Düşünce ve Kuram Dergisi

Cumhuriyet ve ‘Devrimleri’: Özel Savaş Rejiminin İnşası

Selami Bulut

Her yıl 29 Ekim’de bir bayram olarak kutlanılan Cumhuriyet, 1923 tarihinde bir yasal değişiklikle ve 1919-22 tarihleri arasındaki Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyen en önemli liderlerden Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Kazım Karabekir Ankara’da değilken ilan edildi. Bu dört lider İstanbul gazetelerinde bu ilana dönük sert eleştiriler getirmiş ve önemli olanın rejimin adı değil, istibdat olduğuna vurgu yapmışlardır. Resmi tarih, bu tutumu saltanat yanlılığı olarak işlese de, yeni rejimin en gözde isimleri mandacılığı savunurken, bu kadroların İstanbul hükümetine alternatif hükümet kurarak, milli mücadeleyi örgütlediği gerçeği ortadadır. Bu ilanla 1919-22 arasında ulusal kurtuluşçu yönüyle birlikte potansiyel olarak demokratik bir devrimi de ihtiva eden siyasal çıkışa ilk güçlü darbe vurulmuş oluyordu. Nitekim takip eden birkaç yıl içerisinde bu kadrolar siyasetten tamamen tasfiye edildiler. Anılan kadroların ortaya koyduğu 1921 Anayasası’nın 1924 yılında ilga edilerek yenisinin uygulamaya konulması kuşkusuz ikinci darbe olmuştur. Bu iki anayasanın basit bir kıyaslaması ne kadar farklı bir siyaset-toplum kurgusuna sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Birkaç yıl içerisinde ortaya çıkan bu muazzam zıtlığın siyasal nedenlerine kısaca değineceğiz.

Fakat esasen üzerinde durmak istediğimiz husus 1924 Anayasası ile başlayıp 1937 yılına kadar “devrimler” adıyla atılan adımların siyasi karakteridir. Bu adımları atan yapının siyasi karakteri tartışmayı gerektirmeyecek biçimde açık bir diktatörlüktür. Çok açık görülmeyen ve bizce üzerinde de çok durulmayan konu ise bu diktatörlüğün yaratmak istediği toplum, varmak istediği noktadır. Yeni rejim bu süre boyunca atılan adımların amacının aydınlanmacı, ilerici, akılcı, laik, hurafelerden kurtulmuş, bilimi rehber edinmiş ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefine adım adım ilerleyen bir millet yaratmak olduğunu iddia eder. Gerçek tabi ki bu değildir. Cumhuriyetin bir toplumsal mühendislik projesi olarak ele alınması da gerçeği tam olarak açıklamamaktadır. Cumhuriyet, derin çelişkileri yok sayan bir birlik varsayımı, din üzerinde mutlak bir otorite tesisi ve verili Türklüğe düşman ve gerçekte olmayan bir Türklük anlayışıyla toplumu ses çıkaramaz, yan yana gelemez bir nesneye dönüştürmek üzere atomize etmiş, keskin bir toplum karşıtlığı temelinde kesintisiz bir özel savaş rejimidir. Rejimin varsayımları ve amacına ulaşmak için attığı adımları ele almadan önce bunları siyaseten mümkün kılan düzleme kısaca değinmek gerekecektir.

 

Siyasal Çerçeve

Cumhuriyet ile birlikte 1921 perspektifine oldukça karşıt bir siyasal tasavvurun doğduğunu belirtmiştik. Bu neden ve nasıl gerçekleşti?

Öncelikle uluslararası durum iki dönem arasında oldukça değişmiştir. Savaş bitmiş ve Lozan imzalanmıştı. Lozan Antlaşması, Birinci Meclis’in minimal sınırları ve hedefi olarak belirlenen Misak-ı Milli sınırlarından vazgeçilmesi anlamına geliyordu. Musul meselesi ise İngilizlerle ikili görüşmelere havale edilmişti ki bu görüşmelerin sonucu Lozan’daki tutumdan tahmin edilebilmektedir. Bunun anlamı ise sınırlar içerisindeki Kürt nüfusunun bir anda oldukça azalması oluyordu. Daha da önemlisi sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu’da sınırların nasıl olacağına artık karar verilmişti. Kürdistan’ın dörde bölünmesi, Arapların onlarca devlete bölünmesi ve İsrail devletinin oluşturulması konularında uzlaşılmıştı. Türkiye ile ilgili dönemin siyasal gelişmeleri ele alınırken yapılan en büyük hata, uluslararası kapitalist güçlerin konumları, talepleri ve amaçlarının hiç dikkate alınmaması ve tüm sürecin bir grubun siyasal ajandasına yorulmasıdır. Kuşkusuz resmi tarih anlatısı attığı her adımı kendi planının bir parçası ve zaferi olarak ele alacaktır. Fakat gerçek, İzmir İktisat Kongresi, Lozan, Ankara Anlaşması ve Musul meselesi ile Cumhuriyetin, Sovyetler karşısında kapitalist dünya sistemine angaje olduğu ve sistemin Ortadoğu’yu fethetmesinin bir aracı ve karakolu haline getirildiğidir. Türkiye’ye bir rol biçilmiş ve o da bu rolü oynamaya gönüllü olmuştur.

Resmi tarih (alternatif bakışa sahip olduğunu iddia eden pek çok kişi de aynı yanılgıya düşmektedir) Cumhuriyeti, milli mücadele kadrolarının inşa ettiğini anlatır. Gerçek bunun tam tersidir. Birinci Meclis tamamen tasfiye edilmiş, dönemin düşük düzeyli vasat simaları en üst noktalara tırmanmıştır. Milli mücadelenin ümmetçi, sosyalist, Kürt, Çerkes unsurları tamamen tasfiye edilmiştir. İttihat ve Terakki’nin Türkçü politikaları uygulamaya konulmuştur. Yukarıda Sovyetlerin, aşağıda Fransa ve İngiltere’nin kontrolündeki Kürdistan parçalarının varlığı, İsrail’in kuruluşunu mümkün kılan parçalı İslam dünyasının gerekliliği, 1921 siyasasına İngiltere’nin izin vermesini imkansız hale getirmektedir. İçeride de İttihat ve Terakki’nin tekçi zihniyet mirası, uygulamaya konulan yeni politikaları mümkün kılıyordu. Kuşkusuz tekçi zihniyete, komplocu taktiği de eklemek gerekir. İkisi birleşince darbeyle ilan edilen bir rejim ve ardı arkası kesilmeyen komplolarla mümkün kılınan tekçi bir yapı ortaya çıkarılmıştır. Yeni rejimin toplum tasavvuru bu siyasal çerçeve içerisinde uygulama alanı bulabilmiştir.

 

Halkçılık/Halk Düşmanlığı

Yeni rejim içerisinde Ermeni, Rum ve Süryani halklara yer yoktu. Bunlar fiziki soykırımla katledilmiş, kalanları binlerce yıllık topraklarından kovulmuş ve müzelik konuma düşürülmüşlerdir. Kürtlerin yeri de Kürt olarak yoktur. Onlara Kürtlüğü geride bırakmaları söylenmiş, itiraz edenlerin ise kellesi gitmiştir. Kültürel-fiziki soykırım birlikte uygulanmıştır. Yeni rejimde Türk ise bütün kültürel özellikleriyle birlikte aşılması gereken bir geriliği temsil etmektedir. Yaratılmak istenilen Türklüğün en önemli özelliklerin birisi, halkçılık ilkesi adıyla pazarlanan, katıksız bir halk düşmanlığıdır.

Sovyetler Birliği’nin varlığı ve oradan gelecek tehdit algısı nedeniyle halkçılık ilkesi Cumhuriyet kadrolarının en çok tartıştıkları konuların başında gelmektedir. Cumhuriyetin halkçılık ilkesi toplumun bütün sınıflardan azade tek bir halktan oluştuğunu varsayar. Batıdaki gibi bir proletaryanın Türkiye’de var olmadığını iddia eder. Dünya devriminin olası göründüğü bu yıllarda, İngiltere’nin dizi dibinde oturma kararı almış Türkiye için böyle bir ilkenin varlığı doğal alarak elzemdir. Bunun doğal sonucu ise olmayan bir sınıfın bir partiye, sendikaya, kısaca örgütlülüğe ihtiyaç duymayacağıdır. Böylece Cumhuriyet, sermayesini korumaya alırken, emekçi kitlelere dayanacak bir halkçı çıkışın da önüne set çekmiştir. Dahası böyle bir çıkış vatan düşmanlığıyla özdeş kılınmıştır. Bugün dahi ücret talepli basit bir eylem bile vatan hainliğiyle suçlanmaktadır. Halkçılık konusunda dikkat çekici bir husus, ilke ele alınırken 1921 Anayasası’ndaki var olduğu şeklin tam zıddının kastedilmesidir. 1921 Anayasası meclisteki geniş temsiliyet ve yereller için muhtariyet ile halkçı bir zemine oturmaktadır. Anayasa tartışmaları incelendiğinde muhtariyet arzusunun temel sebebinin istibdat karşıtlığı olduğu görülecektir. Sovyet devriminin de etkisiyle yerelin kendini gerçekleştirmesinin ve tahakkümü önleminin yegane yolunun geniş bir özerklikten geçtiği düşünülmüştür. 1924 sonrasında ise katı bir merkeziyetçiliğe, katı bir tekçilik eşlik etmektedir ve buna halkçılık denmektedir.

Yeni rejime göre, insanın insana üstünlüğünü reddettiği iddiasında olan halkçılık, iktidar tarafından kıpırdayamaz duruma getirilmiş kitlelerin, içeriği belirsiz ve soyut eşitliğini anlatır. Eğer feodal güçlerle sınırlı bir mücadele dahi sergilenmiş olsaydı, belki küçük de olsa bir inandırıcılığı olabilirdi. Fakat Cumhuriyet hiçbir zaman bir sosyo-ekonomik devrimi arzulamadı. Gasp edilen Ermeni-Rum mülklerinin tasnifi dışında verili hiçbir mülkiyet ilişkisini tartışmaya bile açmadı. Ağa kelimesinin kullanılması yasaklandı ama hiçbir ağanın toprağına dokunulmadı. Aksine Cumhuriyet kendi ağalarını yarattı. Bugün dahi Kürdistan’daki toprak sahiplerinin büyük kısmı devletin Ermeni mülkleriyle ödüllendirerek kendine bağladığı kişilerdir. Kayseri’den İzmir’e, Bursa’dan Rize’ye kadar Türkiye’nin en büyük sermayeleri Cumhuriyetin mülk transferiyle mümkün olabilmişlerdir. Sermaye ihya edilirken köleliğin ise basit bir iş bölümü olduğu dikte edilmiş ve hiçbir itiraza müsaade edilmemiştir.

Yeni rejim için halk verili haliyle ortadan kaldırılması gereken bir nesneydi. Yukarıdan devrim ya da toplum mühendisliği kavramsallaştırmaları bu noktada yetersizdir. Gerçekte var olmayan, var olması mümkün olmayan bir varsayım olarak halkçılık ilkesinin uygulanması kesif bir halk ve toplum düşmanlığını gerektirir. Toplumu bir formdan yeni bir forma sokmayı ya da bir otoritenin öncülüğünde bir toplumsal dönüşüm değildir yaşananlar. Katı bir toplum karşıtlığıdır. Monolitik bir zihniyet yaratımı için toplumun ortadan kaldırılması, bir kadavraya dönüştürülmesi gerekir. Mevcut bütün toplumsal dayanışma ağlarının ortadan kaldırılmasıyla mutlak tahakkümün ve sınırsız sömürünün de önü açılmış olur.

 

Yeni Din: Laiklik

Toplumsal dayanışma ağlarının ortadan kaldırılması yeni rejime bir din projesi gerektirmiştir. İlk olarak verili dinin mutlak kontrol altına alınması ve buna eşlik eden laiklik dini yeni reçete olarak kabul edilmiştir.

“Devletin dini İslam’dır” ifadesi ilk kez 1924 Anayasası’nda yer almıştır. Osmanlının 1876 ve Birinci Meclis’in 1921 anayasalarında bu ifade yoktur. 1876 Anayasası devletin resmi politikasının İslamcılık olduğu iddia edilen bir dönemde, 1921 Anayasası ise meclisin kendini İslam milletinin temsiliyeti olarak tanımladığı bir ortamda çıkarılmıştı. Her ne kadar daha sonra çıkarılacak olsa da bu ifadenin anayasada yer alması yeni rejimin dine karşı yaklaşımına dair ipucu vermektedir. Bunu Şapka Kanunu, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması izlemiştir. Bu adımlar, gericiliğe karşı mücadele adı altında atılmıştır. Görünüşte, rejim Sünniliği ortadan kaldırmak ve dinin devlet yönetimine müdahale etmemesi amaçlarıyla hareket etmektedir. Fakat özünde dinin mutlak devlet kontrolü altına alınma çabası açığa çıkmaktadır. Rejim, Birinci Meclis’te de kendine yer bulan, ümmetçileri devlet çıkar örgütünün dışına çıkarmış, cemaatleri yer altına itmiş (hepsini değil), Sünniliğe hükmetmek istemiştir ama Aleviliği yok saymıştır. İslam’ı/Sünniliği yeni Türklüğe yakıştırmış (Diyanet, Türkçe ezan) ama Aleviliği gericilik saymış, aşılması, asimile edilmesi ve yok olması gereken bir nesne olarak ele almıştır. Yeni rejim topluma bir din seçmiştir ve bu Sünniliktir. Anadolu’da Sünnilik-Alevilik ayrımı sınıfsal bir ayrışmaya da işaret etmektedir. Sünnilik esasen Osmanlı üst tabakanın mezhebidir. Buna karşın Anadolu Türklerinin mezhebi ağırlıklı olarak Aleviliktir. Hatta Türk kelimesi, genellikle konar-geçer biçimde yaşayan, alt tabaka Aleviliği kastetmek için kullanılmaktadır. Bu bağlamda şu açığa çıkmaktadır ki aslında var olmayan bir Türklük yaratımı, Türklüğe ait her şeyin ortadan kaldırılmasını gerektirmiştir. Bu Türklüğün dini ise Osmanlı üst tabakasının dini olarak belirlenmiştir.

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla Alevilik bütün örgütlenme kanallarını kaybetmiştir. Diyanet dini Sünnilik olarak, camiler ise yegane ibadethaneler olarak belirlenmiştir. Köye atanan imam dışında kimsenin kullanmadığı Alevi köylerine yapılan camilere kadar varan bu süreçte, bütün örgütlenme kanallarından hatta ibadet hanelerinden de olan Alevilerin kolayca asimile edileceği varsayılmıştır. Burada iki noktayı vurgulamak gerekir: Birincisi, yeni rejim verili Türklüğü bir toplum haline getiren bütün kültürel kod ve toplumsal yapıları geri ve aşılması gereken şeyler olarak görmüş ve bunlara şiddetle saldırmıştır. İkincisi, yeni rejim İslam’a savaş açmamış, kendi İslam’ını topluma dayatmış ve bütün karşı koyuş ihtimallerini yok etmek için dayanışma ağlarını ortadan kaldırmıştır.

Aleviliği yok etmeye dönük bu adımlara, Sünniliğin istenilen kalıba sokulması eşlik ediyordu. Verili haliyle İslam’a savaş açılmış, Osmanlı üst tabakasının da benimsediği biçimiyle, tamamen biçimsel, Arap öykünmesi, taklide dayalı, öze dair hiçbir tartışma ve çıkışa müsaade edilmeyen bir İslam anlayışı en ücra köylere dahi taşınmak istenmiştir. Her ne kadar kavgalı görünseler de Türkiye İslamcıları bu anlayışa tamamen teslim olmuştur. Bugün dahi adalet, eşitlik gibi temel tartışmalardan uzak, devletlû alanın dışına çıkma cesareti gösteremeyen, rejimin yarattığı Türklük alanın dışında bir İslam arayışı yok denecek kadar azdır. Rejim herhangi bir toplumsal mücadele hattının oluşamayacağı ve tamamen kendi kontrolünde bir İslam arayışına yaslanmış ve bugün de büyük ölçüde başarılı olmuştur.

Peki, laiklik bu çerçevenin neresine oturmaktadır? Cumhuriyetin laiklik anlayışını dinin siyaset/devlet alanının dışına itilmesi olarak kavramak oldukça eksik olacaktır. Cumhuriyet, Diyanet İşleri Başkanlığı ile dini en önemli bir nesne olarak devletin göbeğine yerleştirmiştir. Aydınlanmacı/oryantalist bakış açısıyla dinin aşılması gereken bir olgu olarak ele alınması durumu yoktur. Verili haliyle İslam’a dahi konfor alanına girmediği sürece dokunulmamıştır. Örneğin cemaatler yasaklanırken, Mevlevi Tarikatı Cumhuriyette kendine yer bulabilmiştir. Cumhuriyet bir itiraz sahibi olmayacak İslam’a sonuna kadar kapıları açmıştır. Buna da laiklik demiştir. Rejim bütün din politikasını, dinin yarattığı bütün toplumsal ilişki ağlarının ortadan kaldırılması çerçevesinde yaratmıştır. Din gibi toplumsal alanın dışında biçimsel ve sığ bir pratiğe dönüşecek olgu, evlerin içine hapsedilmiş, bireylerin sırtına havale edilmek istenmiştir. Böyle olunca adalet arayışı bir yönetsel talep olmaktan çıkmış, üç kuruşluk sadakaya sıkıştırılmıştır. Toplumu çözmek, savunmasız kılarak ona tahakküm etmek ve içi boş bir kitleye dönüştürmek laikliğin yegane amacı olmuştur.

 

Milliyetçilik

Osmanlı en büyük savaşlarını Türklere karşı vermiştir. Anadolu’da Türk birliği adı altında Türk beyliklerini bir bir ortadan kaldırmış, yüzyılları bulan Celali isyanlarıyla Anadolu Alevi Türkmenlerine karşı kesintisiz katliamlar uygulamıştır. Osmanlı’da Türklük idraksiz bir halk olarak görülmüştür. Cumhuriyet kadroları Osmanlı’nın bu mirasına yüzde yüz sadık kaldılar. Cumhuriyetin milliyetçiliği üst tabakanın Türklüğüdür. “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözü verili Türklüğü yüceltme sözü değil, bir çıkar şebekesi/sömürü tekeli olan devleti koruma düşüncesidir. Türk kapitalist modernite gelişiminin ana amacı devleti kurtarmak olmuştur. Bu nedenle Türk ulusallığı ezen ulus ya da kendi feodal gücüne karşı gelişmedi. Aksine padişah için devleti korumak amacıyla gelişti. Anadolu’nun dışında, bürokrat ve askerlerce geliştirildi. Kuşkusuz Siyonizm kongresi, Yahudilerin Ortadoğu’da devletleşme kararı ve Turancı/Türkçü fikirlerin gelişmesindeki Yahudi etkisi ve İttihat Terakki içerisindeki Yahudi örgütlüğü dikkate değerdir. Bu topraklarda hiç var olmamış ve kesintisiz krizi mümkün kılacak bir Türklük yaratımı bu etkiyi anlamlı kılmaktadır. 1921 Anayasası ile 1924’ü, Birinci Meclis ile İkinci Meclisi, 1918-23 arasındaki toplumsal kesim ve önderlerin tasfiyesinin, aynı dönemdeki halkçı düşünceyi ve demokratik yönü de olan kurtuluş mücadelesi ile 1923 sonrasının zor ve baskıya dayalı Türkçülük-istibdat anlayışının fikri önderlerini ve uluslararası ilişkiler boyutunu burada aramak gerekir.

Anadolu’da var olan Türklüğe yaslanmak halkçı ve demokratik bir çıkışı mümkün kılabilirdi. Fakat Osmanlı’nın mirasçıları yeni bir Celali isyanını göze alamazdı. Celali isyanlarını esasen keskin bir sınıfsal ayrışma ve bu ayrışmanın kendini farklı mezheplerle ifade etmesi olarak okumak gerekir. Üst tabakanın oldukça uzağında Türkmenlik kendini Alevilikle var kılmıştır. Bu yönüyle yeni rejimin Türk milliyetçiğini Sünnilikle ele alması daha anlamlı hale gelmektedir.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanında kurtuluş savaşını örgütlemeye giden idealist öğretmen köylüye Türk olduğunu hatırlattığında, küfür yemişe dönen köylü “Ben Türk değil Müslümanım” cevabını vermiştir. Türklük o dönemde Alevilik, konar-göçerlik ve gerilikle özdeşleşmişti. Cumhuriyet bu Türlüğü ayağa kaldırma amacını taşımadı. Aksine bu Türklüğü yok etmeye çalıştı. Nazım Hikmet bu Türklüğün binlerce yılını sığdırdığı enstrümanına “Üç telli zımbırtı” der ve ekler: “Bırak onu elinden.” Hasan Hüseyin’in Koçerosu da “üç telli bir zımbırtıdır”. Cumhuriyet Türk’ü, başında şapkasıyla senfoni dinleyen ve Latin harfleriyle selamlaşan bir Türk’tü. Kendi olmaktan çıkan bir Türk. Bu söylenenler, Türklüğün bir toplumsal dönüşüm ve zihniyet değişimiyle kendini yenilemesi ve var kılması olarak okunmamalıdır. Cumhuriyetin Türk milliyetçiliği, toplumu toplum yapan bütün özelliklerini geride bırakılması anlamına geliyordu. Toplumsal hakikate kesintisiz savaş açan Cumhuriyet, gerçeğe aykırı, tamamen kendi ürünü olan, devletinin dizinin dibinden ayrılmayan bir milliyetçilik kurgulamıştır. “Güneş-Dil Teorisi” ile bütün dillerin, kökü Türkçeye bağlanmış, arı Türkçe adıyla halkın hiç kullanmadığı kelimeler resmi belgelere sokulmuştur. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu absürtlüğü bir yana, kendine halkın anlamadığı/konuşmadığı bir dil yaratma çabası, Cumhuriyet elitlerinin Osmanlı üst tabakasına öykündüğünün bir başka göstergesi olsa gerek. “Türk Tarih Tezi” ile bütün ulusların Türklerden türediği hezeyanı, en büyük “bilimsel” kanıtlarla sunulurken, tarihi Osmanlı’ya isyan etmekle dolu olan Anadolu Türklüğü tarihten silinmiş, isyanlar bir avuç çapulcuya havale edilmiştir. Yapılmak istenilen ise kendi yarattığı Türklüğün içine sıkıştırılmış, halkın oldukça uzağında ve devletinin sınırladığı alanın dışına çıkmanın vatan hainliğiyle eşitlendiği bir milliyetçilik kurgusudur. Bugün hala Türk milliyetçiliğinin devletlû ve halk düşmanı karakteri ile milliyetçiliğin en büyük savunucularının çete/mafya liderleri olmasının kökenleri, İttihat Terakki ile başlayıp, Cumhuriyet ile zirveye ulaşmış bu milliyetçilik kurgusunda aramak gerekir.

 

Yeni Türklük

Yeni rejimin amentülerini sorgularken, “tabuları yıkmasını” ya da yeniyi aramasını masaya yatırdığımız yanılgısına düşülmemeli. Kuşkusuz siyaset var olanın mutlak kabulü değildir. Verili insan ve toplum idealize edilerek dört elle sarılmak gerekir demiyoruz. Bu toplumsal-siyasal dönüşüm arayışlarını boşa düşürdüğü gibi hakikate de ihanet anlamına gelir. Çünkü toplumsal alanın göbeğinde aranabilecek hakikat, verili olanın mutlak ve kesintisiz sorgulamasını gerektirir. Vurgulamaya çalıştığımız şey Cumhuriyetle birlikte gerçekleştirmeye çalışılan şeyin bir zihniyet dönüşümü ve toplumsal bir devrim değil, monolitik bir zihniyet yaratımıyla toplumu sersemletme, savunmasız bırakma, teslim alma ve yok ederek yerine bir insan yığını yaratma eylemi olduğudur.

Yeni rejimde, bu toprakların kadim halkları olan Ermeni, Süryani ve Rumlara yer olmadığını belirtmiştik. Fiziki soykırım, asimilasyon, mübadeleler, varlık vergisi, pogromlarla izleri bu topraklardan silinme noktasına gelmiştir. Kürtler de Kürt olmaktan vazgeçmediği sürece rejimde kendine yer bulamamıştır. Şark Islahat Planı ile başlayan kültürel-fiziksel soykırım politikası bugün Çöktürme Planı ile güncellenmiş ve hala devam etmektedir. Cumhuriyet çok korktuğu “Kürtlük cereyanı”nı üzerinden neredeyse yüz yıl geçmesine rağmen engelleyememiş ve halen beka sorunu olarak görmektedir.

Toplum karşıtlığıyla inşa ettiği özel savaş rejiminin sınırlarında küçük esnemelere dahi tahammül edemeyen bir yapı başarıyla oluşturulmuş, darbe ve komplolar siyasetin ana yöntemleri haline gelmiştir. Bu kurgunun dışına çıkıldığı tarihsel anlar olmuştur. 68 hareketi, 71 devrimciliği bu yapıyı sarsacak düzeyde etkili olmuş toplumsal çıkışlardı. Buna karşın kendi tahakkümünde olmayan hiçbir alana müsaade etmeyen devlet, gerekirse komünizmi de getireceğini ilan etmiştir. Bu sürece, son çivinin 12 Eylül darbesiyle çakıldığını ve devletlû olana günlük rıza üretiminin büyük oranda sağlandığı bir kitle yaratıldığını söylemek mümkün. Bu yaratım, bugünkü rejimi mümkün kılan siyasal düzlemi biraz daha anlaşılır kılmaktadır.

Kuşkusuz Cumhuriyetin arzu ettiği Türklüğe ulaşılamadı ama bazı şeyler başarıldı. Bugün Türklükten geriye kalan devletlû olanın dışında kendine yer bulamıyor. Devlete biat eden, devletinin alametifarikası olan alanlara razı gelmek zorunda olduğu için dünyalar başına da yıkılsa gıkını çıkarmayan bir Türklük mevcut. “Mesele devletse gerisi teferruat” diyen, “Anayasaya aykırı ama evet” diyen, “Aşk bodrumda yaşanıyor” diyen, “Reis bizi Afrin’e götür” diyen, IŞİD’i desteklemekte bir beis görmeyen, cihatçıları Kuvayi Milliye sayan Türklük. Milliyetçi alanı devletinin çizdiği sınırlar dışında tasavvur edemeyen bir Türklük. En büyük savunucularının çete liderleri olduğu ve her türden kötülüğün mubah sayıldığı bir Türklük. Gazeteciliğin, devletin söylediğinin tekrarı sayıldığı bir Türklük. Buna “Türk sorunu” demek gerekir. Türkiye’deki toplumsal siyasal sorunların düğümlendiği alan da buradadır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.