Düşünce ve Kuram Dergisi

Adalet ve Vicdanın Cinsiyeti Olur Mu?

Aysun Genç

“Kadın, adalet ve vicdan” konusunu yazmak kolay değil. Adalet ve vicdan üzerine çok fazla şey de söylenmiş ve yazılmış olsa da bu üç kavramı hangi düzlemde birleştirmek gerektiği konusunda henüz bir fikir oluşturmuş değilim. Birleştirmek mi gerekir, yoksa ayrıştırmak mı egemen sistemlerin yarattıkları itibariyle? Adaletin ve vicdanın cinsiyeti olur mu? Nihayetinde böyle bir konu başlığı altında, bu üç olgunun nasıl bağdaştırılacağı konusunda bir kesinlik oluşturmak karmaşık bir durum yaratıyor. Söz konusu kavramlar günlük yaşamda çok kullanıldığı için tanımlamak kolay görünüyor, nihayetinde her kavram için birçok şey söylenebilir, çünkü her an herkes bu kavramlar üzerine bir şeyler söyleyebilmekte. Kuşkusuz basit doğrular vardır. Kadının adaletin yaratıcısı olduğunu, vicdanı yüce bir varlık olduğunu söylemek, kadın doğasının adaletle donatılmış olduğunu ilk elden söylemek mümkün. Ancak kötülüğün bunca yaygınlaştığı bir dünyada bu yetmediği gibi yeterli olanı bulmaya yönelik bir emek eksikliğini de çağrıştırmaktadır. Çünkü doğal yaşamın bugün kapitalist moderniteyle yaşama durumu, doğallıkları- basitlikleri ortadan kaldıracak kadar karmaşıklaşmıştır. Karmaşıklıkta insana sunulan özgürleşme olanakları, bir o kadar, belki de daha fazla, insanı köleleştirme temelinde kullanılmıştır. Nihayetinde, basit olanda sadelik ve doğruluk aramak, kapitalizmi yenmemişsek ve kapitalist bombardımanlara maruz kalıyorsak, bu çağın yüzeyselliğine denk gelmektedir.

Kadını tanımlamak kadın bilimi olarak jineolojinin tüm disiplinlerini kapsamaktadır. Bir bilgi bilimsel dizin olduğu kadar yaşam bilimsel dizinleri de kapsamaktadır. Bundan dolayı kadın kavramına değinmek yerine kadın bilimin tüm insan bilimi kapsadığı gerçeğinden hareketle, toplumun kadınla insanlaşması gerçeğinden hareketle insan tanımını kullanmanın bu yazı kapsamında yeterli olacağını düşünüyorum.

Yapılması gereken, insan tanımı üzerinde durmak, insan türünün tekil olarak ne olduğunu anlamaya çalışmak, birey kavramına geçmeden önce varoluşsal olarak insanın ne’liği ve nelerden oluştuğu üzerinde durmak olmalı. Burada kasıt, kadın tanımını önemsememek ya da “kadın-erkek farketmez” türünden bir genellemecilik değildir. Kasıt, insan tanımı üzerinden ulaşılacakların kadında en yoğun şekilde temsil edileceği düşüncesindendir.

Bulunduğumuz taraf, düşünce ve konum ve yaşam tecrübelerimizin getirdiği bir sonuç olarak, demokratik modernite iddiasında olan birey ve topluluklar olarak, hiçbir kavramı mücadelesiz düşünmemiz mümkün değildir. Nitekim mücadele etmeye karar verenler, adalet eksikliğinin en fazla farkında olan, bu eksikliği kabul etmeyen ve doğru olanı gerçekleştirmeye karar verenlerdir. Mücadele kavramından ve mücadeleyi esas alan toplumsallıklardan bağımsız bir adalet varlığından söz etmek, mutlak adil bir tanrı varlığına dayanmak kadar kaderci olacaktır. Her tanrısallıkta yerleşik bir çaresizlik vardır. Çaresizlikler de insanı kaderciliğe ve devamında teslimiyete mecbur eder. Çare üretmesi gerekip de üretemeyenden daha üstün bir iradenin varlığı kabullenildiği anda birey iradesini teslim alır, bireyin tüm yaşamını işgal etmektedir. Bunu kabullendiğimiz anda ikilem oluşmakta ve üstün dediğimiz irade bize hükmetmeye başlamaktadır. Üstün irade, alttakilere hükmeder. Evrenin ortak oluşum iradesinin farkında olup kendimizde de bu iradenin bir yansımasını görmek yerine, kendimizi yaratılmış olarak görmeyi yeğlemek, kolay olduğu için mi tercih edilmiştir, yoksa bizlere dayatılan yaşam anlayışının bir sonucu ortaya çıkan bir teslimiyet midir? Bunu sadece kolay olanı tercih etmek şeklinde tanımlamak, insanın ulaşmış olduğu anlam düzeyini düşürmek olacaktır. Buraya kadar geldikten sonra şunu söylemek zor olmaz: Adaletin ve vicdanın cinsiyeti olur. Erkek adalet olmaz. Erkek vicdan olmaz. Toplumsallığın mevcudiyeti kadınla insanlaşma kökenine dayanır, adalet de vicdan da kadınla-kadınca-kadın değerleriyle olacaktır. Kadınların dillendirdiği “erkek adalet değil, gerçek adalet” sözü tarihten süzülen bir hakikatin kendini tüm çağlarda dillendirmesidir.

“Adalet mülkün temelidir” yazısını, avukatsız bir halkın bireyleri olarak Türk mahkeme duvarlarında sık görüyoruz. Burada esas mülk devlettir ve egemenlerindir, bu mülkün güvenliğini sağlayan da devlet yasalarıdır. Bunu sağlayan olguya adalet adı verilir. Bundan büyük bir yalan yoktur. Adaletin devletle, sömürüyle, sınıfsal uçurumların varlığıyla, tekçiliği garantileyen ve tüm halkları, dilleri, renkleri reddeden, kadını öldüğünde yasalarında “adam” sayan bir sistemin adalet addedilmesinin, adaletle zerre alakası yoktur. Tersini kabul etsek tüm iktidar vahşetlerini onaylamış olacağız. Hukukla çok fazla ilişkilendirilen adaletin mahkeme salonlarında ters yüz edilmesini baştan reddetmek gerekir.

Adalet kavramı, eylemin ikinci adımı olarak eyleyeni ortaya çıkarır. Adil olmak, adalet gerçeğini temsil etmek anlamında kullanılır. Adil olan kimdir? Kim adil olanı neye göre belirleyecektir? Adil olmayı sağlayan ne’dir? Neyin doğru yanlış olduğuna, kime-kimlere ne kadar hak tanınması gerektiğini kim hangi iradeyle-hangi kanaatle belirleyecektir? Adaletten söz edildiğinde “adalet duygusu” denir. Adalet bir duygu mudur, düşünce midir? Eğer duygu olarak tanımlanacaksa birinci doğada adalet aramak mı gerekir? Adalet, duygusal zekanın ürünü olarak varoluşsal mıdır, yoksa analitik düşüncenin ürünü olarak inşa ürünü müdür? Adalet birinci doğa’da var mıdır? Adalet, insan dışındaki diğer canlılar için geçerli midir? Birinci doğada yoksa, ikinci doğada adalet kavramı hangi esaslar üzerine inşa edilmiştir? Kimi araştırmalar adaletli yaklaşıma maruz kalmanın temel bir ihtiyaç olduğunu ve beyinde bir yere tekabül ettiğini savunur. Yani eşitsizliğe tepki veren sadece insan türü değil deniyor. Biyolojizme götürmeden böyle bir konuya da dikkat çekmek önemlidir. Birey olmanın kişilik kazanmakla bağlantısı varsa, insan türü kişilik kazanmadan önce, kişiliksiz

iken nedir ve nelerden oluşmaktadır insan? Kişilik kazanmak ne demektir, nasıl oluşuyor? Bunun öncesi ne anlam taşımaktadır? İrdelenen adalet kavramı, insan türü kişilik kazanmadan önce de var mıdır?

Etik-ahlak konusu olan vicdan kelimesi bir anlamda felsefeyle de ilgilidir. Felsefe sürekli yeni kavramlar bulmaya odaklanır. Vicdan kavramının toplumsal algılanışına bakıldığında nereye-neye kime hitap ettiği, ne teşkil ettiği sorularının cevabını vermek zordur. Adalet ve vicdan kavramlarına doğru, yeterli ve anlamlı toplumsal değer vermek istiyorsak, sosyal bilime arkeolojik yaklaşarak çözümler aramalıyız. Var olanlarla yetinmemeli, var olanın ardında, altında kalanları görmeliyiz. Kavram olarak adalet geniş bağlamda adil olanın sağlanmasıyla birlikte felsefi açıdan neyin adil olduğuna dair tartışmaları ve ulaşılan sonuçları da kapsayacağından adil olanın ne’liği üzerinde durmayı gerektirir. Bunun yanında ahlaki, etik, inanç kavramlarına da değinmeden edemez. Adalet söz konusu olduğunda din, inanç, ahlak, felsefe, hukuk bilimi ve uygulanışı da tartışmaya girer. Kavramın kaynağı kimi kültürlere göre değişim gösterse de evrensel değerlerde vardır ve evrensel olan toplumsallığın oluşumuyla bağlantılıdır. Bugünkü şekillenişine baktığımızda kimi sistemlerde eğitici tarz esas alınırken kimi sistemlerde de cezalandırıcı tarz vardır.

 

Adil Devlet Olmaz!

Sokrates adil birey kadar adil devleti de kapsayan bir adalet tanımı yapar. Platon da bu argümanı kullanır. Buna göre kişinin kendine ait olana sahip olması ve kendine ait olanı yapmasıdır. Adil bir birey doğru yerde, elinden gelenin en iyisini yapan ve aldığının karşılığını eşit olarak veren kişidir. Bu hem bireysel hem de evrensel düzeyde geçerlidir. Bir bireyin ruhunun üç temel parçası vardır: Akıl, maneviyat ve arzu. Aynı şekilde bir devletin de üç temel parçası vardır. Sokrates’e göre bilgelik aşıkları, felsefeciler yöneten olmalıdır çünkü sadece onlar iyinin ne olduğunu anlarlar. Biri hasta ise doktora gider, çiftçiye değil, sağlık konusunda uzman odur. Birey, idaresini, insanlar için iyi olanı değil de ne istediğini vererek daha fazla güç kazanmak isteyen bir politikacıya değil, iyi ve doğrunun ne olduğunu anlayan bir uzmana teslim etmelidir.

Sokrates düşüncesinde adalet erk organlarına, güç merkezlerine teslim edilmez. Yolu gösterenler, erk sahibi olanlar değil, yolu bilenler olmalı. Bugün devlet sistemlerinde devlet organlarının güç odağı olarak toplum üstü konumlanması ve her şeyi yönlendirme- belirleme temelinde sistem inşa etmeleri sebebiyle, toplumların gemisi çoktan batmıştır. Sokrates’in eleştirdiği sonuç budur. Devletçi iktidarların toplumları, halkları kendi istemleri doğrultusunda yönlendirmesi, adalet olgusunun da çıkarlar doğrultusunda kullanılmasını getirmiştir.

Adalet kavramının doğa kanununun bir parçası olduğunu düşünenler, adaleti bir sonuç olarak tanımlarlar. Yerçekimi kanunu gibi adaletin kanunundan söz ederler. Bu tanımda adalet evrenseldir ancak bunu doğanın bir gerekliliği olmaktan öte, bu evrenselliği pratikleştiren mutlak bir irade varlığına dayandırırlar. Yani tanrısal-tanrıcıdır. Adaletin tanrısal-evrensel olduğu düşüncesi, devletçi sistemlerde tanrı yerine devlet erkinin konulmasıyla özdeşleşir ve pratikleşir. Oysa adalet mülk değildir, devletle alakası yoktur, devletten çok önce bu olgu vardır. Adaletin mülk paylaşımına odaklanması da ürün fazlasının ortaya çıktığı dönemlerden sonra, ortaya çıkan paylaşım sorunlarından kaynağını almaktadır. Adalet, kişilerin insafına bırakılamaz. Zaten kapitalist modernite ortaya çıkmadan önce de adalet, toplumsal eşitlik konuları kişilerin insafına bırakılmamıştır. Toplum olgusu, tüm zamanlarda toplumsallığın sürekliliğini sağlayan komünal güce işaret eder. Bugün irade temsili adı altında icat edilen temsili demokraside adaleti sağlamaktan ziyade, daha fazla sömürü ve istismar anlamına gelir. Kimi görüşlere göre adalet, ilgili herkesin ortak uzlaşmasıdır, eşitlik olmadığında geçerli olan bir kavramdır. Sosyal adalet kavramı da son yüzyıllarda ortaya çıkan bir kavramdır. Birey-birey ve birey-toplum ilişkisinde ayrıcalıkların, fırsatların ve refahın nasıl bölüşüleceğine dair değerler toplamı sosyal adalet olarak tanımlanmaktadır.

Yasalar önündeki eşitlik denilen şey, sosyal farklılıkların inkar edilmesi, görülmemesi, önemsenmemesidir. Özünde de toplumsal uçurumlar inşa eden kapitalist modernitenin bunu esas alması, temelindeki libaralizmden kaynaklanmaktadır. Adalet olarak tanımlanan kaba eşitlikçi yaklaşımlar özünde adaletsizliğin temelidir. Tanrısal adalet kavramı da toplumbilimde önemli yer tutar. Tanrısal adalet, ilahi emirlerin yerine getirildiği sürece gerçekleştiğine inanılan tanrısal adalettir. Kader, itaat, teslimiyet kavramlarını kapsar. İlahi adalet, takdir-i ilahi kavramları insanların en çaresiz kaldıkları dönemlerde sığındıkları bir olgudur. Devletçi sistemler, kendilerini adalet sağlayıcı olarak tanımlarlar. Cezalandırıcı adalet anlayışı, suçu işlememe, suç eğilimini eğitme, suçtan vazgeçirme şeklinde değişim gösterir, ancak kimi görüşler bunun intikamcı olduğunu söylemektedir. Adaleti sağlama adına gerçekleştirilen birçok cezai durum, özünde korku yoluyla o eylemden kaçınmayı ya da sonuçlarına katlanarak yapılmasını hedefler. Bunun yanında onarıcı adalet denen bir teori de vardır. Yasallığı esas alır ancak cezalandırmayı değil, mağdur ve suçlunun ihtiyaçlarına bakarak uzlaşmayı sağlamaya odaklanır. Özür dileme, telafi etme, hizmet etme gibi sorumluluklar verir. Boyutu ne olursa olsun adaleti sağlama adına devletlerin yaptıkları da kendilerini tanrı yerine koymak, korku yaymak ve korku yoluyla zihniyet sömürüsü yaratmaktır. Adil devlet olmaz.

İnsan yaşamıyla, ilgisiyle bağlantılı olarak dinler de adalet kavramını tanımlamıştır. Birçok dini önder, savaşçı kendini adalet sağlayıcı olarak ilan etmiş ve tüm yaptıklarını da bu kapsam içinde adlandırarak topluma kabul ettirmiştir.

Bu tanımlardan yola çıkarak şu söylenebilir. Adalet, adaletsizlik üzerinden, ortaya çıkan eşitsizliklerin, haksızlıkların giderilmesine dair yöntemler olarak, diğer deyişle bir yadsıma olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Sistemlere Katlanma Uğruna Kendi Benliğinden Vazgeçme!

Bir yadsıma olarak ortaya çıkan adalet kavramının, ortaya çıkışı da vicdan kelimesiyle bağlantılıdır. Vicdan sözcüğü Arapçadır. Kavramın anlamı ise karmaşık ve derindir. Vcd kökü “beş duyu organı aracılığıyla bulma’yı ifade eder. Bir şeyin tadını, sesini, kokusunu, sertliğini bulmak, fark etmek, algılamak manasını ifade eder. V-c-d kökünden türemiş olan vicdan “bulmak, zenginleşmek, sevmek, üzülmek, öfkelenmek” anlamlarına gelirken aynı şekilde “bolluk, rahatlık, zenginlik” anlamına da gelip vücdân şeklinde de kullanılır. Bulmak ve kaybetmek, sevmek ve üzülmek, zenginlik ve öfkelenmek farklı anlamlarının aynı kavramda toplanması, vicdan kavramına ilgili, kavram etrafındaki mutlaklaşmayan tartışmayı daha da arttırmaktadır. Etimolojik kökeni önemlidir fakat bugün kullanıldığı anlam tek kavramda ifade bulur.

“Kişilerin kendi niyeti veya davranışları hakkında kendi ahlaki değerlerini temel alarak yaptıklarını veya yapacaklarını ölçüp biçtiği bir kişilik özelliği” olarak tanımlanan vicdan, dinlerde, felsefi akımlarda, mistisizmde önem verilen bir kavramdır. “Kamu vicdani” ifadesi de kullanılır. Ancak dinlerin ya da felsefelerin esas aldığı tanım, vicdanın bireysel bir durum olması temelindedir. Felsefeye göre, iç huzuru veya iç sıkıntısı vererek kişiyi uyaran vicdan bir kavram değil, kişinin bir yeteneğidir. Metafizik yaklaşım, bu yeteneği varoluşsal kabul eder. Dünyevi anlayış ise insanın içinde bulunduğu toplumsal koşullarla belirlenmiş görgü ve bilgisinin sonucunda oluştuğunu savunur. Nietzsche’ye göre vicdan, borçlanma ahlakına bağlı olarak gelişmiş, “söz verebilen bir hayvan yetiştirmek” için icat edilmiştir. Neo Spiritüalist kavrayış ise vicdanın, ruhun belirli bir aşamasında açığa çıkan ruhla birlikte gelişen bir yetenek olduğunu savunur.

Vicdan, psikanaliz kuramında, benlik yapısının açıklanmasında ve ruh çözümlemesinin anlaşılmasında önemli yer tutar. Freud’un oluşturduğu psikanaliz kuramına göre ruhsal yapının oluşumunda üç önemli bölüm vardır. Bunlar; İd-alt benlik, Ego- benlik, Süper ego-üst benliktir. Zihnin işlevleri olarak meydana gelir, zihin oluşumunda rol oynarlar. İnsanın ruhsallığının oluşumunda belirli şekillerde meydana gelir ve birbirleriyle ilişkili olarak yer alırlar. Buna göre id, içgüdüsel ögelerin temsilcisidir, sürekli doyum arar, haz ilkesine ve birincil düşünme süreçlerine uyar. Ego ise altbenlikten ayrışarak oluşur, insan kendisi ve kendisi olmayanı ayırmaya başlar. Dürtüler ve doyum arayan öğeler üzerinde hakim olmaya başlar, gerçeklik ilkesine doğru ilerlemeye başlar. İkincil süreç düşünme biçimleri de bu süreçte meydana gelir. Benlik tüm yaşam boyunca altbenlik ile üstbenlik arasında denge sağlayıcı rolü üstlenir.

Süperego yani üstbenliğin ortaya çıkışıysa, ödipal karmaşanın çözüldüğü döneme denk düşer. Artık birey insan iyi-kötü, doğru-yanlış gibi ayrımları edinir. Çocuk bu süreçte cinsel kimliğini edinmeye başlar ve toplumsal değer yargıları edinir. Süperego ruhsal yapının düzenleyici, dizginleyici, yargılayıcı, suçlayıcı ve cezalandırıcı ögesidir. Vicdan oluşumu da süperego oluşumuna denk gelir. Toplumsal değer yargılarının oluşması vicdanın kökeni olarak tanımlanır. Suçluluk duygusu süperegonun yargılama-karşılaştırabilme yetisinden doğar ve üst benliğin benliği cezalandırmasını içerir. Vicdan tam da budur. Bugün, insanda genelde id ve ego oluşmuşsa da süper ego’nun oluşup sağlıklı yaşadığını söylemek zordur. Sistemlere katlanma uğruna kendi benliklerinin, insan olmanın önemli bir aşaması olan süper egolarından vazgeçiş yaygındır. Bu durumdaki insanın vicdanı olmaz, adaleti de sağlayamaz.

Vicdan konusunda da yapılan birçok tanım-yorum olsa da insanın görüp bildikleriyle kendini yargılama gücü olarak tanımlayan felsefi yaklaşım önemli bir veri oluşturur. Vicdan öznel bir bilinçtir ki, kişiye eylemleri hakkında yargılama, onaylama ya da reddetme, hesap sorma ya da suçlama şeklinde hükümler verdirir. İnsanın doğru ve yanlışlarını ortaya koyan, iyi ve kötünün sınırlarını belirleyen yol gösterici, bir iç ses olarak da tanımlanır. Vicdan, insanın bütün duygu ve düşüncelerini, bu duygu ve düşüncelerdeki maksat ve niyetleri adım adım izleyen, hiçbirini kaçırmayan, hatır, gönül, hoşgörü, merhamet, dostluk, iltimas durumları olmadan yargılayıp sorumluluğu takdir eden, sürekli çalışır halde olan bir hükmedendir. Kimilerine göre vicdan, insanın yapıp ettiklerini kendi içinde sorgulama becerisidir.

Bir hayvan açsa başka bir hayvanın açlığından önce kendi açlığını düşünür. Ancak bu açlık bir insanda yaşanmışsa durum değişir ve öncelikle kendi açlığını düşünmesi bir geri insan, tamamlanmamış insan olma durumuna tekabül eder. İnsan olmak, bir yandan evrensel hakikat temsil etmek olurken bir yandan da kendini diğer canlılardan ayırmanın fedakarlığını yapmayı şart koşar. Bu fedakarlık bilinçle, farkındalıkla mümkün olmaktadır. İnsanın kendi farkına varması kadar başkasının farkına varması, kendi varlığının başkalarının varlığıyla birlikte mümkün olduğunun bilincine ulaşması, başka türlü bir varlığın mümkün olmadığını-olmayacağını idrak etmesi, yani toplumsal bir varlık olarak insan olması, insan türünü insan yapmakta ve diğer canlılardan ayırmaktadır. Bu anlamıyla birinci doğada olsun ya da olmasın, insandaki ahlak-adalet-vicdan kavramlarının yaşanma düzeyi özel bir farklılık arzetmektedir. Adalet, vicdan kavramları ağırlıklı olarak ahlak, etik kavramlarıyla var olabilmektedir.

 

Kendini Bilmek!

İnsan türünde ahlak-adalet ve vicdan kavramının toplamını anlamak için özgürlük gerçeğine bakmak gerekir. Özgürlüğün temel ilkesi kendini bilmektir. Şüphesiz her insan az ya da çok kendini tanımlar, kendine dair kanaatler oluşturur. Ancak tanımlanan ile gerçek aynı mıdır? Kendini bilmek o kadar kolay olsaydı Hallac neden derisi yüzülene kadar ilerletir miydi işi? Kemal Pir kendini damla damla eritir miydi? Özgürlük o kadar kolay olsaydı Ronahi- Berivan kendilerini yakar mıydı? Neden bunca hakikat arayışçısı canı pahasına canı tanımayı seçmiştir? Buradan da anlaşılmaktadır ki kendini bilmek zor ve karmaşık bir iştir. Kendini tanımak, tanımlayabilmek, bunu salt söz dizinli tanımlara sığdırmaktan öte, yaşamı hak ettiğince karşılayabilmek, tarih boyunca değerli birçok insanın-öncünün-filozofun temel arayışı olmuştur. Verili bilme sınırlarını aşmak da kendini bilme düzeyiyle bağlantılıdır. Kendini bilmenin ahlakla bağı kesindir. Ataerkil devletçi sistemin kendini kurumlaştırması ve süreklileştirmesi için mutlaka tüm topluma saldırması, toplumun varoluşsal değerlerini yıkmaya yönelmesi gerekmiştir. Toplum ve birey kendine, duygularına, düşüncelerine, hayallerine yabancılaştırılmadan erkek egemen sistem inşası mümkün olmamıştır.

Toplumun ana kök hücresi olan komünal değerler, her şeye rağmen bugüne kadar belli oranda korunup taşınabilmişse de, ahlaki ilkelerin uğradığı aşınmalar toplumu giderek bir yıkıma sürüklemektedir. Yıkıma uğrayan yanlar doğal toplumun temelini oluşturan yanlardır ve toplum olgusunun temeline yerleşmiştir. Toplumsallaşmanın temeli olan bu değerler aynı zamanda bireysel varoluş için de olmazsa olmazlardır. Yalan söylemek, var olduğundan başka türlü görünmek ve kendine ait olmayanı ele geçirmek ahlak ilkeleri kapsamında değerlendirilen konulardır. Toplumun oluşması açıklık ilkesine, birlikte var olmaya dayandığından yalan söylememek, dürüst olmak, başkasını kendisi gibi düşünmek temel ahlaki ilkeler olmuştur. Ancak bugün böyle değildir. Tüm sistemlerde yalan söylemekle başlayan ve sıralanan birçok edim ayıplandığı söylense de bugün en ayıp olan şeyleri yapanlar kapitalist sistemin en itibarlı kişileri olmaktadır. Nereden nereye derken aradaki mesafenin ahlak yıkımı olduğunu görmek zor değildir.

Toplumun ilk şekillenişi ortak çalışma, yeteneğine göre katılım ve ihtiyacı kadarını almak gibi özellikler, doğal bir özgürlükler, yani herkesin kendini var edebilmesini mümkün kılan bir yaşam yaratmıştır. Herkes kendini var edebiliyorsa yalan yok demektir. Zira insanlar mevcut yaşam dâhilinde kendilerini yaşatacak olan ihtiyaçlarını karşılamaktadır ve diğer insanlardan daha fazla almayı düşünmemektedir. Biriktirme anlayışı olmadığı için emeğin verebileceğinden az, ihtiyacın alabileceğinden çok olmasına dönük bir çaba içine girilmez. Haksız kazanç edinme gibi bir amaç olmadığından haksızlık-hırsızlık anlayışının yaşama ve ilişkilere yansıyan toplum dışı eğilimler de ortaya çıkmamaktadır. Bu yönlü girişimler olduğunda bunların ağırlıklı toplumsal denetim, eğitim ve yaptırımlarla aşıldığına yönelik araştırmalar vardır. Çünkü sistem değişikliği bu yöntemlerin direkt olarak karakter değiştirdiğini ve yerini şiddet, yalan ve baskıya dayalı yöntemlere bıraktığını göstermektedir. Ataerkil sistemin başlamasıyla birlikte yaşam anlayışına bağlı olarak yaşam biçimi değişmiş, tüm yaşamsal olgulara bakış farklılaşarak insanlığın aleyhine, komünal-doğal yaşam tarzının karşıtına dönüşmüş ve hâkim kesimlerin çıkarını gözeten sistemin hizmetine girmiştir.

Kapitalist sistem insanlığa vurulan en keskin darbedir. Feodal sistemde kırıntı halindeki toplumsal yanları parçalayarak yok etmesi, cinssizleşmeye doğru bir yönelişi geliştirerek hiyerarşi oluşturması, tüm egemenleri eril, tüm ezilenleri de dişil yapması ve deforme olmuş kimi toplumsal değer yargılarını tümden öldürmesi, kapitalist sistemin toplum düşmanlığını açıklar. Kapitalist sistemin şekillendirdiği insan tipi ahlaki ve politik toplumun ilkelerini yerle bir ederek ortaya çıkmış ve bu enkaz üzerinde kendini varetmiştir. İşçilerin haklarını savunmak, emeğin kutsallığını savunmak ayrı bir konu olmakla birlikte, işçileşmenin köleleşmek olduğunu anlamaya çalışmak, insanların işçileşmeye ikna edilmesinin büyük bir zihniyet yıkımıyla mümkün olduğunu bilmek gerekir. Bugün tüm insanların toplu olarak fuhuşa ikna edilmesinden de daha ahlak yıkıcı bir durum olduğu kesindir.

Kapitalist sistem zamanla tekniği güçlendirdikçe -sistem içinde bireyin gelişimi önemli oranda artmasına rağmen- teknik üstünlük karşısında bireyi sanallaştırmakta, mekanikleştirmekte, kendi özgücünden ve öz iradesinden uzaklaştırmaktadır. Bu durum karamsar, iddiasız, kendiliğindenci ve kaderci bir insan tipini ortaya çıkarmaktadır. Kapitalizmin bugünkü konumu kendi gücünden değil, toplumun ve bireyin kendi gücüne olan inançsızlığından kaynaklıdır. Ortadoğu toplumları da belli oranda kapitalist sistem etkisine girmekle birlikte, ağırlıklı feodal kültürü yaşamışlardır. Kapitalist sistemin tüm yayılma ve tahakküm çabalarına rağmen toplumsal mücadele yürütülmüş, çoğu zaman din adına yeni olana karşı direnişler gösterilerek geleneğin sürdürülmesi çabası verilmiştir. Tüm bu mücadelelerde ortaya çıkan, belirginleşen cins de doğal olarak tüm etkinliklerde başrolü üstlenen erkektir. Erkek egemen sistem karşısında mücadele eden, savaşan, yiğitlik gösterenler erkek bireyler ya da bir erkeğin gösterebildiği yiğitlik vasıflarına ulaşabilen yani erkek gibi olabilen kadınlardır. Çünkü kadın olarak verdikleri tüm emeklerine rağmen onları bu mertebeye ulaştıran “erkek gibi” olmaları, “erkek sözü” vermeleri ve bu sözlerini “erkekçe” yerine getirmeleri olmuştur. Toplumda erkek kültürü hakim olmaya başladıkça yalan ve hırsızlık daha da artmış, ahlak ölçüleri zayıflamış, bu durum da adalet kavramının ortaya çıkarak bir temel ihtiyaca dönüşmesini getirmiştir. Özünde ahlaki-politik toplumu oluşturan yaşam tarzı, ortaya çıkan yeni zor ve yalana dayalı erkek sistemiyle birlikte kendi özünden çıkmış, bu durum, yeniden ahlak ve politik toplum yaşamının tesisi için adalet kavramına ihtiyaç duymuştur.

Evrensel varoluşun sonsuz olmadığını, en anlamlı varoluşun anlamlı yaşamların sonluluğu olduğunu bilince çıkaranlar, yüreklerinin derininde bu anlam zerresini yaşayanlar hakikat arayışçılarıdır. Gerçeğin uzağına düşüldüğünü erkenden anlayanlar, yüreklerinde bir sızıyla duyumsayanlar, evreni yüreklerinin derininde sezenler-bilenlerdir onlar. Yanlışa karşı koyma, haksızlığa tahammül edememe, adaletsizliği kabullenememe, yaşamın özünü oluşturan gerçeklere karşıt olan her şeye karşı olmak, arayışı tetikleyen ilk kıvılcımdır. Hakikat arayışı ahlaki bir yaşam yaşamaktır. Bu yönüyle hakikat arayışçıları da önce ne yaşadıklarının, nasıl yaşadıklarının tanımını yapmakla başlamış, akabinde nasıl yaşanması ve nereden başlanması gerektiğinin çözümlerini aramışlardır. Onlarınki özgür ve ahlaki bir yaşamdır. Ama bu yolculukta, hakikate ulaşma ve ulaşılan hakikati tüm insanlara ulaştırma çabasında karşılaştıkları zorluklar da aynı düzeyde hayatidir.

Hakikat arayışı olarak tarihte yerini alan bu yönelişler, kendini arayıştır. Kendini aramak ve buldukları yeniyle mevcut olanı yüzleştirerek bir tercih yapmaktır. Bu tercihler kendini yaratma adımlarını oluşturduğundan bu kişiler, kendilerini yarattıkları oranda evrendeki varoluş iradesiyle uyumlu bir evren parçası olduklarını duyumsarlar. Tarihteki en yüce anlam arayışlarının ve kendini buluşların kaynağında, mevcut olanın derin tahlilini, var olan geriliğin reddini ve ondan kurtulma isteminin yakıcılığını görmemiz de bununla bağlantılıdır. Uçmak, yerdekileri görmemek değil, yerdekileri görüp ondan kendini sıyırmaktır. Olmak için, biraz ölmek gerekir. Ama egemen sistemlerin bizleri öldürmesini reddetmekle başlar bizleri olduracak ölmek. Çünkü anlamlı yaşamın temelinde, özgür iradeyle varoluş ve evren iradesine katılma vardır.

İnsan yeteneğinin sınırları, bir anlamda evrensel gelişimin en üst düzeyidir. Bu öyle büyük ve sınırlı aklın duvarlarını zorlayacak düzeydedir ki, tüm kutsal kitapları yazdıran, kaleme alan ve ona inanan, tapınan ve uğruna ölümlere yürüyen insan gerçeği bunun sadece görünür bir örneğidir. Evrendeki oluşun bütünlüğüne bir anlam vermek, her oluşta bir anlam bulunduğunu ve bunun insana uzak ya da ters olmadığını bilmek, insan olmaktır. Kendinden gayri bütün oluşu, yenilgi saymadan kabullenmek ve kendi varlığına saldırı olarak görmemek, insanda dile gelen ve evren yaşamının yüceltilmesi olan evrensel mükemmeliyetin farkında olmaktır. Farkında olmayan sevemez, gönül veremez, evrenin zerrelere yerleşen anlamına erişemez. Bundandır, her sevmekte biraz kendini sevmek vardır. Bunu her ifade edişte insan olmanın farkındalığının beyanı vardır. Bu farkındalık kim olduğu arayışına bir cevap olabilir.

Bilmek, kişiye yeni kapılar, yeni yollar açarken bilmemek kapıları yüzümüze kapatan, yolları çıkmaz sokaklarda kilitleyen bir son oluşturur.

Ortadoğu insanı her varlıkta, her oluşta bir kutsallık, insanüstülük görür ve bu insanüstülüğü tanrı olarak tanımlar. Allah kavramı bundan dolayı Ortadoğu’da her an her yerde vardır. Her an anılır, varlığı hissettirilir. Erkeklere allah ile biten isimler sınırsız inşa edilerek verilir. Tanrısallığın erkek karakteri, kadın kültürüyle kadın eksenlilikle oluşan yaşamdan çok uzaklaşıldığını da gösterir. Bugün çok fazla Allah adı telaffuz edilmesine rağmen fazlasıyla bir tanrısız, allahsız durum yaşanıyor. Kadın eksenli kültürden uzaklaşmanın, erkek egemenlikli düşüncenin gelişmesinin sonucu olarak ortaya çıkan toplumu var eden ahlaki değerlerin zayıflamasının da sonucudur.

Buna rağmen İslama bu kadar çok sarılmanın olması, Ortadoğu insanları olarak korkunç bir gerçeğimizdir. Korkunçluğu Allah korkusundan ve yitip gidenlerin yerine yenisini koyamamaktandır. Ortadoğu, elinde tuttuğu, sığındığı ve kendini her şeyiyle ifade ettiği manevi dünyasının yıkılacağı korkusuyla, kandırıldığını bilse de ve içine bir şüphe düşse de giderek daha çok sarılmaktadır verili kutsallık kalıplarına. Çünkü yerine neyi koyacağını bilememektedir. Yerine koymak için, var olan teolojiden daha anlamlı bir yaratım bulması gerekmektedir ki, mevcut yaşam içinde bunu ortaya çıkaramamaktadır. Ortaya çıkarılacak yeninin temelinde toplumsal hakikatin anlaşılması temelinde zihniyet yenilenmesi vardır.

Özgür yaşamın temel şartlarının başında, yaşamı doğru algılamak, ahlaki toplumun temel özelliklerine uyumlu yaşam algıları oluşturmak kadar, bunları gerçekleştirmek, çıkan engelleri aşmak ve mevcut algıları ileriye götürmek için yaratıcı düşünceyi sağlamak, yer almaktadır. Bu durum politik olmayı, kendi tekilliğinde yanlış algıları ortaya çıkarıp aşabilecek gücü oluşturmayı, özgürlüğü tercih etmenin kendisinin güç olduğu bilincini içselleştirmeyi ve bulunduğu yerin, algılama tarzının konumlanışının bir güç olduğunu bilmeyi, kendi farkında olarak hareket etmeyi gerektirir. Yaşamı doğru tanımlamak, doğru olanı tercih etmek ve bundan güç almak gerekmektedir.

Çağ insanının yüreğinde, beyninde ve bir bütün ahlak anlayışında yer almayan adalet olgusunu, terazinin kefesinde aramak kronik hastalıklara ağrı kesici bile olmayacaktır. Aşındırılmış olan ahlak anlayışını yeniden kazanmak hayatidir. Bizi oluşturan ama günümüzde itibarından oldukça yitirmiş olan gerçeklerden biridir ahlâk. İnsanın sürüler halinde yaşayan herhangi bir varlık olmaktan çıkıp toplum olmaya yönelmesi ahlâkla mümkün olmuştur. Ahlâk anlayışını oluşturan kurallar bütünü toplumun yaşama standardını göstermektedir. Tabii bu algının oluşması için ahlâk kurallarını, kesinlikle hukuk kurallarından bağımsız düşünmek gerekmektedir.

İnsanı, birinci doğadan ikinci doğaya taşıyan oluşturucu güç ahlaktır. Kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. İnsan yaratımıdır. Evrenin, kendini var etmenin sonsuz çabasını gösteren insana lütfudur da denebilir. İnsanla var olan ve varlığını tüm zamanlarda teminat altına alacak olan bir tutkaldır. Toplum ahlâksız düşünülemez. İnsanları toplum olarak bir arada tutan ve toplum olarak kalabildiği sürece yaşamı garantileyen temel güç ahlâktır. O olmazsa toplum çöker. Bugünkü tablo, ahlakın fazlasıyla azaldığını gösteriyor.

Ahlâk kurallarının temelini oluşturan özelliklerden biri ürün fazlasının kişilerin tasarrufunda olmayışı, armağan olarak dağıtılmasıdır. Armağan ekonomisi de denilen bu dönemler değiş-tokuşun dahi ayıplandığı zamanlara tekabül etmektedir. Çünkü armağanda karşılık yoktur. Kendinde olup diğerinde olmayanı dağıtmaktır armağanın amacı. Çalmak ahlâksızlıktır. Karşılıklılık ahlâki değildir. Simbiyotik ilişkidir. Karşılıksız ama gönüllü olmak esastır. Çalmak, içine yalan karıştığından, emek bilmezlik olduğundan ve gönüllülüğe dayanmadığından ahlâki değildir. Açıklık ilkesini yok saydığından çalmak ahlaksızlıktır. Neyin neye karşılık geleceği tam olarak bilinemediğinden ve insan emeğinin, alın terinin hiçbir şekilde ölçüye mahal vermeyecek kadar kutsal olmasından dolayı karşılıklılık ve hesap düşünülmemektedir. İhtiyaç nesnesi varlıkların, kişilerin sınırsız tasarrufunda olması, yani mülk konusu edilmesinin akla hayale bile gelmediği bu zamanlar, toplumsal insanın temelini oluşturan zamanlardır. Mülk edinme olgusu, bir sapma olarak insan yaşamına girmiştir. Ve bu sapma, kendisiyle beraber birçok ahlaki sorunu da getirmiştir. Farklılıkların eşitliği ortadan kalkmıştır. Başka birinin hakkı olana el koyma bundan sonra gelişmiş, birçok kutsallık bozulmuştur. “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” sözü söylenir. Oysa mertliği bozan sadece tüfek değildir. Kadının üretimsel buluşları karşısında icat edilen hesapçılığa, çıkarcılığa, birikime dayalı tüm icatlar bozmuştur mertliği.

Modernist hegemonyanın gerçekleştirmeye çalıştığı öldüren bir eşitlik, insanların adalet arayışlarını manipüle etmek için uydurulmuştur. Kadın duyarlılığı bu mevcut dünya-yaşam tablosunu görmektedir. Görmek, bu tabloyu değiştirecek gücü degerektirir. Tersi durumda kapitalist modernitenin liberal politikaları içinde erimek kaçınılmazdır. Bu duyarlılığımıza karşılık güç, ideolojik temel ve anlam oluşturmazsak ve yeninin, özgür yaşamın, doğru yaşamın algısını zihniyetimizde somutlaştıramazsak, bunları pratikleştirmenin politikalarını üretemezsek, yaşam bizleri affetmeyecektir. Cinsiyetçiliğin yansımalarını fazlasıyla görüyoruz, çünkü soluduğumuz hava gibi tüm dünyayı sarmış durumdadır. Buna karşı radikal bir duruş, demokratik modernite felsefesinde bir mücadele yürütmek, özgür ve anlamlı yaşamak için zorunludur.

Kölelik, salt fiziksel değil esasta ideolojik bir olgudur. “beş bin yıllık genlere işlemiş kölelik ve egemenlik durumu” varoluşsal değildir, ancak bu bizi avutmaya yetmez. Çünkü varoluşsal olandan uzaklaşılmıştır. İnsanlığın bu kölelik durumundan kurtulması kadının bilinçlenmesi, özgürlük adımları atması, ahlak, vicdan, etik, hak, hakkaniyet konularında adımlar atarak toplumsal devrimin öncülüğünü yapmasıyla mümkündür. Zira kadınların özgürleşmediği bir devrim tanımı yoktur. Egemenlik ve kölelik anlayışını doğru yorumladığımızda, egemen ve köle özelliklere karşı savaş açtığımızda özgürlük doğrultusuna girmişiz demektir. Özgürlük yoksa vicdan ve adaletten söz edilemez. Kölenin vicdanı ve adaletinden söz edilemez. Kölenin köleliğinden ya da özgürlük mücadelesinden söz edilebilir. Kendini yok ederek kölelikten kurtaran kadından değil, düşmanı yok ederek kendini ve toplumunu özgürleştiren kadından söz ediyoruz artık.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.