Düşünce ve Kuram Dergisi

Özel Savaşa Karşı Zihniyet ve Yaşam Mücadelesi

Haydar Ergül

Özel savaş, tasfiye hedefli toplum yaşamına dair her şeye savaş açmadır. Politik, sosyal, kültürel, ekonomik, askeri bütün alanlar özel savaşın kapsamı içindedir. Ancak özel savaş asıl olarak toplum ve birey zihniyetine odaklanmaktadır. Toplum zihniyetini teslim almak için her yolu mubah saymakta ve binbir türlü ayak oyunlarıyla toplumu toplum olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir. Özü zihniyet savaşıdır. Çünkü insan düşünen, tasarlayan, planlayan ve yapan bir varlıktır. Bu da zihniyetle ilgilidir. Bu olmadan insan ne tasarı yapar ne de eyleme geçebilir. Hemen hemen her edinimin başında zihniyet veya düşünme ve eyleme geçme vardır. Dolayısıyla egemenler, özel savaşta önceliği zihniyete vermektedir. Köleleştirme de buradan başlıyor. Zihniyet köleleştirildikten sonra diğerleri peşi sıra gelir. Onun için özgürlük arayışçıları ve halklar da önceliğini egemenin saptırmaya çalıştığı zihniyet inşasına vermelidir. Özgürlük mücadelesinin başarılarının temelinde de dejenere edilen Kürt zihniyetini kendine getirme ve öze dönüştürme mücadelesi olmuştur, olmaya da devam ediyor.

Çin Devrimi’nin Önderi Mao, şöyle bir belirleme yapıyor: “Halk denizdir, gerilla balıktır.” Yani gerilla halkı örgütlemesi durumunda onun derinliklerinde gizlenir, mücadele eder ve savaşır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1949 yılında kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) bünyesinde ve ABD öncülüğündeki özel savaş kuramcıları ise, “Halk deniz, gerilla balık ise o halde suyun veya denizin vasfını değiştirmek gerekir” der. Bu, halkın direnişçi zihniyetini değiştirme, devrimci/gerilla-halk ilişkini olanaksız kılmaya çalışması oluyor. Özel savaş kuramı bu esasa dayandırılır. Buradan hareketle özel savaşın askeri yanının olmasına karşın esas aktivitesi zihin ve yaşam üzerinde olmaktadır. Askeri/polisiye yaptırımlarla halkı korkutma, sindirme amaçlanır. Sonuçta özel savaş biyolojik bünye üzerinde yürütülür. Her canlıda olduğu gibi insanın da olmazsa olmazı organik yapısıdır. Biyolojik bünyenin ortadan kaldırılması insanın hayatının sonudur, ölümdür. Ölüm en korkutucu olandır. İnsan çok şeyinden vazgeçebilir ama biyolojik yaşamında vazgeçmeyebilir. Şiddet, işkence ve ölümle korkutarak sindirme en yaygın yöntemlerinin başında gelmektedir. Elbette ölüm tehditleriyle vazgeçmeyenler olabilir. Ancak bunun için çok anlamlı bir amaç veya kutsiyete ihtiyaç vardır. Ona içten inanması ve başarılması halinde insanlık açısında ortaya çıkaracağı kazanımların büyüklüğüyle doğru orantılıdır. Amaç büyüklüğü ona kutsiyet kazandırır. Buna inanan insan her tür zorluğa, işkenceye, vahşete ve katliama dirençli hal kazanır. İnsanlık tarihi bu tarz kahramanlıklarla doludur. İnsanı insan yapan, toplumsallığını koruyan bu kahramanlıklardır. Yaşamın kendisi, bu kahramanların yüzü suyu hürmetine gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir. Onlar olmasaydı günümüzde bir toplumsal varlıktan ve insandan söz edilemezdi.

Toplumsallaşmayan insan, doğamızda yaşanan jeolojik değişim ve dönüşümler sonucu gerçekleşen yeni koşullara uyum sağlayamaz ve tür olarak yok olacağını belirtmek bilimsel bir tespit olur. Nitekim dinozorlar uyum sağlayamadıklarından nesilleri tükendi. Toplumsallaşmayan insanın sonu da dinozorlardan farklı olmazdı. Onu var eden, yaşanan toplumsal karakterde ortak yaşamı örgütlemesi; savunma, neslini sürdürme ve beslenmesinin tümünü güvence altına almasıdır. Toplumsal yaşam gücü, üretim ve paylaşımın güvencesi olmaktadır. Esnek bir zeka ve yaşama dayanan toplumsal yapı, oluşan yeni koşullara uygun değişim, dönüşüm ve yeniden varlığın oluşumunu sağlamaktadır. Toplum varlığını, yaşam döngüsünün sürekli oluşum halinden gücünü almaktadır. Tarihsel akış bu döngünün kendi mecrasında seyretmesidir. Toplum ve birey özgürlüğü de bu döngünün kendi iç işleyişinin devam edebilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bundan sapması veya saptırılması, hem özgürlük hem de toplum tehlike altına girer ve yok olmakla karşı karşıya gelebilir.

Son beş bin yıllık tarihte çok sayıda toplumsal varlık yok olmuştur. Çoğuna tarih kitaplarında rastlanmamaktadır. Bu yok oluşların büyük çoğunluğu doğadaki değişimlere ayak uyduramadıklarından değil, dış saldırılardan; işgal, istila ve sömürgecilik sonucu soykırıma uğrayıp yok edilmişlerdir. Tarihte soykırımlar yaşandı, ama en çok da kapitalist modernist zamanda yaşanmıştır. Soykırım konusunda hiçbir dönem bu dönemin eline su dökemez. Kapitalizmin tarihi soykırımlar tarihidir. Çıkarlarına ters düşen, güdümlerine girmeyen toplumsal tüm yapıları yok etmeye yönelmiştir. Sistemi önünde engel gördüğü her yapıyı bölmüş, parçalamış ve imha etmiştir. Kapitalizm neden toplumu bu kadar hedef almıştır. Çünkü, kapitalizm toplum dışıdır. Toplum-birey ilişkisi binlerce yıl içinde iktidar-devlet öncesi oluşmuş ahlaki ve politiktir. Yaşamda ilke var, ölçü var. İhtiyaç kadar üretmeyi ve paylaşımı esas alan, sömürü ve talanın olmadığı yapılardır. Kapitalizm ise kar temelli azami sömürüyü amaçlar. Doğal topluma dayanan komünal oluşum buna karşıdır. Komünal toplum, mülkiyetin her türünü reddeder, ortak yaşamı savunur; doğadaki diğer canlılarla birlikte uyum içinde yaşar.

Başlangıç itibariyle komünal yaşamın tasfiye süreci, prekapitalist dönemde başlasa da, kapitalizm doğası gereği bunu hızlandırmıştır. Sümer devletiyle başlayan toplumsal varlığın tasfiyesi kapitalist aşamayla doruğa çıkarılmıştır. İktidarın-devletin karakteri, anti toplumculuktur. Kapitalizme de can simidi olan bu karakterin ruhudur. Kapitalizm, geçmişin birikimini her türlü araçla gasp etti, bilim-tekniği de kullanarak biyoiktidarını kurmaya başladı. İşte bu anlar özel savaşın devreye girdiği anlar oluyor. Hiçbir dönem hiçbir erk toplumu-bireyi bu kadar özünden koparmadı; ne köleci ne feodal dönemde. Zaten bu erkler o dönem toplumsal bağlar ve değerler çok güçlü olduğu için istedikleri sonucu alamamıştır. Kentlere yoğunlaştıklarından dolayı mülkiyetçiliklerini, birer ucubeye dönüşen yaşamlarını köylere yeterince taşıyamıyorlardı. Köyler neolitikten kalma çekirdek yapılardır. Neolitik komünal değerlerin hala buralarda temsil bulmasının temelinde bu çekirdek özellik yatıyor. Toros-Zagroslar, Mezopotamya ve Ortadoğu’nun gücü de buna dayanmaktadır. Kapitalist modernite son 200 yıldır bu topraklara oynamasına rağmen egemenliğini bir türlü kuramamasının nedeni de bu köktür. Çünkü neolitik, toplumsal bünyenin derinliklerine nüfuz etmiş, bir kültür ve yaşam oluşturmuştur. Günümüze kadar hiçbir silah bu hakikati yok edememiştir.

İktidarlı, devletli yapıların toplumsal değerlere saldırıları bugüne dek hiç eksik olmadı. Neolitik değerleri sömürerek kendini var eden devlet, bu topraklardan yer küreye yayıldı. İktidar-devletin varlığı bu tarihsel yarılmaya dayanıyor. Sapma buradan başladı ve toplumsal akış bu andan itibaren baş aşağı gitti. Bütün sorunların ve çelişkilerin anası bu sapma ve yarılmadır. Toplumsal akışı kendi ayakları üzerinde oturmak için sistem içinde ve dışında birçok mücadele verilirse de kapitalizme ömür olmaktan öteye gidilememiştir. Kapitalizmin “son sınıflı uygarlık” olduğunu tüm kesimler kabul ediyor. Buradan hareketle tarihin sonunun geldiğini ileri sürenler de vardır. Tarihi kendinde başlatanlar, “son” da kendileri olduğunu düşünürler. Eşyanın tabiatına aykırı olsa da hakikat böyle tersyüz edilmiştir. Evrende her şeyin bir evveliyatı ve sonrası vardır. Kapitalizmin öncesi olduğu gibi sonrası da olacaktır. Hakikat olan, tarih yürüyüşünü sürdürmektedir. Doğal topluma dayanan demokratik uygarlık, tarihin “son” gidişatına dur demiştir. Kapitalizmin önemli araçlarından olan özel savaşın her çeşidine karşı amansız mücadele etmiştir, ediyor.

Özel savaş, toplumsal varlığın tasfiye edilmesi üzerine kurulu olduğu açıktır. İktidar-devlet, toplumsal değerlerin güçlü olduğu zeminde yeşerme sansı bulmaz. Gelişebilmesi için o değerlerden toplumun arındırılması zorunludur. Beş bin yıldır da yapılan bu olmuştur. Sümerlerin tapınak kuleleri zigguratlarda yapılan da toplumsal tasfiye ayinleridir. Zigguratlar ideolojik, yani zihinsel ve yaşamsal inşanın döl yataklarıdır. Dolaysıyla zigguratları “ilk özel savaşın zihinsel başlangıç yeri” olarak ele almak yerinde olur. Özel savaş özünde, toplumsal zihniyet ve yaşam üzerinde oynama, toplumu ahlak ölçülerinde koparma, bireycileştirme ve bencilleştirme çalışmasıdır. Bu yolla toplum ve birey, irade kırımıyla teslim alınması amaçlanmaktadır. Her ne kadar özel savaş teori ve pratiği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde NATO bünyesinde oluşturulmuş olsa da, kökleri zigguratlara dayanmaktadır. En az beş bin yıllık tarihsel egemenlik silsilesinin oluşum ve birikimine dayanan bir savaş türü olmaktadır. Onu ABD, kapitalizmin güncel çıkarlarını gözeterek teorileştirmiş ve pratik uygulamalarını şartlara göre geliştirmiştir, geliştiriyor. Yani özel savaş, egemenlerin toplumları tasfiye sürecinde teori ve pratiğini oluşturma halidir. Dünyaya da ABD öncülüğünde yayılmıştır.

Özel savaş çok boyutludur. Siyasi, askeri, sosyal, kültürel ve ekonomik boyutu vardır. Ancak biz özel savaşın daha çok ideolojik, zihinsel ve yaşam üzerindeki saptırmalarına vurgu yaparak, ona karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği üzerinde duracağız. Zihinsel durumun kimi halleri vardır. Ki insan, maddi-ekonomiden daha çok manevi ve metafizik bir varlıktır. Özel savaş, zihinsel ve yaşamsal saptırma üzerinde durarak, biyolojik varlığı sona erdirecek edinimleri öne çıkararak ve korku iklimini hep diri tutarak biyolojik bünyeye hükmetme ortamına insanları sürüklemeyi esas alır. Biyoloji üzerinde kurulacak bir erk, yönetme rahatlığına ulaşır. Bu bir süreç içerisinde gerçekleşir. Kökleri iktidar-devlet oluşumuna dayanan özel savaş, güncelde her toplumun farklılıklarına göre yol almaktadır. Zaman ve mekan bağlamı içinde değişik uygulamaları söz konusudur. Tarihsel süreç içinde toplumlar farklı özelliklere sahip olmuştur. Zaten toplumların birbirlerinden farklı olmaları bu geçmişten ileri gelmektedir. Farklı dillerin oluşu, kültürlerin varlığı bununla ilgilidir. Toplumlar, evrenin çok renkli ve çeşitliliğinin insanda dile gelmesidir. Çünkü insan mikro evrendir. Onun hücresidir demek hakikatin ifadesidir.

Toplumu dağıtmaya çalışmak özünde evrene savaş açmaktır. Kapitalizmin azamı kâr amacıyla açtı savaş, insan ve topluma karşı açılmıştır. Bu anlamda gayrimeşrudur. Özel savaşla da bunu en hileli şekilde yapıyor. Kuralsızdır, gizlidir ve sapkınlığın çukurlaşmış biçimidir. Amacı; çeşitli küme ve sınıflara parçaladığı toplumu devlet karşısında güçsüz kılma, savunmasız bırakma, maddi ve manevi her türlü sömürüye açık hale getirmektir. Bireycileşen insan, toplumdan kopar, yalnızlaşır, güçsüzleşir; yönetilmesi ve sömürülmesi kolay hale gelir. Daha doğrusu güçlü olana biat etmek kaçınılmaz olur. Bir de buna aşırı tüketim zihniyeti zerk edildiğinde güdü ve bireysel zevkini tatmin etmek için içine girmeyeceği sapkınlık kalmaz. Ahlaksızlık, tutarsızlık gibi insani değerlerden yoksunluk bireyi tutsak alır. İradesi kırılan birey nesneye dönüşür. Nesne, bir anlamda alınıp satılan ürün halini almaktır. Özcesi toplumsal varlığın tasfiyesi ve bireyin özneleşmesi adına köleleştirilmesi sonucu kişiliksiz kimlik(siz)ler yaratılmaktadır. Savaşın, sömürünün temelini toplum tasfiyesi şeklinde gerçekleştirilmektedir.

 

Kürdistan Tarihinde Kırılmalar

Hemen hemen her toplum tarihinin çeşitli evrelerinde kırılmıştır. Tarihten günümüze “saf” hal kalmamıştır. Kırılma salt ekonomik olmamıştır, zihinsel ve yaşamsal her boyutuyla gerçekleşmiştir. En çok da Kürdistan’da yaşanmıştır. “En derin siyasi, askeri ve zihni saldırıların gerçekleştiği yer Kürdistan’dır” demek abartılı değildir. Simgesel olarak Sümer devletleşmesiyle başlayan iktidarcı zihniyetin en çok saldırıyı yoğunlaştırdığı neolitik değerlerin kök hücresi olan Kürdistan ve onu yurt edinen Kürt toplumudur. İktidar ve devlet kendini güvenceye almak için karşıtı olan özü ya da kökü tasfiye etmeye girişmiştir. Tasfiye etmeyi gerçekleştirdiği oranda da başarabilecektir.

Eldeki tarihsel verilere göre, neolitik devrim Zagros dağ kavislerinde gerçekleşiyor ve köklü bir kültürdür. Toplumsallığın tohumları burada filizlendi ve kök saldı. Bunun için Kürdistan coğrafyası hep işgal, istila ve sömürgeci hareketlere maruz kalmıştır. İktidar-devlet sistematiği kendisini kalıcılaştırmak için bu kültürü yok etmekle başarabileceğinin bilincindedir. Hafızası böyle şekillenmiştir, zihniyeti böyledir. İşgal ve istilaların asıl hedefi, Kürdistan’daki ahlaki-politik toplumu ortadan kaldırmaktır. Günümüzde devam eden inkar ve imha saldırılarının zihni de buraya uzanmaktadır. Soykırıma karşı Kürtler toplumsal varlığını sürdürmek için bugünlere dek direnmektedir. Tarihin temel çelişkisi devletçi uygarlık ile demokratik uygarlık güçlerinin mücadelesi, günümüzde Üçüncü Dünya Savaşı biçiminde devam ediyor. Bu temel çelişki çözülmediği sürece, kaynağını bu çelişkiden alan hiçbir sorun (sınıf, cinsiyet, toplum, ekoloji…) çözülemeyecektir. Kürtler bugün içinde bulundukları koşullara birden gelmediler. Arkasındaki binlerce yıllık geçmiş iyi çözümlenip anlaşılır kılınamazsa, Kürtlerin ve Kürdistan toplumlarının özgürlüğe kavuşması mümkün değildir. Bu anlamda ulusal meseleleri salt ekonomi ve sömürüyle açıklamak bütünü görememektir. Sömürü bir sonuçtur, esas olan değildir. Çoğu çevrenin hala Kürtleri anlamakta güçlük çekmeleri, sonuçlarla daha çok ilgilenmeleridir. “Türkiye’de Kürtler ekonomik olarak en yoksul kesimdir ama onlar bu yoksulluklarından daha fazla manevi bir özgürlük peşindedirler” deyip duruyorlar. Anlamamalarının nedeni açıktır. Burjuvanın geliştirdiği aydınlanma kaynaklarından besleniyorlar. Bununla Kürt’ü anlamak mümkün değildir. Kapitalist modern yaşam biçimini yaşayarak, farklı düşünmek olanaklı değil. “Nasıl düşünüyorsan öyle yaşarsın, nasıl yaşıyorsan öyle düşünürsün.” Yani yaşamla düşünce birbirlerini besleyen süreçlerdir. Büyük oranda kapitalizmi yaşayan biri, iktidar eksenli düşünür ve sonuçta devleti üretmesi kaçınılmaz olur. Bu açıdan toplumcu veya sosyalist olma iddiasında olanlar, kapitalist modern yaşamın dışına çıkmak ve ondan kopuşu gerçekleştirmelidirler. Modernist yaşam ölçülerine göre yaşamaya çalışmak ve oradan düşünmek, tarihsel toplumu anlamak ve sorunlara çözümler bulmak güçtür. Doğru yaklaşım, demokratik yaşama yönelmek ve oradan düşünmektir. Ancak bu yaklaşım özgür toplum ütopyasına götürebilir. Böyle yaklaşılırsa Kürtlerin geçmiş ve geleceğine doğru bir projeksiyon tutulabilir. Bunun evrensel çapta sonuçları da olur. Öz irade, öz güç ve özgür yaşama ulaşmak, bu bakış açısıyla doğrudan bağı vardır.

Kürtler neden köleciliğin de ötesinde bir yaşamın içine itildiler? Ülkeleri dörde bölündü, kimlikleri ret ve inkar edildi. Göreceli olarak öz güç ve iradi yitimine uğratılarak, hükümsüz kılındılar. Hatta Kürt doğmak bir utanç haline getirildi. Türkleşme, Araplaşma ve Farslaşma bir meziyetmiş gibi Kürtlerin önüne sürüldü. Küresel emperyalist, kapitalist sistem Kürdistan’ın üzerine çökmüştür. Klasik anlamda Kürtlerin sömürge statüsü bile kabul görmemektedir. Sömürgeciliğin de bir statüsü vardır. Örneğin Portekiz’in Angola ya da Fransa’nın Cezayir sömürgesi bir statüye gönderme yapıyor. Bu durum Kürtler için neden yoktur? Nedenini Kürt’ün toplumsal tarihinde aramak lazım. O zaman derinleştirilmiş ve kapsamlaştırılmış özel savaşa neden maruz kaldığı anlaşılabilir.

 

Kürdistan tarihinde üç kırılma yaşanmıştır:

Birinci kırılma; Med organizasyonunun dağıtılması ve Kürtlerin Pers devlet egemenliğinin altına alınmasıdır. Gerçi bu alınış Pers-Med yapılanmasıyla belli bir ittifak konseptine oturtulsa da ilk baş aşağı gidişin de başlangıcı olmuştur. Med’de Kürtler özgürdür, ahlaki-politik esaslara göre yaşıyorlar. Komünal bir yaşam hakimdir. İdeolojik ve düşünsel birlikleri olduğundan yaşamda da birlik esastır. Kadın etrafında örülen bu yaşamda sömürü ve baskı yoktu. Çünkü sınıfsal ayrımlar söz konusu değildir, hakiki bir toplumsal yapı esastır.

Asur İmparatorluğu başta Kürtler olmak üzere bütün komünal toplum yapılarını tehdit ediyor. Medlerin öncülüğünde gerçekleşen devrim, Asur İmparatorluğu’nu dağıtır. M.Ö. 612 yılının 21 Mart’ında gerçekleşen bu tarihi güne “Newroz” denir. Bu yeni gün, yeniden doğuş anlamındadır. Doğan nedir? İktidar ve devlet tehlikesi bertaraf edilmiş, toplumsal hakikat önemli oranda güvenceye alınmıştır.

Newroz, toplumsal hakikate dayalı bir direniş sembolüne dönüşür. Günümüzde yeniden dirilişe yön vermesi bundandır. Newroz’un köklü oluşu, meşalesinin sürekliliği; onun demokratik uygarlık gücünü temsil etmesindendir. Newroz, zihinsel ve yaşamsal bir devrimdir ve gücünü buradan almaktadır. Harpagos’un ihaneti sonucu Med organizasyonu Perslerin egemenliği altına girer. Bu ilk kırılmadır, baş aşağı gidişatın başlangıcıdır. Kürtler ihanetle tanışır. İhanet, Kürt tarihinde keskin bir çatallaşmaya ve yarılmaya yol açar. Bundan sonraki tarih, teslimiyet-ihanet ile direniş ekseninde derinleşerek gelişir. 20’nci yüzyılın üçüncü çeyreğine doğru teslimiyet ve ihanet büyüyerek direnişin üstünü adeta külleriyle kaplar. Bu durum, Kürt’ü iktidar-devlet kültürüne açık hale getirir. İktidarla tanışmak, acılı tarihin de başlangıcı olur.

İkincisi; İslam’ın Kürdistan’a girişi ideolojik bir kırılmaya yol açar. İslam öncesi dönemde Kürtlerin ideolojisi, düşüncesi Zerdüştlüktür. Zerdüştlük bir yönüyle doğal inanç bir yönüyle de felsefidir. Zerdüştlük özünde komünal bir inançtır. Kürt toplumsal yaşamının düşüncede var oluşudur. Düşünsel birliği olmayan toplumdan bahsedilmesi güçtür. Kürt halkının en temel sorunu, İslam’la birlikte düşünce birliğini kaybetmesidir. İslam’ın iktidar versiyonu, Kürdistan’a müdahale etmiştir. Araplar, İslam’ın Medine ve iktidar şeklinde ayrışmaya başladığı dönemde Kürdistan’a girmiştir. Kürdistan’a yansıyan ağırlıklı iktidar İslam’ıdır. Zira dönemin koşulları içinde Kürtler İslam’ı kendi düşüncesiyle yani Zerdüştlükle sentezleyerek geliştiremedi. Daha sonraki zamanlarda Medine İslam’ının yansıması sınırlı oldu.

İslam, Kürt toplum yapısını üçe ayırdı. Biri, İslam’ın Sünni mezhebi yani iktidar yorumu oldu. Başlangıçta Sünnileşme daha çok kent yaşamındaki Kürt egemen tabakası içerisinde yer edindi ve işbirlikçiliği derinleştirdi; kendi uzantısı haline getirdi. Diğer bir eğilim, Zerdüşti inanç ve yaşamda ısrar eden, Medine İslam’ından ve Ehlibeyt inancından da kısmı etkilenen Aleviliktir. Bir üçüncü eğilim, Êzidîliktir. Êzidîlik, tarihsel Kürt inancı Zerdüştlükte ısrardır. Ancak bulunduğu objektif koşullarda çözümleyici bir çıkış yapamadığından kendi içinde daraldı, sınırlandı ve sürekli güç kaybeden bir yapıya dönüştü. Böylece Kürt halkı zihinsel olarak da parçalı hal aldı. Bu üç ayrı zihinsel farklılaşma, Kürtleri yerli işbirlikçi ve yabancı egemenlerin yönlendirmesine açık hale getirdi.

Üçüncü kırılmaya; 20’nci yüzyıla, güçsüzleşerek giren Kürt iç yapısı yeni fırsatlara hazırlıksız yakalanmasına neden oldu. Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı konjonktüre rağmen Kürtler çok parçalı ve büyük oranda öz gücünü kaybetmiştir. Zihinsel olarak da yabancılaşmayı yaşayan bir durumdaydı. Savaşın yarattığı fırsatlardan yararlanıp özgür bir yaşam inşasında kudretsizdir. Bu kırılmanın yarattığı sonuç çok tahripkâr olmuştur. Savaş sonrası yeniden dizayn edilen Ortadoğu denkleminde Kürt’e yer yoktur. Kürdistan, 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması’yla sadece dörde parçalanıp farklı egemen ulus-devletlerin insafına terk edilmemiştir, aynı zamanda yok sayılmıştır. Bu tarihten itibaren inkar tezi devreye konulmuş, Kürt artık yok hükmündedir. Kürtlere, Türkleşme, Farslaşma ve Araplaşma dışında bir yaşam olanağı bırakılmamıştır. Bu karar, Kürdistan’ın paylaşıldığı dört ulus-devleti aşan küresel çapta hegemon olan emperyalistlerin kararıydı. Lozan’ın 100’üncü yılına doğru gidilirken, birlik olmamanın faturasını ağır bedellerle ödeyen Kürt toplumu tarihsel borcunu ancak ve ancak “birlik olmak”la ödeyebilir.

20’nci Yüzyılın ikinci çeyreğinde Kürtler, özel savaşın en ağır uygulamalarına maruz kaldı. Kürt halkının düşünsel ve yaşamsal olarak içinde bulunduğu koşullarda soykırımın eşiğine getirildi. Ülke dört parçaya bölünmüş, toplumsal yapı Sünni, Alevi ve Êzidî olarak parçalanmış, zihniyet olarak da yerle yeksan edilmiştir. 1949’da NATO’nun kuruluşuyla özel savaş sistematize edildi. Özel savaş, Vietnam başta olmak üzere uygulanan yöntemlerinden ve çeşitli pratiklerden çıkarılan dersler sonucu Kürdistan’a taşınmıştır. Zaten Kürt geri, ilkel ve mağarada yaşayan “adam” olarak tanımlanıyordu. Kürt hayvan terekesine indirgenmiştir! Onu “medenileştirmek, adam etmek” gerekiyordu. Arap, Türk ve Fars ulus-devletleri içinde eritme, çağdaşlaşma ve modernleştirme projesi olarak propaganda ediliyordu. Böylece ciddi bir zihniyet ve yaşam tasfiyesi dayatıldı. Kürt’ün ruh ve duygu dünyası etkisizleştirildi. Kültürel ve fiziksel soykırım iç içe uygulandı. Kürt adeta bitik bir haldeydi.

 

Kaybedileni Bulma Arayışı

Kürt adına ne varsa mezara gömüldü, üstüne beton döküldü. Kökleri tarihin derinliklerinde olan Kürt artık ölüydü! 1970’lerde dünyada geçerli olan toplumsal bilim disiplinleriyle Kürt gerçekliğini anlamak, anlamlandırmak neredeyse olanaksızdı. Bilimsel sosyalizm, Kürt’ü tanımaya götürecek en yakın disiplindi. Ancak onunla da tam tanımak, anlamak mümkün olamıyordu. Zamanla özgürlük arayışını sürdürenler (ki kendileri de Kürt’tür), Kürt varlığıyla temas kurdukça hakikatleri görmüştür. Elli yıllık pratik sonucu bu arayış, Med hareketinin öncesi ve sonrasını tanımaya çalışma, anlam geliştirme ve güncelleyerek özgürlük için temel akıma dönüştürmeyle başladı. “Kürt var mı yok mu, Kürt nerede ve ne zaman kaybetti, neden bu düzeydedir?” soruları peşin sıra geldi. Bir halk için varlık-yokluk tartışması yürütmek, bir yitirilme halidir. Kürt nerede yitirdi? Zamanın en despot Asur İmparatorluğu’nu nasıl yenilgiye uğratan ve özgürlüğün kapılarını açan Medler, nasıl yenilgiye uğratıldı? Bu yenilgi dalga dalga kimlik tasfiyesine ve soykırıma dönüştürüldü. Medlerin yenilgisinin tepesinde ihanet ve işbirlikçilik vardır. Bu ihanet derinleşerek neredeyse bütün Kürt toplumsal yapısını zehirleyen bir virüse dönüşmüştür. Ardından İslam’ın iktidar eğilimi olan Sünniliğin Kürt düşüncesine zerk edilmesiyle, bu parçalanma hali Kürt’ü tümden yabancı düşünceye karşı önemli oranda savunmasız kıldı. Ve güçten düşürdü.

Kürt’ün bu “ölü” haline bir de egemenler özel savaş yöntemleriyle yöneldi. Gücünü salt sahip olduğu teknikten ve bilimden almayan özel savaş, asıl olarak Kürt toplumunun zayıflıkları ve zaafları üzerinde oynadı. Böylece kültürel soykırımı tamamlayabileceğine inanmaktadır. Ancak sömürgeciler bir şeyi unutmuştu; Kürtlerdeki tarihsel, toplumsal ve komünal değerlerin derinliğini. O değerler yerin en diplerine itilseler de Kürtler ona ulaştı. Kürt nerede kaybetti ve niçin kaybetti mücadelesi, onu açığa çıkarmayı başardı. İktidar-devlet bağlantılı Harpagos’un teslimiyet ve ihanetine karşı dersler çıkarılarak, ideolojik keskin bir duruş sergilendi. Bir söz var: “Nerde kaybettiysen onu orada ararsan, bulursun.” O yüzden Özgürlük Hareketi, kaybedileni kaybedilen yerde arama hareketidir. Bu aynı zamanda insanlık nerde kaybetti arayışıdır da. Bugün insanlığın yaşadığı bütün sorunların temelinde, iktidar ve devlet karşısında kaybedilenlerdir. Demokratik ve özgür yaşam için onları bulmak zorunluluktur. İktidar ve devlet zihniyetinden köklü bir kopuş demek, anlamlı özgürlüğe yönelmek demektir. Bu kopuş, özgür birey ve topluma ulaşmanın ilk yapı taşıdır. İktidar-devlet ekseninde kadın kaybetti. İnsan oluşumu kadın eksenli toplum inşasıdır. İktidar sonucu sadece kadın değil, erkek de kaybetti. Haliyle bir bütün toplum kaybetmeye başladı. Bu ilk tespit, Özgürlük Hareketini günümüzde nasıl bir toplumsal modele ulaşmak gerektiği sorusuna yönlendirdi. Özgürlük, iktidar dışı olacaktır. Özyönetim kavramı böyle ortaya çıktı. Özyönetim, yerinde yönetim veya radikal demokrasidir. İkinci kaybetme noktası ideolojiktir, düşünseldir. İktidar eksenli bütün düşünceler, parçalar, karşıtlaştırır ve savaştırır. O halde kökleri toplumsal hakikatin özüne dayanan anti-iktidar ve anti-devlet eksenli bir ideolojiye ihtiyaç var. Bu ideoloji özü itibariyle insanın ve tüm canlıların olmazsa olmazı eko-sistemi besleyen bir üretim ve paylaşım zihniyetine dayanmaktadır. Yani yeni sistem ekolojik ve kadın özgürlükçü olacak. Bir Afrika sözü, “Ben, biz, biz olduğumuz zaman, benim” der. Yani tek başına ben yoktur; ben, biz bileştikçe ortak bir yaşam ve paylaşım gerçekleşir. Sömürü, baskı ve şiddet ortadan kaldırılabilir.

İdeolojik olarak Kürtler tek başına özgür olamaz! Türk, Arap ve Fars da tek başına özgür olamaz. Medlerin Asur’u yenmeleri, ancak Asur’un zulüm ve sömürüsüne mustarip olan halkların birleşik mücadelesiyle başarıldı. Günümüzde ise içerik ve biçimde güncel ihtiyaçları karşılayacak ve bunu hedefleyecek, halkların birleşik mücadelesi zorunludur. Bunun en somut pratiği, Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürtlerin öncülük ettiği devrimde görülüyor. Kuzey ve Doğu Suriye, daha dar haliyle Rojava’da gerçekleşen başarı Kürt, Arap, Asuri, Süryani, Ermeni, Türkmen, İslam, Alevi, Êzidî ve Hristiyan, tüm farklılıkların birleşik kuvvetiyle gerçekleşmiştir. Bu devrim, kendi içinde çok ciddi deney ve birikimleri taşımaktadır. Egemenler küresel, bölgesel ve yerel ne olursa olsunlar, halkların özgürlük arayışları karşısında kendi iç çelişkilerini rahatlıkla bir tarafa bırakıp birleşebiliyor. Günümüzde buna karşın ezilenler de toplumsal hakikatin gerçeğine ulaşabilmek için birleşmeleri tarihi bir zorunluktur. “Ulus-devlete karşı demokratik ulus” formülasyonu bunun için biçilmiş kaftandır. Yerele dayalı Demokratik Özerklik bunun mihenk taşıdır; Demokratik Konfederalizm yerel, bölgesel ve küresel çözümün anahtarıdır.

Sonuç itibariyle Kürtlerin Apê Musa’sının (Musa Anter) “… Karabasan gecelerin sabahlarında / Direnmek kalırdı Kürde / Yaşamanın bir başka adı direnmektir”; Kemal Pir’in Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nde “Direnmektir Yaşamak” sözleri Kürtlerin çıkış amentüsü oldu. Özel savaşı yenilgiye uğratmak ancak kapitalist modernist paradigma zihniyetinden köklü bir kopuşla mümkündür. Bu aynı zamanda yeni bir çağa işarettir. Bu, kökleri doğal topluma giden demokratik modernite yaşamıdır; özgür birey ve özgür toplumdur. Medlerde Kürtler tarihin en birleşik halini gerçekleştirmişlerdir. Sanılan veya propagandası yapılan “Kürtler çok parçalıdır; teslimiyet ve ihanet bünyesine köklü sirayet etmiştir” söylemi gerçeği tam yansıtmamaktadır. Bütün parçalarda Kürtler, tabanda birliklerinin öneminin farkına varmıştır. İşbirlikçiliğin, teslimiyetin ve ihanetin toplumsal tabanı oldukça zayıflamıştır. Güney Kürdistan’da yönetim şahsında böyle bir tablo hala kendini gösteriyorsa, bunun dayanağı sömürgecilik ve küresel gericilikle oluşmuş illiyet bağıdır. Bu bağda her geçen gün zayıflıyor. Uyanan ve yeniden yapılanan özgür Kürt zihniyeti karşısında marjinalize oluyor. Kürtler bugün hakikatlerine çok yakın bir noktadadırlar. Kürt varlığından korkan ve onu kendi sonu olarak gören egemen sömürgeci zihniyetin, bütün tekniği ve tarihsel birikimleriyle edindiği hile ve komplocu oyunları artık tutmamaktadır, boşa çıkarılmaktadır. Hileleri, büyük komplo ve entrikaları çeşitlenmiş olsa da örgüt bilinci kazanmış Kürtler bunu aşacak kudrettedir. Kürt özgürlüğü tatmış, doğal bir kültürleşmeye ulaşmış ve objektif örgütlülük düzeyini yakalamıştır. Zorlukları vardır ama özel savaş her an dağılabilir. Çözülebilir düzeye çekilmiştir. O halde özgür toplum ve özgür bireye ulaşmak için tasfiyeciliğin tasfiyesini gerçekleştirmek, tarihi bir görev ve sorumluluk olmaktadır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.