Düşünce ve Kuram Dergisi

İnkârdan ‘Tanıyarak İnkâra’ Kürt Sorunu ve Çözüm Arayışları

Ebru Günay

Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunudur. Özellikle 1990’lardan bu yana, kafatasçı dar gruplar dışında hemen herkesin kabul ettiği bu toplumsal ve politik gerçeklik, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde çözülmeyi bekleyen sorunların başında gelmektedir. Kürt halkının soykırım tehdidi altında olduğu, uzun yıllar boyunca can ve mal kaybına sebebiyet veren, halen farklı boyutlarda devam eden, 40 yıllık savaşın nedeni olan Kürt sorunu çözülmediği müddetçe Türkiye halklarının ağır sorunlar yaşamaya devam edeceği açıktır. Türkiye’de siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamı her boyutuyla etkileyen Kürt sorunu başkaca sorunların da tetikleyicisi durumundadır. Sorunu çözmek yerine çözümsüzlükte ısrar edenlerin sürdürdükleri kirli ilişkiler ülkenin geleceğini ipotek altına almakta, darbe dinamiğini her daim canlı tutmaktadır. Siyasi iktidarlar tüm kirli ilişkilerini savaşın ardına saklamakta, savaş yüzünden işinden aşından olan milyonlar, kof milliyetçi söylemlerle uyutulmaktadır.

Türkiye’de iktidara gelen partiler tarafından Kürt sorununun varlığı kabul edilse de inkâr ve imha konsepti kesintisiz bir şekilde yüzyılın başından bu yana devam etmektedir. Cumhuriyetin demokrasiyle buluşamaması meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmekte, çözülemeyen Kürt sorunu ülkenin geleceğini her geçen gün daha fazla tehlikeye atmaktadır. Gerek ulusal gerek uluslararası hafıza eldeki tüm imkân ve deneyimlere rağmen bu soruna bir çare üretmemektedir. Peki, diyalog ve müzakere temelinde rahatlıkla çözülebilecek, Öcalan’ın “İmkan versinler bir haftada çözeyim” dediği bu yüzyıllık sorun neden ısrarla çözülmek istenmiyor?

İnkârın gölgesi ve politikanın reddi Bunun en önemli sebeplerinden biri, sorunun gerçek anlamda ve hakkıyla “konuşulamıyor-tartışılamıyor” oluşudur. İkinci başat sebep ise, ‘inkâr mekanizmasının’ işlevselliğidir. İnkâr, dinamik bir süreç olarak herkesin üzerinden sorumluluğu atarak resmi tarihe eklemlenebildiği, çaba verilmesi gereken konularda cesaret göstermekten kaçındığı bir element olarak duruyor. Çünkü Kürtlerin anavatanlarının parçalanması ve inkârı, toplumsal gerçekliklerinin derinden bölünerek kendileri olmaktan çıkarılmaları, siyasi iradelerine ket vurulması, devletlerin inkârcı ve imhacı yöntemleri karşısında boyun eğmeye zorlanmaları, ekonomik ihtiyaçlarını gidermenin öz kimliklerinden vazgeçme aracına dönüştürülmesi, kültürel ve ideolojik varlık haline gelmelerine fırsat ve yasal statü tanınmaması, çağdaş eğitim araçları ve uygulamalarından mahrum bırakılmaları, tüm bu alanların bütünleşik uygulamalarıyla öz varlıkları ve kimliklerinin yok sayılması Kürt sorununun temelini oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle Kürt sorunu bir ulusal sorun değil, ulus olmaktan çıkarılma sorunudur. Ortada varlığı dahi inkâr edilen ontolojik bir sorun var ve bu sorunun herhangi bir boyutuyla gerçek anlamda yüzleşilmemesi sorunun varlığını ortadan kaldırmıyor.

1990’lar fiziksel şiddet sarmalının, rıza mekanizmalarının, el koyma stratejilerinin ve kaba güçle sonuç alma arzusunun ön planda olduğu bir aralıktır. 2000’ler sonrası farklı politik yüzlerin devreye girdiği, bireysel, toplumsal, zihinsel, mekânsal ve ekolojik bir kıyıma girişilmiştir. 2015 ve sonrası ise özellikle Dolmabahçe Mutabakatı’nın sonlandırılmasıyla devletin kent savaşlarına yöneldiği, “ölüm siyasetini” devreye soktuğu, tüm aygıtlarını birlikte kullandığı bir süreçtir. An itibariyle özel savaşın yoğun kullanıldığı, başta Kürtler olmak üzere tüm halklara savaş açıldığı yılların içindeyiz. Kürt sorununun derinleştiren bir diğer neden de politikanın reddidir. Toplumu özgürleştiren bir araç olarak politikanın adeta suç haline getirilmesi, müzakere zeminini imkânsız hale getirmektedir. Politikanın yok sayılması da çözüme dair tartışmaları, örneğin “muhataplık” gibi kısır tartışmalara boğmakta, sorun içinden çıkılmaz hale gelmektedir.

 

Politika Neyi Çözer?

Bu reddedilen politikadan ne anladığımız ve bu kavramdan nasıl bir anlam ürettiğimiz önemlidir. Nedir politika? “Şehir yönetimi” anlamına gelen ve Grek kökenli bir kelime olan politika, yapısal ve anlamsal gelişkinliği içinde barındıran, düzenleme gücü ile gerçek bir özgürlük sanatı, özce toplumun faydasına dönük olan şey olarak tarif edilebilir. Ayrıca kapitalist modernitenin en çok iğdiş ettiği, anlamından kopardığı kavramların başında gelmektedir.

Politika, ahlak ile birlikte anlamlıdır. Politika ve ahlak, toplumu toplum yapan iki temel kriterdir. Çoğu zaman iktidarla özdeşleştirilen politikanın iktidarla bağı kapitalist liberal ideolojinin çarpıtmasından kaynaklanmaktadır. Öylesine yönetim ve iktidarla iç içe geçirilmiştir ki insanların gözünde politika kötü, politikayla uğraşanlar dürüstlükten nasibini almamış kişilerdir. Yurttaşın gözünde politika yapanlar, bir avuç yönetici elitten ibarettir ve sürekli yalan söylerler. Ahlakın yok sayıldığı politikanın insanlık için nasıl bir yıkıma dönüştüğü ortadadır.

Yurttaşın yönetimde olmadığı, “sürü” olarak görüldüğü bir yönetim modelinde demokratik bir politikayı aramak beyhude bir çaba olacaktır. Böyle yapılan bir politika da ne bireyi ne toplumu özgürleştirebilir. Politikanın içinde yönetim olgusu elbette bulunur ancak salt yönetimle özdeşleştirmek de doğru olmaz. Politika bir meslek olarak belirlendiği ölçüde yurttaşın elinden alınan bir kavrama dönüşür ve böylece birey her aşamada yönetimden dışlanır. Oysa bir özgürlük sanatı olarak politika, ahlakla birlikte tam da toplumu toplum yapan, bireyi gerçek anlamda özgürleştiren bir kapsamı bulunmaktadır. Öcalan, özyönetim erki haline gelen politikayı demokratik olarak nitelendirirken, politikanın bir iktidar yönetimi haline gelmesi durumunda kendi öz gerçekliğinden kopacağını düşünmektedir.[1] O halde burada, topluma sirayet ettiği ölçüde o olgunun kendisinin inkarına yol açan, onu yozlaştıran ve demokratik olmaktan çıkaran iktidar kavramıyla karşılaşıyoruz. Böylece kapitalist modernitenin iktidar mefhumuyla iğdiş ettiği alanların başında politikanın geldiğini görüyoruz. Bir özgürleşme imkânı olarak politikanın içeriğinin bu şekilde boşaltılması topluma ve toplumsala yapılan en büyük ideolojik saldırılardan biridir. İktidarların nefes alabildiği tüm yerler, politikanın olmadığı yerlerdir. O halde; “Topluma yapılabilecek en büyük iyilik, onu politik toplum seviyesine yükseltmektir.”[2] Daha da iyisi, onu demokratik siyasetin 24 saat çalıştığı sürekli bir demokrasiye kavuşturmaktır. Bu noktada sorulabilir, bir politikaya sahip olmak yeterli midir? Elbette hayır! Politikanın bilince çıkarılması gerekiyor. Bilince çıkarılan şey eylemsel kılınabilir.

Politikanın eylemselliğe dönüşmesi ya da demokratik hale gelmesi ancak iktidarla bağının koparılmasıyla mümkündür. Zordur ancak bu başarılamadan toplumsal üretim alanlarını özgürleştirmenin imkânı yoktur. Demokratik politika bireyin kendi kimliğini bilince çıkarması, geliştirmesi ve onu savunması anlamına gelecektir. Bu yönüyle politika yapmak en çok da sömürge toplumlarının ve ezilen ulusların ihtiyacıdır. “Demokratik olmayan politika çok sonraları gelişen hiyerarşik iktidar ve devlet güçlerinin tek taraflı idare kararlarıdır. Bu güçlerin idare kararlarına politika denmez, idare kuralları denilir.”[3] Buradaki politik anlayışın içinde toplumsal katılım yoktur. Bu bağlamda Kürt sorununun çözümsüzlüğü demokratik politikanın yoksunluğuyla ilgilidir. Tam da bu yüzden Kürt sorunu aynı zamanda demokratikleşememe sorunudur. Soruna yönelik geliştirilen politikalarda toplumun değil, adına devlet denilen iktidar ve sömürü mekanizmalarının geleceği düşünülmekte ve kararlar ona göre alınmaktadır. Ahlaktan yoksun demokratik olmayan bir politika güvenlik konseptiyle hareket etmekte, burada toplum rahatlıkla gözden çıkarılabilmektedir. İçinde bulunduğumuz krizin başlıca nedeni de budur.

 

Savaşın Bedeli

AKP-MHP iktidarının Kürt sorununa yaklaşımının inkâr ve imha konsepti olduğu açığa çıkmıştır. İktidar bir taraftan içine düştüğü ekonomik, toplumsal ve siyasal krizleri görünmez kılabilmek, iktidarını sürdürebilmek için milliyetçi söylemlerle savaşı derinleştirmekte ama bunu yaptıkça çöküşe doğru sürüklenmektedir. Yürütülen tüm bu inkâr ve imha siyaseti adeta bir bumerang gibi iktidar sahiplerine geri dönmektedir. Toplumsal rıza mekanizmalarını bir kenara bırakıp bütünüyle zor ve şiddet aygıtlarıyla toplumu bastırmaya ve kontrol etmeye çalışan iktidar özü itibariyle Türkiye’yi bir tecrit rejimine mahkûm etmekte, ülkenin geleceğini çalmaktadır. Bunu yaparken de ustaca sorunun çözümü için çabaladığını, tarihsel olarak yüzleştiğini, geçmiş hükümetlerden çok daha farklı davranarak olay-olguları kabul ettiğini ve söylenenlerin aksine bunun ısrarla karşılıksız bırakıldığını[4], muhatap bulunamadığını söylemektedirler.[5]

Peki, gerçek böylemidir?[6] Geçmiş ve geçmişin pratikleri bize neler söylemektedir?
Politikanın reddi ve beraberinde getirilen suni tartışmaların gerçekte neye tekabül ettiğini, hangi saiklerle dile geldiğini, bugün üzeri tozlarla kapatılan geçmişin sarih deneyimleri ışığında okuyabiliriz. Kabul edelim, bugün artık savaş bildiğimiz savaş değil. Çatışmalar bildiğimiz çatışmalar değil. Bugün pek çok savaş sınıflandırması yapılmaktadır. Öznelerin direkt devlet olduğu savaşlar ile öznenin güç bağlamında değişkenlik gösterdiği pek çok savaş tipi mevcuttur. Özellikle dünyada yaygın olan devlet içi savaşlarda, devlet dışı aktörlerin/toplulukların birbiriyle ya da devletle olan savaşları önemli bir gündemdir. Bu önemli gündemi belirleyen temel etmenler nedir diye baktığımızda önemli doneler çıkıyor karşımıza. Bunlar yapısal, sistemsel, toplumsal olgulardır. Savaşın sürdüğü yerlerin ekonomik az gelişmişlik içinde olması şüphesiz tesadüf değildir. Bu alanlar egemen güçler açısından “fırsatlar” alanıdır. Şiddet buralarda kazanca dönüşen şeydir. Ekonomik durumun yarattığı avantaj/dezavantajlar çatışma coğrafyasını şekillendirir ve demokrasi gibi bir mefhumu önümüze serer.[7] Demokrasi, müzakere ve barış alanının potansiyelini bize gösterir. Burada politikanın düzenleyici rolü tekrar devreye girer. Politika yoksa demokrasi ve barış arasında bir anlam bağı gelişmeyecektir.
Güç dengelerinin nasıl bir dağılıma sahip olduğu da hayatidir. Misal, devlet içi aktörlerin dengesiz dağılımı, kontraların varlığıyla son bulur. Öyle ki karşı aktörleri topyekûn yıkım, etnik temizlik gibi tehlikeler bekler. Neticede ortak bir noktada buluşmayacak her aktör bazlı girişim, bir tarafın yıkım dürtüsünü besleyebilir. Savaş literatürü çalışan pek çok ismin bu anlamda “olgunluk” tavsiyesi veya “karşılıklı zarar dengesini” gözetmesi önemlidir. Bu durum maalesef genelde gerçekleşmez. Bir diğer önemli etmen, devlet kapasitesi denilen şeydir. Bu kapasite devletin sınırlarını, doygunluğunu, taleplerini göstermesi açısından son derece önemlidir. İşte Kürt sorunu tüm bu peyzajlardan bağımsız değildir. Bu bağlamda karmaşık yapısını katlayarak güncel kalmaya devam etmektedir.

 

Çözüm Arayışları ve Ateşkesler

Kürt sorunun çözümsüz kalmasından kaynaklı Türkiye’de süren savaş süreci boyunca ateşkesler, görüşmeler, barış sürecine giriş ve zaman zaman üçüncü tarafların varlığı vuku bulduysa da soruna dair yeni bir dinamik yaratılamadı. Burada en fazla göze çarpan ateşkesleri odağa almak önemlidir. Taraflar bir irade beyanında bulunur ve bir mekanizma kurulması için çabalar. Aktörler bu mekanizmalara tabidir. Muhataplık müessesi buradan anlam kazanıyor ve kritik bir rolü doğuyor. Baktığımızda Türkiye devlet tarafının ateşkesler boyunca bir reform çerçevesi veya gündemi belirlemediği, bundan ısrarla kaçtığı görülmektedir. Özellikle muhataplık meselesini silikleştirmeleri genel çıkmazın önemli bir sebebidir. (Bknz: Dipnot no 6)

Türkiye’deki ateşkes süreçlerinin serencamına bakmak son derece öğreticidir. Çünkü her ateşkes bir arayıştır. Ateşkesler sırasında olup biten siyasal-sosyal ve ekonomik gelişmeler, tarafların niyetini de açıkça gösteren en önemli belirteçlerdir. Savaşın yaşandığı ve yıllarca sürdüğü bölgelerde çatışmanın sonlandırılması ve barışın tesis edilmesi için masaya oturur taraflar. Türkiye’de son 40 yıllık savaş süresince ilan edilen ateşkeslerin hepsi tek taraflı olmuştur. Bu ayırt edici bir durumdur. Ateşkeslerin tarihi, Kürt sorunundaki demokratik çözüm ısrarının her defasında karşılıksız bırakılması tarihi olarak da okunabilir.PKK’nin 1984 yılında başlayan aktif silahlı mücadele döneminden 9 yıl sonra bir ilk olma niteliği taşıyan ateşkes çağrısı Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nden yapıldı. Mart 1993 tarihinde Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) Lideri Celal Talabani’nin de hazır bulunduğu bir basın toplantısı düzenlendi. PKK Lideri Abdullah Öcalan, PKK tarihindeki ilk tek taraflı ateşkesi ilan ettiğini açıkladı. Talabani’nin bu toplantıda yer alışı dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın istemi üzerine idi. Sorunun yakıcılığını gören Turgut Özal, “Bu sorunu çözmezsek iflah olmayız” diyordu. Ateşkese ilk tepki ise yine dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’den geldi. Demirel, “Devlet kan dökenle pazarlığa oturmaz. Bunlar yol yakınken gelip teslim olsunlar, diyorum. Hukuka, adalete teslim olun” demişti. Öcalan’ın ilan ettiği ateşkesle başlayan çözüm girişimi, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993 tarihinde şüpheli ölümüyle bertaraf edildi.

Bu ilklerden sonra savaş tüm şiddetiyle sürdü. Savaş bloğu çözümün olmaması için yoğun mesai harcıyordu. Gerek kırsalda gerekse şehirlerde baskı had safhaya ulaştı. Tam böyle bir dönemde, 15 Aralık 1995’te ikinci ateşkes ilan edildi. Türkiye’ye karşı ilan edilen tek taraflı ateşkes ilkinde olduğu gibi bir karşılık bulmak yerine daha ağır bir cevap alması açısından kritiktir. Hızlıca askeri operasyonlar devreye girdi. Operasyonlar sürerken dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve ekibi tarafından Öcalan’a yönelik suikast girişiminde bulunuldu. Böylece ateşkesten eser kalmadı…Üçüncü önemli ateşkes süreci 1 Eylül 1998 ateşkesidir. Dünya Barış Günü’nde ilan edilen ateşkese, Öcalan’a yönelik uluslararası komplonun startının verilmesiyle karşılık verildi. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, “Suriye’ye karşı sabrımız kalmadı. Türkiye beklediği karşılığı alamazsa, her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır” açıklamasıyla Suriye yönetimine adeta savaş açtı. Suriye, Öcalan’ın ülkeden çıkarılmasıyla gereğini yaptı. 9 Ekim 1998’de başlayan uluslararası komplo, 15 Şubat 1999’da Öcalan’ın esaret altına alınmasıyla devam etti. Böylece bir ateşkes daha sonuçsuz kaldı. Dördüncü ateşkesi ise 1999 yılına denk geliyor. 2 Ağustos 1999’da PKK silahlı güçlerini Türkiye sınırlarının dışına çekme kararı alarak, 1 Eylül 1999’da tek taraflı ateşkes ilan etti. Ateşkes tarihinin en zor ve karanlık günleri bu süreçte yaşandı. Çünkü PKK güçlerinin geri çekilme sırasında askerler tarafından kurulan pusularda 500’e yakın gerilla yaşamını yitirdi. İyi niyetle devreye sokulan geri çekilme bir katliamla sonuçlanmıştı. Fakat sürece ara verilmedi.

Öcalan’ın çağrısıyla biri Kandil’den biri de Avrupa’dan olmak üzere iki barış grubu gönderildi. Sekizer kişiden oluşan barış gruplardan ilki 1 Ekim 1999 yılında Kandil’den, ikincisi ise 29 Ekim 1999’da Avrupa’dan geldi. Fakat bu iyi niyet girişimi de baltalandı. Gelen gruptakiler cezalandırılıp, hapse atıldılar. Barış ve ateşkes umutları bir kez daha söndü!

“Ara ateşkes” denilebilecek bir sonraki ateşkes, 1 Ekim 2006’da oldu. Elbet aradan geçen 6 yılda siyasi ve sosyolojik olarak çok şey değişmişti. 2000’de PKK 7.Olağanüstü Kongresi’nde Demokratik Barış Projesi kapsamında çağrıda bulunarak, somut adımlar atmaya başladı. 20 Ocak 2000’de Barış Projesi, 4 Kasım 2000’de Demokrasi ve Barış İçin Acil Eylem Planı, 19 Haziran 2001’de Yeni Bir Savaşın Gündemleşmemesi ve Çözüm Sürecinin Gelişmesi İçin Acil Talepler Bildirisi, 22 Kasım 2002’de Acil Çözüm Bildirgesi ve 2000’in başında ve 2002’nin sonunda olmak üzere iki defa Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve tüm siyasal partilere Kürt sorununun çözümü konusunda düşüncelerini ortaya koyan mektuplar gönderildi. Bunların hepsi yanıtsız bırakıldı. 2002, yeni bir hükümet dönemidir. 3 Kasım 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidar olmuş, Türkiye’de bazı dengeler ciddi anlamda değişmişti. Muhafazakâr sağ ile milliyetçi sağ bir noktada birleşmiş, neoliberal ekonomi modeller devreye konulmuştu. Ulusalcılar cephesinde yeni kaygılar gün yüzüne çıktı. Türkiye sahasında bunlar gelişirken, 8. Kongresi’ni yapan PKK, KADEK (Kongreya Azadi û Demokrasiya Kürdistanê – Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) ismini aldığını duyurdu. İdeolojik ve askeri alanda değişim-dönüşüm sinyalleri böylece kamuoyuyla paylaşılmış oldu.

2004 yılında da önemli gelişmeler ve adımlar atıldı. Somut adımlara karşılık sürekli olumsuz yanıtlar verildi. Devlete göre, karşı güç mecbur olduğu için ateşkesler ilan etmektedir. Bu bakış açısı kendini ulusal basın-yayın faaliyetlerinde açıkça göstermektedir. İşte 1 Ekim 2006’da ilan edilen beşinci ateşkes böyle zorlu bir dönemeçte yapıldı. Yine tek taraflıdır. Bu ateşkese de savaşın daha da şiddetlendirilmesiyle yanıt verildi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan arasında 4 Mayıs 2007’de Dolmabahçe’de varılan anlaşma ve 5 Kasım 2007’de Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra hava ve kara saldırıları yoğunlaştırıldı. Hatırlanacağı üzere AKP savaş düzenine geçerek, 2007’de savaş tezkeresini Meclis’ten geçirip yoğun saldırılarda bulundu.

Demokratik Çözüm Süreci 2009 yılında başlatıldı. Altıncı ateşkes de bir umut olarak bu yıl ilan edildi. Öcalan’ın çağrısıyla KCK (Koma Civakên Kurdistanê – Kürdistan Topluluklar Birliği), 29 Mart yerel seçimler sonrasında ortaya çıkan siyasi sonuçları dikkate alarak, 13 Nisan’da geçerli olmak üzere çatışmasızlık kararı aldı. Bu karara AKP hükümeti “KCK” adı ile bilinen siyasi soykırım operasyonlarıyla cevap verdi. Tutuklamalar başlamadan hemen önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Kürt sorunu konusunda çok iyi şeyler olacak” demişti. Böylece iyi şeylerin ne olduğu da zaman geçmeden netleşmişti. Sürecin karmaşıklaştığı 2010 yılı ise hem ateşkeslerin bozulması hem de tekrar gündeme gelmesiyle sürdü. Bu sefer farklı olarak sivil toplum örgütleri de devreye girerek ateşkes istedi. KCK, Haziran 2010 tarihinde yaptığı açıklamada, Öcalan’ın ve kendilerinin barış ve demokratik bir çözüm için attıkları bütün adımlarının AKP tarafından boşa çıkarıldığını belirterek, 13 Nisan 2009 tarihinde tek taraflı olarak ilan ettikleri eylemsizlik kararını sonlandırdıklarını açıkladı. Bunun üzerine STÖ’ler, aydınlar, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ile Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) çift taraflı ateşkes çağrıları oldu. Öcalan tekrar devreye girerek, KCK’ye diyalog ve müzakere sürecine vesile olması için eylemsizlik sürecinin başlatılmasını önerdi. KCK Yürütme Konseyi de yeniden ateşkes kararı aldıklarını belirterek, bu süreçte tek taraflı ateşkes ilan etti. Bunlar olurken KCK operasyonları hız kesmedi ve daha da tırmanarak binleri bulan gözaltı ve tutuklama furyasına dönüştü.

 

2013 Newroz Manifestosu ve Sonrası

Ve son ateşkes… Taleplerinden birinin de Öcalan ile görüşmelerin sağlanması olan 12 Eylül 2012’de tüm cezaevlerinde başlayan açlık grevinin 68’inci gününde Mehmet Öcalan, İmralı’da Öcalan ile yaptığı görüşme sonrası “yeni bir dönemin başladığını ve açlık grevlerinin derhal bitirilmesi gerektiği” mesajı kamuoyuna yansıdı.

Birçok görüşmeden sonra 21 Mart 2013 tarihinde Amed Newrozunda okunan Öcalan’ın mektup ve çağrısından sonra 23 Mart 2013 tarihinde KCK ateşkes ilan ettiklerini açıkladı. KCK, 8 Mayıs’ta ise geri çekilme sürecini başlattı. Bu süreç barış görüşmelerinin yaşandığı bir aralıkta olduğu için farklıydı. Öyle ki somut olarak 11 Temmuz’da TBMM’den Cumhurbaşkanı onayına gönderilen çözüm süreciyle ilgili kanun 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak, “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” adıyla Resmi Gazete’de yayınlanarak yasalaştı. Bu yasa kapsamında gerekli görülmesi hâlinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına karar verilmesi ve bu çalışmaları gerçekleştirecek kişi, kurum veya kuruluşların görevlendirilmesi maddesi getirilerek İmralı Heyeti genişletildi. Bu süreçte çalışma yürütenler yasal güvence altına alındı!

Bu noktada Dolmabahçe Mutabakatına özel bir sayfa açmak gerekiyor. Çünkü 2012 yılının sonuna doğru başlayan çözüm sürecinin en önemli sonucuydu Dolmabahçe Mutabakatı.
28 Şubat 2015’te İmralı Heyeti’nde yer alan dönemin HDP milletvekilleri Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken ve dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal ile Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu, Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya geldi.

HDP Heyeti ile hükümetin Dolmabahçe Başbakanlık Ofisin’de yaptığı görüşmenin ardından 10 maddelik deklarasyon paylaşıldı. Öcalan’ın PKK’yi bahar aylarında silah bırakmak için kongreye davet ettiği bildirildi. 1 Mart 2015’te, KCK Eş Başkanlığı tarafından yapılan açıklamada, Öcalan’ın “silah bırakma” çağrısını tarihi bir adım olarak nitelendirildi ve hükümet üzerine düşeni yaptığı takdirde sorumluluklarını yerine getirecekleri kaydedildi. 22 Mart 2015’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe toplantısını doğru bulmadığını açıkladı. Ve 2015 Temmuz son haftasıyla yıkıcı bir savaş yeniden başladı.
Özetle, 20 Mart 1993’ten 2 Ağustos 1999’a, 1 Ekim 2006’dan 21 Mart 2013’e kadar gösterilen tüm çözüm çabalarına komplo ve tecritle cevap verildi.

 

Dünya Deneyimleri

Türkiye fotoğrafından çıkıp biraz geniş bir skalada bakalım duruma. Süreçler öncesi ve sonrasıyla nasıl işliyor, tetikleyici dinamikler nelerdir, başarı ve başarısızlık neleri getiriyor? Denilebilir ki dünyada yaşanan çatışma ve barış süreçlerinin hemen hepsi bugün bizim içinde olduğumuz sürecin bir prototipidir. Guatemala’dan İrlanda’ya, İspanya’dan Kolombiya’ya süreçlerin dünü bugünü, öznel koşulların dışında Asya’dan Amerika kıtasına dek benzer özelliklere sahip.

Asya deneyimleri, Avrupa ve Amerika kıtasındaki süreçlerden Kürt sorunu deneyimine daha yakın durmaktadır. Bu elbette sadece dar bir gözlemdir. Örneğin yüzlerce yıllık sömürge deneyiminden sonra bugün iki yüze yakın dilin konuşulduğu Filipinler/Bangsamoro deneyimi, Avrupa kıtasındaki vakaların öncüsüdür. Çatışma çok uzun sürdü ve tüm girişimlere rağmen halen kalıcı bir barışa, uzlaşıya sahip olabilmiş değil. İlginç bir şekilde Türkiye hem devlet olarak hem de bazı sivil toplum örgütleriyle çözüm sürecinde üçüncü bir taraf olarak katılıyor.  “Filipinler’de iki silahlı çatışma var. Bir tanesi tüm ülkeye yayılmış olan komünist direniş, diğeri ise ağırlıklı olarak Katolik olan bir ülkede özerklik için ülkenin güney kısmında savaşan Müslüman gerillalar. Her iki çatışma da 50 yıldan fazla süredir devam ediyor. Bunlarla ilgili geçmişten gelen ihtilaflar elbette farklı. Komünist gerillalar için konu toprak paylaşımı ve marjinalize olmuş kesimlerin siyasi güce erişimiyle ilgili. Çok güçlü Maoist bir anlayışa sahip bu gerillaların amacı yarı feodal güç dinamiklerini sürdürdüğünü ve aslında Birleşik Devletler tarafından yönetildiğini düşündükleri rejimi yıkmak. Bu anti-emperyalist bir mücadele. Güneydeki Müslümanlar mücadelelerini temelde ‘eşit itibar’ adını verdikleri kavram için sürdürüyorlar. Ülke 60 yıl önce bağımsızlığını kazandığından beri ulusal Filipin tarihinde marjinalize edildikleri için buna karşı mücadele ediyorlar.”[8]

Diğer önemli bir örnek Endonezya Açe deneyimi. “Endonezya’nın çoğunluğunu oluşturan Cavalıların denetimindeki ülke yönetimine karşı bağımsızlık kazanmak amacıyla 1976 yılında Özgür Açe Hareketi’ni (GAM) kuran bazı Açeler, silahlı mücadeleye başladı. Önemli bir bölümü Suharto’nun 31 yıllık baskıcı yönetimine denk düşen bu savaşta 15 bin kişi yaşamını yitirdi. 1998’de Suharto yönetiminin sona ermesiyle müzakere ihtimali gündeme gelmeye başladı. 2000 ve 2001 yıllarında İsviçre’nin Cenevre kentinde ilk müzakereler yapıldı ancak başarısız oldu. Çok uzun uğraşlara rağmen gelmeyen barış ve uzlaşı süreci, 30 yıllık Suharto diktatörlük rejiminin yıkılması ile başladı. Bu sayede bazı reformlar yapıldı ve demokratik alanda söz kurulabildi. 2005 itibariyle de kısmen başarıya ulaştı. 2005’ten bu yana silahlar sustu, silahlı mücadele yürütmüş olanların topluma uyumu için projeler geliştirildi ve Açeliler kendi yöneticilerini kendileri seçmeye başladı.”[9]

Guatemala Devrimci Ulusal Birliği (URNG) deneyimi de incelemeye değerdir. URNG 1980 başlarında kuruldu ve kurulur kurulmaz bir imha politikasıyla karşı karşıya geldi. 1980’lerin ilk yarısında barışın sağlanması yönünde adımlar atıldı. Bu adımlar arasında yeni bir anayasa hazırlanması ve sivil bir başkanın seçilmesi bulunmaktaydı. Devletle gerillalar arasında ilk gayrı resmi görüşme 1987’de İspanya’da yapıldı, resmi müzakerelerse 1990’da Norveç’in desteğiyle Oslo kentinde başladı.  İç savaş ile 200 binden fazla insanın yaşamını yitirdiği ve silahlı karşı mücadelenin de yaşandığı Guatemala’da çözüm süreci hala tartışmalı olsa da büyük oranda çözüme kavuşmuş durumda. O dönem Birleşmiş Milletler (BM) adına arabuluculuk faaliyetlerini yürüten Frank William La Rue, aldıkları en büyük dersi “Barış süreci ancak barışı inşa süreciyle sürdürülürse başarıya ulaşabilir” olarak özetledi.

FARC ve ETA örnekleri de çerçevemiz açısından bakmaya değer. El Salvador’da FMLN (Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi) diktatöryaya karşı bir örgüt olarak çıktı ve 1992 yılındaki barış görüşmeleri sonrası aktif siyasetle yönetimi kazandı. 1960’lı yıllarda Kolombiya Komünist Partisi’nin askeri kanadı olarak kurulan FARC, (Kolombiya Devrimci Mücadele Güçleri) hareketinin 2011’de çözüm adımları atılan süreci ise Kürt hareketinin ateşkes tarihine benzer doneler içermesi açısından önemli. Devletin söylemi de çok benzer içerikte. Örneğin 2011 yılında FARC elindeki asker esirleri serbest bıraktı, bu müzakereye başlamak için devletin istediği son adımdı. Bırakılınca FARC’a saldırı başladı ve devlet başkanı “FARC’ın sonu” içerikli açıklamalar yaparak savaş dayattı. 2011’de başlayan ve Oslo şehrine sıçrayan barış görüşmelerinin faturası da oldukça ağırdı.

Çözüm sürecinin konuşulduğu 5 yıllık süre zarfında FARC’lı 173 bin 183 kişi devlet ve onların desteklediği faşist çeteler tarafından öldürüldü. Yine FARC’a yakın politik görüş taşıyan yaklaşık 35 bin kişi kayıplara karıştı. Kolombiya hükümeti ve FARC arasında yaklaşık 50 yıldır süren savaşta ise 220 bin kişi yaşamını yitirdi. Barış görüşmelerinin faturası halen ağır şekilde seyretmektedir. Direniş liderleri faili belli cinayetlerle katledilmeye devam edilmektedir.

1959 yılında Franco diktatörlüğüne karşı kurulan ETA (Bask Vatanı ve Özgürlük) 5 Eylül 2010 tarihinde kamuoyuna bundan böyle “demokratik” yollarla mücadele edeceğini deklare etti. 10 Ocak 2011’de ise kalıcı ateşkes ilan ettiğini duyurdu. Ancak hükümet ETA’dan ateşkes değil, silah bırakmasını istediklerini vurguladı. Bunun üzerine ETA, 20 Ekim 2011 yılında silahı bıraktığını ve silahlı mücadeleye son verdiğini açıkladı. 60 yılı bulan aktif mücadele döneminde pek çok kazanım elde edildi. Bunlardan biri 1979’da Bask bölgesine verilen özerklik idi. ETA defalarca ateşkes ilan edip barıştan yana söz almak istediğini açıklamıştı ama her seferinde operasyonlarla karşı karşıya kaldı. Kürt hareketinin siyasi parti sürecine benzer bir dönemden geçti.

ETA’ya yakın sol partiler, 2007 yılında oluşturduğu seçim bloku özerk bölgede birinci olup yerel başbakanını çıkarabildi. Son olarak bugün hala tartışılan ve aktüalitesini korumaya devam eden bir sürece, Güney Afrika’daki Apartheid ve sonrasına bakalım. Uzun yıllar boyunca beyaz ırkın yönetiminde olan Güney Afrika’da siyahilere ve diğer beyaz olmayan etnik gruplara karşı uygulanan ayrımcılık, 1948 yılı genel seçimlerinden sonra resmileşerek sürdü. 1958 yılından itibaren yasalarla da desteklenen Apartheid sistemi, insanların kökenlerine göre sınıflandırılmaları sonucu, beyaz azınlık dışında kalanların vatandaşlık hizmetlerinden daha az yararlanmaları, devletin sağladığı sağlık ve eğitim hizmetleri gibi sosyal hizmetlerden daha az yararlanmaları gibi ırkçı uygulamalara zemin olmuştur

Güney Afrika’da Apartheid sistemine karşı Anti-Apartheid Hareketi oluşturulmuş, ülkenin ilk siyahi devlet başkanı olarak bu makama gelen Nelson Mandela yönetimiyle ırkçı-ayrımcı uygulamalar durdurulunca Apartheid yönetiminin ortadan kalkmasıyla bu hareket de son buldu.Bilindiği üzere 1962 yılında ırkçı Apartheid rejimi tarafından “ömür boyu hapis” verilen, 27 yıl Robben Adası’nda hücrede tek başına kalan ve çoğu zaman devletle işbirliği yapması için baskı gören, Afrika Ulusal Kongresi (ANC) Lideri Nelson Mandela’nın serbest kalmasıyla müzakere süreçleri başlamıştı. Mandela’nın avukatlığını yapan Essa Moosa verdiği bir röportajda, bu süreci Türkiye üzerinden örnekleyerek, şöyle anlatıyor: “Apartheid rejimi güçleriyle oturacak bir masanın kurulması önemliydi. O dönemde müzakereler için gereken iklimi yaratılması önemliydi. Barış görüşmeleri için ihtiyaç duyulan bir ortamın hazırlanması gerekliydi. Barış sürecinin başlamasında Apartheid rejimi, toplumda bir değişiklik yaratmaya ve birlikte yaşam yaratma çabası yürüttüler. Görüşmeler başladıktan sonra halkın barış sürecine dair umutları dirildi. Halkın barış sürecinin geleceğine, sorunların çözüleceğine dair umutları büyüdü. Bu deneyimlerin Türkiye’de kullanılması önemlidir.” Yukarıda kısaca anılan bazı örnekler, kaba bir deyimle ortak bir havuza sahip ve genel devlet refleksi açısından da benzerdir. Genel olarak barış ve müzakere süreçlerini bir oyalama, zaman kazanma olarak ele aldıkları görülmektedir. Bu hareketlere karşı oluşturulan psikolojik duvarların yıkılması kendileri açısından sakıncalı görüyorlar. Bunun başlıca sosyolojik sebeplerinden biri bu hareketlere karşı devlet adı altında, “yasa” zırhına saklanarak işledikleri günahların/suçların gün yüzüne çıkma ihtimalinden çekinmeleridir. Çünkü devlet hesap vermekten kaçınan bir mekanizma olduğu için devlet olabilmekte ve bu gücü sürdürebilmektedir. Devlet, aklını komplo ve inkâr üzerinden kurabilen bir yapıdır. Müzakere veya barış görüşmeleri görece savaştan daha zor süreçler olarak kabul edilir. Çünkü bir geçiş kapısıdır ve burada her şey çok daha fazla şiddetlenebiliyor.

Nitekim Güney Afrika deneyiminde de böyle oldu. Görüşmelerin sürdüğü 1990-94 arası dönem, şiddetin en fazla tırmandığı, en fazla ölümlerin olduğu bir döneme dönüştü. İronik şekilde barış görüşmelerinde savaşın ayak sesleri yükseliyordu. O dönemin tanıkları, sonuç olarak ırkçı rejimin yıkılışını getiren ve kısmen de olsa bir sonuca götüren şeyin “silaha değil diplomasiye” verilen önem ve ısrarda olduğunu vurguluyor. Bir ikincisi, masadan kalkan taraf olmadıklarını, bundan çok ısrar ettiklerini ve bunun için de cesaretli olunması gerektiğini önemle vurguluyorlar. Kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun, geçiş dönemi sürecindeki yeri, kuruluş amacı ışığında hareket etmesi ve geri adım atmaması da bir başka faktördür. Komisyonun, geçici bir anayasaya, barışçıl seçimlere ve demokratik bir hükümetin görevlendirilmesine uzanan, çok aktörlü, kesintilere uğrasa da sonuca ulaşan siyasi müzakerelerin üzerine kurulduğunu unutmamak gerekiyor.

 

‘Karşılanmayan Talep’

Sonuç yerine; Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana aktif bir özne olarak sürekli edilgen durumuna getirilmek istenen Kürtlerin söyledikleri, düzeltilmesini ve en önemlisi konuşmak istediği her şeyin, kavramı Danimarkalı filozof ve teolog Knud Ejler Logstrup’tan devralarak, “karşılanmayan talep” statüsünde olmasıdır diyebiliriz.[10] Bu talep bir varlık yokluk alanı olarak cereyan ediyor. Bu talebe devlet tarafından verilen en istikrarlı ve geçerli yanıt, sürekli bir disipline etme yöntemi olarak şiddet ve el koyma stratejileridir. Bu şiddetin içeriğini bazen topyekûn savaş bazen sembolik şiddet bazen de “tanıyarak dışlama” pratiği olarak deneyimledik.[11] Yani Kürtlüğün kendisi şimdiye kadar total bir karşılanmayan, gri alana terk edilen ve istendiği zaman fırça darbeleriyle konjonktürel zemine çekilen talepler ve “ilişkisiz ilişki” süreçleridir.

Çözüm süreçleri, çıplak yüzün karşıdakini de soyduğu zamanlardır. Çözüm süreci kendi mutluluğuna katlanabilmek için bir başkasının acısını taşıyabilmeyi öğrendiğimiz yoldur, her şeyden önce bir konuşma pratiğidir ve burada taraflar birbirinin yüzünü görmek zorundadır. Bundan ötürü yapılan tüm işlerde anayasal güvence istenmektedir. Savaş çıkmaz bir sokak olabilir fakat “kaynağa ulaşmak için akıntıya karşı yüzülmesi gerekir”. İşte sorumluluk budur! Kürt hareketinin şimdiye kadar yaptığı tüm ateşkesler akıntıya karşı bir kürektir. Bu boşa çekilmiş kürek değildir, bilerek isteye ve sorumluluğuna katlanılarak yapılmıştır. Bu sayede bir hafıza oluşturulmuştur. Yakın geçmişin hafızası ve deneyimleri bize bunu somut olarak sunmaktadır. Burada sorulması gereken, kaynağın kendini neden sürekli “saklamak” zorunda kaldığıdır. 2013 Newrozunda gösterilen kaynak, açılan kapı çok geçmeden kapanmıştır. Bu diskurun sebebi ve motivasyonu nedir? Buna verilecek bir cevap, zaten başından beri sorduğumuz soruların da özet cevabı niteliğinde olacaktır.

 

HDP’nin Rolü

Burada, belki HDP perspektifi üzerinden bir parantez açmak gerekiyor. HDP demokratik siyaseti inşa etmek, politikayı demokratikleştirmenin yollarını açmak için kuruldu. Politikayı iktidarın elinden almak ve bir özgürleşme aracı olarak toplumun her bir bireyinin politika yapmasını sağlamak için yola çıktı. O günden bu yana da demokratik siyaset yapmaktan asla taviz vermiyor. Bir müzakere partisi olarak HDP, politikayı demokratik hale getirmek, yani toplumsallaştırmak istiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana egemen olan iki blokun müzakere tanımayan, yurttaşı dışlayan anlayışına karşı çıktı ve halklara seçeneksiz olmadıklarını gösterdi.

Toplumsal sorunların çözümü demokratik siyasetten uzaklaştıkça imkânsız hale gelmektedir. Bu yüzden Kürt sorununun çözümsüzlüğü de demokratik siyasetin reddiyle yakından ilişkilidir. HDP, devletçi bakış açısından sıyrıldıkça çözüm imkânlarının artacağını bilir. Ortada olan bir sorunun reddi toplumun reddi anlamına gelir ki içinden geçtiğimiz çoklu krizlerin de başlıca nedeni budur. Kürt sorununun çözümsüzlüğünde ısrar edenlerin HDP’yi kapatmak isteyenlerle aynı yapılar olduğu ortadadır. HDP için düşünülen siyaset yasağı özü itibariyle toplumun politika yapma istencinin yasaklanmasıdır. Son süreçte yaşanan kısır muhataplık tartışmaları ibretliktir. Kürt sorunu sıradan bir sorun değildir, çözüm de sıradan olmayacaktır. 40 yıllık savaşın tarafları da, barış isteyenleri de, muhatap arayanları da bellidir. HDP’nin müzakere anlayışı, toplumu politikaya dahil etmek üzerine inşa edilir. Toplumun çıkarları esastır. Dolayısıyla demokratik politika büyüdükçe savaştan rant devşiren devletçi, cinsiyetçi sömürgenlerin saltanatı da son bulacak, sorunlar gerçek anlamda diyalog ve müzakere temelinde çözülebilecektir.

HDP bu işin neresindedir? HDP, Kürt sorununun çözümünde çoklu muhataplardan birisidir. Sadece Kürt sorunu da değil, bu ülkenin tüm sorunlarının muhatabı ve çözüm gücüdür. Kürt sorunu ise çok özel bir yerde durmaktadır. Silahlı bir hareket ve onun 22 yıldır İmralı’da gayri insanı ve ahlaki olarak mutlak tecrit altında tutulan Önderliği var. İmralı’nın rolünü tartışmak bile abestir. Tecrübe edilen bir çözüm süreci var. HDP İmralı Heyeti’nin çözüm çabaları var. Çözüme ne kadar da yaklaşıldığı ama nasıl da iktidar uğruna ters tepildiği gerçeği var. Tüm bunları görmezden gelerek muhatap kim tartışmalarına girmek özünde bu sorunu çözmemekte ısrar edenlerin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. Evet, sorun çok boyutludur, muhataplar da öyle. Bu yüzden HDP muhataplardan birisidir diyoruz.  Aksi durum bütünlüklü bir yaklaşım olmayacağı gibi gerçekçi de olmayacaktır. Kalıcı bir barışın bütünlüklü bir yaklaşımla tüm muhatapların ve aktörlerin dahliyle mümkün olabileceğini idrak etmemiz gerekiyor. Burada kim meşru, kim yasal gibi tartışmaların içine girmek hakikati görmemek anlamına gelir. 40 yıllık savaş artık bir şeyleri bilince çıkarmanın zamanının geldiğini söylüyor bize.

HDP, Kürt sorunun çözümünde kendisini doğrudan muhatap olarak görür ve demokratik çözümün Meclis’ten geçtiğini savunur. Geçmişten bu yana, tecrübe edilen süreçte de böyle düşünür. Meclis’ten yasa çıkması gerektiğini, çözümün adresinin parlamento olduğunu Öcalan da defalarca söylemiş, görüştüğü HDP ve devlet heyetine bu konuda ne kadar ısrarcı olduğunu ifade etmiştir. Çözümün adresini Meclis olarak görmeyen AKP iktidarı olmuştur. CHP başta olmak üzere diğer partiler devletçi kodlarından sıyrılamadıkları için sürece dahil olmamışlardır. Bir tarafta “Ne kandırırız ne de kandırılırız” diyen var, diğer tarafta ise bırak talepleri karşılamayı sürekli müzakere etiğini ihlal eden bir taraf! Masada durmayı başaran geleceği, hakikati de kazanacaktır.

 

 

 

[1] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu
[2] A.g. e
[3] A.g. e
[4] “Erdoğan’a göre Kürt sorunu bir var bir yok” 
           – https://bit.ly/3JtJ1Bl
[5] “Çözüm süreci ve HDP merkezli ‘muhatap’ tartışması nasıl başladı, kim nasıl tepki verdi?” – https://bbc.in/3pr0diN
[6] “Kürt sorununun çözümünde muhatap tartışmaları, Medyascope  – https://bit.ly/3mwCWKx
[7] Düşük Yoğunluklu 40 Yıllık Savaşın Türkiye’ye Ekonomik Maliyeti, 2021 – https://bit.ly/341AEN7
[8] Kristian Herbolzheimer ile söyleşi- https://bit.ly/32ua7au
[9] Barışa Giden Yol: Endonezya’da Müslümanların barışı- https://bbc.in/3prGS0Y
[10] Sonsuz Talep-Bağlanma Etiği, Direniş Siyaseti, (Simon Critchley, Metis Yayn.)
[11] Kürt Meselesini ‘Tanıyarak Dışlama’  – Birikim Dergisi, 2011 – https://bit.ly/32yibab

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.