprakların mülkiyeti üzerinde Kraliyet’in adına herhangi bir hak iddiası olmayacaktı. Bu nedenle özel haklara saygı duyulacaktı: “… o arazinin yerliler arasında kendi geleneklerine göre bir sahibi varsa, ülkede herhangi bir arazi edinmemiştir. Bu arazinin gerçekten sahibi tarafından işgal edilip edilmediği önemli değil; ama sadece sahibi olup olmadığı…” (s: 217). Konu gayet açıktı, majesteleri ancak kendi egemenliğinin eşdeğerinde bir başka egemenlik alanıyla konuşacaktı, devlet devletle konuşacaktı, uygar olan da uygar olanla. Bunca sınır/vatan tanımının order and other (düzenleme ve ötekileştirme) ile hem hükümdarın kolonyalizmini hem de modern devletin yeni sömürgeleştirme yollarını ideolojik olarak nasıl kurduğuna baktık. Bu tartışmaları da dikkate alarak,  sürekli değişen sınırlarda, ya da devletsiz olma iddiasındaki alanlarda egemenliğin nasıl tutulacağı sorusu sadece retorik bir soru olarak kalamaz. Egemenliğin ideolojik çitlemelerine böyle göz atarken, sadece içine hapsolduğumuz egemenliklerin değil yeni kurmakta olduğumuz egemenliklerin sınırları ve anlamları üzerine düşünmeliyiz: Yeryüzünü bizler için vatan yapan nedir? Dedelerimizin mezarları mı? Doyup geçindiğimiz, çocuklarımızın da geleceğini sağlayacağını umduğumuz bir yeryüzü alanı mı? Hatıralarımızın olduğu bir çocukluk mu? Geçmişine rağmen (anısına saygılı veya saygısız) şimdilik çevreleyip yaşadığımız yer mi? Uğruna öldüğümüz, emek harcadığımız, imar ve iskân ettiğimiz, yaşanılır kıldığımız bir varoluş iddiası mı?

 

Kozmografyaya Dönüş: Devletsiz Bir Egemenlik Nasıl Mümkün Olabilir?

Aborijinler, devletsiz bir topluluktular. Evrenle ilişkilerini egemenlik ya da mülkiyete göre değil, kozmografyaya göre kuruyorlardı. Yani yer, kosmoz ve zamanın sürekli ve düzensiz devinimleriyle ilişkileniyorlardı. Bu nedenle toprak, arazi, dedelerin mezarları, işletme, çocukların gelecek kaygısı gibi yukarıda sorduğumuz vatan tanımlarından hiç birisiyle ilişkilenmedikleri gibi, egemenlik ve merkezi otoriteyle de işleri yoktu. Ancak, Clastres’in Devlete Karşı Toplum kitabında da anlattığı üzere, devletsiz topluluklar merkezi bir otoriteye ulaşmada geri düşmüş ya da başarısız olmuş sistemler değillerdi. Aksine, devletin oluşmaya başladığı her an, bu tehlikeye karşı savaşmış topluluklardı. Clastres’e göre tarihi olmayan bu halkların tarihi devlete karşı savaşlarının tarihidir.  Aborijinler ancak işgalcilerin ağır 300 yıla yakın ağır şiddetiyle dinin egemenliğine ve egemenliğin kutsallığına boyun eğdirildiler.[19]Şimdiyse günümüzde özyönetim, federasyon, özerk bölge, otonom yönetim, halk meclisleri yönetimi gibi devletsiz egemenlikler kurmaya çalışan bizler, devletli toplumların içinde yaşayan ancak bu devletin vatandaşlığını reddetmekten (Filistin örneği, Kürtler gibi) veya vatandaşlıktan çıkarılma ve devletsiz kalakalmaktan da (diaspora kimliği) söz etmiyoruz. Biz, devletin egemenliğini reddeden bir egemenlik anlayışının nasıl mümkün olabileceğini konuşuyoruz. Diğer bir deyişle, egemenliğinin gücünü kendisinden alan ve merkezi-devlet egemenliğine dayanmayan bir yapıyı özlüyoruz, ancak geçmişteki devletli hallerimizin tüm kalıntılarıyla bu yola çıkıyoruz.

 

Temel Olarak Şunu Tartışmamız Gerekli

Devletli ve vatanlı her alanda/yer’de egemenliğin olduğunu, egemenliğin de iktisadi bir el koymaya ve sınıflı toplumlara dayandığını bilerek kendi vatan, sınır ve egemenlik kavramlarımızı nasıl kurmalıyız? Dahası, bu yeni egemenlik alanımızda sadece kendisi gibi devletlerle konuşan egemenleri, kendi egemenliğimizle konuşmaya nasıl zorlayacağız? Birinci çıkış yolumuz devletsizliğin gerek Clastres’in bize gösterdiği gerekse Ranciere’nin[20] dediği gibi bir zayıflık durumu olmadığıdır. Barzou Eliassi de Ranciere’ye atıfla yıllardır “devletlerine” karşı savaşan Kürtlerin ve Filistinlilerin, siyasi olarak bilinçli bir grup olarak dikkate alınması gereken bir grup olabildiklerini belirtiyor. Elbette bu grupların “terörist, ayrılıkçı, yaygaracı” olarak nietelendirildiklerini biliyoruz diyor Eliassi: ” ancak bu iki ulus hem devletsiz hem de egemen olarak siyasi öznelerdir ve bunlar belirli kolektiviteler olarak değil, onların kimleri dikkate aldığına dair bir soru veya tartışmayı ortaya koyan isimler olarak görülmelidir”.[21] Öyle ki bu aşamada Kürtlerin farklı ülkelerdeki baskıcı egemenlik yapılarını aşabilmek için geliştirdikleri Kürdistanî kimlik, sınırın ötesinde bir egemenlik alanının nasıl yaratılabileceğine en iyi yanıt olacaktır. Bu Kürdistanî kimlik sınıf, doğuş ülkesi, politik parti ya da kültürel bölge farklılıklarına rağmen; Kürt kimlik siyasetinin başarılı olması için siyasi ve ideolojik farklılıklarını vurgulamak yerine kolektif acıları ve ortak bağları vurgulamaları gerektiğine dair bir farkındalık olarak geliştiriliyor.Böylece, Kürtleri “uygar” alandan dışlayan bu sözde modernizme bir tepki olarak, bu devletlerin egemenliğine ve toprak gücüne karşı büyük bir meydan okuma olarak siyasallaştırılmış bir Kürt kimliği ortaya çıkıyor. “Kürtler için, “radikal demokratik bir proje içinde kendini yenileme şansına sahip olması” ancak modernitenin baskın etnokültürel normları parçalayarak olur (Butler 2012, s. 23) “diyor Eliassi.[22]  Butler’a (1994) göre çok taraflı bir evrensellik, içsel olarak çeşitli ve kapsayıcı olmalı ve “sürekli bir siyasi rekabet alanı” olmalıdır (s. 159). Yeni ve gelecekteki dışlamalardan kaçınmak için, evrensellik “gelecekteki dahil etme iddialarını önceden engellememek için kalıcı olarak açık, sürekli olarak itiraz edilen, kalıcı olarak olumsal bırakılmalıdır” (ibid). Demokratik modernite üzerinde geliştirdiğimiz her tartışmanın sadece kendi adımıza değil yaşamış tüm varlıkların çığlıklarına da ses olacağını bilerek yola çıkmalıyız: Maorilerin, Aborijinlerin, Cherokeelerin, Afrikalıların, Asyalıların, Latinlerin, Katalanların, Baskların, Romanların, Samilerin, vb. ve tüm etnik azınlık statüsüne düşürülmüşlerin, egemenin karşısında boyun eğdirilmiş cinsiyetlerin, renklerin, dillerin, kültürlerin ve kimliklerin de sesi olmalıyız. Ta ki yer’lerin dayanışmacı birliğinin önünde sınır egemenliklerinin artık hükmü kalmayıncaya kadar.

 

 

 

*  Freie University- Berlin. ozgen.nese@gmail.com

 

 

 

[1]     Bloch, Ernst. 2006. Trace. Nassar. Stanford. Sanford University Press. Kaldı ki, Ernst Bloch, örneğin traces’in (Trakya) köklerinin 20. yüzyılın başlarında Avrupa Lebenswelt’inde bulunacak olan izler, ayak izleri ve hatta ipuçları anlamına gelebileceğini de söylüyor.
[2]     Benjamin, Walter. The Arcades Project. 2002. Translated by Howard Eiland and Kevin McLaughin. Belknap Press. bkz: Passagen-Werk as a labyrinthine.
[3]     Migdal, J. S. 2004. Boundaries and Belonging. Cambridge Uni. Press.
[4]     Salter, M.ark. B 2012. Theory of the /: The Suture and Critical Border Studies. Geopolitics. 17:4.
[5]     1951 Cenevre Anlaşması: https://www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1951-Cenevre-Sozlesmesi-1.pdf
[6]     İlerki aşamada Calvin’s Case’i detaylı tartışacağım, ancak kısa bilgi olarak bkz: “Calvin’in Davası’ndaki tartışma sırasında, Başsavcı ve Calvin’in avukatı Bacon, Roma’nın res nullius doktrinine dayanan Avrupa sömürge uygulaması örneğinin denizaşırı mülklerin “işgal yoluyla” elde edilebileceğini gösterdiğini öne sürmüştü”. Bkz. Lester, Geofrey & Graham Parker. 1973. 11 Alta. L. Rev.: 189. “Land Rights: The Australian Aborigines Have Lost a Legal Battle, But …”: 189-237. https://heinonline.org/HOL/LandingPage?handle=hein.journals/alblr11&div=23&id=&page=.
[7]     Bir sonraki başlığa kadar bu kısımda Lunden’in On the Boundary: About humans at the end of territory. 2004. (Södertörns högskola. University College) kitabının 12- 17. sayfalarından yararlanılmıştır.
[8]     Rusya’nın son savaşta Ukrayna’yı ‘aşağılamak’ için bu tarihin sık sık hatırlatıldığını da ekleyelim.
[9]     Brill. Encyclopedia of Early Modern History Online. Ius publicum Europaeum-European public law. https://referenceworks.brillonline.com/entries/encyclopedia-of-early-modern-history-online/ius-publicum-europaeum-european-public-law-COM_021554#COM-21555; Merriam Webster. Ius publicum Europaeum- kamu tarafından hükümete emanet edilen gayrimenkul mülkiyeti hakkı.
[10]    Aleinikof, A.s ve Lenah Zamore. 2019. The Arc of Protection. Stanford Uni. Press: 189-237.
[11]    https://www.nma.gov.au/defining-moments/resources/myall-creek-massacre; https://www.newcastle.edu.au/newsroom/featured/new-evidence-reveals-aboriginal-massacres-committed-on-extensive-scale; https://treatynt.com.au/__data/assets/pdf_file/0008/906398/treaty-discussion-paper.pdf.
[12]    1954 ve Madencilik (Gove Peninsula Nabalco Anlaşması) Yönetmeliği 1968.
[13]    Bundan sonraki kısımlar mahkemeyi Res nullius ve modern hukukta devletin kamu adına temellük hakkı meselesini tartışan Lester, Geofrey & Graham Parker’dan özetlenmiştir: 1973. 11 Alta. L. Rev.: 189. “Land Rights: The Australian Aborigines Have Lost a Legal Battle, But …”: 189-237. https://heinonline.org/HOL/LandingPage?handle=hein.journals/alblr11&div=23&id=&page=.
[14]    Nabalco Pty. Ltd., 1953- Maden (Satın Alma) Yönetmeliği uyarınca Commonwealth Hükümeti tarafından verilen çeşitli kiralamaları devralmak üzere kurulan İsviçre merkezli bir konsorsiyumdur.
[15]    Geç dönemlerde oldukça iyi dil transkripsiyonu yapılmış olmasına rağmen, Aborijin dillerindeki pek çok kelimenin modern karşılıkları tam değildir. https://tr.wikipedia.org/wiki/Avustralya_Aborijin_dillerinin_transkripsiyonu
[16]  Aborijinlerin toprağın karşılığı olarak land (arazi) kelimesinin kullanımıyla dahi nasıl darmadağın olduklarını antropolojik olarak okumak mümkün.
[17]    Res Nullius: Res common’dan önceki durum. Hiç kimsenin olan şey; kimsenin mülk edinemeyeceği ama herkesin yararlanabileceği şey; 1: Hiç kimseye ait olmadığı için (vahşi bir hayvan veya hava gibi) ya da sahibi tarafından terk edildiğinden, ancak yararlanılarak edinilebilir bir şey. 2: Roma hukukuna göre özel ya da kamusal mülkiyete tabi olmayan “şey”.
[18]    chora ; Antik Yunanca: Khôra (ayrıca chora; Antik Yunanca:  Antik Yunan polisinin şehrin dışında kalan bölgesiydi.
[19]    Clastres, P. 1991. Devlete Karşı Toplum. Ayrıntı Yay.
[20]    Rancière, J. 2004. Who is the subject of the Rights of Man? The South Atlantic Quarterly, 103(2/3), 297–310.
[21]    Ramciere, ibid. : 303.
[22]    Eliassi. İbid.: 294.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.