Düşünce ve Kuram Dergisi

Ulus Ötesini Düşünmek: Demokratik Ulus ve Ümmet

Muhammed İnal – Yaşar Cinbaş

“Kapitalist olmayan bir kültürün batı dışında doğması şimdi gerçeğe daha yakındır. Batı’da batı bilgisi, batı kültürü batı kapitalizminin demir eliyle ezildi. Biz kapitalist olmayan bir kültürü yaratamayacak kadar çok yıprandık. Kuşkusuz kapitalist olmayan kültür batılı olmayacaktır; dolayısıyla onu yaratacak olanlar batılı olmayanlardır.”[1]

 

Giriş

Büyük anlatılar çağı olarak anılan 20. Yüzyıl sonlanırken gerisinde bir çok tahribat ve yıkıntı da bıraktı. Bir çok düşünür bu yıkımın niteliği üzerine tezler öne sürdüler. Üç başlıkta özetleyebileceğimiz bu savlara göre;

1.Öncelikle özne parçalanmış ve kolektif özneler değersizleştirilmiş(devrimci öznenin ölümü)

2.Ütopya ve hayaller yenilgiye uğramış ve tarih akışı durmuş(tarihin sonu)

3.Ve aynı zamanda artık dünyayı değiştirmenin mümkün olmadığı (ideolojinin ölümü) bir

durum ortaya çıkmıştır.

Bu tezlerin kimi versiyonları kapitalist sistemin ‘organik düşünürleri’ tarafından savunulmuş olsa da kolayca kenara atılabilecek belirlemeler değildir. Nihayetinde belli bir gerçekliğe de tekabül etmektedirler. Bu makalemizde kapitalist modernitenin kendisini yegane gerçeklik ilan ettiği çağda toplumcu özgürlükçü muhalif hareketlerin söz konusu tezler bağlamında ve özellikle kapitalist ve batılı olmayan yeni bir yol bulabilmelerinin kimi imkan ve olanakları tartışılmaya çalışılacak bu eksende İslami ümmet kavramı ile demokratik ulus kavramı arasındaki ilgi ve ilişkiler ele alınmaya çalışılacaktır. Açık ki kapitalist olmayan bir yol, Foucault’un da işaret ettiği gibi bir nevi zorunlu olarak batılı olmayan bir yol olmak zorundadır. Bu temelde A. Öcalan’ın da dikkat çektiği üzere Ortadoğu’nun kendi gelenekleri üzerinden alternatif bir yeniden yapılanmayı tartışması zorunludur.

 

Birinci Bağlam

20.Yüzyıl sisteminin çöküşü ile beraber öznenin çöktüğü; üzerinde yürütülen tartışmaların önemli bir kısmı, Avrupa modernitesi olarak tanımladığımız son 500 yıllık toplumsal-siyasal sistem içerisinde şekillenmiş olan özneleri esas almaktadır. Sovyet Rusya’nın çöküşü dünyada kapitalizmin zaferi olarak ele alınsa da, özünde aynı modernitenin bir parçası olan kutuplardan birinin çözülüşü kendisiyle birlikte diğer kutbun da daha fazla tartışılmasını ve meşruiyetinin sorgulanmasını getirdi. Öznenin öldüğü tezi, toplumsal devrimlerde modernitenin oluşturduğu sosyoloji ekseninde tanımlanmış olan özneleri işaret etmektedir. Nihayetinde tüm bir modern çağda -özellikle son 200 yıl- bir yandan ulus diğer yandan ise sınıf yegane özne olarak kabul edildi. Mevcut şartlarda ulus ve sınıf öznelerinin çöküşü bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de ulus ve sınıf özneleri hiç de vaad ettikleri gibi bir yeryüzü cenneti inşa edemediler. Tam tersine insanlık tarihinde belki de hiç yaşanmadığı kadar kan, gözyaşı ve zulme sebep oldular. İnsanlığın ilerleme idealine en büyük darbeyi vurduklarına şüphe de yoktur. Bu yönüyle muhalif hareketler açısından bu öznelerin ölümü hiç de arkasından yas tutulacak olumsuz bir durum değil; tam tersine modernite içerisinde şekillenmiş olan ve modernitenin sosunu taşıyan bu öznelerin yıkılışını gerçek öznelerin yeniden tanımlanması ve ortaya çıkması için birer fırsat olarak değerlendirmek gerekir. Modern özneyi tanımlayan teorilerin temel özelliği, aydınlanmacı akıl ile inşa etmeleridir. Aydınlanmacı akıl, insanın modern öncesi çağlarını ve tüm mirasını gerici, çocukluk çağı hastalığı olarak ele almaktadır. Bunun doğal sonucu olarak modern öncesi tüm toplumsal geleneği, sosyal birimleri ve düşünsel, manevi birikimlerini gerici, hatta yok edilmesi gereken düşman kategorisinde ele almaktaydı. Burjuvazi kendi hükümranlığını tesis sürecinde kendi önünde engel olarak gördüğü tüm eski toplum değerlerine amansız bir savaş açtı. Modern öncesi sosyal formlardan toplumsal geleneklere, dinlerden kadim bilgelik geleneklerine kadar tüm toplumsal mirası red ederek, kendisini yegane hakim kılmaya çalıştı. Yıktığı bütün toplumsal özneliklerin yerine ise kendisini içinde yaşatabileceği bir ortam olarak tasarladığı “ulus”u tek özne olarak kabul etti. Modernitenin diğer ucu olan Avrupa sosyalizmi de, aynı modernist projeyi esas alarak kendisini eski toplum karşısına-burjuvazinin yanına-yerleştirdi. Marks, Komünist Manifesto’da burjuvaziyi tüm eski toplumsal formlar karşısında ilerici ve İngiltere sömürgeciliğinin Hindistan’ı işgalinde görüldüğü üzere kapitalist sömürgeciliği desteklenmesi gereken bir müttefik olarak el aldı.[2] Engels, 1880’lerde Fransız işgaline karşı direnen Cezayirli direnişçileri tam bir aydınlanmacı akıl tutulması ile gerici ilan edecek ve Fransız işgalinin bu toplumları modernleştireceği için desteklediğini belirtmekten çekinmeyecekti. Aynı akıl kısa bir süre sonra, TC’nin kuruluş döneminde devletin jakoben baskıcı ve inkarcı tutumuna karşı direnen Kürt halkını gerici olarak tanımlayan ve yok edilmesin açık destek veren TKP geleneğinde ortaya çıkacaktır.[3] Öcalan, 19 ve 20. yüzyıl hareketlerinin kapitalizme karşı direnişlerini analiz ederken, bu hareketlerin (Marksist, sosyalist, anarşist vb.) kapitalist modernitenin dayattığı bilgi ve yaşam ufkunu aşamadıklarını ve sonuçta ise kapitalizmin bir mezhebi haline dönüştüklerini net bir şekilde ortaya koymuştur. “Yüz elli yıllık bilimsel sosyalizm adıyla yürütülen hareketin temel başarısızlık nedeni, aydınlanmacı moderniteyi aşamaması (…) daha doğrusu bu niyeti bile taşımamasıdır.” der ve “ulus-devleti esas almakla (Marks ve Engels dahil) objektif olarak yenilgiyi kabul etmiş oluyorlardı. Bunalım teorileriyle kapitalizmin düşüşüne göre program, örgüt, strateji, taktik dersleri giderek topluma karşı kapitalizmle aynı modernite kalıpları içinde uzlaşarak ekonomizm denen tekelden pay alma hareketine dönüştü.”[4]

‘Modernistlerin bütün eski şeylere programlanmış düşmanlığı’[5], tarihin en büyük toplumsal özne yıkımlarından birini gerçekleştirdi ve insanlık tarihi boyunca oluşmuş muazzam zengin toplumsal özneliklerin tarih sahnesinden silinmesi gibi bir duruma yol açtı. İnsanlığın kapitalizm ve modernizmin unsurları karşısında bu derece zayıflatılmasında sağ ve sol modernist ideolojilerin payı arasında bir ayrıştırmaya gitmeye gerek yoktur. Her ikisi de eşit derecede aydınlanmacı totaliter projenin uygulayıcısıdırlar ve aynı derecede yıkıma yol açmışlardır. 20. Yüzyıl sonuna geldiğimizde işçi ideolojisinin bir bütünen başarı şansını yitirdiğini gördük.  Aynı şekilde ulusun da hiçbir zaman toplumsal bir özne olarak konumlanamadığını, tamamen bir devlet aygıtı haline dönüştüğünü gözlemledik. Dolayısıyla günümüzde modern özneliğin ölümüne ağıt yakmaktansa, bunun doğal sonuçları üzerinden toplumsal özneliğin doğru esaslar üzerinden nasıl yeniden yapılandırılabileceğine kafa yormak daha anlamlı olacaktır.

 

İkinci Bağlam 

Günümüz toplumu bir titanik vakasına benzemektedir. Modernizmin oluşturduğu buz dağları riskleri ile dolu bir uz denizinde modernist ideolojiler tarafında gözleri köreltilmiş tarzda körlemesine ilerlemektedir. Mesele şudur ki insanın hayal gücü ve ideallere bağlılığı sakatlandı. Zira modernleşme insanın irade gücünü ve tahayyülünü kısıtladı. Kurumları yapmayı değil, uymayı dayattı. 20. Yüzyıl vatandaşı olarak tanımlanan unsur, ferdi veya cemai olarak herhangi bir yönetime katılma veya yönetimi değiştirme hakkına ve özellikle iradesine sahip olamayan iradesiz bir varlık halini almıştır. Totalitarizm sadece faşist ve reel sosyalist dikta rejimlerinde değil, -ki buralardaki görünümleri daha net ve çıplaktı- bunlardan ziyade çok daha inceltilmiş ve tüm topluma yayılmış halde bütün modern ulus ve sınır devletlerinde yaşanmaktadır. Bauman’ın dediği gibi “bütün modernist projelerde totaliter eğilim uykudaydı, hatta bazen de tamamiyle uyanıktı.”[6] Bunu da sadece siyasal organizasyon üzerinden değil, daha derinden işleyen boyutlarda ele almak gerekir. Modern özgürlük bireyin ve cemaatin hayal gücünü kenetleyerek insanları iradesiz kılmaktadır. Temel sorun modern özgürlüğün bireyin ferdi dertleri ile toplumsal dertleri arasındaki köprüyü, yani toplumsal kamusallığı yıkmış olmasıdır. Zira bireysel özgürlük ancak bireyin kendisini içinde gerçekleştirebileceği cemaat-komün-komünalite durumunda gerçekleştirebilir. Şu hususa da dikkat çekmek gerekir ki, faşizm ve reel sosyalist komünizmin tanrı mesabesine çıkardıkları “toplum kolektivitesi”ki Durkheim sosyolojisinin de bunda payı vardır, bireyi birey olmaktan çıkaran temel sorundur.Modern ve postmodern dönem toplumu, bireylerini özgürleştirmedi. Tam tersine piyasa ve aşırı merkezileşmiş devlet ve parti aygıtları tarafından birey ve toplumu kontrol edilen pasif tüketicilere dönüştürdü. Kapitalist birey tüketirken, piyasanın sunduğu seçmeler içinde kendisinin özgür olduğu sanısı yaşarken, reel sosyalist proje içinde gerçekleşmeye çalışan birey ise kolektivite içinde erimek dışında bir seçeneğe sahip olamamaktadır. Bu sistem içerisinde gerçekten de insan tarihin sonuna geldiğini hissetmektedir. Ütopyanın ölümüdür; fakat ölen ütopya özgürlükçü ütopya değildir.

 

Üçüncü Bağlam

Genel olarak toplumsal hayatın amacı, bireyin mutluluğunu sağlamak olarak ortaya konulur ve ilk başta bu doğrudur da. İdeolojilerin geneli, kendilerini bu amacı gerçekleştirmenin araç ve memurları olarak halka sunarlar. Fakat mutluluk ve düzen eksenli ütopyalar ve ütopyacı idealler pek de mutluluk getirmedikleri gibi insan ferdini çoğu zaman ya demir cendereler içinde ezdiler ya da onu kör bir sefaletin kucağına bıraktılar. Modern ütopyacı ideallerin politik düzen öngörüleri kati bir faşist ve totaliter dikta sınırlarında seyrederken, görünüşte sundukları kaba bir eşitlikçi düzen ile topluluğa mutluluk getirdikleri vaadinde bulundular. Maalesef modern ideolojiler, paradigmatik olarak kendilerini bu ütopyacı dikta ideallerinden kurtaramadılar. Fransız devrimiyle somutlaşan Jakoben sistem arayışı bir bütün 19 ve 20. yüzyıl (sosyalist, dindar veya ulusal kurtuluşçu) devrimcilerinin esas aldıkları genel bir yaklaşım oldu. Parti ve mücadele örgütü modellerinden tutalım, öngördükleri, uyguladıkları (proletarya diktatörlüğü veya ulusa dayalı devlet veya teokratik) devlet modeline değin hemen hepsi bir nevi Fransız burjuva modelinin devamcısı ve savunucusu oldular. Sosyalist projede topluma sadece kaba bir eşitlik vaad etmek; fakat bunu özgürlüğü feda ederek, daha doğrusu özgürlüğü hiç hesaba katmadan ve hatta bir yük olarak görerek yapmak temel sorun oldu. Özgürlük, demokrasi, farklılıkların yaşam hakkı, toplumsal özerklik ve bireyin özgür inşası gibi kavramlar bu ideolojilerin paradigmaları içinde hiç de yer almadı hatta tam tersine demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar, Marks’ın deyimiyle “eski burjuva yutturmacası” olarak ele alındı.Bu durum, 19 ve 20. yüzyıl hareketleri ve toplumsal muhalefeti açısından istenmeyen sonuçlara, hayal kırıklıkları ve yenilgilere yol açtı. Ancak tüm bunlar özgürlük hareketleri açısından daha derinlikli arayışlara ve sistem analizlerine de imkan sundu. Sistem sözcülerinin “ideolojiler öldü” tezi, onların yüklediği anlamın hilafına bir doğruluk payı taşır ki, sistem ideolojileri gerçek manada öldüler; bunun yanı sıra kendini sistemin bütünlüklü reddi üzerinden alternatif bir özgürlük paradigması olarak inşa etmeyen “mezhepler” de yaşam şansını yitirdiler.

 

1-Demokratik Ulusu Yeniden Tanımlamak

Ulus tanımı üzerinde uzun uzun tartışmak bu makalenin kapsamını aşmaktadır. Belki de temel tartışma, modern ulus-devletin tarih boyunca hiçbir toplumsal formda olmadığı kadar homojenleştirici, farklılıkları ve yerellikleri yok edici karakteri üzerinden yürütüldüğünde temel soruna odaklanabiliriz. Demokratik ulus kavramını da bu eksende daha yerli yerinde tartışabiliriz. Modernleşmeci bir proje olarak “ulus-devlet”, aslında tüm farklılıkların ortadan kaldırılmasını ve tek tip (uniform) ve tekçi (üniter) bir toplum formunu savunmaktadır. Zihinsel olarak benzer bir tek tipleşmeyi ve tüm geleneksel formları reddetmeyi savunur. Comte’un “Üç Hal Yasası” yani insanlığın ancak “modern bilim” ile yegane ve gerçek bilgiye ulaştığı, modern öncesi zihniyet formlarının tümünün geri, gereksiz hatta yok edilmeleri gereken düşmanlar oldukları savı, sağ ve sol ideolojilerin tümü tarafından temel bir motto olarak kabul edildi.Bu eksende modern küreselleşme, aydınlanmacı aklın bu yaklaşımı üzerinden değerlendirilebilir. Ki küreselleşme ile yerelleşme çatışmasının temel noktası, yerel ve belki de modern olmayan tüm toplumsal formların var olmak ve var kalmak için zorunlu ihtiyaç duydukları “asgari sınır’ın modernleşmenin homojenleştirici ve tektipleştirici saldırısıyla ortadan kaldırılmaktadır. Aslında bu bir sınır ihlali değil, tüm yerelliklerin ve farklılıkların iktidar sınırına zor ve imha yoluyla dahil edilmesi savaşıdır. Yerelliği ve modern öncesi formları evrenselleşme önünde engel görenler, onu kendi sınırlarına hapsolma ile suçlarlar. Bu eleştirine somut bir gerçeklik payı olduğunu da kabul etmeliyiz. En nihayetinde getto oluşturan yerellik, bir kimlik varlığı olarak cemaatlerin, komünalitelerin başka kimliklere düşmanlık üretmenin odaklarından biri olabilir. Mikro milliyetçilik eleştirisi bunu ifade eder. Fakat sistemin istediği sınırsızlık, daha doğrusu “sistem enternasyonalizmi”, halkların ve kültürlerin kendilerini sınırsız olarak oluşturabilme özgürlüğü değil, sermaye ve iktidar güçlerinin sınırsız iktidarını amaçlar. Ve bunun önündeki engelleri ortadan kaldırmaya çalışır. Bu ise tüm farklılıkların tek potada eritilmeleri anlamındadır.

Şu ana kadar modern ulus, kendisini belli teritoryal sınırlara sahip devlet ve bu devlet ekseninde oluşturulmuş “ortaklıklar” üzerinden tanımladı. Ulusun ne kadar sosyolojik bir olgu olduğu da tartışmalıdır. Modern kapitalist devlet ulus formunun temel oluşturucusudur. Örneğin Fransız ulus-devleti oluştuğunda tüm bu devlet sınırları içerisinde Fransızca konuşanların oranı %12-13 civarıdır. Yüz yıl bile geçmeden Fransızca temel dil haline dönüşmüş, diğer yerel dillerin %90’ı yok edilmiştir. “Ulusallığın oluşumu tipik olarak var olan siyasi ve kültürel birimlerin merkezileşmiş ve bürokratik bir devletin alanına dahil edilmesini ve bunların genellikle o devlete egemen sınıfın kültürü içinde zorla eritilmesini getirir. Bir başka deyişle ulusçuluk, ulus-devletlerin oluşumu ile ilgilidir.”[7]bu haliyle modern ‘cemaat gerçek manada toplumsallığın reddi ve insan bireyinin köleliğini dayatan bir kardeş katline dönüşür.[8] Bu şartlar altında ulusallık ve sınıfsallık üzerinden özgür toplum tahayyüllerinin oluşturulması mümkün görünmemektedir. Öcalan, bu bağlamda modern devlet-ulus sınırlarını ve zihinsel yapılarına bağlı kalmadan yeni toplum tahayyülünün oluşumunu demokratik ulus ile ortaya koymaktadır. Fakat en önemli husus bu tahayyülün batı merkezci sosyoloji ve tarih anlatımlarından uzak durmasıdır.

Demokratik ulus olarak tanımlanan sosyolojik birim; en temelinde devlet-ulus kavramından ve içeriğinden kurtulmaya çalışır. Bunu çok basit olarak ulus’un ulusçuluktan ve devletten kurtarılması olarak somutlaştırabiliriz. “Ulusu dil, kültür, pazar ve ortak tarihe bağlayan anlayış, devlet ulusunu tarif eder ki, reel sosyalizmin de benimsediği bu ulus anlayışı demokratik ulusun zıddıdır. Özellikle Stalin’in Sovyet Rusyası için geliştirdiği bu tanım, Sovyetlerin çözülmesinin temel nedenlerinden biridir.”[9] Bilimsel sosyalizmin de esas aldığı bu modern ulus tanımı, toplumu oluşturan tüm alt birimlerin, özellikle komünlerin yani her tür cemaatlerin(dinsel, mezhebi, etnik,vb.)reddedilmesi üzerinden kurulmuştu. Oysa ‘toplum’ gerçekten de tekil bir birim değil; içinde bir çok cemaati barındıran çoklu yapıya sahip soyut bir birimler toplamıdır. Toplum çeşitli komünlerden-cemaatlerden oluşur. “Toplumun oluşum tarzı komünaldir’ derken bunu kastediyoruz. Demokratik ulus kavramsallaştırması bu noktada hakim sosyolojinin toplum tanımından da uzaklaşır.

Değer sisteminin eksenine “birey”i (individual yani bölünemez birim) alan liberalizme göre toplum bireylerden oluşmaktadır. Bu her tür değer tanımını bu ‘atomize’ unsur üzerinden yapılması anlamına gelir. Birey, tüm tahlil ve tanımların başladığı ve bittiği ana eksen olarak tanımlanır. Toplum ve cemaatler ise bu ‘birey’ ile tanımlanabilen arızi-ilineksel bir olgu konumundadır. Buna karşı olduğu iddiasında olan bilimsel sosyalist toplumculuk ise, bir yandan sınıfı esas alırken diğer yandan homojen bir toplum tanımı yapar ve adeta topluma tekil bir birey muamelesi yapar. Bu sosyolojide esas gözden kaçırılan unsur ise komünalite yani cemaat birimleridir.Tarihsel olarak komün-cemaatler, toplumun oluşturan çok zengin gerçekleşme biçimlerine sahiptir. Modern sosyoloji tarihsel cemaatler modern öncesi gerici kalıntılar olarak tanımlarken ve bilimsel sosyalizm, bu teoriyi bir amentü gibi kabul ederken, topluma ve komünaliteye amansız bir savaş açtıklarının da farkında değillerdir. Kendi cemaatlerini reddeden ve eritmeye çalışan toplum, aslında kendisini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Soykırım sistemi toplumu oluşturan komünalitelerden birinin (örneğin bir etnisitenin veya bir dinin veya bir mezhebin veya bir sınıfın) iktidar aygıtını ele geçirip diğer komünaliteleri zor yoluyla ortadan kaldırmaya çalışmasının sonucudur.Buna binaen şunu diyebiliriz; toplum ve tarih tezimiz gereği toplumsal öznelerimiz komünler ve cemaatlerdir. Hem geleneksel toplumdan bize kalan etnik ve dinsel-mezhepsel-felsefi veya ekonomik tüm cemaatler, hem de modern dönem içerisinde oluşmuş demokratik birimler de toplumsal özneler olarak ele alınmalıdır. Burada önemli noktalardan biri de, komün-cemaatlerin kolektif kimliğin oluştuğu ve ifade edildiği zemin olduklarıdır. Öyleyse bütün bu kolektiviteleri yani cemaat ve toplumsal birimler homojenleştirmeden, beraberce yaşamalarını sağlayabilecek bir toplumsal birim tasavvuruna ulaşmamız gerekmektedir. İşte demokratik ulus, ulus kavramının tek bir etnisiteye, dine, mezhebe veya sınıfa hasredilmeden ortak yaşam zemini olarak kurulmasını sağlayan kuramsal ve somut tarihsel zeminlere dayana bir toplum tahayyülüdür. Kendisini tek bir etnisiteye, dile, sınırlara kapatan ulus anlayışından çoklu kültürlerin bir arada yaşayabildiği, çok dilli, çok etnisiteli tüm inançlara saygılı, herkesin kendi özerkliği içerisinde yaşayabildiği fakat kendi gettosuna hapsolmadığı ve ucu açık kimlik tanımıdır demokratik ulus.

 

2-Ortadoğu’da Dinsel Gelenekle Yeniden Buluşma

Dinlerin, mezheplerin demokratik toplumun birer unsurları olarak toplumsal gelişmede oynadıkları rolü iyi görmek ve çözümlemek gerekir.

Ernest Renan “Din Tarihi İncelemeleri” kitabının önsözünde “Din, insan doğasının en yüksek, en çekici belirtilerinden biridir” demektedir. Dini çözümlerken, sadece kaba kimi maddi determinelere ve materyalist yorumlara indirgeyerek çözümleme yapma hatasına düşülmemelidir. En temel toplumsal ve de toplumcu kimliklerden biri olarak ele alıp yorumlanmadıkça doğru sonuçlara ulaşılamaz. Sağ ve sol unsurlarıyla batı kapitalist modernitesinin din düşmanlığı aslında önceden de vurguladığımız üzere aydınlanmacı ve ilerlemeci aklın bir ürünü idi ve bu akıl ile yüzleşmeden doğru bir toplumsal bilinç ve pratiğe ulaşmak da mümkün değildir. Aydınlanmacı ve ilerlemeci akıl, özellikle bilimsel sosyalizm maalesef dini ve dinsel gelenekleri bir bütün olarak burjuva aydınlanmacılığının kalıpları içerisinde değerlendirdi ve geri toplumun ideolojisi olarak düşman kategorisinde ele aldı. Bu sadece tarih tezi bağlamında da kalmadı; aynı zamanda Sovyetlerde, Çin’de, Arnavutluk’ta, Kamboçya’da ve Ortadoğu’nun bir çok yerinde reel sosyalist rejimler, dini gruplara ve dinin bilfiil kendisine karşı kapitalist ulus-devletin yaşattığı zulmün benzerini, hatta daha ağırını yaşattılar. Günümüzde ve coğrafyamızda da sosyalist hareketlerin temel sorunu gerçek manada kendi toplumsal kültürleriyle; özellikle dinle aralarında ördükleri batı aydınlanmacılığı duvarıdır. Dini gerici, yok edilmesi gereken bir unsur, hatta çok kaba bir biçimde Sovyetlerde savunulan “dine karşı mücadele sosyalizm için mücadeledir” sloganıyla yaklaşmaktan halen kurtulamadıklarından toplumla bir alakaları da kalmamış durumdadır. A.Öcalan ise demokratik uygarlık tezi ile aslında dini demokratik uygarlığın ana unsurlarından biri olarak kabul etti. Öcalan, bilimsel sosyalistlerin dini iktidar ideolojisi olarak tümden dışlamalarına karşılık dinin özünün ilk toplumsal kimlik olarak toplumsal olduğu ve özellikle köleci imparatorluklara karşı doğal toplumun direniş zihniyeti olduklarını ortaya koydu.[10] Ortadoğu’da demokratik ulus seçeneği ancak kendi tarihsel mirası üzerinden yapılandırılabilir. Bu yapılandırma Ortadoğu’da en etkin zihniyet ve ahlak formlarından biri olarak İslamî gerçekliği kesinlikle dikkate almalıdır. Bu noktada demokratik ulus kavramının İslami ümmet kavramı ile ilişkisini doğru temellerde ortaya koymak gerekir. Aslında Ortadoğu kültürü kendi içinde bütün unsurlarıyla demokratik ulus kimliğine açıktır.

 

Hangi Din, Nasıl Bir Ümmet?

Din olgusu oldukça çetrefilli bir konudur. Din gerçekten nedir?iktidarların halkı uyutmak için inşa ettikleri bir iktidar ideolojisi; veya insanlığın çocukluk çağlarından kalma bir yanlış bilinç mi? Veya sadece öte-dünyacı metafizik bir sapma mı? Özcesi dinin bir iktidar ideolojisi mi yoksa toplumsal bir kimlik mi olduğu tartışması günümüz toplumu için de halen önemini korumaktadır.

Marks’ın “din halkların afyonudur” sözü bir çok farklı yorumla ele alındı. Esasında dine aydınlanmacı bir bakışı sergiler: Her ne kadar dile getirdiği bağlam biraz tartışmaya açık olsa da. Ancak İslami çevrenin önemli ideologlarından olan Âli Şeriati ilginç bir şekilde bu sözü sahiplenir “evet Marx doğru söylemiştir din halkların afyonudur.” der ve devam eder “ama hangi din?” Bu soru, sormaya pek alışık olmadığımız bir sorudur. Zira tarihsel ve toplumsal gerçekleşmelere hep tek boyutlu bakmaya alışmışızdır. Tarihte ‘din şöyledir’ gibi genellemeci bir yaklaşımla tamamen olumlu ya da tamamen olumsuz tespitte bulunmak kolayımıza gelir. Oysa diyalektiğin doğru bir uygulanışı dahi tarihte hiçbir olgunun tek boyutlu işlemediğini bize gösterir. Şeriati bu noktadan bakmaktadır. Ona göre tarihte hiçbir zaman din ile dinsizlik çatışması olmamıştır. Çatışan din ile dindir. Bu İslam ile Hristiyanlık gibi iki ayrı din manasına değil aynı dinin iki ayrı gerçekleşmesinin çatışmasıdır. Yani İslam ile İslamın, Hristiyanlık ile Hristiyanlığın…

Bu dinlerden biri halkın eşitlikçi, adil, özgürlük dini iken diğeri aynı dinin egemenler tarafından saptırılan eşitsizlikçi, sömürücü sistemi halklara kabul ettirmek için bir afyona dönüştürülen egemen dindir ona göre. Muhammedi İslam karşısında bir Yezidçi-Emevici İslam olmuştur. Yezitçi İslam gerçekten ‘afyon’dur. Öcalan da tarih tezinde tarihsel akışın bir yanda halkların devlet olmayan demokratik uygarlık değerleri ekseninde diğer yanda da tahakkümcü sınıflı uygarlık ekseninde iki ayrı nehir olarak gerçekleştiğini savunur. Buna göre tarihte her oluşum bu ayrışmayı yaşar. Din de benzer şekilde ilk çıkışında demokratik uygarlığın ve komünal değerlerin bir savunucusu olarak çıkar, fakat devletli uygarlıkla buluştuğunda karşıtlaşır. Öcalan, İslam’ı, Demokratik İslam (Hz. Muhammed dönemi özellikle) ve karşı İslam ya da saltanatçı İslam olarak ayrıştırır. Ona göre “nasıl ki diğer dinlerin ya da ideolojilerin sağı ve solu varsa bu manada Müslümanlığın da sağı solundan söz edebiliriz. (…) Antikapitalist olunması oldukça değerlidir ve ifade ettiğimiz manada Müslümanlığın solunu temsil eder.”[11]

Bu noktada Türkiye sosyalist hareketinin gelişkin zihinlerinden biri olan Hikmet Kıvılcımlı’nın İslam’a bakışı benzerdir. Kıvılcımlı, İslam’ın komünal-kollektif, zayıfı tutan, fakiri doyuran devrimci doğuşunu ve özünü ortaya koyar ancak diğer yandan İslam adına yapılan sömürücü, baskıcı, eşitlikçi uygulamaları da doğru tahlil etmeye çalışır. “Uygulamada daima azgin bezirganlığa ve tefecilere karşı sıkı durulmuştur. İslamiyet’in bu prensibi sonradan tersine çevrildi. Zenginlerin fakirlere karşı zılgıtı biçiminde uygulandı. İşte o zaman ‘din bir afyondur’ kalitesine büründü. Allah, padişah ve firavun veya nemrut veya tiran oldu. Yoksa özünde din hiçbir zaman bu denli tek yanlı medeniyet-uygarlık yansımalı olmadı, olamazdı vd.”[12]  “Kur’an ve peygamber, İslamiyet’in ilk savaşçıl devrim yıllarında böyle keskin sosyalizm yanlısıydı. (Ganimetleri eşit paylaşma ve özellikle yoksullar lehine dağıtımına vurgu yapmaktadır.) Çünkü kişi mülkiyeti hırsının medeniyetleri batırdığını görüyordu, seziyordu. Ve peygamber ilk-el komünün saf tertemiz kolektivizmini insan doğa sevgisini, saygisini (ülküsünü) yaşıyordu.” “Kuran’ın hemen bütün ayetleri kolektivizmi her türlü insan değerlerini korumak öğütleriyle buyruklarıyla örülmüştür (…) Kuransız ören şey peygamberin ölümünden sonraki halifeler (dört halife) çağında da sürer. Tefeci bezirgan Emeviye saltanatı tüm kancıklığı ve zulmüyle üstün gelir gelmez o öz zorla hileyle eritilir.”[13] Ona göre doğal din, mülkiyetçiliğe karşı komünal değerlerin öz savunucusuydu. “Hz. Muhammed komünün kolektif aksiyon ruhunu iliklerine dek yaşayan berrak zekalı gerçekçi aşiret çocuğuydu … Hz. Muhammed’in tek istediği doğru yol Allah yolu dediği kolektivizmin toplumculuk yolundan sapılmaması, kişi mülkünün azgınlaşmamasıdır.”[14] İslam’ın tarihsel gerçekleşmesinde bu iki zıt din damarını bulduğumuzda tarihsel ve güncel birçok yaklaşım sorunu ortadan kalkar. İslam’ın devrimci boyutu sadece teorik düzlemde kalmamış, çıkış yaptığı 7. Yüzyıl’dan günümüze 21. Yüzyıla değin halkların ulusal kurtuluşçu ve bizzat ezilen sınıfların sınıfsal kurtuluşçu özlemlerinin pratikleşmesinin bayrağını oluşturmuştur. Batılı oryantalist gözlükten kurtulduğumuzda Abbasilere karşı büyük bir başarıyla baş kaldıran ve kendi kentlerini kuran Zenc kölelerinin Paris komüncülerinden hiçte aşağı olmadıkları görülecektir. Zenc ayaklanmasının bayrağında “Mülk Allah’ındır” ve “Kölelere Özgürlük” diye haykıran Kur’an-i kerim ayeti temel slogan olarak yazmaktadır. Karmatilerin 300 yıla varan büyük mirasları İslam’ın asr-ı saadet özleminden beslenmiş ve yaşanmıştır. Karmati liderlerinden Ebu’l Fevaris’siz saraylarınızda rahat yaşayınız halk ise sefaletten ve açlıktan ölsün! Bu mu adalet? Biz haklarımızı almak için ayaklandık” sözü 19. Yüzyıl Avrupalı devrimcilerden daha az devrimci değildir. Peki ya Şeyh Bedreddin’in “Allah dünyayı yaratmış insanlara bahşetmiştir. Erzak, giyim eşyaları, arazi, davar ve bütün toprak mahsulleri genelin ortak hakkıdır. İnsanlar yaratılış ve doğa olarak eşittirler. Ben senin evinde kendi evimde gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyamı eşyan gibi kullanabilmelisin.” sözü en az ütopyacılar kadar sahiplenilmeyi hak etmiyor mu?

 

3-Ümmeti Tanımlamak

Ortadoğu’da demokratik ulusu tartışmak ancak kendi tarihsel ve kültürel mirasıyla uyumlu modelleri ve önermeleri tartışmak anlamına gelir. Öcalan, demokratik uygarlık geleneği kavramı altında Ortadoğu’nun kapitalist modernite tarafından tasfiye edilmek istenen tüm geleneklerini tanımlayarak sahiplenir. “Ortadoğu devrimleri kapitalist modernite kalıplarına göre değil, kendi tarihsel değerlerine uygun olarak ve güncel bilimle bütünleşerek başarılı olabilir. Eğer bazı tarihsel örneklerden ders alacaksak Zerdüşt, Musa, İsa, Muhammed örnekleri son derece öğreticidir. Bu örnekler, Ortadoğu devrimcileri Çin devrim ve devrimcilerin nasıl bütünlüklü, yoğun tempolu, ilkeli ve pratik olmaları gerektiği konusunda binlerce yıl öncesinden bizleri uyarmaktadır.”[15] İslami ümmet de yeniden yapılanmanın temel unsurlarından biri olacaktır. Elbette burada tartıştığımız iktidarcı kesimler tarafından özünden uzaklaştırılan ümmet değil; özellikle Hz. Muhammed tarafından ortaya konan ve pratikleştirilen ümmet kavramıdır.

Buna geçmeden önce demokrasi ve İslâm ilişkisi bağlamında zıtlaştıran tutumların aslında ne kadar da yanlış olduğunun vurgulamamız gerekir. İslâm demokrasiye izin verir mi sorusu saçma ve gereksiz bir sorudur. Zira İslam’ı sadece egemenlikçi ortaçağ kalıplarına mahkum eden geri bir tutumdur. Şu an cari demokrasi kavramı batı Avrupa ve Amerika uygulamaları ile eş değerli görülmektedir. Batı deneyimini tek ve eksiksiz demokrasi biçimi olarak ele almak ve diğer kültürleri bunun üzerinden değerlendirmek, iflah olmaz bir avrupa-merkezcilik ve sömürge kişiliği izdüşümüdür. Batılı standartların tek standart olmadığını, hatta toplumcu değil devletçi bir demokrasi olarak hastalıklı olduğunu, bunu yanı sıra sürekli olarak gerçek demokratik yönelimi ketlediğini de görmek gerekir. Liberal demokrasi Hitler, Mussolini, Franco, Salazar faşizmiyle; reel sosyalist demokrasi ise Stalin, Mao, Pol Pot, Enver Hoca gibi burjuva faşizminden geri kalmayan totaliter zorbalıklarla sonuçlandı. Oysa demokrasi toplulukların, komün ve cemaatlerin tarihsel olarak kendi içlerinden yaşadıkları “devlet olmayan yönetim biçimi” olarak ele aldığımızda gerçek demokrasi mirasını kendi tarihsel ve kültürel mirasımız içinde bulabileceğimizi görürüz. Devletli uygarlık öncesi doğal toplum unsurlarından devletli uygarlığa karşı birer direniş odağı olarak çıkan etnik hareket direnişlerinden dinsel ve mezhebi direnişlere değin tüm tarihimiz gerçek manada bir demokrasi deneyimiyle doludur.[16] İslam’ı teokratik bir yönetim teorisiyle özdeşleştiren tutumlara karşı da net tavır almak gerekir. Teokrasinin İslam’a yabancı olduğunu en başta tespit edelim. Teokrasi; tanrı yönetimi olarak tanımlanır; ki örgütlenmiş hiyerarşik bir tabakanın (kilise ve din adamları) varlığını ve bunların yönetimde mutlak söz sahibi olmasını zorunlu kılar.

Bu durum gereği, tüm insanları Allâh karşısında eşit gören İslam teokrasiyi sadece tanımamakla kalmaz; aynı zamanda kesin bir şekilde teokrasi karşıtıdır. Teokrasi hangi kılıfla sunulursa sunulsun, bir tanrı-kral ideolojisidir. Ve sadece İslâm değil, bütün tevhid dinleri özünde tanrı-kral ideolojisine karşıtlık eksenin de oluştuklarından teokrasi karşıtıdırlar. İslâm, hiç istisnasız buna karşıdır ve varlık sahasında tanrının yetkisini peygamber dahil hiçbir insan ferdine veya seçilmiş gruba verilmesini kabul etmez. Burada temel yanılgı “Allahın mutlak egemenliği” kavramı ile halk yönetimi (ki çoğu yerde halk egemenliği olarak geçer) kavramlarının birbirini reddettiği hatasıdır. Oysa egemenlik-hükümranlık yetkisinin sadece Allâh’a ait görülmesi, özünde toplumsal düzende insanların kast, sınıf, zümre, ulus, din veya mezhep eksenli tahakküm kuramayacakları; toplumsal düzlemdeki her tür yönetim kurumlaşmasının egemenlik ve tahakküm kurmaya yönelmemek şartıyla kesin olarak sınırlandığına işaret eder.

Bu yönüyle toplumsal yönetim; bir hükmetme yetkisi değil, tüm fertlerin ve toplulukların eşit düzlemde sorumluluk ve yetkiye sahip oldukları, yönetim yetkisini herhangi bir zümreye değil tüm toplum tarafından yerine getirilmesi niteliğine bürünür. Gardet’nin belirttiği üzere “Allâh’ın Kur’an’da ‘iyi’ olarak ilan ettiği şeyler, nesnel olarak doğal ahlak ve hukuk tarafından da benimsenmiş ilkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar adalete riayet etmek, verilmiş olan sözü yerine getirmek, ‘Allâh’ın ve insanların haklarına saygı göstermektir. Tanrı, yönetimi elinde bulunduranlara riayet etmeyi emretmiştir ama öte yandan müslümanların kendi aralarında birbirlerine danışmalarını de emretmiştir. İradeci ve sırf pozitif temeller üzerinde o halde radikal demokrasiyle ilgili demokratik bir kavramı tesis edebilecek belli sayıda veri karşısında bulunmaktayız.”[17] Madem ki insanların hepsi eşit hak sahibi varlıklar ve Allâh’ın halifesi olarak yaratılmışlardır; öyleyse yönetim dahil her işte eşit hak ve sorumluluk sahibidirler. İslâm alimlerinden Mevdudi de, hilafet olarak tanımlanan yönetim erkinin özünde bütün topluma verildiğini, her bir ferdin bu hakkın sahibi olduğunu, bunların ortak fikriyle ortak bir yönetim oluşturulmasının İslami yönetimin temel düsturu olduğunu belirtir.[18] Ortadoğu gibi etnik yapıların, dinlerin, mezheplerin , farklı kültür ve inanışların birbirinden sınırlarla ayrıştırılamayacak kadar iç içe geçtiği coğrafyada sınır, ayrışma, üstünlük, iddiası olgularıyla tanımlanan sosyal ve siyasal formların başarı şansı yoktur. Ancak tarihsel ve güncel hataları nedeniyle ümmet kavramını da hanedancı ve ulusçu milliyetçiliğin elinde özünden saptırıldığını ve çokça daraltıldığının görmemiz gerekir. Bu hatalardan birisi; ümmetin dar bir dinsel alana sıkıştırılmasıdır. Ümmet sanki sadece Müslümanlardan oluşmuş, katı bir dinsel hiyerarşiyle örgütlenmiş din adamları zümresi tarafından yönetilen birim olarak tanımlanır. Diğer yanlış ise ümmetin yönetim ve sosyolojik yapılanmasını orta çağa özgü hanedanlık olarak görmektir. Bu nedenle ümmeti somut olarak tanımlamak gerekir. Bunu yaparken amaç, arkaik bir sosyo-politik formu anakronik olarak güncele taşımak değil; günceldeki demokratik toplumun yararlanacağı ve besleneceği damarları bulmaktır. Öcalan ümmeti tanımlarken şu değerlendirmeyi yapar; “İslamiyet’in geleneksel kabile ve uygarlık kültürü üzerindeki etkisi devrimsel önemdedir… ümmet toplumundaki enternasyonalizm, özgürlük ve eşitlik temaları, sosyalist toplumdaki enternasyonalizm ve eşitlik temalarından daha zayıf değil; daha güçlü ve sistematik olarak dile getirilmiştir.”[19] Hz. Muhammed dönemi uygulamalarından ümmeti tanımlayacak olursak bunu dört başlık altında şöyle somutlaştırabiliriz.

Farklılıklara saygılı (hümanizm)

Halkın yönetime katılımına açık (demokrasi) muhtariyat

Farklılıkların hukuksal-siyasal ve kültürel muhtariyet (özerklik)

Merkezi olmayan siyasal birlik (konfederalizm)

 

A- Farklılıkların Bir Arada Yaşama Modeli Olarak Ümmet

İslâm’ın ümmet anlayışının somutluk kazandığı belge, Medine Sözleşmesidir.[20] Sözleşme; Medine’deki tüm farklı din ve kabile gruplarının ortak iradesiyle Hz. Muhammed tarafından hazırlanmıştır. Sözleşme; iki farklı toplumsal birim tanımlaması yapar; birincisi Medine’deki tüm kabile ve aileler sözleşmede isimleri zikredilir. İkincisi ise dini topluluklar kategorisidir.

Sözleşme; tarafları birleştiren temel hususun ortak yaşam iradesi olduğunu belirtir. Farklı kabile, etnisite ve dini grupların aynı toprakları vatan belleyerek beraber yaşama sorununa çözüm üretir. Bunu için öncelikli olarak ümmet (yani toplum) kavramını netleştirir. Sözleşmeye göre ümmet; Medine’de yaşayan farklı inanç (Müslüman, Yahudi, putperest, az sayıda Hristiyan ve kimi kaynaklara göre az sayıda Sabii) ve farklı etnik (Arap, İsrailoğulları, Habeşi ve Fars ve az sayıda Rum) gruplardan oluşmaktadır. Ümmet, bu farklı toplulukların eşit bir hukuki ve siyasi düzen etrafında oluşturdukları bir üst sosyal birim, üst-kimlik olmaktadır. Sözleşmenin “bunlar ümmeti oluşturur” dediği 1. maddede Müslüman, Yahudi, ve diğer inanç grupları ile beraber Medine’deki tüm kabileler teker teker sayılmaktadır. Fakat ümmet daha da esnek bir kimlik olarak tekrar başka yerde farklı bir şekilde tanımlanmaktadır. 25. maddede özellikle müslüman ve Yahudilerin ayrı bir ümmet oluşturdukları da vurgulanır; “Avfoğulları Yahudileri müslümanlarla birlikte bir ümmet oluşturur.” Dolaysıyla ümmet statik ve donuk bir kavram değil, ucu açık, farklılıkları barındıran dinamik bir sosyal-politik ve kültürel bir oluşumu ifade eder. Sonradan müslümanların zihinlerinde oluşturdukları gibi sadece dindaşlardan oluşan ve sadece kendi dindaşına hak veren bir oluşum değildir.

 

B- Farklılıkların Hukuksal-Siyasal ve Kültürel Muhtariyeti

Sözleşmenin düzenlediği ikinci önemli husus; bu farklı grupların birbirleriyle ilişkilerinin nasıl olacağıdır. Medine sözleşmesi, katılan tüm grupların hukuki, dini ve idari özerkliğini esas alır. Sözlemede üstün bir taraf yoktur. İster kabile , ister dini gruplar, iç özerkliklerini koruyarak katılmışlardır. Ortak savunma, ortak siyaset ve sosyal adaleti sağlamak amaçlı sosyal sigorta sisteminin yanı sıra her grup kendi dini, akidevi ve kabilevi hukukuna göre yaşamakta serbesttir. Muhtariyet yani özerklik, farklılıklara saygının somut hukuki ve siyasi karşılığıdır. Muhtariyet olmadan toplulukların bir arada yaşaması asimilasyon, erime veya çatışmalara yol açar. Özerkliğin sağlanması, siyasi literatürde bir tahakküm ilişkisi olan azınlık-çoğunluk ayrımına da son verir. Herhangi bir kesim çoğunluk olarak konumlansa bile var olan özerklik azınlık olan kesime temel koruma şemsiyesi sağlar.

C- Merkezileşmeyen ve Egemenliğe Yönelmeyen Siyasal Birlik: Konfederal

Ortak siyasal iradenin hangi esaslar üzerinde kurumsallaştırılacağı, siyasal yapının tahakküm ve egemenlik iddiasında olup olmadığı önemli bir konudur. Modern siyasal düşünce, devletin kurumsal yapısıyla “egemen bir güç” olduğunu esas alır. Hatta bu onun temel ilkesidir. Yani devlet belli sınırlar içindeki toplumun tüm fertleri ve toplulukları üzerinde daimi, sınırsız ve mutlak otorite sahibidir. Bu egemenlik iddiasını hangi mekanizma ile kullanıldığı tali bir konu olmaktadır. Tek’in yönetimi olan monarşi, elitler yönetimi olan aristokrasi, sınıfın yönetimi olan proletarya diktatörlüğü veya batılı söylemle halkın yönetimi olan demokrasi mi olduğu pek önemli değildir. Zira bütün bunlar devlette somutlaşan mutlak egemenliğin kullanım biçimleridir. Öz değişmemektedir. Öyleyse sisteme alternatif ve muhalif özgürlükçü söylemin kendisini egemenliğe yönelmeyen bir siyasal birlik ile ifade etmesi kaçınılmazdır. Bu ilkelerle siyasal otoritenin mutlak egemenlik iddiası reddedildiğinde bunun kurumsal formu, merkezde bulunan siyasal, ekonomik, idari ve hukuksal gücün muhtar-özerk yapılarla paylaştırılmasını gerektirir. Bu da konfederal yapıdır. Medine Sözleşmesi de bu tür bir konfederalizm olarak somutlaşır.Medine sözleşmesi ile bir araya gelen topluluklar, ortak coğrafyada yaşama (madde 1), ortak savunma (madde 44) ve ortak siyasal temsil konusunda anlaşmışlardır. M. Hamidullah, sözleşmeyi ‘konfederal toplumun ilk anayasal biçimi’ olarak tanımlarken[21], başka bir araştırmacı “farklı dini, kültürel ve etnik yapıların tam siyasal katılımına açık modeli öngörüp dini hukuki özerklik temelinde çoğulculuğa dayanmaktadır.”[22] demektedir. konfederal özellikle beraber yaşayan toplulukların komün ve cemaatlerin birbirlerine karşı egemenlik iddiasında bulunmadan kurdukları bir üst-siyasal kurumlaşma bir nevi çatı yapılanmasıdır. Medine’de kurulan siyasal yapının gevşek bir konfederalizm özelliği göstermesi bu nedenledir. Zaten özerk toplulukların özerkliklerini yaşayabilecekleri yegane siyasal birlik formu, merkezi olmayan bir siyasal kurumlaşma olarak konfederalizmdir.

 

D- Halkın Yönetimine Açık: Demokrasi

Toplumsal alanı nasıl düzenleneceği siyasetin ilgi alanıdır. Siyaset tarzı, bu siyasi faaliyetin kimler tarafından ve nasıl düzenleneceği konusundaki ayrışmadır. Burada iki siyaset tarzı ayrıştırması yapabiliriz. Birincisi, egemenliği inşa aracı olarak siyaset kullanan ve bu nedenle hanedan, zümre, sınıf, ulus, veya parti yoluyla tahakkümün inşası olan bürokratik siyaset. İkincisi, toplumsal düzlemde egemenliği reddeden, siyaseti toplumun kendi işlerini yürütmesi olarak gören, bu hakkı herhangi bir tekil bireye (monarşi ve tirani), gruba (aristokrasi veya oligarşi), sinif veya teokrasiye değil, tüm topluma ait olmasını savunan demokratik siyasettir.İslâm toplumlarında demokrasi üzerinde ihtilaf olmasının sebeplerinden biri, iki farklı siyaset tarzının bazen oldukça iç içe geçmesidir. Genelde müslüman algıda demokrasi kavramına bir tepki yoktur. Fakat bir yandan orta çağa özgü hanedancı yönetim biçiminin çarpık bir biçimde İslami olarak sunulması (Sünni teoride sultana boyun eğilmesi, Osmanlıcılık gibi veya Şii, Alevi teoride imama mutlak itaat gibi); diğer yandan batılı sömürgeci demokrasi tarzı ve özellikle bunun çarpık bir şekilde Atina’da başlatılması ve doğuya düşman bir kavram olarak işlerlik kazanması olumsuz bir anlam yüklenmesine yol açmıştır. Fakat İslâm içinde doğduğu kabile demokrasisini büyük oranda sahiplendi ve en azından teorik olarak daha da geliştirmeye çalıştı. Modern aydınlanmacı akıl tarafından küçük görülen doğal topluluk demokrasileri İslâm ümmeti kavramı içinde üst bir formda yeniden oluşturuldu. Bu nedenle ümmetin demokrasi anlayışı büyük oranda doğal toplum unsurlarını içinde taşır. İslam’da “şura-meşveret” kurumu, bütün toplumsal işlerin sadece lider veya yönetici kadro eliyle değil, topluluğun üyelerini katılımı, tartışma ve fikir beyanı ile yapılmasını sağlayan bir kurumdur. Kararların demokratik tartışma ve konsensüs ile alınmasını ifade eder. Kur’an-ı Kerim’ de “Şûra” namaz, oruç, zekat gibi kesin bir ilke konulmuştur. Hatta bu isimde bir sure ihdas edilmesi konuya verilen önemi gösterir. Mümin kişi tanımı yapılırken, müminliğin önemli bir vasfı olarak “müminler (bütün ortak meselelerini) aralarında Şûra danışma ile karara bağlayanlar” biçiminde Şûra olarak konulur.[23] bütün bunlar ümmetin yeniden yapılandırılması için temel verileri sunmaktadırlar. Önemli bu temelde müslümanların ve demokratik özgürlükçü güçlerin bu yeniden yapılanma iradesi ve gücünü gösterebilmeleridir.

 

Sonuç Olarak;

Öz olarak bütün bunlar, günümüzde Ortadoğu toplumlarında uygulanabilir alternatif bir toplumsallık oluşturulması için yeterli verilerdir. Toplumsal tarihimizin önemli bir bileşeni olan İslâm ümmetinin Medine’deki somut gerçekleşmesini göz önünde bulundurduğumuzda devletsiz bir demokrasiyi ve demokratik ulus nüvelerini içinde taşıdığını görebiliriz. “Katı siyasal sınırlara, tek dile, kültüre, dine, tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus tanımı, çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarca toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder. Demokratik toplum ancak bu tür bir tanımla, demokratik ulusla gerçekleştirilebilir… İslâm ümmetini bu tanımın prototipi olarak düşünebiliriz. Ortadoğu toplumsal kültürlerini er veya geç ortak bir millet, ulus (yenilenmiş ümmet) içinde bütünleştirmek büyük bir olasılıktır.[24] Hem arkaik milliyetçiliğin hem de modern ulus-devletçi milliyetçiliğin özellikle din ve ideolojiyle buluştuğunda ne kadar da düşmanlaştırıcı, yıkıcı ve toplumsal dokuyu tahrip eden sonuçlara yol açtığını gördük. Demokratik ulus ve ümmeti bu eksende 20.  Yüzyılın yarattığı tahribatlara da bir çözüm olarak yeni küresel birliğin yapılandırılabilir mümkün formları olarak ele alabiliriz. Ulusu ve ümmeti devletten, milliyetçilikten, dinsel ve mezhepsel taassuptan kurtarıp demokratik özüyle buluşturduğumuzda gerçek Barış Yurdunu da kurabiliriz.

 

 

[1]     Michel Foucault, Felsefe Sahnesi, Ayrıntı yay.
[2]     Bkz. Kugelman’a Mektuplar, “İngiltere Hindistan’da iki görevi yerine getirmek zorundadır:eski Asya tipi toplumu imha etmek,ve Asya’da batı tipi toplumun temellerini hazırlamak.”
[3]     TKP, 1925’te şeyh Said, !927 Ağrı, !938 Dersim’de gerçekleşen tenkil ve tedip hareketlerini büyük bir şevk ve heyecanla savunur. TKP’nin resmi yayın organı olan Orak_Çekiç’te 5 Mart 1925’te Şeyh Said direnişini kast ederek “Yobazları sarıkları yobaz zümresine kefen olmalı! Yobazlarıyla, ağalarıyla, şeyhleriyle halifeleriyle sultanlarıyla birlikte kahrolsun derebeylik! Türkiye siyasi istiklalini kazandıktan sonra iktisadi ve ictimai inkılap yoluna girmiştir. Gençteki isyanın gerisinde Kürdistan derebeyleri vardır. Cumhuriyet hükumeti derebeyliği tasfiye edecektir. Öyleyse arkadaş, kara kuvvet (yani Kürtler) bizim de burjuvazinin de düşmanıdır. Her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz.” aktaran Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar.
[4]     Abdullah Öcalan, Sosyologik Liberte, 3. cilt.
[5]     Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, syf. 142, Metis yay. 2000, İst.
[6]     Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, syf. 99, Metis yay. 2000, İst.
[7]     Alex Callinicos, Tarih Yapmak, syf.201, Özne yay. İst. ‘98
[8]     “Modern cemaat, ölü, düşmanca bir dünyada kardeşlik kurmayı içerir gibi görünmektedir fakat aslında çoğunlukla bir kardeş katli deneyimidir.” Richard Sennet, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yay. İst.
[9]     A.Öcalan, age,
[10]    Abdullah Öcalan,: “köleliğin en yoğun biçimde yaşadığı ve ilk özgürlük arayışlarının başladığı bir dönemde Hz. İbrahim seçeneği büyük bir çıkış ve alternatiftir. Tanri-kral kültüne baş kaldırma, insanların tanrı olamayacağına hükmetme büyük bir sosyal devrimdir… özcesi savaşçı iktidar gücüne karşı içten sosyal bir gelenek olarak gelişen peygamberlik hareketi genelde insanlık tarihinde özelde Ortadoğu tarihsel toplumsal sisteminde demokratik duruşa daha yakın durmaktadır; peygamberlik ilk büyük sosyal önderlik kurumudur” Protection of the People, michigan university Press.
[11]    Mektuplar
[12]    Allâh, Kitap, Peygamber; Bilim ve Gelecek yay. Syf. 305
[13]    Kıvılcımlı, age, 308
[14]    Kıvılcımlı, age, 283
[15]    Abdullah Öcalan, Ortadoğu, Sy 75,
[16]    Demokrasinin batının ürünü ve tarihsel mirası olduğu yönündeki takıntılı ruh halinden kurtulmak gerekir. Kimi İslami hareketler dahi bu tanım nedeniyle İslam’ın gerçek demokratik karakterini iskalamakta ve İslam’ı sadece ortaçağ hanedanci imparatorluklarıyla eş tutmakta ve siyasal ufku bununla sınırlandırmaktadırlar. “Hem demokrasi düşüncesinin hem de pratiğinin dünyanın hiç bir kısmına yabancı olmadığı açıktır.” (Steven Mühlberg ve Phil Payel’den alıntılayan; İslamiyet Ve Demokrasi, John L. Esposito-John O Voll, köprü kitapları, ist. 2012
[17]    Louis Gardet, Müslüman Site, syf.69-70, ayrıntı yay. İst. 2014.
[18]18   Ebu-l Ala el Mevdudi, İslami Yaşayış Biçimi,yay?
[19]    A.Öcalan, age, Cilt 5, syf.102
[20]    Sözleşme metni için Muhammed Hamidullah’ın İslam Anayasa Hukuku, Beyan yay. eseri esas alınmıştır. Sözleşmede atıf yaptığımız maddeleştirmeler, Muhammed Hamidullaha aittir.
[21]    Bkz. Hamidullah, age
[22]    Ali Bulaç, İslâm Ve Demokrasi
[23]    Şura- 38, Muhammed Esed tefsiri, ilgili ayetin meali, işaret yay. 6. baskı, 1999, Ankara.
[24]    Abdullah Öcalan, Cilt 5- syf. 456.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.