Düşünce ve Kuram Dergisi

Dünden Bugüne Adalet: İstiklal, Sıkıyönetim, DGM Mahkemeleri

Av. Ayşe Acinikli

Her ne kadar adalet kavramı kanunu ve dolayısıyla hukuku çağrıştırsa da maalesef hukuki olan her şey adalete uygun olmuyor. Hatta öyle ki çoğu zaman hukuk yoluyla adalet kavramı çiğneniyor, yapılan kanunlar vasıtasıyla bir adaletsizlik düzeni yaratılıyor. Bunun en açık örneklerini belki de Türkiye hukuk tarihini inceleyerek görebiliriz.

Türkiye hukuk tarihinin bir ikili hukuk tarihi olduğunu söylersek zannederim yanlış olmaz. Hatta öyle bir bölünmüşlük vardır ki bu tarihte bazen ikilik sözcüğü yeterli gelmez; çünkü döneme göre daha da fazla bölünmüşlük durumu ortaya çıkabilir. Fakat, ikili hukuk tarihi derken kastımız Türklere ve Kürtlere farklı şekilde uygulanan kanun ve hatta sadece Kürtlere özgü çıkarılan kanunlardır. Bu noktada Türk ama muhalif olan ve kurulan bu mahkemelerin gazabına “örgütlü suçlar” bağlamında maruz kalan birçok insan olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ama, bu durum bu mahkemelerin ve ikili hukuk sisteminin temelde Kürtleri hedef aldığı gerçeğini değiştirmeye yetmez. Türkiye Kürt sorunu olmayan bir ülke olsaydı muhtemelen yine sosyalistler ya da muhalifler yargılanacaktı ama bunun için ayrıca Mahkeme kurulur muydu ya da en azından bu mahkemelerin kuruluşu bu kadar itirazsız ve rahat olur muydu diye sorduğumuzda bu konuda daha rahat bir yargıya varabiliriz.

Günümüzde hala devam eden ikili infaz sistemi aslında bunun en büyük kanıtıdır. 20 Nisan 2020’de infaz kanununda yapılan değişiklikler bu ayrımı gidermediği gibi söz konusu ikiliği katmerleştirmiştir.

Esasen mahkemeleri olağan veya olağanüstü diye ayırmak adaletsizliğin temel nedenlerinden biridir. Çünkü, bu ayrım tabi(doğal) hakim ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. “Hukuk devletinde yasal yargıç (kanunî hâkim), doğal yargıç (tabiî hâkim) olarak anlaşılmalıdır. Doğal yargıç kavramı ise, dar anlamda, suçun işlenmesinden veya çekişmenin doğmasından önce davayı görecek yargı yerini yasanın belirlenmesi diye tanımlanmaktadır. Başka bir anlatımla, doğal yargıç ilkesi, yargılama makamlarının suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana gelmesinden sonra kurulmasına veya yargıçların atanmasına engel oluşturur; sanığa veya davanın yanlarına göre yargıç atanmasına olanak vermez.” ( 20 Ekim 1990 tarih ve K.1990/30 sayılı Kararı)

Evrensel bir prensip olan masumiyet karinesi de bu ayrım durumunda ortadan kalkmakta, olağanüstü mahkemelerde adeta bir cezalandırma koşullanması ile hareket edilerek suçluluk baştan kabul edilmektedir.

Türkiye hukuk tarihi incelendiğinde görüleceği üzere savunma hakkından ilk bahis 1961 Anayasası ile olmuştur. Her ne kadar 1924 Anayasasında Türklerin hak arama hürriyetinden bahsedilmiş ise de bu dönemde yapılan istiklal mahkemesi yargılamaları ve sıkıyönetim yargılamalarında savunma hakkı ve itiraz hakkının olmadığı açıkça görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ve hatta öncesinde yaşanan süreçte dahi itiraz edilen her şeye karşı sorunların uzlaşı ve demokratikleşme ile çözülebileceği hiç gözetilmeden bu demokratikleşmeyi talep eden ya da hak talebinde bulunan herkes olağan olmayan yargılama yöntemleriyle baş başa bırakılmıştır. Üstelik bu yargılamalara gidilen yolda yapılan katliamlardan hiç bahsedilmemiştir. Türkiye’de idamın fiilen uygulandığı son tarih olan 1984 yılına kadar toplamda 712 idam kararının uygulandığı iddia edilmektedir. Fakat, bu rakamlarda İstiklal mahkemelerinin vermiş olduğu idam kararları hariç tutulmaktadır. Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda yapılan tartışmalarda DGM’ler, özel yetkili mahkemeler, sıkıyönetim mahkemeleri, istiklal mahkemeleri görmezden gelinmekte ve normal yargılamalar üzerinden değerlendirme yapılmaktadır. Oysa hukukta bir birlik sağlanmadan ve olağanüstü mahkemeler ortadan kaldırılmadan bir demokratikleşmeden ve dolayısıyla adaletten bahsetmek asla mümkün olmayacaktır.

 

Sıkıyönetim Mahkemeleri

Türkiye cumhuriyeti kurulmadan önce çıkarılan ve ilk Anayasa olarak kabul edilen 1876 tarihli Kanun-i Esasî‘de dahi sıkıyönetimle ilgili hükümler bulunmaktadır.1876 Anayasası’nın 113. maddesi sıkıyönetim mahkemeleriyle ilgili hükümler içermektedir. Ayrıca 1877 tarihli Örfi İdare Kararnamesi mahkemelerin görev ve yetkilerine dair bazı kurallar getirmiştir. Fakat, mahkemelerin teşkilatı ile ilgili düzenleme yapılmamıştır. Mahkemelerin teşkilatı ile ilgili açık düzenleme ikinci meşrutiyetin ilanından sonra gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde sıkıyönetim mahkemeleri en az beş kişiden oluşmuştur. Mahkeme üyeleri başkan ile iki üyesi ordudan diğer iki üyesi ise adliyeden seçilerek oluşturulmaktadır. Bu kanun bütün yurtta uygulanmıştır.

 

İstiklal Mahkemeleri

Kanuni Esasi döneminde sıkıyönetim mahkemelerinden bahsetmemizin en önemli nedenlerinden biri, 1921 Anayasası’nda sıkıyönetim mahkemeleri ile ilgili hüküm olmamasıdır. 1921 Anayasası’nda sıkıyönetim mahkemeleri ile ilgili herhangi bir hüküm olmamasına rağmen İstiklal Mahkemeleri 1876 yılındaki Anayasa’ya ve buna dayanan sıkıyönetim kararnamelerinin öngördüğü Divan-ı Harbi Örfi mahkemeleri olarak çalışmışlardır. Bu dönemde bu mahkemeler öncelikle asker kaçaklarını yargılamak amacıyla kurulmuş olsa da kısa sürede vatana ihanet, casusluk, yolsuzluk, eşkıyalık, isyan, saldırı ve bozgunculuk gibi suçları da kapsar hale gelmiştir. 1921 yılında Koçgiri Katliamı’ndan sonra yapılan yargılamalar Divan-ı Harp’te, yani bu mahkemelerde yapılmıştır.

İstiklal mahkemelerinde kararlar hakimlerin vicdani kanaatlerine göre verilirdi. Verilen kararlar kesin olup derhal infaz edilmekte ve temyiz hakkı bulunmamaktaydı. Sanıklar mahkemede kendi savunmalarını kendileri yapmak zorundaydı. Yani, yargılamada esas alınacak bir kanun hükmü olmadığı gibi savunma ve itiraz hakları da olmadan, yapılan yargılamalarda çıkan kararın derhal uygulanması, mahkemelerin göstermelik mahkemeler olduğu sonucunu doğurmaktadır.

1924 Anayasası’nın 86. maddesinde sıkıyönetim hakkında hükümler yer almıştır. Bu dönemde 1876 kanuni esasisinin 36. ve 113. maddeleri gereğince çıkarılan sıkıyönetim kararnamelerinin önemli bir kısmı yürürlükte kalarak yasal düzenlemeyi oluşturmuştur. Örfi İdare Kanunu 1940 yılında çıkarılana kadar yürürlükte kalan sıkıyönetim kararnameleri ile Askeri Muhakeme Usul Kanunu gereğince oluşturulan Divan-ı Harbi Örfiler ve Cumhuriyet dönemindeki İstiklal Mahkemeleri olağanüstü dönemin yargı organları olarak görev yapmışlardır. 1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanı ile hükümet aslında zaten olağan olmayan duruma rağmen olağanüstü hal rejimine başvurmak gereğini duymuş ve İstiklal Mahkemeleri ile ilgili düzenlemeler yeterli gelmeyerek, 4 Mart 1925 tarihinde 578 sayılı Takrir-i Sükun kanunu çıkarılmıştır. Ayrıca, 31 Mart‘ta 595 sayılı kanun ile Divan-ı Harpler tarafından verilecek idam kararlarının icrasına dair ayrıca bir kanun çıkarılmıştır. Bu kanunla isyan bölgelerinde kurulmuş Divan-ı Harpler’de verilecek kararların ordu, kolordu, müstakil fırka ya da müstahkem mevkii komutanları tarafından hemen infaz edileceği kabul edilmiştir. Yani, verilecek idam kararları herhangi bir ordu komutanı tarafından anında yerine getirilecektir emri verilmiştir. Bu durumun diğer anlamı ise herhangi bir yargılama yapılmadan öldürülen kişilerin daha sonra kağıt üzerinde sanki yargılanmış gibi gösterilebilme imkanıdır. Zira, bu mahkemelerde de verilen kararlar hakimlerin vicdani kanaatlerine göre verilmekte, temyiz imkanı ve avukat tutma hakkı bulunmamaktadır.

Şeyh Sait İsyanı nedeniyle 23-24 Şubat 1925 ile 23 Aralık 1927 tarihleri arasında Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Hakkari, Malatya, Mardin, Muş, Siirt, Tunceli, Şanlıurfa ve Van illerinde sıkıyönetim uygulanmıştır.

Ayrıca Ağrı ve Dersim isyanları da önce katliam ve sonrasında sıkıyönetim mahkemelerinin mağduriyetine maruz kalınmış en önemli olaylardandır.

Divan-ı Harbi Örfiler, 22 Mayıs 1930 tarih ve 1631 sayılı Askeri Muhakeme Usul Kanunuyla İstiklal mahkemeleri de 4 Mayıs 1949 tarih ve 5384 sayılı kanunla kaldırılmışlardır. 1631 sayılı kanunla kurulan Askeri Mahkemeler, sıkıyönetim dönemlerinde 22 Mayıs 1940’ta çıkarılan 3832 sayılı Örfi İdare Kanunu çerçevesinde Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi olarak görev yapmışlardır

1961 Anayasası’nda sıkıyönetim mahkemeleri ile ilgili uygulamalar, 1940’ta çıkarılan Örfi İdare Kanunu’na göre yapılmıştır. 1940’taki Örfi İdare Kanunu, 15 Mayıs 1971’de 1402 sayılı Kanunun kabul edilmesine kadar yürürlükte kalmış, 1402 sayılı kanunun yürürlüğe girmesiyle uygulamadan kaldırılmıştır.

 

Devlet Güvenlik Mahkemeleri

Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM), Türkiye hukuk sistemine ilk kez 1961 Anayasası’na 1973 yılında eklenen bir maddeyle girmiş, 1982 Anayasası’nda yeniden getirilmiştir.

15.03.1973 tarih ve 1699 sayılı kanunla 1961 Anayasası’nın mahkemelerin kuruluşu ve yargılama usullerinin kanunla düzenlenebileceğini öngören 136. maddesi hükmüne devlet güvenlik mahkemelerinin kuruluşuna ilişkin fıkralar eklenmiştir. 1961 Anayasası’nın belirtilen hükmü uyarınca 1773 sayılı yasa ile “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet aleyhine işlenen ve doğrudan doğruya devletin güvenliğini ilgilendiren suçlara bakmakla görevli devlet güvenlik mahkemeleri” kurulmuştur.

Anayasa Mahkemesi bu kanunu 06.05.1975 gün ve 1974/35 Esas 21975/216 K. Sayılı kararı ile biçim yönünden anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir. Bir yıl içinde yeni bir kanun çıkartılmamış olduğundan 11.1976 tarihinde söz konusu kanun yürürlükten kalkmıştır. Bu gelişmelerden sonra 1976 yılında devlet güvenlik mahkemeleri ile ilgili yeni bir kanun teklifi verilmiş ancak kadük kalmıştır.

12 Eylül 1980 darbesi ile 15 Mayıs 1971’de kabul edilen 1402 sayılı kanuna göre sıkıyönetim uygulanmış ve bu kanunda görülen lüzum üzerine pek çok değişiklik yapılarak cuntanın her istediğini yapabilmesinin önü açılmıştır.

1982 Anayasası’nın 143. maddesinde bu mahkemelerin kurulacağı öngörülmüş ve anılan hüküm gereğince 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun 16.06.1983 tarihinde kabul edilmiş ve 18.06.1983 günü resmi gazetede yayınlanmıştır.

1980 askeri darbesinden sonra Kürdistan hariç olacak şekilde sıkıyönetim aşama aşama kaldırılmış ve Mahkemeler dahi normalleşmeye başlamıştır. Fakat, bölgede cunta döneminden bile daha ağır ve karanlık bir dönem başlatılmıştır. OHAL ilanı, OHAL valisi uygulamaları bir yana Jitem ve Hizbullah gibi yapıların kol gezmesi, faili meçhuller, köy yakmaları, gözaltında kaybetmeler hep beraber düşünüldüğünde durumun vehameti belki biraz anlaşılacaktır. Bunlarla beraber 12/04/1991 tarihinde çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu adaletsizliği günümüze kadar ulaştıracak bir vasıta olmuştur. Bu kanunun getirdiği terör tanımı Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri olup, bu kanunun getirdiği hükümlerle siyasi mahpusların koşulları ağırlaştırılmış ve adaletsizlik iyice derinleştirilmiştir.

Cuntanın etkisi azalarak “normal ceza mahkemeleri” çalışırken aynı zamanda Kürtler ve siyasi mahpuslar, Devlet Güvenlik Mahkemeleri‘nde yargılanmaya devam etmiştir. Bu mahkemelerdeki askeri üyenin çalışmaya devam etmesi aslında mevcut operasyonların mahkeme kürsüsünde dahi devam ettiğini göstermesi açısından çarpıcıdır. Bu durumun hukuka aykırılığı ise tartışmasız bir gerçektir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin vermiş olduğu kararların hukuka aykırılığı, özellikle mahkeme heyetinde askeri bir üyenin olması üzerinden tartışılarak kabul edilmiş ve bu dosyaların birçoğunda yeniden yargılama kararı verilmiştir. Bu noktada Anayasa Mahkemesi’nin 17/07/2018 tarihinde vermiş olduğu Abdullah Altun kararı çok önemli olup, bu kararda DGM’lerin yapmış olduğu yargılamaların hukuka aykırılığı Türkiye’nin en yüksek mahkemesi tarafından da kabul edilmiştir. Fakat, bu kabul de DGM’lerde yargılanmış olup şu anda cezaevinde 20 yılı aşkın süredir tutulan kişilerin mağduriyetine son vermeye yetmemiştir. Zira, Abdullah Altun kararından sonra Hizbullah dosyası sanıkları yeniden yargılama kararları ile tahliye edilmiş fakat, Kürtlerin ve sol örgüte mensup kişilerin yargılanmış olduğu dosyalarda sadece göstermelik olarak bazı tahliyeler verilmişse de, bu karar genele yayılacak şekilde uygulanmamış ve yeniden yargılama talepleri matbu gerekçeler kullanılarak reddedilmiştir. Kendisi hakkında karar verilen Abdullah Altun dahi karardan neredeyse bir yıl sonra 20/06/2019 tarihinde tahliye edilmiştir. Yani, DGM yargılamalarının hukuka aykırı olduğu hem AİHM hem Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmiş, fakat bunun gereği yapılmamış ve adalet tesis edilmemiştir.

22.06.1999 tarihinde 4390 sayılı kanunla DGM’lerdeki askeri üyenin kaldırılması düzenlemesi yapılarak “DGM’lerin sivilleştirildiği”ne dair bir propaganda yapılmıştır. Bu kaldırma düzenlemesinde demokratikleşme veya sivilleşme kaygılarından ziyade Abdullah Öcalan kararında bir askeri üyenin imzası olmasının AİHM açısından kesin bozma nedeni olmasıydı.

30.06.2004 tarihinde 5190 sayılı ”Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda Değişiklik Yapılması ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin Kaldırılmasına Dair Kanun”, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu şekilde DGM’ler kapatılmış ve fakat DGM’lerin baktığı dosyaların Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca (HSYK) yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde, belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görüleceği karar altına alınmıştır. Yani, yine özel yetkilere sahip mahkemelerin davaları görmelerinin yasal dayanağı hazırlanmıştır. 1 Haziran 2005 tarihinde ise yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile özel yetkili Mahkemeler kurulmuştur.

 

Özel Yetkili Mahkemeler

Kamuoyunda özel yetkili mahkemeler olarak bilinen Mahkemeler, esasen DGM’lerin kaldırılmasından sonra 5271 sayılı CMK’nın 250.maddesi ile yetkilendirilmiş olmaları nedeniyle resmi isimleri “CMK 250.Madde ile yetkili Mahkemeler” olmasına rağmen özel yetkili olarak anılmışlardır. Bu Mahkemelerin hazırlık aşaması da yine CMK 250.Madde ile yetkili savcılıklar tarafından yürütülmüştür. Bu dosyalarda iletişimin tespiti çok daha uzun süre takip edilebilmekte, gözaltı süreleri 4 güne kadar uzatılabilmekte ve bir gün avukatla görüşme yasağı uygulanabilmekteydi. Ayrıca, “normal “ mahkemelere göre delil olamayacak şeyler bu Mahkemelerde delil olarak değerlendirilmekteydi. Bu dönemde gizli tanık müessesesi Türkiye Hukuku’na bu Mahkemeler eliyle getirilmiş ve yeterli denetimden azade olan bu birimlerin gizli tanık olarak sundukları bazı kişilerin aslında olmadıkları dahi sonradan ortaya çıkmıştır.

05/07/2012 tarihinde resmi gazetede yayınlanan 6352 sayılı kanunla CMK’nın 250.maddesi kaldırılmış, fakat var olan mahkemelerin dosyaları bitireceği hükmü getirilmiştir. Ayrıca CMK 250.Madde ile yetkili savcılıkların TMK 10.Madde ile görevli savcılıklar işe başlayana kadar görevlerine devam edecekleri de belirtilmiştir. Bu kanunla aynı zamanda       Terörle Mücadele Kanunu’nun 10.Maddesi ile görevli mahkemelerin ve savcılıkların kurulması kararlaştırılmış, yani reform olarak sunulan yasada esasen bir isim değişikliğinden ileri gidilememiştir.

İktidar-cemaat çatışmasının başladığı 17-25 Aralık sürecinden sonra ise, iktidar tarafından bu birimlerin ortadan kaldırılması gerektiği kararı verilmiş ve özel yetkili mahkemelerin ve savcılıkların (hem CMK 250.Madde ile yetkili hem de TMK 10.Madde ile görevli) kaldırılmasına dair düzenleme 21/02/2014 Tarihinde Resmi Gazetede yayınlanmıştır. 6526 sayılı bu kanunun ilgili maddesinin gerekçesi aslında özel yetkili mahkemelerin yargılama pratiğini gözler önüne seren bir nitelik taşımaktadır. Bu gerekçe şu şekildedir: “Adil yargılanma konusunda Ülkemizde yaşanan tartışmaların başında, devlet güvenlik mahkemeleriyle başlayıp Ceza Muhakemesi Kanunu 250. ve Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. maddesi uyarınca kurulan ağır ceza mahkemeleriyle devam eden özel yetkilere sahip mahkemeler ve cumhuriyet savcıları eliyle yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar gelmektedir. Ayrıca, özel yetkilere sahip ağır ceza mahkemeleri uygulaması sonucunda, üç farklı ağır ceza mahkemesi ortaya çıkmış ve toplumda adeta özel hakim, özel mahkeme, özel savcı nitelemeleri yapılmak suretiyle hakim ve cumhuriyet savcıları arasında fiili olarak hiyerarşik bir algı ortaya çıkmıştır. Teklifle, adil yargılama bakımından üzerinde büyük tartışmalar olan özel yetkilere sahip mahkeme ve cumhuriyet savcılığı uygulaması ile özel soruşturma ve kovuşturma usullerine son verilmekte ve tüm ağır ceza mahkemelerinin aynı usul kurallarına tabi olması sağlanmaktadır.”

Bu durum açık bir şekilde dile getirilerek özel yetkili mahkemelerin yargılamalarının hukuka ve adalete uygun olmadığı bizzat devlet tarafından kabul edilmiş olsa da, sadece bazı popüler dosyalarda özel yetkili mahkemelerin vermiş olduğu kararlar kaldırılmış ve yeniden yargılama yapılmıştır. Bunlardan en bilinenleri Balyoz, Ergenekon ve Şike dosyası olarak bilinen dava dosyalarıdır. Bunun dışında bu mahkemelerin mağdur ettiği binlerce insanla ilgili hiçbir değişiklik yapılmamış, dosyalar olağan ağır ceza mahkemelerine tevzi edilmiş olsa da bu mahkemeler yargılamada hiçbir yeniliğe gitmemiş ve dosyalar kaldığı yerden devam etmiştir. Öyle ki, bu dosyalardan korkan bazı mahkemeler açısından sanıkların daha yüksek ceza almalarının makbul olacağı kanaati gelişmiş ve ilk aşamada tahliye edilmiş olsalar da nihayetinde insanlar özel yetkili mahkemelerde almaları muhtemel cezadan çok daha ağır cezaya çarptırılmış ve daha çok mağdur olmuştur. Oysa ki özel yetkili mahkemelerin dosyalarını incelemekle görevli olan Yargıtay 9.Ceza Dairesi ortadan kaldırılmıştır. Buradaki bütün hakimler ve savcılar (en azından kaçmayanlar ya da kaçmaya imkan bulamamış olanlar) yargılanmış ve cezalandırılmıştır. Ama bu hakim ve savcıların mağdur ettiği insanlar için hiçbir şey yapılmamış ve verilen kararlar doğru kabul edilmiştir.

 

Mevcut Durum

Yakın dönem Türkiye tarihinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldıktan sonra, önce CMK 250. Madde ile yetkili ağır ceza mahkemeleri kurulmuş, sonrasında CMK 250.Maddesi kaldırılmış, ama mevcut mahkemelerin dosyaları bitirene kadar çalışmaları yasayla hüküm altına alınmıştır. Aynı yasayla TMK 10.Madde ile görevli mahkemeler kurulmuş ve en son her iki mahkeme çeşidinin ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir. Devlet bu şekilde “adil yargılama bakımından üzerinde büyük tartışmalar olan özel yetkilere sahip mahkeme ve cumhuriyet savcılığı uygulaması ile özel soruşturma ve kovuşturma usullerine son verildiğini ve tüm ağır ceza mahkemelerinin aynı usul kurallarına tabi olması sağla”nacağını iddia etmiş ise de bu durum sadece bir kanunun gerekçesi olarak kalmış ve ismi özel yetkili olmasa da özel yetkili olan mahkemeler ve savcılıklar tekrar kurulmuştur. 17.02.2015 tarihinde “terör ve örgütlü suçlara bakacak ihtisas mahkemeleri” oluşturma kararı verilmiştir. Bu ihtisas mahkemeleri halen yürürlükte olup, isimleri özel yetkili olmasa da kendileri özel soruşturma birimlerine sahip olup özel kovuşturma hükümlerine tabidirler. Mahkemeler özellikle 15 Temmuz 2016’dan sonra bütün illerde kurulmuşlardır.

Mevcut durumda adliyelerde savcılık soruşturma büroları ikiye ayrılmakta ve özel yetkili olan büroların dosyaları genel soruşturma bürolarında görünmemektedir. Yine adliyelerde özel yetkili savcılıkların soruşturma büroları ayrı bir şekilde çalışmakta, özel yetkili mahkemelerin çalışmaları normal mahkemelere göre farklı bir şekilde işlemektedir. 6526 sayılı kanunla kısıtlama kararının kaldırıldığı iddia edilmiş olsa da özel yetkili soruşturma dosyalarının hemen tamamında kısıtlama kararları alınarak şüphelilerin ve avukatların dosyalara erişimleri ve dolaysıyla etkin bir soruşturma yapmaları engellenmektedir. Gözaltında olan kişilerin avukatları ile görüşmeleri 24 saat kısıtlanabilmekte ve yargılama yapılırken objektif hukuk kurallarına aykırı süreçler yaşanmaktadır.

Mevcut iktidar tarafından DGM’lerin, özel yetkili mahkemelerin kaldırılması ve TMK 10.Maddeyle kurulan mahkemelerin kaldırılması her seferinde büyük bir demokratikleşme adımı olarak sunulmaya çalışılmışsa da her seferinde bir önceki kaldırılan mahkemenin yerine yine olağandışı ve olağanüstü yetkilere sahip başka bir mahkeme kurulmuş, yani aslında isim değişikliği dışında bir arpa boyu yol gidilememiştir. Hukuktaki bu birliğin sağlanması ise ancak mevcut sorunların demokratikleşme yolu ile çözülmesinden geçmektedir. Bu yolda çözülmesi gereken en büyük sorun ise elbette ki Kürt sorunudur. Kürtlerin taleplerinin özel yetkili mahkemelerle çözülemeyeceği açıktır. Hukuk alanında TMK’nın yürürlükten kaldırılması demokratikleşme açısından atılabilecek en elzem adımlardan biridir. Etkili bir demokratikleşme ve hukuk perspektifi geliştirilip uygulanmadıkça bu adaletsizlik sarmalı hem uzayıp gidecek hem de geçmişte yaşatılan adaletsizlikler asla telafi edilemeyecektir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.