Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Anayasanın Yol Haritası Üzerine Değinmeler

Sezai Temelli

A.

Anayasa Latince “kurmak” ya da “kuruluş” anlamına gelen constituo ve constitutio sözcüklerinden kavramsal kökenini alıyor. Anayasalar hem kuvvetler ayrılığı düzenlenmesiyle hem de insan haklarının devlete karşı korunması amacıyla ilk kez, bugünkü anlamıyla 18. Yüzyılda kaleme alınmaya başlandı.

Pre-kapitalist dönemin egemenlik ilişkileriyle erken modernleşme döneminin iktisadi değişim dinamiklerini uzlaştıran bir siyasal içinden 18. Yüzyıl hukuk anlayışına baktığımızda, bu yazılı metnin önemli bir ‘mutabakat’a karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Uzun yirminci yüzyıla geçişte böyle bir mutabakatın kapitalist sistemin yol haritası açısından ne denli büyük bir öneme sahip olduğunu, geride bıraktığımız modern kapitalizmin tüm kriz uğraklarında sistem adına yaratmış olduğu korunaklarda görmemiz mümkün oldu.

Yükselen burjuvazinin yeni iktidar formunun belirlenmesinde, iktidar, hukuk ve ekonomi gerçeklik üçgeninde anayasaların işlevli kılınması sistemin kurgusu adına bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Bu işlevsellik aynı zamanda örtülü mutabakatın toplumsala aktarımını sağlayarak, toplum nezdinde meşruiyet meselesine de çözüm üretmiştir. Hukuk devleti sınırlarının burjuva liberal düzene uygun hale getirilmesinin ve siyaset-ekonomi ilişkisinin yeni bir eksene taşınmasının zaruri bir sonucu olarak 18. yüzyıl anayasaları önemli bir tarihselliğe denk düşmektedir. Yeni siyasal ve iktisadi düzene uygun ve toplum adına yapılan bu sözleşme aslında toplumla devlet arasında zor-rıza diyalektiğinde bir mutabakatı da öncelemiş oluyordu. Sistemin hukuksal boyutta inşa süreci anayasacılık zemininde yol aldı diyebiliriz.

Anayasal devlet yaratmış olduğu hukukilik kapsamında egemenin ve sermayenin bütünlüklü dolayımını ‘meşru’ baskı aygıtları eliyle toplumsal alanda yeni bir kamusallık yaratımıyla sağladı. Anayasa tartışmalarının kamu hukuku tartışmalarıyla neredeyse iç içe geçmiş olması kamunun toplumsal olanı ikame etmesinin bir sonucudur. Unutmayalım ki burjuva liberal hukuk kuramının ve kamu hukukunun asıl işlevi iktidarın meşruluğunu sabitlemektir.

Liberal anlayış özel-kamu ayrımını her ne kadar sınırdaş bir ayrım şeklinde belirlemeye çalışsa da aslında, kamusalın özel alan üzerindeki tahakkümü ve belirleyiciliği olabildiğince çıplaktır. Bu belirleyicilik kuvvetler ayrılığı ve insan hakları güvenceleriyle özel yaşamın özerkliğini biçim olarak korusa da özünde toplum adına hukuki sınırlılığı tarif etmektedir.

Anayasallık bu anlamıyla devleti, kamusalı yöneten erki özele karşı bir sınırlamaya mı tabi tutuyor? Yoksa toplumsalı ikame ederek aslında özelin kamusal olana müdahalesini mi sınırlıyor? Anayasal devlet bu anlamıyla insan hakları, eşitlik ve özgürlük taleplerinin egemene rağmen güvence altına alan ve siyasalın bu yönde gelişimine olanak sağlayan bir yapı mıdır, yoksa tam tersi, eşitlik, özgürlük hatta insan hakları taleplerini iktidarın kendi yeniden üretim süreciyle uyumlaştıran, baskılayan ve düzenleyen bir form mudur? Soruları çoğaltabiliriz, tüm farklı yanıtların kesişim kümesi bize aynı gerçekliği göstermeye devam edecektir; özelin devlet-yasa belirlenim çevrimi dışına bir kaçışı olanaklı olmadığı sürece, kamusal olana müdahale de olanaklı olamaz. Tam tersine tüm özerk alanları işgal eden devlet özeli yasacılık içinde boyunduruğa tabi tutar ve bunun hukukiliği de bizzat anayasallıktan referansını alır.

Bu bağlamda “liberal anayasacılık”, burjuva siyasal iktidarın hak ve özgürlüklerin etkili korunmasına ve denge-denetleme mekanizmalarına bağlı tutarak düzenleyen bir akımın adı olsa da özünde, anayasalı bir devleti meşrulaştıran bir mekanizmayı tarif ettiğini söyleyebiliriz. Sistemin egemen ve sermaye adına kendi korunaklarını olabildiğince ‘bilimsel’ bir maharetle ‘demokratik anayasalar’ içine yerleştirdiğini siyasal iktidarın sınırlarını aşma zamanlarında gözlemlemek mümkün. Sınır aşma olarak hak ihlallerine ve erklerin yürütmede birleşmesine olanak tanıyan, bu yeni yönetim anlayışını meşrulaştıran liberal anayasacılık toplumsaldan daha çok iktidar örgüsü içinde kurgulanmıştır.

Otoriterleşme olarak özetleyebileceğimiz bu sınır aşma hali, sistem dışı kabul edilen tüm taleplere karşı sistemi korurken, sistem dışını da disipline edici bir yayılımla hareket etmektedir. Anayasalı devlet hukuk alanının zor aygıtının düzenli ve düzenleyici üretimini sağlamaktadır. Cezalandırma, disiplin, yargının araçsallaşması gibi tüm sert kontrol mekanizmaları meşruiyetini açıkça anayasallıktan almakta.  Bazen gizli otoriterizmin, örtülü faşizmin, bazen de kurmaca istisna halinin yaratımı ile anayasallığın devlet hukukuna dayalı ama toplumsala aşkın olan niteliği tüm çıplaklığıyla modern kapitalizmin ve ulus-devletin krizlerinde açığa çıkıyor. İstisna hali özel bir hukuk değildir, hukukun eşiğini ya da sınır kavramını belirleyendir ve liberal demokratik geleneğin bir ürünüdür.

Anayasalar, siyasal ve iktisadi kurumların kendi içlerinde ve birbirleri ile olan ilişkilerinin oluşturduğu, toplumsala rağmen siyasal sistemin haritaları olarak da değerlendirilebilir. Toplumun rıza mekanizmaları üretimine dahil olduğu koşulları tümüyle dışarıda bırakmamakla birlikte, sınırların çizimi ve bu sınırlara kadar olan toplumsal ilişkilerin düzenlenişi önemle üzerinde durulması gereken bir alan. Öncelikle iktidarın kendisini hangi zemin üzerinde yükselttiğini gözden kaçırmamalıyız. Ulus ve sermaye birikimi zemininde yükselen modern devleti, onun yönetselliği olarak iktidarı ve onu bütünleyen kurumsal ilişkileri ilk başta bu zemin üzerinden tariflemek gerekiyor.

 

B.

Belirli bir gerçeklik ekonomisi olmadan iktidar uygulaması olamaz. İktidarı bu gerçeklik ekonomisi ve onun sınıfsal karakterini ortaya koyarak analizimize devam edebiliriz. Kapitalist toplumlarda devlet bir yanıyla egemen sınıfın çıkarını, diğer yanıyla sınıflı toplumda toplumsal bağı koruyan bir organizma olduğu varsayımından hareket edersek, bu ikili işlevin bütünlüklü ve birlikte yeniden üretim sürecini sağlayan ve bunun hukukiliğinin yaratılmasında en önemli referans resmi anayasalardır. Bu, aynı zamanda kapitalist toplumda devletin meşruiyet tabanıdır. Kolektif olarak bağlayıcı kararlar almak adına otoritenin uygulanması ve aktarımı anayasal bir form içinde güvence altına alınırken, bu işlevsellik bir yanıyla ulus-devleti diğer yanıyla sermaye birikimini gerçekleyen süreç olarak okunabilir.

Egemenin ulus-devlet kodlarında var ettiği iktidar ilişkileri ve bu ilişkilerin sürdürülebilirliği ile sermayenin artı değer üretimi ve buna el koyma mekanizmalarının sembiyotik ilişkilenmesi modern kapitalist devletin anahtar özelliğidir. Ulusun inşasıyla pazarın inşası süreçlerinin bütünlüklü, bakışık yolculuğu anayasal(ı) devletin inşa sürecidir de aynı zamanda. Süreç ulus ve pazarı buluşturan ve egemen için güvenceye alan bir dizilimi bize sunar.

Hukukilik/yasallık sorununun aşılmasında, disiplin ve düzenleme mekanizmalarının oluşumunda, hatta cezalandırma sisteminin yapılandırılmasında siyaseti yönlendiren vasıta olarak anayasallık başat role soyunurken, bu rol aynı zamanda devletin burjuva sınıfı adına yoksulların, işçi sınıfının zor/rıza geriliminde yönetilmesini sağlayan işlevini de gerçekleştirmiş oluyor. Kapitalist modernitenin ve ulus-devletin ortak tarihinde anayasal devlet, kapitalist toplumda devletin en sarih fotoğrafını karşımıza çıkarmış oluyor.

Kapitalist toplumlarda devlet farklı rejim biçimleriyle karşımıza çıkar. Burada devletin çok biçimliliğine dair tartışmaların ve analitik çözümlemelerin oldukça geniş bir literatüre sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu çok biçimliliğin arkasında ortak kesen bir zemin olarak anayasallık meselesi önemli bir değişken olarak kendisini korur. Tüm farklı rejimlerin bir anayasası var ve anayasalı devlet formuyla farklı düzenlemelerin ortaya çıkması ekonomik ve siyasi gerçekliklerin tarihsel, kültürel, sosyolojik ve uzamsal farklılıkları barındırmasıyla açıklanabilir. Bu ekonomik ve siyasi rasyonaliteyi, devlet aklını oluşturan dinamikleri okumamızda bize yardımcı oluyor.

Ekonomik ve siyasal rasyonalitenin bizzat devlet hukuku oluşumu içinde eklemlenmesi kapitalist toplumlarda devlet gerçekliğini betimler. Geçmişten miras alınmış ve yeni sistemin içinde dönüştürülmüş egemenlik biçimleriyle ulus-pazar ekseninde oluşan gerçeklik ekonomisi etkileşimi, güçler arası ilişkilerin nasıl belirleneceğini içinde bulunduğu toplumun, tarihsel, sosyolojik ve kültürel kodlarında yeniden biçimlendirmeye çalışır. Bu biçimlendirme kaçınılmaz olarak bir ‘kurgusal mutabakata’ ihtiyaç duyar.

Anayasallık bir demokrasi projesidir aynı zamanda. Kurgusal mutabakata karşılık gelebilecek olabildiğince esnek bir demokrasi kavramından bahsediyoruz. Demokrasilerin de rejim farklılıkları gibi bir çeşitliliğe sahip olduğunu devlet toplum ilişkisinin düzenlenmesinde görebiliriz. En yalın açıklamayla; burjuva demokrasisinin kapitalist devletin normal biçimi olma özelliğinin ön varsayımıyla, anayasallığın toplumsal ilişkilere aşkın bir tahakküme karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Bu tahakküm düzeyi demokrasinin nasıl bir biçim alacağını da belirler. Burjuva demokratik hegemonyanın istikrarsızlaştığı ve güvencesizleştiği bir sınırda normal devletin istisna devlete geçişi anayasallığa içkin bir sürecin de doğal akışıdır. Bu akış burjuva liberal sisteme göre kuşkusuz demokratiktir!

İstisnai devlet hegemonya krizine tepki olarak gelişir. Ekonomik, siyasal ve ideolojik krizlerin toplumsal güçlerin dahil olabildiği demokratik oyun aracılığıyla çözümlenemediği yerde, anayasal güvence altında sayılan demokratik kurumsal ilişkilerin ve toplumsal hakların askıya alınması bizzat anayasal çerçevede üretilir.

Bu üretim devlet hukukunun vazgeçemeyeceği otoriter karakterini bize sergiler. Daha ötesi, totaliterleşme eğilimi de bu hukuk içinde kendini üretebilecek dinamikleri barındırır. Geçici olağanüstü hâl ile askıya alınan hukuk liberal demokrasinin egemen adına katlanmak zorunda olduğu bir gerçekliktir. Sermayenin ve egemenin ulus-pazar düzleminin sürekliliği sağlamak adına katlanılması gereken bir süreçtir olağanüstülük…

Kapitalizm ve demokrasi arasındaki bu ilişki aynı zamanda ulus-devlet demokrasi arasındaki ilişkilerde de benzerlik gösterir. Egemenlik ulus temelli bir ilişki üretimiyse, bu ilişkinin dayandığı ulusun biçimselliği en az pazar biçimselliği kadar önem taşımaktadır. Burada toplumsal gerçeklik tali plandadır. Çokluğun bu plana dâhiliyeti hâkim ulusun ve pazarın tahakkümünü kabule bağlıdır. Biat sonrası pazarın müşterisi ile ulusun vatandaşı anayasal güvence altındadır. Devletin kurguladığı bu düzlemler tekçi, homojen formları esas alırken, çokluğu ve onun iktisadi gerçekliğini yok sayar ve yaratmış olduğu tahakküm hukukuna tabi kılar.

Son çeyrek yüzyılda yeniden yükselişe geçen otoriter devletçilik çokluğun politik hareketlerine ve radikalleşmiş demokratik taleplerine bir tepkidir. Yoksulların ve ulus içindeki farklı ulusların, halkların, sisteme olan itirazlarının, özgürlük ve eşitlik mücadelelerinin reform süreçleri içinde karşılık bulması, hâkim ilişkilerin tasfiyesine yol açabilecek potansiyelleri barındırma özelliği devletin sınırları aşma konusundaki temel gerekçesi olmuştur. Bu nedenle ve buna karşı olarak çokluğun siyasallaşmasına karşı otoriter devletçi eğilim giderek güçlenmektedir.

Burjuva demokratik cumhuriyet sermaye için en iyi olası siyasi kabuktur ve bu geçmişten miras alınan egemenlik ilişkileri ekseninde bir kez kurulduktan sonra bunu değiştirmek, reforma tabi tutmak aynı hukukilik/anayasallık içinde olanaklı değildir. Özellikle radikal reformist çabaların başarısızlığı bu siyasal kabuğun direnciyle alakalıdır. Bu kabuk bizzat devlet hukuku eliyle üretilen sistem için bir korunaktır ve bu korunağın en belirgin karakteri de kuşkusuz otoriterleşmeyi olanaklı kılan kurgusal mutabakattır.

Çoklu krizlerin sıklıkla ortaya çıktığı ve giderek kalıcılaştığı neoliberal döneme baktığımızda, istisnai devletin bir zorunluluk olarak sistem tarafından üretegeldiğini görürüz. Neoliberalizm salt iktisadi alanın düzenlemesini hedef almadı, ötesinde ulus-devletin ve piyasanın katı ve açık tahakkümünde yeni bir toplum mühendisliğine de soyundu.

Küresel kapitalizmin yoğun bir kriz içine sürüklenmesi, ulusüstü belirlenimden ulus-devletçi çözüm mekanizmalarına yeniden dönüşü sağlarken, yoğun finansallaşmış birikim rejiminde bu dönüş otoriterleşmenin düzeyini de olabildiğince yükseltti. Sadece çevrede değil, merkez kapitalist ülkelerde de otoriterleşme eğilimleri hızla yükseldi. Özgürlüklerin, eşitlik mücadelelerinin, özerkliklerin önüne çekilen büyük güvenlik duvarı yaygın ve düşük yoğunluklu savaş ve şiddet iktidarlarını karşımıza çıkardı. Vekalet esaslı küresel iç savaş istisna halinin süreklileşmesine olanak sağladı.

Normal anayasal düzenin elvermediği durumlara kadar ulaşan, otoriterleşme ötesi faşizmin kurumsallaşması sürecinde ise yeni anayasal düzenlemelerle veya geçici olağanüstü yasalarla ‘sorun’ aşılmaya çalışıldı. İdeolojik aygıtlar devletin bu yeni formunda iktidarı meşrulaştırmak için devlet ile giderek daha fazla bütünleşti. Güç tek elde, yürütmede toplanırken, medya başta olmak üzere tüm ideolojik aygıtlar bu gücü meşrulaştırmak adına biçimlendi. Temsiliyet olabildiğince zayıflarken, çoklu parti sisteminin sonlanmasına yönelik hamleler de yoğunlaşmaya devam ediyor.

Artan bir şiddet döngüsü eliyle hegemonya krizini aşmaya yönelik gelişmeler, rıza üretiminin neredeyse yok sayıldığı bu süreçte, tüm ideolojik aygıtların zorun üretimine tahsis edildiği bir aralıkta tüm yaşam alanlarını şiddet sarmalının içine çekmeye devam ediyor.

Krizler artık kapitalist modernitenin kalıcı özellikleri haline gelmiştir. Dolayısıyla istisna hali de devlet sistemi içinde kalıcı hale gelmiştir. Otoriter devletçilik, özgürlüklerin kısıtlanması ve kleptokrasi ile özdeşleşmiş piyasa ekonomisi yeni düzenin normalleridir.

 

Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı burjuva liberal sistem içinde her daim güçlü bir iddia olarak dile getirse de ve bunun güvencesi olarak anayasa gösterilmeye çalışılsa da yargı her zaman politik bir güçtür. Bağımsız ve tarafsızlığın hangi sınırda, hangi karşılaşmalarda sönümleneceği devlet hukuku ile biçimlenir. Özellikle kamu hukukunun inşası bu sınırın oluşumunda belirleyici olurken, politik bir güç olarak kendisini açığa çıkardığı en belirgin dönemler kuşkusuz olağanüstü hallerdir.

Tüm bu kurgusallığı olabildiğince içselleştirmiş bir anayasa ve hukuk sistemi olarak 12 Eylül’ü gösterebiliriz. 12 Eylül Anayasası otoriterleşmeyi olağanüstü durumlarda olanaklı hale getirebilen bir düzenlemeyi barındırmanın ötesinde süreklileşmiş bir otoriter yönetimi, ikili devlet olarak tanımlanmış bir paradigma uyarınca örtülü bir ikinci yapıyı da kurmuştur. İstisna hali sayesinde bu ikinci yapı sürekli olarak resmi anayasaya refakat edegelmiştir.

Neoliberal sosyo-ekonomik düzenin ve tekçi ulus-devletin bu süreçte kurgulanmasının önünde duran en büyük iki mesele Kürt sorunu ve yoksullar, emekçiler olmuştur. Yoksulluğun sistem içi aygıtlarla yönetilebilirliği, zayıflayan ve geri çekilen sınıf mücadelesinin de etkisiyle zamana yayılan bir düzenlemeyle belli kısıtlamalar içinde sağlanabilmiştir. Yaygın sosyal yardım programları ile yaratılan rıza sendikal mücadelenin zor ile bastırımına eşlik ederek sosyo-ekonomik alanın yeni dünya düzeniyle uyumlu hale gelmesini kolaylaştırmıştır. Küresel ölçekte benzer eğilimlere rağmen eğer en pervasız düzenleme bu coğrafyada gerçekleşmişse, bunun başlıca nedeni 12 Eylül rejiminin tahakküm politikalarının etkinliğidir.

12 Eylül’ün örtülü otoriter mekanizmaları ve ikili devlet paradigması içinde ördüğü tüm uygulamalara rağmen devlet Kürt meselesinde duvara çarpmıştır.  Kürt meselesinin tüm toplumsal ve siyasal alandan yalıtılma çabaları bu temel meselenin tüm toplumsal, ekonomik ve siyasal meselelerle bağdaşık olmasından dolayı başarısızlığa uğramıştır. Tam tersine, birçok yapısal mesele kronik bir hal alıp adeta çözümsüzlüğe itilmiştir. Demokratikleşmeden adalete, ekonomiden eğitime kadar birçok alanda yaşanan sorunların çözümsüz kalışının bu mesele ekseninde ele alınması çoklu kriz çözümlemeleri için oldukça yol göstericidir.

Bu gelişim kuşkusuz sadece iç siyasal ve toplumsal gelişmeler ekseninde değerlendirilemez. Dış politika ve küresel ekonomik gelişmelerin etkilerine olabildiğince açık olan bu sorun alanı, aynı zamanda   küresel ölçekte dış politikayı ve ekonomiyi de etkileyici bir güce sahiptir. Kürt meselesinin bölgesel ve küresel dinamiklerle olan bu etkileşimi kurgunun kifayetsizliğini birçok kez küresel ölçekte de açığa çıkarmıştır.

Çöktürme planı bu anlamıyla kendinden önceki istisnai mekanizmanın yetersiz kalışının da bir sonucudur. Nihayetinde bu plan anayasal bir biçime, 6771 sayılı kanunla yapılan 19. ve son anayasa değişikliğiyle yasal statüsüne kavuşmuştur. Bu değişiklikle getirilen yeni sistem siyasal iktidarı sınırlandırabilecek mekanizmaları tümüyle imha etmiştir. Bu sistem siyasal iktidarı tek kişilik bir yürütme organına teslim eden bir niteliğe sahiptir. Bu sayede faşizmin kurumsallaşması sağlanırken, yarı diktatörlük/temsili diktatörlük mekanizmasının yolu da açılmıştır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen ve dünyanın hiçbir yerinde örneği bulunmayan, cumhurbaşkanlığı makamının bir siyasal partinin başkanlığına bağlandığı; hükümetin ise mevcut olmadığı, dolayısıyla bir sistemin varlığından söz etmenin olanaksız olduğu yeni bir kurguyla karşı karşıyayız. 12 Eylül’ün istisna halinin yetersiz kaldığı, katı otoriter rejim inşasının kendini dayattığı bu son periyot, Cumhuriyet tarihinin yönetsel/hukuksal anlamda en yoz iktidar ilişkilerine sahiptir. Düzen kendi korunaklarından bile yoksun kalırken, kararnameler eliyle yasama ve yargı tüm işlevlerini yitirmiş durumdadır.

Temel hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı, ekonominin büyük çöküşüne rağmen talanlandığı, siyasetin toplumsaldan tümüyle koparılmasının yanı sıra yetersiz temsiliyet mekanizmalarının bile sökülmeye çalışıldığı bir zaman aralığı içindeyiz. Vesayetin en dramatik halinin ortaya çıktığı kayyım uygulamalarının belediyelerin ötesine tüm yönetsel/kurumsal işleyişe sirayet ettiği, yargı sistemini kuvvetler birliği içinde, yürütmenin aparatı konumuna itildiği bir döneme tanıklık ediyoruz.

Tüm bu gelişmelerin nedenselliğini açığa çıkarmadan bir kurtuluş reçetesi yazmak olanaklı olamaz. Reformlar eliyle bir düzeltmenin temel sorunları çözemeyeceği gibi artık sorunları öteleme şansı da kalmamıştır. Nedenselliği iki boyutta ele almak, özetlemek mümkün. Bunlardan birincisi çoğulcu toplumsallığına rağmen tekçi bir devlet hukukunun yaratmış olduğu temel sorun.  Kürt meselesinde çözüm, çoğulcu bir toplumsallığın nasıl bir hukuk ve nasıl bir yönetimle olabileceğine yanıt üretmeye karşılık geliyor. Diğer sorun ise yaygınlaşan ve derinleşen yoksulluk sorunu. Her ikisinin de yaşanan büyük adaletsizliğin taşıyıcıları olduğunu unutmamalıyız. Şiddet ve savaş sarmalına sıkışmış olan çokluğun kimliklerinden ve ortak zenginliğe erişim hakkından yoksun bırakılmış olmasına karşın demokratik cumhuriyet mücadelesi ile bir yanıt üretmesi artık bir zorunluluk arz ediyor.

 

D.

Bugün için en önemli tartışma başlıklarından biri demokratik anayasa tartışması ve arayışı olmalıdır. Bunun her şeyden önce bir anayasa yazım süreci olarak algılanmaması büyük önem taşıyor. Geçmişin anayasa uzlaşma komisyonları birçok çıkmaz yol deneyimini bize hatırlatmaya devam ediyor. Öte yandan, mevcut anayasallığı reformlarla yeniden üreten bir anlayışı da çağrıştırmamalı, ayrıca demokratik anayasa bir yargı/adalet mekanizmasının üretimiyle de sınırlanmamalı.

Egemenlik ilişkileriyle sermaye birikim rejiminin düzlemine sıkışıp kalan bir demokratikleşme programı ve anayasallık temel meselelerin çözümüne katkı sağlayamayacağı gibi, geleceğe yönelik umutvar bir siyasal/toplumsal gelişimin önünü de açamayacaktır. Sorunların nedenselliğini açığa çıkaran ve çözüm üreten bir paradigma ancak geleceğin özgürlük, eşitlik ve adalet ekseninde gelişimine olanak sağlar. Sorunların çözümü ile gelecek tahayyülünün buluşmasını sağlayabilen bir hakikat arayışı siyasal zeminde beklentilerimize yanıt ürettiği kadar, bundan öte toplumsal hukuku, adalet sistemini ve insan hakları hukukunu mevcut devlet hukukuna karşı ören ve onu gerçek anlamda bir mutabakata kavuşturan bir gelişimi de ortaya çıkarabilir.

Öncelikle demokratik anayasa nereden başlamalı sorusuna kısmen yanıt veren bir çaba olacaktır. Demokratik anayasa yapım sürecini örgütlemek ve bunu hayata geçirebilecek bir eylemsel çabanın içinde olmak önemli bir öncelik olarak gözükmekte. Mevcut anayasalı devletin ve yönetsel hali olan faşizme karşı mücadelenin de önemli bir alanı demokrasi mücadelesi ve bu mücadelenin bir parçası olarak demokratik anayasa çabalarıdır.

Anayasayı bir toplumsal sözleşme olarak görebilme her şeyden önce anayasayı toplumun oluşturmasını gerekli kılar. Toplum, hakikatle buluşan demokratik ilkeler çerçevesinde kendi anayasasını yapabilir. Siyasallaşmış toplum kendi demokratik anayasasını yapmaya muktedir olur. Bu süreç ancak “demokratik cumhuriyet” fikrinin yaratımı ve toplumun bunu kabulüyle mümkün hale gelebilir.

Demokratik anayasa ekseninde tartıştığımız mesele özünde yeni bir kurucu iktidar arayışıdır. Özgürlük, eşitlik, insan hakları ve adalet kavramlarının toplumsala, çokluğa ve onun doğal hukukuna uygun biçimde hayata geçebilmesi adına, çokluğun kendi sözleşmesini üretebilmesinin koşullarını nasıl yaratabiliriz? Ne yapmalı, nereden başlamalı sorusuna bir başka açıdan yanıt üretme çabalarından biri de demokratik anayasa için mücadele olmalıdır.

Demokrasi ilkeleri, hukukun üstünlüğü ve adalet ile hak ve özgürlükler, demokratik bir anayasanın kurucu öğeleridir. Bu öğeler ise ancak barış ortamında yaşam bulabilir. Barışı yok eden koşullar, demokrasiyi, hukuku, adaleti ve özgürlükleri de yok etmektedir. Bu nedenle toplumsal barış, demokratik bir anayasanın ön koşuludur. İstisna halinin beslendiği savaş ve güvenlik politikalarının sonlanması, barış mücadelesinin yükselmesi demokratik cumhuriyetin ve demokratik anayasa arayışının ön koşulu olarak değerlendirilebilir.

Bugün demokratik anayasa hangi düşünsellikten referanslarını almalıdır? Yeni yaşamı hedefleyen bir yolculuğa ihtiyacımız var. Bu da bize 3. Yol’u göstermektedir. 3. Yol radikal demokrasinin çözümleyici gücü altında demokratik bir cumhuriyet için yol haritasını betimlerken, bunun önemli bir gelişim dinamiği de kuşkusuz demokratik toplumun mutabakatını yaratmaya yönelik siyasal/örgütsel adımlardır.

Demokratik cumhuriyet demokratik ulus zemininde yükselir. Demokratik ulus sadece zihniyet ve kültür ortaklığıyla yetinmeyen, tüm üyelerini demokratik özerk kurumlarda birleştiren ulustur. Demokratik, özerk yönetim tarzı demokratik ulus olmanın başta gelen koşuludur. Bu yönüyle ulus-devletin de alternatifidir. Çokluğun mutabakat arayışına yanıt üretecek olan zemin ulus-devlet olamaz, olamamıştır. Demokratik özerkliği barındıran, özerk alanların inşasını önceleyen, radikal demokrasi ekseninde bir gelişimi içselleştiren, yerelleşmeyi, her ölçekte meclisleşmeyi ve katılımcılığı esas alan demokratik ulus anlayışı çokluğun mutabakatını gerçek anlamda siyasallaşmış bir sözleşme zeminine taşıyabilir. Buna olanak sağlayan da toplumun gerçek anlamda siyasallaşması, siyasalın toplumsallaşmasıdır.

Özerk yönetimleri, taban oluşumlarını, özgüllükleri kendisine, tekçi sistemine tehdit olarak gören ulus-devlet anlayışı aslında merkezi vesayetçidir ve vesayeti olabildiğince katılaştırarak kayyımcı bir yönetsellikle tüm özerkliklerle ikame eder.

Yönetsel yapıların demokratikleşmesini engelleyen ulus-devlet anlayışı aynı zamanda vatandaşlık hukukunu da eşitsizlik üreten, özgürlükleri devlet hukukuyla kodlayan bir zemine taşır. Demokratik bir anayasa arayışı aynı zamanda anayasal vatandaşlığın, eşit yurttaşlık temelinde bir buluşmanın da arayışıdır.

Ulus-devlet kodlarından arındırılmış bir demokratikleşme süreci gereklidir ama yeterli değildir. Üretim süreçlerinin, ekonominin de demokratikleşmesi, özerk alanlarını inşa etmesi siyasal düzlemle ekonomik düzlemin buluşması ve bütünlüklü dönüşümü için zaruridir. Yerel ekonomiye ve onun özerk işleyişine uygun bir hukuksallık yaratılamadığı sürece demokratikleşmenin gelişimi mümkün olamayacaktır. Kapitalist birikim rejiminin özerklikten kaçan, yerel ekonomileri ölçek ekonomisi içinde yutan tekelleşme eğilimi demokratikleşmeyi piyasa içine hapseden bir gelişime dayalıdır. Sermayenin piyasa anlayışını ikame edecek yerel pazar dinamiklerini de göz önünde bulunduran bir ekonomi hukuku genel demokratikleşme süreci için elzemdir.

Sonuç olarak, radikal demokrasinin çözümleyici gücü temelinde demokratik cumhuriyetin yol haritası birçok uğraklara sahip olacaktır. Bu uğraklardan biri de demokratik anayasa yapım sürecidir.  Toplumun tüm farklılıklarını ve özerk yaşam alanlarını koruyan bir buluşma süreci içinde anayasa yapımına katılımını mümkün kılmak yeni bir örgütsel mücadeleye de çağrıdır aynı zamanda…

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

  • Agamben, G., (2018), İstisna Hali, Ayrıntı yay., İstanbul.
  • Arendt, H., (2014), Totalitarizm, Totalitarizmin Kaynakları 3, iletişim yay., İstanbul.
  • Bensaid, D., (2011), “Sıçramalar! Sıçramalar! Sıçramalar!”, 173-190, Yeniden Lenin içinde, Otonom yay., İstanbul.
  • Foucault, M., (2002), Toplumu Savunmak Gerekir, YKY, İstanbul.
  • Forgacs, D. (hz.), (20109, Gramsci Kitabı, Seçme Yazılar 1916-1935, Dipnot yay., Ankara.
  • Hardt, M. ve Negri, A., (2003), Dionysos’un Emeği, İletişim yay., İstanbul.
  • Hardt, M. ve Negri, A., (2011), Ortak Zenginlik, Ayrıntı yay., İstanbul.
  • Hardt, M. ve Negri, A., (2012), Duyuru, Ayrıntı yay., İstanbul.
  • HDP, (2018), “Anayasa Strateji Metni”, yayınlanmamış parti içi çalışma, Ankara.
  • Jessop, B., (2016), Devlet, Epos yay., Ankara.
  • Martin, J., (2010), Poulantzas Kitabı, Seçme Yazılar, Dipnot yay., Ankara.
  • Öcalan, A. (2013), Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Cilt V., Dijital Erişim.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.