Kavram olarak ulus; klan, kabile ve akraba aşiretlerin kavim, halk veya milliyet biçimlerinden sonra gelen ve kendini en çok dil ve kültür benzerliğiyle karakterize eden toplum biçimlenişidir, bir toplumsal kimlik ifadesidir. Bu tanımlamadan da anlaşılacağı gibi toplumlar doğuşlarından itibaren kavim ya da ulus kimlikleriyle doğmazlar. Toplumsal tarih akışı içerisinde Yakın Çağ’da ulus kimliğine daha çok yaklaşılmıştır. Kavim formunu ulus formunun-kimliğinin bir nevi kimlik malzemesi olarak değerlendirebiliriz. Kavimlerin Yakınçağ’la birlikte iki yoldan uluslaştıkları görülür. Bunlardan biri resmi uygarlığın kavimsel özellikleri ve değerleri modern milliyetçiliğe dönüştürüp devlet, burjuvazi ve kentin yeni toplum modeli olarak inşa ettiği “devlet ulusu”dur. Yani devlet ulusu ya da homojen ulus kavramları uygarlık sisteminin kapitalizm aşamasında toplumun gündemine sokulmuş ve kapitalist modernitenin temel üç sacayağından (kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm) biri olan ulus-devletin öngördüğü toplumsal form ve kimlik olarak inşa edilmiştir. Hâkim bir etnik grubun temel çekirdek olarak merkeze alınması, ona ait kimliğin tüm kavim(ler)e, etnisiteye, ulusa mal edilmesine, hatta kimlikleri çok farklı kabile, aşiret, kavim ve ulusların zorla bu etnik grubun dil ve kültürü içerisinde eritilmesine dayanan, “vahşi uluslaştırma” denilen bir uluslaştırma biçimidir. Tarihin en büyük etnik ve kültürel kırımlarının temel nedeni bu vahşi uluslaştırma zihniyeti ve yapılanmalarıdır. Onca fetişleştirilmesine rağmen en sığ, içi boşaltılmış bir metafizik kurgudur ve özünde böylesi toplumlar yoktur. Oluşturulsa dahi hem bozulmaya mahkûmdur, hem de varlıkları “savaşan toplum” özellikleriyle sorunların en vahşisini, soykırım-toplum kırımları üreten toplumdur. Günümüz dünyasında modernite güçlerince milliyetçilik ve homojen ulus anlayışlarına dayanarak inşa edilen devlet ulusu ve onun modern vatandaşlığı, sebep olduğu ağır toplumsal sorunlar ve tahribatlardan dolayı bir krizi, çözülüşü ve aşılmayı gerektiriyor. Gerek yarattığı sorunlar, gerek çözülme ve aşılma ihtiyacının dayanakları ve gerekse nasıl aşılması ve alternatifinin ne olması gerektiğini anlamak için, neden “devlet ulusa” ve onun “modern vatandaş” lığına ihtiyaç duyulduğuna bakmak gerekir.
Toplumsal doğa, çok karmaşık ve çeşitlilik arz eden bir kültürel zenginliktir. Bunun, “içi boş teneke” gibi ses veren modern yurttaşa ve homojen ulusal topluma dönüştürülmesi açık ki devlet köleliğinin inşasını ifade ediyor. Kapitalizm, toplumsal değerler etrafında özüne uygun olarak oluşmuş toplumsal doğa-yapı dağıtılmadan ve kendi sistemine hizmet edecek modern köleler ordusu-sürü toplumu oluşturmadan kârı gerçekleştiremez. Tüm kutsallaştırma deneyimlerine rağmen yurttaşlığın ve homojen devlet ulusunun özünde yatan gerçeklik, kâr üreticisi modern köleliğin inşasıdır. Homojen ulusal toplum, tarihin hiçbir firavun rejiminde gerçekleştirilmesi hayal bile edilmeyen bir “toplumsal mühendislik projesinin ürünü olup en yapay toplum modelidir. Neden bir yapay toplum modeli olduğu, hangi koşullarda ve ne amaçla bir toplumsal mühendislik projesi olarak geliştirildiği ve yarattığı sorunlarla birlikte niçin ve nasıl aşılması gerektiğini doğru belirleyebilmek gerekir. Toplumsal tarihe, bu akışın içerisinde doğal seyrinde toplumun form ve kimlik biçimlenişlerine ve günümüze kadar nasıl geldiklerine özlü de olsa bakmakta fayda vardır.
A-Uygarlık Öncesi Toplumsal Formlar
Klan: Merkezi uygarlık güçleri ve günümüz modernitesi toplumsal tarihi kentli, sınıflı ve devletli uygarlığın doğuşuyla başlatırlar aslında en büyük zihni çarpıtma ve gerçekliği perdeleme, bu ideolojik yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Yüz binlerce yıllık toplumsal tarihin son beş bin yıllık sürecidir sınıflı, kentli ve devletli uygarlık. Bu çarpıtma ve perdelemedeki amaç, adeta kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmenin toplumsallığın temel zemini olduğunu, toplumun bunlarsız oluşmayacağını ve düşünülemeyeceğini zihinlere kazımaktır. Hâlbuki insanlık tarihinin %98’i kentsiz, sınıfsız ve devletsiz toplum tarihidir. Bu tarihin temel toplumsal formu ise klandır. Klan, işaret dili kullanan, geçimini avcılık ve toplayıcılıkla sürdüren, 25-30 kişilik gruplar olarak ana-kadın etrafında şekillenen bir toplumsal formdur. Toplumun ana hücresi rolündedir. Klanı ahlaki ve politik toplumun en saf hali, hiyerarşi, sınıf, devlet tanımamış hali olarak ifade edebiliriz. Dört önemli buzul dönemin büyük iklimsel ve doğasal alt-üst oluşlarına direnerek, yabani hayvanlara yem olmadan insan türünün günümüze ulaşmasında çok büyük rolleri olan ve tüm insanlığın borçlu olduğu insan atalarıdır. Klanlar, göçebe topluluklar olarak komünal yaşamın ilk elden yaşayanları, özel mülkiyet, iktidar ve sömürüyü tanımayan, eşitliği ve özgürlüğü de en saf bir biçimde yaşayan, farklılaşmanın henüz oluşmadığı toplumlardır. Klanın kendisi aile olarak nitelenmese de ona yakındır. Aile, klan içinde ilk farklılaşan kurumdur. Uzun süre anacıl aile olarak yaşadıktan sonra, tarım-köy devriminden sonra (tahminen MÖ 5000’lerde) gelişen erkek egemenlikli hiyerarşik otorite altında ataerkil aile dönemine geçildi. Kadın üzerindeki sahiplik ilk mülkiyet düşüncesinin temeli oldu.
Kabile: Klan ve ailenin gelişen üretim ve güvenlik sorunlarında yetersiz kalması, dil devriminin (MÖ 30.000’ler) doğal bir sonucu olarak oluşan simgesel dilde ve kültürde yaşanan farklılaşmanın da etkisiyle aynı dil ve kültürü yaşayan klanları(aileler de dâhil) kabile biçimindeki bir toplumsal forma ve ilk toplumsal kimlik diyebileceğimiz yapılanmaya götürmüştür. Sadece kan bağıyla oluşmuş toplumsal birlikler değildir. Esas birleştirici unsur üretim ve güvenlik ihtiyacı ile kültürel yakınlıktır. Kabileler, ahlaki ve politik toplumun en güçlü yaşandığı çekirdek toplum unsurlarıdır. Tarım-köy devriminden önce göçebe ve yarı-göçebe olarak yaşayan kabileler neolitik devrimle beraber yerleşik yaşama geçmeye başlayan, bünyesinde bir hiyerarşi zaman içerisinde oluşsa da daha çok toplumun hizmetinde olan, uygarlıksal gelişmeye (kentli, sınıflı, devletli toplum) kadar tamamen komünalliğe dayanan bir toplum biçimidir. Temel felsefi “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” olan, aynı zamanda gerçek bireysellik ve toplumculuğun iç içe yaşanıp birbirini beslediği ve geliştirdiği toplumsal yapılanmalardır. Uygarlıksal gelişmeyle beraber kimi noktalarda yozlaşmalar gelişse de toplumsallığın temel varlığını sürdürme ve direniş gücü kültürüdür.
B-Uygarlık Sonrası Toplumsal Formlar
Tarım devriminin (MÖ 10000-5000 arası) yarı yerleşik kabile sistemine dayanarak geliştiği ve devrimsel bir anlam taşıdığı tüm tarihçilerin kabul ettiği ortak bir yargıdır. Bu döneme ait önemli hususlardan biri tapınak ve köy oluşumlarında niceliksel ve niteliksel gelişmelerin sağlandığıdır. İkinci önemli bir husus MÖ 7000’ler sonrası çanak-çömlekli neolitiği daha üst bir aşama olarak kent eşiğine kadar gelen gelişmeleri mümkün kılmasıdır. Konumuzun fazlaca dağılmaması için neolitiğin jeo-biyolojik alan olarak uygunluğundan dolayı verimli hilalde başladığını ve MÖ 5000’lerden itibaren taşıyıcı unsurları olan yarı-göçebe kabileler aracılığıyla hızlanan bir kültürel yayılma olarak başladı. Aşağı Mezopotamya’da Sümer, Mısır, bugünkü Hindistan-Pakistan sınırındaki Pencap ile Türkistan’ın Amuderya ve Siriderya vadilerinde olmak üzere geniş bir jeo-biyolojik alanda proto-kent eşiğine kadar bir gelişmeye yol açtığını, bir nevi döneme göre merkez çevre sisteminin ilk defa gözlemlenebilir olduğunu belirtmekle yetinelim.
Kent ve ona dayalı uygar topluma geçiş verimli hilali binlerce yıllık toplum geleneklerinde biriken maddi ve manevi kültür değerlerini niteliksel sıçramasıyla gerçekleşti. Farklı klan ve kabileleri bağrında buluşturan kent mekânları bu kültürel unsurların bir sentezi, yine kolektif üretim ve sulu tarım sayesinde büyük bir ürün artış yerleridir. Ayrıca çevre kabilelerden atılan-kopan unsurların yerleşmesiyle hızla artan nüfusu, kentin savunmasını yapan askeri yapılanması gelişen farklı mesleki işler ve karmaşıklaşan toplumsal ilişki ve ihtiyaçlar iş ve rol koordinasyonu anlamında bir yönetim sorununu doğurmuştur. Bu süreç kurnaz üç erkek karakteri (rahip-yaşlı tecrübeli bilge-yönetici ve askeri şef)dayanak ve giderek toplum üstü bir sınıfın ve bu sınıfın varlığını güvenceye alıp sürdüğü zemin olan devlet aygıtıyla sonuçlanmıştır. Toplumun yönetim ihtiyacı üzerinde oluşan bu yapı her geçen gün toplumdan koparak erkek egemenlikli sınıflı devletli ve iktidarcı bir zorbalık ve sömürü sistemi olan uygarlık sistemine dönüşmüştür. Uygarlık sistemi anti toplumsal bir sistem olarak tüm toplumun toplumsal değerlerin gaspı, talanı ve sömürüsü üzerine kurulmuş ahlaki ve politik toplumu zayıflatıp dayattığı oranda büyümüş ve yayılmıştır.
Aşiret: Aşiretler büyük oranda köleci uygarlık güçlerinin saldırıları karşısında kabile topluluklarını bir nevi federasyonu olarak oluşan toplumsal formlardır. Köleleşmemek ve yok olmamak amacıyla birleşme ve direnme ihtiyacı bu örgütlenmeyi doğurmuştur. Aşiretler askeri ve politik örgütlenmesi hızla gerçekleşen zihniyet ve örgütsel birliğin esas olduğu bir tarihsel geçmişi ve kültürü beraberinde taşıyan bir yapılanmadır. Kolektif toplumsal yapıları yardımlaşma ve dayanışmayı gerekli kıldığı gibi komünal ruhun güçlü olduğu toplumlardır. Kabile ve aşiretler uygarlık güçlerinin saldırıları karşısında büyük direniş gösterip ahlaki ve politik toplum yaşamında ısrarlı oldular. Kimi zaman kabile ve aşiretler üst tabakalarının yozlaşmaları ve işbirlikçiliğe yatkın yapıları sonucu uygarlık güçlerine teslim olma ya da uygarlık güçlerini yıkıp kendileri uygarlık gücü haline gelerek devletli uygarlık sistemine taze kan olmuşlardır. Yine de demokratik uygarlık tarihi büyük oranda kabile ve aşiretlerin özgürlük, eşitlik ve demokrasi için uygarlık saldırılarına karşı direniş isyan ve ahlaki politik yaşamında ısrarlı toplumunda ısrarlı toplumların tarihidir. Eğer komünalizm ve demokratik gelenek uğruna verdiği direnişleri olmasaydı insanlık bir kul ve sürü kitlesi olmaktan kurtulamazdı. Ayrıca kabile ve aşiretler günümüze kadar birer toplumsal form ve kimlik olarak varlıklarını kurmuş ve ulusal karakterinde yapıcı unsurlarıdır.
Kavim: Her ne kadar resmi uygarlıklar kavim ve ulusları egemen hanedan ve etnik grubun bir uzantısı olarak kavramlaştırıp kavim ve ulusu resmi hanedan veya etnik gruba nimetle borçlu kılarak öyküleştirdiği kavim ve ulusun babalarını ortaklaştırmaya (tekleştirmeye) çalışarak homojen bir toplumun ideolojik alt yapısını oluşturmaya çalışsa da gerçeklik çok farklıdır. Kabile ve aşiretler halinde gelişme kaydeden toplum doğası daha yerleşik hale gelip ortak dil ve kültürü geliştirdikçe ve özündeki ahlaki politik toplum kimliğini sürdürdükçe kavim ve ulus olarak şekillenmeye başlar. Kavim formu daha çok Ortaçağ’da gelişen toplumsal form ve kimliktir. Ağırlıklı olarak otak bir mekânı kendileri için yurt olarak geliştirirler. Her toplum kavim durumuna varmak zorunda değildir. Kavimler içinde çok sayıda klan, kabile, aşiret, hatta kavim yaşayabilir. Homojen kimlik anlayışı, ulus devlet faşizminin bir dayatmasıdır.
Bir diğer önemli husus ise devletli uygarlık tarihinin ulus-devlet biçimindeki devlet yapılanmasının esas alındığı kapitalist uygarlığa kadar ki devlet yapılanmalarını hiçbir zaman homojen bir topluma dayanmadığı ve homojen bir toplumu dayatmadığıdır. Hiçbir krallık, sultanlık ve imparatorluk tek kavim ve ulus adına homojen bir toplum mühendisliğine soyunmadığı gibi 5000 yıllık bu uygarlık tarihi süresince toplumlar öz kimleri ve değerleri ile var olmuşlar, büyük oranda kendi kendilerini yönetmişlerdir. Egemen sınıf, çok dar bir toplumsal üst tabakadan oluşmakta da ve sınıflı-devletli uygarlığı temsil etmekteyken, bu dar, toplumdan kopmuş üst tabaka dışındaki geniş toplumsal yapı ise demokratik uygarlığı temsil etmekte; her iki yapı iç içe ve mücadele içinde günümüze doğru iki nehir gibi akıp gelmişlerdir.
Kavim kimliğinin istikrarlı ve sürekli bir biçimde yaşaması halinde oluşacak kimliğe ulus kimliği ya da ulusal kimlik demek mümkündür. Ulusun ağır basan yanı öz iradesiyle kendi kedisini yönetebilmesidir. Kavimlerin Yakınçağ’ la birlikte iki yoldan uluslaşmaya gittiğini konumuzun başında belirtmiştik. Şimdi bunlara yakından bakalım:
Vahşi Uluslaştırma Olarak Devlet-Ulusu
14.-15.Yüzyıl Avrupa’sında gerek yaşanan savaşların, gerek monarşi yönetim ve kilisenin baskı ve sömürüsünün vardığı düzey toplumda ciddi bir tepkiye ve ideolojik, politik kaosa yol açmış, bu süreçte ağır toplumsal bedeller pahasına hümanizm, özgürlük, eşitlik ve demokrasi taleplerine dayanan Rönesans ve reform sürecinin esas motor ve örgütleyici gücü toplumsal tüm kesimlerden alan halk gücü olmasına rağmen, çok küçük bir güç olan ama sıkı örgütlenmiş sermaye sahibi burjuvazi azınlık bu kaotik süreçte kendini ideolojik ve politik bir seçenek olarak sunabilme gücü göstererek devrimde öncülüğü ele geçirmiştir. Kür Hak Önderi Abdullah Öcalan, burjuvazinin bu çıkışını şöyle ifade etmektedir: “adeta binlerce yıldan beri devletli ve devletsiz uygarlık güçlerinin kafeste tuttukları insan kılıklı canavarın zincirlerinden kurtulup tüm insanlık üzerinde dehşet verici hegemonyasına benzetmekte, onu temsil etmektedir.”
Gelişen burjuvasının daha fazla güçlenebilmek ve yeni bir dünya düzeni kurabilmek için, her şeyden önce kendisini koruyacak bir üst kuruluşa, ulusal sınırlara, bu amaca uygun olarak dizayn edilmiş toplumsal yapıya, can ve mal güvenliğini sağlayacak kural, kaide ve ölçüler manzumesi olan yasalara gereksinimi vardır. İktidar tekelini de eline geçiren sermaye tekelleri yatay ve dikey olarak ne kadar çok yayılırlarsa, güç ve kâr da birbirini besleyerek o denli büyüyecektir. İşte bu amaçla sermaye tekelleri iktidar tekelini de ellerine geçirerek uygarlığın kapitalist aşamasını ulus-devlet biçiminde yapılandırır. Kapitalist uygarlığın tanrısı olarak ulus-devlet, dini olarak da milliyetçiliğe dayalı olarak oluşturulan homojen toplum yani devlet ulusu inşa edilmiştir.
Toplumsal doğaya aykırı olan bu ulus anlayışı ahlaki ve politik toplumun parçalanmasına dayanır. Toplumsal yaşamı düzenleyen kural, kaide ve ilkeler olana ahlak yerine ulusal hukuku, birey ve toplumunu irade sahibi kılıp kendi yaşamını düzenlemesini ve kendi kendisini yönetmesini sağlayan politik dokusu yerine ise burjuvazinin kati bürokratik idaresini hakim kılarak toplumsal dokuyu parçalayarak azami kârına hizmet edecek sürü-kul toplumunu oluşturmayı esas alır.
Devlet ulusunda her ne kadar simgesel anlamda bir ulus kimliği merkeze alınıp adeta kutsallık payesi biçiminde sunuluyorsa da, özünde söz konusu ulusun değerleri de yozlaştırılır. Dinde tanrı-millet ilişkisi neyse, ulus- devletin devlet-ulus anlayışı da odur. Millet, bir tanrının dinine mensup olup ona biat, itaat hizmet eden kullar topluluğudur. Bu bağlamda güçlü ulus söylemi kapitalist modernitenin genel bir propaganda malzemesidir. Özünde güçlü ulus sermaye ayrıcalığı, geniş pazar, sömürge imkânı ve emperyalizm üretir. Yani devlet ulusu sermayenin hem sömürü, hem de onun hizmetindeki ulustur. Zaten hiçbir toplumsal soruna çözüm getirememesi ve birçok sorunu kaynaklığını yapması da bu niteliklerinden ötürüdür.
Kapitalist uygarlık aşamasından önceki devletli uygarlıklarda egemenlik çok dar toplumsal bir üst tabakanın elindedir. Kapitalist aşamada egemenlik burjuvazi ve orta sınıf üst tabakası gibi geniş bir toplumsal kesime dayanır. Bu da toplumda 5-10 olan firavun yüzlerceleşmesi anlamına gelir. Yine çok kalabalıklaşmış bir sivil ve askeri bürokrasiyi gerekli, kıldığı gibi bu bürokrasinin de geçinme kapısıdır. Bu durum ise, daha önce bünyenin daha dar bir bölgesinde ve ya organında kontrolde tutulan kanserli “urun” tüm bünyeye yayılmasına yol açarak tüm bünyeyi zehirleyen bir kanserli hücre misali tüm toplamsal yaşamı zehirler. Ahlaki ve politik toplum yapısı milliyetçilikle zehirlendirilip homojen bir devlet ulusu denilen sürü-kul toplumu oluşturulmadan iktidar aygıtının toplumun kılcal damarlarına kadar sızması ve azami kârı elde etmesi, toplumu sömürmesi ve köleleştirmesi mümkün olamaz. Ulus-devletin ya da devlet ulusunu en temel özelliklerinden biri de çoğulculuğa ve farklı oluşumlara kapalı oluşudur. Bunun nedeni çoğulculuğun ve farklı oluşumların demokratik karakterinde kaynaklı tekelin sömürüsü önünde engel teşkil ediyor olmalarıdır. Tek dil, tek bayrak, tek millet, tek (üniter) devlet biçimindeki tüm kavram ve söylemler, tekelciliğin ve sörü alanın daraltılması ihtimali-riski göz önünde bulundurularak türetilmiştir. Bu açıdan ulus devletin en çok işlediği milli (tekçi) kimlik, hegemonik gücün tarihteki en iş birlikçisi ve sadık hizmetkârıdır. Kapitalist uygarlık öncesi uygarlık tarihinin hiçbir sürecinde yerel ve bölgesel kültürler (klan, kabile, aşiret, kavim) bu denli maddi (fiziki ) ve manevi (kültürel) imhaya tabi tutulmamışlardır. En merkezi imparatorluklar bile yerel ve bölgesel kültürün hukukuna dikkat etmiş, bu farklılıkları bir zenginlik olarak kabul etmiş, kendi otoritelerini ret etmedikleri müddetçe özerk bir biçimde yaşamalarını olanaklı kılmışlardır. Belki de yüzlerce yıl hegemonik bir güç olarak varlıklarını sürdürmeleri de bu yanlarından ötürüdür. Kapitalist uygarlığın ulus-devletinin homojen toplumu zihniyet dünyası monolitik hale getirilerek sakatlanmış, ulusal şovenizme-faşizme açık toplumlardır. Topluma dayatılan homojen toplum ve milliyetçilik sadece söz konusu devlet sınırları içerisinde yaşayan farklı toplumların fiziki ve kültürel soykırımlarına ve sömürülerine yol açmamış aynı zamanda fetişleştirilen homojen ulus ritüelleri (tek dil, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet)yoluyla zehirlenen toplumların ırk, din, mezhep vb. savaşlarının son iki yüzyılda büyük toplumsal trajedilere milyonlarca yaşamını yitirmesine birçok klan, kabile, kavim ve ulusun fiziki ve kültürel soykırımına ve doğa tahribatına yol açmıştır. Ulus-devletin amaçladığı homojen ulus toplumu ancak iktidarla tüm uzuvlarını testereyle kesilip eşitlenir gibi yapay ve şiddet yüklü sözde hukuken eşit yurttaşlar inşa eder. Bu yurttaş kâğıt üzerinde hukuken eşittir. Ancak hayatın her alanında bireysel ve toplumsal bir varlık olarak eşitsizliğin en azamisini yaşar. Dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve pozitivist bilimciliğin eklektik birliğine dayanan liberalizm ideolojisinin sözde “bireysel özgürlük” söylemi bireyci bencil bireyi oluşturduğu ve toplumsallığı dayattığı oranda anlamlıdır. Bir diğer husus ise kapitalist hegemonyaya kadar sadece ticaret tekelini elinde bulunduran burjuvazinin sanayi devriminden sonra kısa bir süre içerisinde sanayiyi de kontrolüne geçirerek gerek azami kâr amacıyla geliştirdiği endüstriyalizme ve gerekse finans kapitalle kârını toplum ve doğa yıkımına aldırmadan sürdürmesidir. Böylece toplumsal sorunları bir iken birleştirerek yaşamı cehenneme çevirmiştir. Hiç şüphesiz bunun da ahlaki ve politik toplumu zayıflattırılıp dağıtılması ve yerine inşa edilmeye çalışılan homojen devlet ulusu ve onun modern yurttaşlığıyla bağı vardır. Toplumun bu biçimde zehirlendirilmeden, parçalanıp dağıtılmadan, doğa ve toplumsal bağ üzerinde bu sömürü ve zulmün sürdürülmesi mümkün olamaz. Zaten yapısı gereği toplumsal sorunların kaynağı olan kapitalist modernitenin toplumsal sorunları çözmesini beklemek saf dillik olur. İnşa ettikleri ulus-devlet modeli ve homojen toplum anlayışı var olan sorunları olabildiğince katmerleştirmiş ve büyük bir sistem krizine yol açmıştır. Gerek sistemin inşacıları olan hegemonik güçler açısından gerekse de binlerce yıllık toplumsal değer ve geleneklere dayanan toplumsal yargılar (demokratik uygarlık güçleri) açısından bir yandan bu krizden çıkış yolları aranırken öte yandan her iki cepheden gelişmelere yön verme mücadelesi yaşanmaktadır. Ulus-devlet ve onun homojen ulus anlayışının inşacıları olan merkezi hegemon güçler icat ettikleri canavarların yaratacağı tehlikelerin farkında olmalarından dolayı yaşanan krizi devlet ve toplum yapılarından kimi restorasyon ve reformasyonlarla aşma çabasındayken (Avrupa devletlerinin hemen hepsinde özerklik, eyalet vb. gibi yapılanmalar ve yerel bölgesel yönetimlere yetki devri, AB çatısı altında birleşerek sınırları kaldırma vb.) yarattıkları canavarların ihraç ettikleri alanlarda yaşadığı krizi de benzer yöntemlerle aşma çabası içerisindeler. Bugün kan gölüne dönen Ortadoğu coğrafyasında yaşananlar bu canavarların yarattığı sonuçtur ve kapitalist modernite güçleri bölgeyi yeniden kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizaynetme peşindeler. Gerek doğal topluma ve neolitik devrime gerekse uygarlıksal gelişmelere beşiklik etmiş ve binlerce yıl merkezi hegemonyayı elinde bulunduran bu coğrafyanın kadim kültürü kapitalist modernite sistemiyle doku uyuşmazlığı yaşmaktadır. Ne ulus-devlet biçimi ve onun homojen ulus anlayışı ne de klasik mezhepçi, dinci milliyetçi çözüm anlayışları var olan krizi ve toplumsal sorunları çözme kabiliyeti göstermektedir. Aksine sorunları ve krizi daha da derinleştirmektedir. Bu her iki anlayış çizginin dışında üçüncü bir çizgiye alternatif çizgiye-alternatife ihtiyaç vardır.
Demokratik Uygarlık Çözümü Olarak Demokratik Ulus
Konumuzun başında ulus formunun toplumsal akışı içerisinde klan, kabile, aşiret, kavim, halk, milliyet biçimindeki oluşumlardan sonra gelen ve kendini en çok kültür birliğiyle benzerliğiyle karakterize eden bir toplum biçimlenişi olduğunu belirtmiştik. Ulusal toplumların daha önceki toplumsal formlara göre daha kapsayıcı ve geniş hacimli olduğunu kapsadıkları yer ve toplumsal formlarla gevşek bir bağla bağlandıkları tekçi homojen toplumdan ziyade farklı çoklukların demokratik birliklerine dayandığını belirmek önemlidir. Demokratik ulus anlayışı, işte bu toplumsal doğanın akışına uygun bir ulus anlayışına dayanır ve onu derinleştirir.
Demokratik ulus; sınıf, cins, renk, etnisite hatta farklı kökenliliğe rağmen ortak bir kültür ve zihniyet dünyasına dayanan bir toplumsal form ve kimliktir. Farklı toplumsal yapıların (klan, kabile, aşiret, kavim, hatta ulusların) bir arada eşitçe özgürce demokratik bir biçimde yaşamalarının ortak zihniyeti ve zeminidir. Tüm toplumsal farklılıkları doğal ve aynı zamanda bir zenginlik olarak gördüğünden ulus-devlet zihniyetinin geliştirilip fetişleştirildiği tek dil, tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet anlayışlarının birer sömürü aracı ve toplumu zehirleyen argümanlar bilerek bunları sorunlaştırmaz. Bir toplumsal formun- kimliğin özgürlüğe açıklık düzeyi, o formun ya da kimliğin esnekliği ve açık uçlu oluşuyla bağlantılıdır. Demokratik ulus anlayışından her toplumsal yapının dili ve kültürü anlamlı ve değerli bir zenginlik olarak görülür. Önemli olan birbirini yok saymak ya da yok etmek değil bir arada özgürce yaşamaktır. Bu açıdan demokratik ulus, özgürlüğe ve eşitliğe en yakın ulus anlayışıdır.
Demokratik ulus ahlaki ve politik toplumu esas alır. Ahlaki ve politik toplum birey ve toplum ilişkisinin optimal dengesine ve birbirine güç savunmasına dayanır. Bu anlamda gerçek bireysellik ve toplumsallığın en doğru ve güçlü yaşandığı zemindir. Demokratik ulus 5000 yıllık uygarlık sisteminin parçalandığı, zayıflatılıp dayattığı ahlaki ve politik birey ve toplumu inşa ederek birey ve toplumun özneleşip iradeleştiği kendi kendisini demokratik bir tarzda yönetebildiği yeni toplumsallığın adıdır. Demokratik ulus zihniyetiyle inşa edilmiş ahlaki ve politik toplumlar en eşitlikçi ve özgürlükçü toplumlar olduğu gibi, sömürünün hiçbir türüne geçit vermeyen, zemin olmayan toplumlardır.
Demokratik ulus ancak yerel, bölgesel ve bireysel alanın kimliğinin özgürce gerçekleşmesiyle olur. Farklı ve çoğul kimliklere sahip uluslar, demokratik olmak kadar zengin ve barışçıl olmaya da daha yatkındır. Bundan dolayı bireyi ve toplumu iradesizleştirip hiçleştiren ulus-devletin bürokratik merkeziyetçi otoriter idare anlayışının aksine demokratik ulusta yerel ve bölgesel anlayışı olan demokratik özerkliği esas alır. Demokratik özerklik demokratik ulus zihniyetinin ruhunun bedenileşmesi olduğu gibi toplumun ahlaki ve politik yapısının esas inşa ve gelişim zeminidir. Demokratik ulus farklılıkların özerk yapılandırmalarını konfederal birliğine dayanır. Bu yönüyle tikelden evrensele doğru çözüm gücü olma üstünlüğüne de sahiptir.
Diğer önemli husus demokratik ulus ve devlet anlayışı arasındaki ilişkidir. Demokratik ulus devlet dışı toplumun temel yaşam formu ve kimliğidir. Devletin erkek egemenlikli, sınıflı, iktidarcı ve sömürücü uygarlık sisteminin bir unsur ve yapılanması olduğunu bilerek prensipte devleti reddeder. Ancak 5000 yıllık devletli uygarlık sistemini de cepheden yok saymaz. Devlet onu ne kadar tanır ve yaklaşırsa, o da devleti o oranda tanır ve devleti demokrasiye duyarlı hale getirmeye çalışarak devletin hâkimiyet alanını daraltmayı esas alır. Demokratik ulus demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum paradigmasını esas alır.
Çözümleyici bir model olarak demokratik ulus modeli devlet ulusçuluğunu paramparça ettiği toplumsal ilişkileri yeniden demokratikleştirir, farklı kimlikleri uzlaşıcı, barışçı ve hoşgörülü kılar. Devlet ulusunun demokratik ulusa evrilmesi muazzam kazanımlara yol açar. Öncelikle ulus-devletin homojen ulus anlayışının yarattığı şiddet yüklü toplumsal algıları doğru bir toplumsal bilinçle yumuşatıp insancıl kılar. Sadece kendi içinde barış ve hoşgörü geliştirmekle kalmaz aynı zamanda dışta diğer uluslara karşı da baskı ve sömürü yüklü yaklaşımları aşar. Bu yönüyle sadece dar ulusal sorun çözüm aracı değil aynı zamanda ortak zihniyete dayalı ve evrensel (BM yerine inşa edilebilecek Demokratik Dünya Uluslarının Konfederasyonu) özellikler ve çözümler taşıma ve savunma üstünlüğüne sahiptir. Doğal topluma neolitik devrime de uygarlık sistemine beşiklik ve binlerce yıllık merkezlik yapmış Ortadoğu coğrafyasının kadim toplumsal mirası ve kültürü, demokratik ulus devriminin de beşikliğini yapabilecek yegâne zemindir.
Kaynakça
[1] Öcalan Abdullah, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, 3. Cilt, Özgürlük Sosyolojisi, Amara Yayın, 2015, İstanbul, [2] Öcalan Abdullah, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, 4. Cilt, Amara Yayın, 2015, İstanbul
-
Öcalan Abdullah, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü, 5. Cilt, Amara Yayın, 2015, İstanbul
-
Tanilli Server, Uygarlık Tarihi, Cumhuriyet Kitaplığı, 2013, İstanbul
Yoruma kapalı.