Düşünce ve Kuram Dergisi

Direnişin Sınırları: Hukuk ya da Meşruiyet          

Prof.Dr. Mahmoud Patel

“Direniş” sözcüğü uzun bir entelektüel geçmişe sahiptir ve iddiama göre pek çok iç içe geçmiş anlam ve yöntemi barındıracak şekilde kullanılagelmiştir. Direniş, tarihsel olarak, yapısal siyasi değişime dair yetersiz bir düşünme tarzı olmuştur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, antropoloji bu kelimeye neredeyse takıntılıydı. K. Sivaramakrishnan’ın belirttiği gibi 1960’larda küresel sermayenin Güney Amerika ve Güneydoğu Asya’daki uzak topluluklara yayılarak adaletsizlikler yarattığı ancak Marksist tarih okumasının öngördüğü şekilde sınıfsal ayaklanmaları körüklemediği bir zamanda direniş, hayli popüler bir araştırma konusu haline geldi. Antropologlar bu eksikliği genel bir Marksist tarih yorumundan vazgeçmeden açıklamaya çalıştılar. Bunun sonucunda ise yüzler, James Scott’ın etnografya temelli teorilerinin öncülüğünü yaptığı “direniş çalışmaları” alanına doğru çevrildi. Scott, 1970’lerde ve 1980’lerde yayınlanmış ve etki yaratmış bir dizi kitapta, köylülerin silahlanarak değil de ayak direyerek kapitalizme nasıl “direndiklerini” inceledi. “Zayıfların silahı” küçük itaatsizlik eylemleriydi-kimi zaman bir gün fazladan hastalık izni, kimi zaman vasat eforla geçen bir hafta. Böyle bir çerçeve aracılığıyla antropologlar, sınıf ilişkilerini tarihsel materyalist terimlerle düşünmeye devam edebilirlerdi. Direniş çalışmaları bazı güçlü metinler üretti ve diğer alanların yanı sıra medeniyet çalışmalarını da etkiledi. Ancak, sınıf darlığının ötesinde bir siyaset tasavvur edemediği anda kendi sınırlarına ulaştı. Direniş her zaman hegemon, efendi veya patron tarafından belirlenen şartlarda gerçekleşiyordu. Direnişçinin, her zaman kurallarını kapitalizm ve temsilcilerinin belirlediği ve hatta sabitlediği bir oyunun içerisinde bulunduğu anlaşıldı. Ortodoks Marksist bir görüş içerisinde aksi nasıl mümkün olabilir ki?

Audra Simpson, Mohawk Interruptus: Political Life Across the Borders of Settler States (Kesintiye Uğratılan Mohawk: Yerleşimci Devletlerin Sınır Boylarında Politik Hayat, 2014) adlı monografisinde, yüzleri reddiye kavramına çevirmeyi önererek zor durumdaki direniş çalışmaları alanına yardım elini uzattı. Simpson için reddiye-direniş gibi-bir devlet ya da başka bir egemen güç karşısındaki dik başlı bir duruşu işaret eder. Ancak direnişin aksine reddiye, ezen ve ezilen arasındaki en temel angajman kurallarını reddetmek anlamına gelir. Bu ise farklı bir oyunda ısrar etmek anlamına gelir. Simpson’ın etnografik örneğinde Kahnawà:ke Kızılderilileri, yerleşimci devletlerin Mohawk kabileleriyle yaptığı bazı asırlık toprak anlaşmalarına saygı göstermemeleri sebebiyle hem Kana’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nin egemenliğini reddediyorlar.  Bu nedenle, Kahnawà:ke halkı, ABD tarafından verilen pasaportları uluslararası sınır geçişlerinde göstermeyi reddedebiliyor ve bu belgelerin zaten hiçbir geçerliliği olmadığı konusunda ısrar edebiliyordu. Bu tutum, farklı bir egemenin gerçekliğine bağlılık olarak görülerek sakıncalı bulunabilir. Ancak bu tür eylemler yeni birleşme olanakları da sunar. Reddedenler, daha sonra başkalarının da katılabileceği yeni siyasi örgütlenme biçimlerine giden yolu işaret ederler. Reddiyenin açılış taktiği, insanların politik olarak bir araya gelmenin alternatif yolları hakkında düşünmeye, bu alternatifi o an her nasıl bir sistem engelliyor olursa olsun bunun karşısında yer almaya başlayabilmelerini sağlamaktır. Simpson reddiyeyi, direniş çalışmalarının nihayetinde karşı karşıya kaldığı, yerli halkı oyunun kurallarının güçlü olan tarafından belirlendiği aynı tuzağa düşüren liberalizmin varsayımsal kabul lütfuna bir alternatif olarak önerir. Reddetme eylemleriyle yerli halk (örneğin) yerleşimci devletlerden kendilerine görünürlük bahşetmeleri talebine tamamen son verir.

Yakın geçmişte Simpson, reddiye üzerine mevcut siyasi moment bağlamında da yazılar yazdı. Mevcut rejimin etik ve dürüstlüğü sahtelikle ele geçirmesiyle harekete geçen insanların kendi görüşlerine göre ‘gerçeklerin’ nerede yattığını-köken hikayelerinin nerede olduğunu ve bu hikayelerin gücünün ne olduğunu-işaret etmeye başladıkları anlarda, seçim anlarında Simpson’ın “rıza dümeni” dediği şey tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bu ikili hamleler aynı zamanda hem reddiyeyi yaratan hem de reddiyenin yarattığı koşullardır. Diğer bir deyişle mevcut yönetimin gerçeği olağanüstü bir biçimde küçümsemesi, yalnızca bazı kutsanmış, hatta kurucu nitelikteki yalanların daha beceriksiz bir biçimde tekrar söylenmesinden ibarettir: Yerli halk topraklarının gasp edilmesine rıza göstermiş, Afrikalı-Amerikalılar, Kürtler gayret ederlerse mimlenmekten kurtulabilirmiş, kadınlar kendi vücutları üzerinde tam yetkiye sahipmiş, ekonomik fırsat eşit olarak dağıtılmış vesaire… Erdoğan, Trump, Modi, Netanyahu ve Bolsonaro tarafından söylenen bu yalanların deşifre edilmesi bize onların durumsallıklarını hatırlatabilir ve bunların reddini temel alan bir politika inşa etmemiz için zemin hazırlayabilir.

 

Edimsellik ve Meşruiyet

J.L. Austin, dilin edimsel ve betimsel boyutları arasındaki ayrımı işaret ederek edimsellik çalışmalarını başlattı. Betimsellerin doğru ya da yanlış olduğunu, edimsellerin ise kendi olaylarını örneklendirerek somutlaştırdığını ve bu nedenle kabul edilen göndergesellik koşulları içinde doğru ya da yanlış olduğunun söylenemeyeceğini öne sürdü. Eleştirel Uluslararası İlişkilerin en güçlü jestlerinden biri, devletin edimsellik boyutunu vurgulayarak devlet egemenliğini doğal olmaktan çıkarmasıdır. Bu, Uluslararası İlişkiler teorisinin yeni bir çerçeveye oturmasıyla sonuçlandı. Edimsellik kavramı, özellikle teori ile pratik arasındaki sınıra meydan okuyarak disiplinin metodolojik temellerini ve kavramsal protokollerini sorgular. Cynthia Weber, ‘Edimsel Devletler’ adlı makalesinde şöyle der: ‘egemen ulus-devletler önceden verili özneler değil, süreç içerisinde oluşan öznelerdir ve süreçteki tüm özneler (bireysel veya kolektif olsunlar) edimsel olarak hükmedilen pratiklerin ontolojik neticeleridir.’ Judith Butler’ın çalışmasından yola çıkarak devletlerin söylemsel olarak inşa edildiğini ve bunun, devletin ve dört bileşeninin-otorite, toprak, nüfus ve tanınma-‘doğal’ ve ‘söylem öncesi’ olarak kabul edilmesiyle sağlandığını öne sürer.

Edimsellik çalışmaları meşrulaştırma sorunlarıyla her zaman ilgilendiyse de bunlar hiçbir zaman tam olarak tartışmanın merkezine gelmedi. Bunun nedeni, edimsellik ve meşruiyet arasındaki eklemlenmenin dayandığı, edimselliğin ‘hukuki gücü’ ile ilgili yapısal bir zorluk olabilir. Aslında, edimsel kendini meşrulaştırma sürecinin her iki ‘tarafında’da bulur: Hem her zaman meşrulaştırılması şarttır (‘başarısının’ veya ‘gerçekleşmesinin’ koşulu budur) hem de meşrulaştırmayı kendisi yapar (çünkü hukuki değeri olan bir söz üretir). Edimsellik bir kurma ve koruma ilkesidir, dolayısıyla meşruiyetin esasa ve usule dair temsilleri arasındaki sınırı bulanıklaştırır. Bu çift taraflılık, meşruiyetin kökenini yayan totolojik bir döngüselliği ima ediyor gibi görünmektedir. Meşruiyet sorunu şunlarla ilgilidir: (1) denetim altındaki edimsel beyan-örneğin devlet egemenliğinin şu ya da bu uygulama veya söylemi; (2) bahsi geçen uygulama veya söylemi meşrulaştırdığı varsayılan veya olanaklı kılan edimsel anlaşmaların meşruiyeti; (3) bu edimsellik-meşruiyet hususlarına değer biçilmesine aracılık eden yorum modellerin meşruiyeti. Bu analitik düzeylerin her biri, aynı anda veya sırayla, edimsel veya betimsel, meşrulaştıran veya meşrulaştırılan bir araç olarak tasavvur edilebilir ve bu, edimsel olarak ontolojizasyon veya özselleştirme, meşruiyetin mevcut yapılarının geçerli kılınması riskiyle birlikte tüm olası kafa karışıklıklarına, birleşmelere yol açar.

Bir edimseli teorik veya eleştirel değerlendirme açısından izole ederken öncelikle edimseli ‘başarılı’ veya ‘başarısız’ kılan ve bu ‘başarı’ hakkında eleştirel düşünmeyi sağlayan bağlamsal geleneklerin varlığını ve meşruluğunu her zaman (en azından geçici olarak) varsaymak gerekir. Bu yorumlama çabası tamamen tarafsız olamayacak ya da yalnızca teorik bir betimsel kılığına girerek tarafsızmış gibi görünebilecek edimsel bir seçimi içerir. Edimsel meşruiyetin bu şekilde sorunsallaştırılması egemenliği de doğrudan ilgilendirir, zira egemen güç kendisini meşruiyet ve hukukun tartışmasız temeli olarak sunar. Ancak, edimseller gibi, tekil egemen kararlar (en azından prensipte hür iradeyle, kendi kendine belirlenmiş olarak görülen) yorumlara veya değerlendirmelere bağlı olarak meşrulaştıran-meşrulaştırılan ayrımın her iki tarafına da yerleştirilebilir. Tüm şiddetiyle edimsel egemenliğin mantığı, edimsellerin kendilerini kusursuz bir çemberin, kendine hak gördüğü bir gücü kullanma ve güç kullanarak kendini haklı çıkarma totolojik döngüsünün içine kapatmalarını gerektirir. Dolayısıyla ‘başarılı’ edimsel kavramı, bu çemberin daha hayalî açılış anında derhal kapanmasına olanak sağlayacaktır. O anda edimsel güçtür, meşruiyettir, benliktir, edimseldir vs. – Derrida’ya göre “edimsel totoloji veya a priori sentez”. Bu totolojik konum, akla mutlak bir kendi üzerine kapanma hâlini getirir; kendini meşrulaştırma söylemini üretmek için nihai olarak yalnızca kendisine güvenen ve böylece kendini dayatan bir ani şiddet eylemi fantezisini konsolide eden bir edimsel iktidarın kendini yegane yetkili kılma hakkı:

‘Başarılı’ bir devrim, bir devletin ‘başarıyla’ kurulması (‘isabetli edimsel konuşma eyleminden’ söz etmekle aşağı yukarı aynı anlamda) önceden üretmeye mahkum olduğu gerçeği, yani ürettiği şiddeti okumak, bu şiddetin gerekliliğini ve her şeyden önce meşruiyetini anlamlandırmak için uygun yorum modellerini sonradan [après coup] üretecektir. Bahsedilen yorum modeli ise Derrida tarafından ortaya konduğu ve Kuzeydoğu Suriye’de (Rojava ve Afrin) Türkiye, ABD, Rusya ve diğer işgalcilerin yaptığı gibi, kendini meşru ilan etme söylemidir.

Dolayısıyla argümanın ağırlığını ‘başarı’ terimi taşır. Epistemik risk, bu “yorumbilgisel çemberin” başka bir edimselin otoritesi aracılığıyla onaylanıp kapatılarak egemenin kendini dayatma fantezisinin geçerli kılınmasıdır. Bu ontolojik döngüselliği akredite ederken, kişi, görünüşte betimsel bir şekilde, ancak her zaman bazı edimsel yorumlar üzerinden (pratik çıkarımlar ile birlikte), egemen edimselin ve kendi kendini meşrulaştırmasının ‘başarısını’ hayata geçirir. Egemenlikler, edimsel ve betimsel olanın a priori birleşmesi üzerinden ilerler, çünkü bu durum,  sanki gerçekten ‘kendi’ anlatısının ürünüymüş gibi, egemenliğin ‘kendi’ edimsel iktidarıyla eşitlenmesi sonucunu doğurur.

Edimselin kendi kendini meşrulaştıran boyutunu vurgulamamın nedeni, kendini meşrulaştırma veya “kendini haklı çıkarma” (Selbstrechtfertigung) kavramının Max Weber’in tahakküm sosyolojisinde belirleyici bir rol oynamasıdır. Gerçekten de Weber, siyaseti ve devleti, meşruiyet kazandıkları ve bunu sürdürdükleri oranda tahakküm yapıları (Herrschaftstrukturen) olarak tanımlar: “Her tahakkümün (kelimenin teknik anlamıyla) kesintisiz uygulaması her zaman kendi meşruiyet ilkelerine başvurarak kendini haklı çıkarmaya şiddetle ihtiyaç duyar.” Weber’e göre meşruiyet ihtiyacı tüm iktidar veya güç (Macht) gösterileri için geçerli “evrensel bir gerçektir.” Meşruiyet, iktidarın “ampirik yapılarını” etkileyerek onu tahakküme (Herrschaft) dönüştürür. Bu çerçevede meşrulaştırma, bir ek destek mantığına göre işler: Kendini meşrulaştırma, üstünlük ‘efsanesi’ inşa ederek iktidar yapılarına temel düzeyde katkıda bulunur, ancak Weber’e göre yalnızca hâlihazırda var olan ‘üstünlükleri’ meşrulaştırdığı için düzenin birincil olmayan bir özelliği olarak tanımlanır. İktidar, başat iktidar olarak, üstün hakimiyet, üstünlüğün kendisi, zaten var olan özne, kendi ‘efsanesini’ yaratan kuvvetli bir kendini dayatma, kendi kendini meşrulaştırma söylemi olarak kabul edilir. Önce güç gelir, zira gerçek bir kendini dayatmanın (baskın özne: bir birey veya bir grup birey) olgusal üstünlüğü sadece kendi güçlü konumunu haklı çıkarmaya ihtiyaç duyar ve bunu yalnızca gücü yettiği için yapar. Bunu yapma gücüne sahiptir çünkü kendisi olma ve dolayısıyla kendini haklı çıkarma gücüne sahiptir. İktidar, kendi kendinin kökenidir, kendi içinde bulunur, “söylem öncesi” bir benliktir. Cynthia Weber’in de dediği gibi iktidar, kendine meşruiyet üretebileceği bir alandır ve bu meşruiyet yalnızca ek bir destek niteliği taşır.

 

Zorba ölür hükmü sona erer, direnişçi ölür hükmü başlar!

Abdullah Öcalan’ın tutsaklığı ve siyaset felsefesi yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor, tıpkı bir mumun başkalarına, eylemcilere, kuramcılara, devrimcilere ve işçi sınıfına ışık tutmak için yanması gibi. Türk hükümeti tarafından hapsedilmesi, toplumsal rahatsızlığın siyasi eyleme dönüşmesine yardımcı olan bir katalizör görevi gördü. Neo-liberal Türk Devleti derin ve açık bir kriz içinde. Kişisel çıkar ve sermayenin ihtiyaçlarına hizmet eden liderlik ahlaki ölçütlere göre iflas halinde. Mevcut kriz o kadar ciddi ki, sıklıkla kapitalizmin en korkunç kriziyle, 1930’larda üretim tarzının tam da varoluşuna soru işareti koyan Büyük Buhran ile benzeştiriliyor.  Soren Kierkegaard, “zorba ölür ve hükmü sona erer, şehit ölür ve hükmü başlar” demişti. Türkiye’de kaç kişi rejim tarafından infaz edildi ve gerek fiziksel gerek psikolojik olarak yaralandı? Sırf Kürt olduğu ve her şeyden önce insan olduğu için bölgede binlerce kişi yerinden edildi. Öcalan gerek geçmişi gerekse bugünüyle gerçek bir eylemcidir. Emperyalizme ve ırkçılığa lafını sakınmadan itiraz etti. Geliştirdiği Demokratik Konfederalizm düşüncesi, Devletlerin ön plana çıkardığı mevcut hegemonik duruma çözüm sunan radikal bir alternatiftir. Tüm ilerici kişi ve örgütlenmelerle ilişki kurdu. İnançlar arası ilişkiler, kadınların güçlendirilmesi ve sivil kurumların inşası ve güçlendirilmesi ile derinlemesine uğraştı. Rojava projesine ilham vermiş, Ortadoğu ve ötesinde ezilenler için ilerici entelektüel ve pratik alternatifleri ateşlemiş uluslararası bir figürdür.

Bu durumda Türkiye’nin, destekçilerinin ve NATO’daki ortaklarının Abdullah Öcalan’ı önemli bir siyasi tehdit olarak görmesine şaşmamak gerek. Öcalan tam anlamıyla vicdanlı bir insan olarak ilkelerine daima sadık kalmıştır.

Gücünü sahte bir meşruiyetten alan bir hukukla çerçevelenmiş küreselleşme ve serbest ticaret, en güçlü özlemlerimizi, adil, özgür ve dürüst olma irademizi ele geçirdi. Ticaret yasalarıyla şirketlere haklar ve mutlak sorumsuzluk imtiyazı verildi. Bu iflas, on yıldan uzun süre önce, en ileri kapitalist devletlerde bir dizi amiral gemisi finans kurumunun kendi içine patlamasıyla başladı ve bugün de bir dizi zayıf kapitalist devletin ekonomik kırımıyla sürüyor. Üçüncü Dünya’daki milyonların geçim kaynağı yok edildi ve ticaret anlaşmaları, teknokrat ve şirketlere, piyasanın düzenlenmesinin sınırları konusunda keyfi karar alma ayrıcalığı tanıyor. Abdullah Öcalan’ın fedakârlığı ve daha iyiye olan inancı, bu zorlu bağlamlarda, bireyler ve yönetimleri altındaki insanların sürekli sömürülmesine yol açan sözde post-faşist dönem ve eski post-kolonyal kurtarıcılar tarafından sürdürülen ilkesizliği gözler önüne sermektedir.

Kapitalizmin mevcut krizinin ne beklenmedik ne de kısa vadeli bir sapma olmadığını söylemeye bile gerek yok. Yüzyıldan fazla bir süredir, bir üretim tarzı olarak kapitalizm tarihsel bir gerileme halindedir, üretim ilişkileri ve üretim güçleri arasında sürekli derinleşen bir çelişki tarafından sarsılmıştır, zira ilki, ikincisinin gelişmesinin önünde giderek yükselen bir engel haline gelmiştir. Son üç yıldır kapitalizmin kalbini acımasızca tahrip eden aşırı üretim, en azından son otuz yıldır kendi bileşimini kemiriyor. 1970’lerin başından beri, neo-liberalizme dönüşen uluslararası kapitalizm, yolunu kaybetmiş bir sarhoş gibi krizden krize savrulmuştur. Elbette, mevcut krizin konjonktürel olmadığı muhakkak. Bu kriz, üretim tarzının yapısal çekirdeğine varan iflasın son patlamasıdır.

Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa uydularındaki kapitalist restorasyonlara eşlik eden zafer havası buharlaştı. Bunun yerine, endüstrinin kaptanlarının, finansın efendilerinin ve en büyük kapitalist ekonomilerin malî yöneticilerinin krizin mengenesinden kurtulmak için çil yavrusu gibi dağıldıklarını görüyoruz. Başarısız finansal kurumları desteklemek ve temerrüde düşen ulusal ekonomileri kurtarmak için yıllardır süren kapitalist çabaları finanse edeninse kamu parası olması sürpriz olmamalı. Hem kapitalist ekonominin patlayan sektörlerine kullandırılan milyarlarca dolarlık kamu geliri açısından hem de zorunlu olarak katlanmaları beklenen kemer sıkma yılları açısından, sistemi kurtarmanın ekonomik ağırlığı Türkiye ve dünyanın sıradan çalışan erkek ve kadınlarının sırtlarına yüklendi.

Büyük Buhran ve ardından çıkan Dünya Savaşı’nın kapitalist üretim tarzının eşi görülmemiş bir krizin içine yuvarlanışını hızlandırdığı bir dönemde yazan Schumpeter, genel bir “kapitalizme düşmanlık atmosferi” tespit etmiş ve şu uyarıda bulunmuştu: Kamu aklı kapitalizmden o kadar sıkılmıştır ki, o ve bütün eserlerinin mahkûm edilmesi kaçınılmaz bir sonuç haline gelmiştir. Mevcut kriz, yerel olanı en azından aynı düzendeki küresel ölçeğe yansıttı.

Bugün de, o günkü gibi, kapitalist sınıfın alaycı ve skandal aşırılıklarının bedelinin, kelimenin tam anlamıyla kendilerine ödettirildiğinin farkına vardıkça sıradan vatandaş veya halkın kapitalizme karşı yaşadığı hayal kırıklığı aşikârdır. Geleneksel burjuva ekonomisinin de krizin maddi temelini kavrayamadığı ortaya çıkmıştır. Hem Keynesçilik hem de Parasalcılık, kapitalist üretim tarzının kalbini parçalayan patlayıcı çelişkiler karşısında felç oldu. Kriz, neo-liberalizmin ve serbest piyasanın tanrılaştırılmasının yetersizliğini ortaya çıkardıkça Abdullah Öcalan gibi idollere ilgi arttı. Neo-liberal Türkiye’nin şiddetli bir eleştirisine duyulan ihtiyaç hem gerekli hem de acildir ve buna eşlik edecek davranışla birleştirilmelidir: Eylem! Abdullah Öcalan ve sokaklarda, hapishanelerde ve toplumda günlük Türk saldırganlığıyla karşı karşıya kalan diğer pek çok kişinin davranışlarında örneklendiği gibi. Abdullah Öcalan, Türkiye güçlerinin mantığa aykırı olmasına ve faşist sermayeye hizmet etmesine rağmen, eğitim ve örnek davranışa dayalı ilkeli eylem ile farklı sınıf, ırk, statü ve dini inançlara sahip toplulukları harekete geçirdi.

Mevcut kriz, hukuk formunun sorgulanmasını da gündeme getirdi. Hukuk, Türkiye’nin düzenleyici yapısının çok önemli bir unsurudur ve üretim tarzının toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden üretimine önemli katkı sağlar. Hukukun üstünlüğü, Türk neo-liberal projesinin görünen yüzüdür ve liberal özgürlük ve eşitlik ideallerinin simgesi olarak kabul edilir. Bu, insan hakları kültürüyle de birleştiğinde, herkes için adalete giden yol olduğu varsayılır. Ne komedi! Bunun yerine Türk hegemonyasına hizmet ediyor.

Buna karşın neo-liberalizmin genişleyen krizi, giderek daha fazla sayıda neo-liberal devletin, çözülme eğilimlerini durdurma çabasının bir parçası olarak otoriterliği daha fazla benimsemesiyle, hukukun üstünlüğünü ciddi bir baskı altına aldı. Bir normlar sistemi olarak idealist hukuk kavramına olduğu gibi bağlı olan liberal hukuk, sivil özgürlüklere yapılan saldırıdan yakınabilir ve buna karşı çıkabilir, ancak maddi temelini kavrayamaz. Mevcut krizin en göze çarpan iki unsuru, yani gelişmiş kapitalist dünyada “terörle mücadeleye” eşlik eden yaygın militarizm ve küresel kapitalizmin yapısına içkin olan ve Türkiye’de günbegün ortaya çıkan alenî yolsuzluklar için hemen hemen aynı şey söylenebilir. Her ikisi de açıkça hukuka aykırıdır, ancak takibatlar cezasızlıkla sonuçlanmaktadır; liberal hukuk yasal ilişkiler ile kapitalist ilişkiler arasındaki yakınlığı kavrayacak analitik kaynaklardan yoksun olduğu için boşa düşmektedir. Burjuva ekonomisi gibi liberal hukukta da durum aynıdır: Abdullah Öcalan’ın güçlü örneğinden, genel olarak kapitalizmin ve özel olarak da mevcut konjonktürün insafsız yasal boyutunu anlamlandırmak için faydalanmak hiç bu kadar güçlü bir ihtiyaç olmamıştı.

Abdullah Öcalan örneğinde lider-eylemci-kuramcı çerçevesinin ötesine geçerek vizyoner olmak, liderlik ve halk için ahlaki berraklığın sesi olma görevine sahip olan daha geniş bir topluluğa örnek olmak anlamına gelir. Örgün eğitimi ve topluluklar içerisindeki deneyimleri ona, özellikle baskı ve ıstırap bağlamında, bazılarımızın bilgelikle sesimizi yükseltmemiz, sağlam ve cesurca hareket etmemiz ve ezilenlere ve ailelerine elimizden gelen her türlü desteği vermemiz gerektiğini öğretmişti. Belki bu eğitime sahip herkes bunu yapamaz, ama bazıları yapıyor-ve bunu yapanlar zulümle taraf olmamak zorunda. Türk hükümeti tarafından hapsedilmesi, o dönemde toplumsal rahatsızlıkların siyasi eylemlere dönüşmesini sağlayan bir katalizör görevi görmüştü. Umalım ki Abdullah Öcalan’ın tutukluluk hâli bu görevi gerek günümüzde gerek gelecekte yerine getirmeyi sürdürür.

 

İngilizceden Çeviren: Oğul Köseoğlu, Selami Bulut
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.