Düşünce ve Kuram Dergisi

‘Hegemonya ve Hegemonya Yaratım Aracı Olarak Kontrgerilla’

Nasrullah Kuran

Hayatın düşündüğü ve düşüncenin yaşadığı yer bizzat ki toplumsallığın kendisi olduğuna göre, kavramların dahli olmadan anlam oluşturabilen bir toplum tasavvur edebilmek oldukça güçtür. Bu nedenle siyaset felsefesi, toplum teorisi ve toplum tarihi olduğu kadar, aynı düzeyde yaşamla ilişki içerisinde üretilen kavramlar tarihidir de.

Kavramlar, anlamlandırma çabamızın bir sonucu olarak açığa çıkarlar ve bu yönüyle de bir köklük, bir aidiyet bildirir, kurucu bir rol üstlenirler. Zaman içerisinde de değişme uğrasalar da köklendikleri ilk kurucu anlam içerikleri genelde kendini sürdürür, kolay kolay yok olmazlar. Kaynağını Yunanca “Hegemon” kavramından olan hegemonya da, köylerine köklük bildiren kurucu bir kavram olma özelliği taşır. Hegemon, Yunanca’da hem yönetimsel bağlamda önder ve hem de kaostan çıkışta yol gösteren rehber kişi anlamında iki farklı tanıma karşılık gelir. Ancak hegemon kavramının zaman içerisinde kullanımı giderek daraltılmış, yol gösteren rehber anlamı görünmez kılınırken, yönetimsel bazdaki önder tanımına ise bir egemenlik formu giydirilmiştir.

Kapitalist devletçi kuramlarda hegemonya, iktidarla özdeşleşmiş olup bir devletin başka bir devleti ya da devletleri siyasal, ekonomik ve kültürel egemenliği altına alması biçiminde bir içerik kazanırken, Marksist kuramda “İşçi-köylü blokunun egemen ve yönetici gücü”olarak proletaryada somutluk bulur. Lenin bunu bir adım ileriye taşırarak, hegemon güç olmayı ittifaklar ilişkisine ve ittifaklar arasında sağlanacak birliğe dayandırır. Lenin, işçi-köylü blokuna otokrasiye karşı etkin mücadele içerisinde olan liberal anlayışı, burjuvaziyi de dahil eder. 

Hegemonya kavramına yönelik en kapsamlı incelemeyi gerçekleştiren ve kurumsal çalışması açısından belirgin bir çıkış noktası yapmayı başaran kişi ise, İtalyan devrimci Antonio Gramsci’dir. Gramsci, sömürülen sınıfların mevcut sömürü düzenini kabul etmelerinin tek başına devletin uyguladığı zor yöntemleriyle açıklanmayacağını, zor ile birlikte devlet eliyle ideolojik-kültürel bir rıza anlayışının da getirildiğini ve bununla iknanın sağlandığını belirtir. Buna göre devletin rızayı oluşturmasında sivil toplum, esas rolü oynamakta ve bu rol için belirleyici bir kaynak işlevi görmektedir. Toplumun düşünce ve davranış tarzlarını şekillendiren kurumlar; okul, kilise, üniversite, basın, medya vb. birimler bu kaynağın en aktif iş gören şubeleridir. Devlet, bu birimler aracılığıyla ideolojik-kültürel hegemonya faaliyetlerini yürütür. Devlet ideolojisinin topluma yaydırılmasında ve böylece rıza ve iknanın üretilmesinde bu şubeler belirleyici bir rol oynarlar. Gramsci bunu, “Devlet = politik toplum + sivil toplum, bir başka deyişle zor zırhıyla korunan hegemonyadan” çıkarsamasıyla formüle eder.

Gramsci’nin yarattığı bir diğer farklılık, hegemonya kavramını “sınıfçı” ve “devletçi” bakış açısının dışına çıkararak toplumun bütününe hitap eden daha kapsayıcı bir perspektife dönüştürebilmiş olmasıdır. Gramsci, hegemonik önderlik kavramsallaştırmasında daha önce değindiğimiz Yunanca hegemon kavramının bildirdiği her iki anlama da yer verir. Hem yönetim anlamında önderlik, hem de karışıklıktan, kaostan çıkarma, yol gösterme anlamında rehberlik; her ikisi de Gramsci’nin hegemonik önderlik kavramına ilişkindir. Bu bağlamda Gramsci’de hegemonya, rıza ve ikna üzerinden kendisini temellendiren entelektüel, ahlaki ve politik bir önderliktir. Gramsci’nin hegemonya kavramı, “kültür ile halkın, felsefe ile siyasetin birliğini temsil eder; felsefenin eylem ve pratiğin dünyasında gerçekleşmesi, hegemonyanın toplumun genelinde yaygınlaşmasına tekabül eder. Hegemonya, felsefenin ve bilginin sosyo-politik ve tarihsel bir öznede somutlaşmasıdır ve bu somutlaşmanın kendisi, bu öznenin, olanın etkin hakikatinde ki eylemde oluşumu ve oluşudur. Hegemonyanın gelişimi, yığının ve kalabalığın kararla bir halkta gelişiminden ve bu yığının bir halk içindeki yapılanmasında, hegemonyanın gelişmesi ve yaygınlaşmasından başka bir şey değildir.” 

Önderliğin toplumsallığı oluşturan bütün alanları etki etmesi ve “yol gösterici” konumunu üstlenmesi, kapsamlı ve çok boyutlu (ekonomik, kültürel, entelektüel, ahlaki ve politik), komplike bir mücadele tarzının yürütülmesi, halkın stratejik değerdeki rızasının kazanılması ve bunun yetkince pratikleşmesi için bir toplumsal otoritenin sağlanması durumudur hegemonya. Dolayısıyla karşı hegemonya meselesi, aynı zamanda bir “pedagoji biçimi” ve bir “kitlesel eğitim” stratejisi olarak da anlaşılmalıdır. Gramsci’ye göre, bir toplumsal grubun diğer grupları kendi görüşleri doğrultusunda “eğitmeye” çalışması anlamında “hegemonyanın her ilişkisi zorunlu olarak eğitime dayalı bir ilişkidir.” Eğitim ve kitlenin bilinçlenmesi ve iktidar hakkında bilgilerinin gelişmesi, insanların iradeleşek ortak paydalarda, örgütlülüklerde buluşması açısından bir manivela görevi görür. 

Kapitalistik manada hegemonya ise, uygarlıksal gelişime denk gelen iktidar yapılanmasının bir gereği ve sonucu olarak açığa çıkmış, devletsel oluşumu ile birlikte zirve yapmıştır. Bilindiği üzere her iktidarsal oluşum bir diğeri ile mücadele içerisinde ve karşıtını ortadan kaldırarak kendisine hakim kılmaya çalışır. Bu mücadeleyi yönteminin en etkili silahı olan savaş, sürekli öten bir makine gibi işlese de sadece karşıtını değil, beraberinde sahibini de çürütüp zayıflatır. Savaş deneyimi ile bunun tecrübe edilmesinin yapısına, iktidar karşıtı hareketlerin dalgalar halinde geliştirdiği özgürlükçü direnişler, merkezi iktidar yapılanmalarının aralarındaki çatışmaları bir tarafa bırakarak en güçlü iktidar-devlet hegemonyası altında bir araya gelmelerinin ve ittifak geliştirmeyi zorunlu kılar. Hegemonik iktidar, devletlerden oluşan hegemonyasını ekonomik ve ideolojik iki temel güç yapısı aracılığı ile gerçekleştirir. Ekonomik ve ideolojik güç haline gelmek sizin güçlü bir devletin hegemon hale gelmesi mümkün değildir. Bu da güçlüler arasında ekonomik ve ideolojik üstünlüğü kendinde merkezileştiren en güçlünün hegemonyası anlamına gelir.

Akad kralı Sargon’dan günümüzün ABD’sine kadar sürdürüle gelen hegemonik süreç, bir zincirin halkaları gibi birbirine eklense de, hegemonik oluşumun ekonomik ve ideolojik güç yitimine uğrayarak çözülmeye başladığı, buna karşılık yeni bir hegemonun da henüz açığa çıkmadı koşullarda güçlü devletler arasında bir “güç dengesi” nin oluştuğu ana geçiş dönemlerine de rastlanmaktadır. Giderek asalaklaşan, dolayısıyla azami kâr ve sermaye birikimini gerçekleştirmekte zorlanan hegemonik güç ya da devletin bir gerileme ve çözülme sürecine girmesi kaçınılmazdır. Çünkü ekonomik, politik ve askeri güçlerini sonsuza dek sürdürmeleri olası değildir. Yanı sıra, güç ilişkisine dayalı ittifaklar stratejisinin kendi içerisinde paradoksal bir güzelliği barındırıyor olması, hegemon devletin önemli bir açmazını oluşturur. Bu açmazı en açık bir şekilde ekonomi ve askeri teknoloji olanlarında görürüz. Hegemonik devlet bir taraftan kendi avantajını korumak için ittifaklarının ekonomik güçlenmesini ve askeri teknoloji üretmesini sınırlandırmaya ve kendine bağımlı kılmaya çalışırken, diğer taraftan düşman olarak belirlediklerini kendisinden uzak tutmasını ve pazarlara hakim olmasını sağlayacak güçlü ittifaklara ihtiyaç duyar. Her iki yaklaşım da sonuçta ittifak içerisindeki devletlerin güç kazanmasına, güçlenmesine yol açar.

Buna rağmen her hegemonik iktidar ve devlet kendisini ezel ve ebed müddet kılma arzusunu taşır. Bunu gerçekleştirmek için de, hem bir “düşman” hem de bir “ittifak” ağı oluşturarak bunu bir dünya sistemi yapısına dönüştürür ve böylece sürekliliğini sağlama almayı hedefler. Kendisinden kaynaklı bunalım ve krizleri güçlü yönetebilmesi açısından düşman ve ittifaklar yaratma stratejisi, hegemonik devletin varoluşsal bir özelliğidir. Bu özelliğini somutluk kazandırmadan hegemonyasını var edemez. Bunu İ.Wallerstein, şu sözlerle dile getirir; “Gerçek hegemonya döneminde, hegemonik gücün hem dünya vizyonuna bir “düşman” hem de bir müttefik ağı oluşturması gerekliydi. Düşmanla savaşmak için müttefikler oluşturmaktan çok, müttefikleri kontrol altında tutmak için düşman oluşturuluyordu.” İki kutuplu dünya gerçeği döneminde ABD hegemonyasının, komünizmi düşman olarak belirlemesi ve bu belirleme ışığında NATO şemsiyesine ve ittifaklarını oluşturması, Reel Sosyalist kampın çözülüşü sonrasında yaşanan boşluk sürecinin bu sefer “anavatan güvenliği/uluslararası terörle mücadele stratejisi” ile doldurulması ve yine 2021’de açıklanan ABD strateji belgesinde Çin ve Rusya’nın düşman ilan edilmeleri aynı hegemonik kurgunun güncellemesinden başka bir anlam içermemektedir. ABD hegemonyasının yükselen Çin ve toparlanan Rusya bloğu karşısında varlığını sürdürebilmesi için NATO ittifakına, Rus ve Çin saldırganlığı ile korkutulan NATO ittifakının da ABD hegemonyasına ihtiyacı bulunmaktadır.

Sonuç itibariyle ideolojik kamplaşmalar dönemini yaşamıyoruz. Haliyle yaşanmakta olan kutuplaşma ideolojik ayrışma temelli değil, kapitalist modernite eksenli bir paylaşım savaşın neticesidir. Bu bağlamda yeni hegemonya mücadelesinin 1. Dünya Savaşı öncesi imparatorluklar arasında yaşanan çekişmeleri hatırlatır bir karakter sergilemesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ukrayna’da yaşanmakta olan savaş; ABD hegemonyasının kendini yeniden tahkim etmesi, Rusya-Çin bloğunda kendilerine karşı devreye konan “kuşatma stratejisi”ni boşa çıkarmadaki kararlılıklarını sergilemesi açısından bir turnusol kağıdı işlevi gördüğünü belirtmek yerinde olacaktır. Başta ABD hegemonyası olmak üzere, hegemonik güç olma çabasındaki devletlerin geldikleri aşamada sürekli askeri müdahale seçeneğine başvurmak zorunda kalmaları, ideolojik ve ekonomik güç olma vasıflarının zayıflaması ile yakından bağlantılıdır. Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi, “küresel finans kapital çağıyla birlikte somut tarih ve toplumla hiçbir bağ kalmayan bu sistem öz itibarıyla anlamsızlaşmıştır. Biçim itibarıyla dağılması da günbegün gerçekleşmektedir. Belki de tarihte ilk defa merkez hegemonik sistem tüm rezervlerini tüketmiş olup, ağır ağır çatırdamakta, sürekli krizle boğuşarak sonuna yaklaşmaktadır.” 

 

Önce Bir Çöl Yaratıyorlar ve Buna Barış Diyorlar!

Emperyalizmin doğru sayılabilecek 20. yüzyıl başlangıcında bile, ileriyi gören gözlem gözlemciler Avrupa egemenliğini sonsuza kadar sürmeyeceğini fark etmişti. Daha 1897 de ürkütücü kehanetlerde bulunan Rudyard Kipling, kendinden emin İngiliz kamuoyunu uyarıyordu: “Geçmişim bütün azameti çok geçmeden Ninova ve Sur’a benzeyebilir. Sakın unutmayalım, sakın unutmayalım!” 
Tabii Ninova ve Sur antik Sümer‘de göçebe gerillaların yakıp yıktığı şehirlerdi.
Görünmeyen Ordular / Max Boot

 

Modern dünya sistemi açısından hegemon devlet oluşumu, kapitalist çarkın işleyişini sağlıklı sürdürebilmesi bakımından nasıl bir gereklilik ise, anti-hegemonik özgürlükçü demokratik toplum güçleri ile mücadele ve mücadele stratejileri de hegemon devletler açısından vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşanmakta olduğu günümüz dünyasında bunun yansımalarını yaşama ve hissetme düzeyimiz, her ne kadar yaşadığımız coğrafyanın ve toplumun bu türden müdahalelere maruz kalma düzeyi ile bağlantılı gelişiyorsa da, bilmeliyiz ki bu yönelim tüm insanlığa ve insanlığımızadır.

Tarihsel toplum geleneğinin sık sık tarih bilincinin gerekliliğini işaret etmesi, elbetteki boşuna değildir. Aksine, tarih bilinci ve var olana yönelik derinlikli kavrayış, tecrübe ve kararlılık, stratejik aklın unsurları olarak öne çıkanlar. Örneğin; “baş bihure, hur bihure, kur bihure” tarzındaki Kürt özdeyişi bu türden bin aklın sonucudur. “Tarih günümüzde gizli biz tarihin başlangıcında gizliyiz” belirlemesi de sadece tarih ve şimdi ilişkisine yönelik diyalektik bir tespiti barındırmaz, beraberinde stratejik bir bakışı ve tutumu yansıtır. Bunu bir başlangıç noktası haline getirerek hegemonik güçlerin halkı halklarımıza yönelik geliştirdikleri kontrgerilla stratejilerinin tarihsel ve güncel bir okumasını yapmak ve bundan dersler çıkarmak, Üçüncü Dünya Savaşı’nın karakter ve özelliklerini tanımamızı sağlayacağı gibi, bize boşa çıkarmanın taktik becerikliliğini de aşılayacaktır.

İktidar ve devlet oluşumlarının varlık bulduğu ve toplumu egemenlik altına almak istediği her yerde, kaçınılmaz bir şekilde buna özgürlükçü toplumların tarihsel bir karşı duruşu ve isyanı olmuştur.

İsyan ve direnişin yöntemi ise, zayıfın güçlü karşısındaki yöntemi yani İspanyolca da “Küçük savaş” anlamına gelen ve “vur-kaç” taktiğini içeren, uzun süreye yaydırılmış gerilla mücadele strateji biçiminde somutluk bulacaktır. Kontrgerilla stratejisi de, iktidar ve devlet aygıtlarının gelişen ve isyan ve direnişleri bastırma, gerillaya karşı gerilla taktikleri uygulayarak etkisizleştirme amacını içerir. Bundan hareketle denilebilir ki gerilla tarzındaki savaş, iddia edildiği gibi yeni geliştirilmiş olmaktan çok, neredeyse insanlık tarihi kadar eski tarih savaş yöntemidir. Antik Çağda Atina-Sparta arasındaki Peloponez Savaşı, Mezopotamya’da Akad İmparatorluğu’na karşı Hurrilerin, Zagros Dağları’nda Gutilerin, Bering Boğazı’nda yaşayan Eskimo kabilesinin, Perslere karşı İskitlerin Roma’ya karşı Yahudilerin gösterdiği direniş, gerilla tarzında gerçekleşmiştir. Çarpıcı olan yönü, bu dönemlerde ki tüm gerillasal karşı koyuşların devletsiz toplumlardan gelmiş olmasıdır. 

Kontrgerilla uygulamaları açısından tarihsel örneklendirmeleri Roma lejyonlarından başlatabiliriz. Yunanlı tarihçi Polybius, Romalı lejyonların ele geçirdikleri şehirlerde yaptıklarını şöyle dile getirir; “Buralarda sadece insan cesetleri ile değil, ikiye biçilmiş köpeklerle ve bacakları kesilmiş başka hayvanlarla karşılaşmak mümkündür… Sanırım bunu dehşet yaşatmak için yapıyorlar.” Gerçekleştirdikleri manzarayla isyancılar da korku ve panik havası yaratarak yıldırmayı amaçlayan Romalı lejyonerler, bu acımasızlıklarını her tarafa yaymakta özel bir çaba gösteriyorlardı. Böylece, bir psikolojik özel savaş yöntemi olarak ürettikleri korku, fethettikleri yerlere onlardan önce giriyor ve ciddi bir etki yaratıyordu. M.S 70’de Kudüs’ü ele geçirdiklerinde, üzerinde “Yehuda fethedildi” yazılı ve “yas tutan bir Yahudi’nin üstünde mızrağıyla duran bir Roma askeri” görüntüsünün işlendiği sikkelerin basılıp imparatorluğun her tarafına dağıtılması, Roma’nın kontrgerilla stratejisinde ulaştığı psikolojik savaş uzmanlığı göstermesi açısından dikkat çekicidir. Ancak Roma’nın uygulamalarını bundan ibaret saymak doğru olmaz. Roma bir taraftan isyancılara karşı zalimane bir tutum sergilerken, diğer taraftan uzlaşma, ticaret ve günümüzde “dış yardım” olarak adlandırılan parayla ayartma yöntemlerine de baş vuruyordu. İmparatorluk içindeki ve dışındaki yerel elitlerle kurulan sosyal ve mali ilişki ağı, onların asimilasyonu hızlandırırken iç isyanların azalmasını sağlamıştır. “Boyunduruk altında bir çok halk, başarılı biçimde imparatorluğun bünyesine sokuldu. Bu halkaların elitleri Yunanca ve Latince öğrendi, Roma sikkelerini kullandı, Roma tarzı şehirler inşa etti, Romalıların yaptığı yollardan seyahat etti, hamamların ve sirklerin keyfini çıkardı. Toga giydi, şarap içti, zeytinyağı ile yemek pişirdi ve Roma’nın dini kültürlerini uyguladı. 

Kırsal kesimde yaşayanların büyük bir kısmıysa eski geleneklerine bağlı kaldı.” İmparatorluk içindeki çatışmalara son vermek için en son bütün İtalyanlara Roma yurttaşlık hakkını tanıması ise, isyanlara karşı koyma taktiği açısından en etkili girişim oldu. Pax Roma adı verilen en uzun barış ortamı ve bu sayede, yani “uyrukların büyük kısmının” bağımsızlık isteğinin köreltilmesi sonucunda sağlandı. Tacitus’un bu durum karşısında, “önce bir çöl yaratıyorlar ve buna barış diyorlar” sözü, çok haksız olmasa gerek. 

Roma benzeri yaklaşımı Asya arkalarındaki Çin’de de görmek mümkündür. Hunlu göçebelerin karşı saldırılarıyla başa çıkamayan Çin imparatorluğu, çareyi Hunlarla ilişki geliştirmekte, barış karşılığında Mete ile evlenmesi için bir prenses ve yüklü miktarda tahılın yanı sıra göçebelerin imal edemediği, fakat ilgisini çeken ipek ve şarap gönderir. Her yıl bu miktar arttırılır ve bu sayede bir bağımlılık durumu yaşatılır. Çinlilerin “Beşyem” politikası olarak adlandırdıkları uygulama şöyle açımlanır; “Onların gözlerini doyurmak için zarif giysiler ve arabalar; boğazlarını doyurmak için güzel yiyecekler; kulaklarını etkilemek için müzik; tahammül etmelerini sağlamak için gösterişli binalar, tahıl ambarları ve köleler öne sürüldü, teslim olan Hunlar için hediyeler gönderildi ve iltimasları yapıldı.” Göçebe Hun kabileleri gevşeyince, imparatorluk diğer göçebe kabileleriyle de bağların geliştirip onlardan atlı askerler devşirmeye başladı ve çok eskiden “Barbarları kontrol etmek için barbarları kullanma” olarak bilinen, günümüzde ise “iti ite kırdırma” benzetmesiyle taşırılan politikayı devreye koydu. Sonuç, Hunların etkilerini yitirmeleri ve dağılmaları oldu. 

Avrupa merkezli askeri zora dayalı sömürgeleştirme politikalarının yoğunluk kazandığı dönemde devreye konulan ve neredeyse tüm zamanların en etkili kontrgerilla uygulaması haline gelen “yayılan yağ lekesi” kuramı ise, ordu gücünün karakollar ve askeri yerleşkeler biçiminde yerli direniş ezilinceye kadar, aşama aşama halkın bulunduğu alanlara yayılmasını ve kontrol altında tutma stratejisini içeriyordu. Avrupa’nın askeri teknolojisine ve askerlik yönetimindeki üstünlüğünü sahaya sürdüğü bu koşullarda, yerli halkların hepsi direniş gösterseler de Haitililer dışında hiçbiri başarılı olamadı. Başarısızlıklarının nedeni, Avrupalıların “dolaylı yönetim” yaklaşımı temelinde yerli elitlerin konumlarını değişikliğe uğratmadan kendilerine tabii olmalarının sağlamaları ve Avrupalı danışmanlar vasıtasıyla onları Avrupalı silahlar almaya, konvansiyonel ordulaşmaya yönetme becerisini göstermeleriydi. Avrupa’da danışmanların konvansiyonel savaşın üstünlüğü ve gerilla direnişinin işe yaramazlığı üzerine geliştirdikleri söylenceği özümsemek ile kelimenin tam manasıyla kendi kendilerini yenmişlerdi. Farkına varamadıkları şey, taklidin hiçbir zaman gerçek olanın yerini alamayacağıydı. Oysa Haitililer tersinden bir tutumla, kendi geleneksel mücadele yöntemlerinde, gerilla savaşında ısrar etmiş ve aynı Avrupalılara karşı zafer kazanmışlardı.

Amerika’daki Kızılderili kabilelerin büyük direniş göstermelerine rağmen yenilgiye uğratmalarına sebep olan temel etken, akış halindeki yoğun Avrupalı nüfus karşısında azınlıkta kalmaları gösterilse de, bu ancak yan bir etken olarak değerlendirilir. Kızılderili kabilelerin kendi aralarında bölünmüşlükleri ve birleşik bir cephe oluşturamamaları, onları her türden kontrgerilla saldırılarına açık hale getiren esas sebeptir. Örneğin Fransızlar, bu sayede kimi kabilelerle işbirliği yapıp İngiliz yerleşimine saldırırken, İngilizler aynı kabile ile işbirliğine girecek tehlikeli gördükleri bir başkasına saldırabiliyordu. Bu bölünmüşlük hali, sömürgecilerin birçok Kızılderiliyi devşirip “izci” ve “destek işbirliği” biçiminde kullanmasına, bilinen “Vahşi’ye karşı Vahşi’yi kullanma” politikasının işlevsellik kazanmasına yol açtı. Ve bu taktiklerin devreye konulmasından sonradır ki Kızılderili pusularında büyük kayıplar veren sömürgeciler, savaşta üstünlüğü ele geçirmeye başladılar. 

En kötüsü, 19. yüzyıl başlarında Kızılderililere karşı Asurluların 300 yıllık bir süreçte boyundurukları altındaki beş milyon insanı tehcir etmelerinden esinle “Asur Stratejisi” adı verilen bir tehcir politikasının devreye konulması oldu. Beyazların göz diktiği topraklardan Kızılderilileri uzaklaştırmayı ve rezervasyon ödüller, enterne toplama kamplarına kapatmayı amaçlayan bu plan kapsamında 70.000 Kızılderili, belirli bir güzergahtan batıya yürümeye zorlandı. Çerokilerin “gözyaşı yolu” adını verdikleri kış koşullarında yaptırılan yolculuk, erzak, giysi, ulaşım aracı ve tıbbi yardım yoksunluğu nedeniyle çocuk ve yaşlı Kızılderilileri adeta kırımdan geçirdi. Geriye kalan ve kamplara kapatılan Kızılderililer de kendilerine dağıtılan hastalık bulaştırılmış battaniyelerle tam bir katliama uğratıldı. Rezervasyonları, kapatılmayı kabul etmeyen kabilelere karşı ise, hareketsiz kaldıkları kış aylarında yerlerini tespit edip erzak depolarını, at sürülerini ve çadırları tahrip etme taktiğini devreye koyuyorlardı. Böylece açlığın eşiğine getirilen Kızılderililer açısından rezervasyon tek seçenek haline getiriliyordu. Avrupalı uygarlık, aç kalarak ölmeyi göze alamayan yerlinin önüne yarı tok karnına hastalıkla ölme seçeneğini koyacak kadar uygar bir uygarlıktı!…

Klasik sömürgeciliğin klasik kontragerilla anlayışının değişime uğratmayı ilk etapta iki Fransız subayı, binbaşı Hubert Lyautey ve Albay Joseph Gallieni başardılar. “Barışçıl yayılma” ve “dolaylı yönetim” stratejisi ile, odağında işbirlikçi yerel elitlerin yer aldığı “halk merkezli” kontrgerilla yöntemlerini geliştirdiler. Bu stratejinin özü, hem askeri operasyonları hem sivil, idareciliği aynı düzeyde başarabilen, yerel şartlarını iyi kavrayan, yerel kültürlere ilgi duyup dillerini konuşabilen profesyonel kadrolar aracılığıyla” halkın kalbini kazanıp zihinlerini zaptetme” hedefine dayanıyordu. Lyautey 1900 yılında direnişi bastırmak için gittiği Madagaskar’da yazdığı bir makalede bunu şöyle izah ediyordu; “Askeri işgal, askeri operasyonlardan çok yürümek de olan bir organizasyondan oluşur. Bu organizasyon ancak son çare olarak yakınma başvuran ve bunun yerine bölge sakinlerinin itaatini sağlamak amacıyla pazar, okul ve diğer projeleri inşa etmeye odaklanan subaylardan oluşmalıdır… Sizce düşman ve heyecanlı bir halkı, bin kez ayaklandırdıktan sonra silah zoruyla bastırmak yerine tek bir el ateş etmeden boyun eğdirmek için daha otoriter, daha soğukkanlı, daha adil, daha sıkı karakterli olmak gerekmez mi?”

Lyautey, Fas’ta bu stratejiyi çok daha yoğun uygulama olanağı buldu. Mahkemeler, hastaneler, su şebekeleri, okullar, demiryolları ve daha birçok eksik altyapı tesislerinin inşaasını sağladı, kendi ifadesiyle” Fransızları avlamakla vakit harcayarak gençlere iş olanakları yaratmayı” Öncelikli görevi haline getirmiş ve bunu “Bir atölye bir tabura bedeldir” sloganında özetlemişti. Boyun eğmeyen aşiretlere karşı acımasız yöntemler kullanırken, yenilen isyancılara karşı “hoşgörülü davranışlar” sergiliyor, dini liderleri ve kabile büyüklerine karşı saygılı bir tutum benimsemek istiyordu. Onun bu özel uygulamaları öyle bir başarı kazandı ki, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Lyautey, 60.000 askerini Fransa’ya savunma için geri gönderme olanağı bulundu. Faslı askerler her iki dünya savaşında da Fransa için savaşacak kadar bağlılık gösterdiler. “Bir kontrgerilla faaliyetinin başarılı olabilmesinde” sivil eylemin yerine konacak anlamına gelmez. Lyautey ve çok sayıda askerin keşfettiği şey, kontrgerilla savaşının siyasi ve askeri eylemin karmaşık bir birleşimini gerektiğindiğiydi. Bu birleşimin kesin sınırlarına, olay yerinde bulunacak doğru adamın karar vermesi gerekiyordu. Belki Lyautey’in en değerli katkısı karmaşık ve çeşitli durumlar için standart resmi bir çözüm dayatmak yerine esnekliğe, elastikliğe, zaman, yer ve koşullara uyuma duyulan gereğin altını çizmesidir. İstediği türde subaylara kavuşabilmek için altlarına yüksek eğitim yapmaya özendiriyor. Birçok modern orduda aydınlar genellikle hoşgörülünden büyüyelim bir eğilimdi. Lyautey, “sadece asker olan kişi kötü bir askerdir” diyordu.

 

Gönülleri ve Zihinleri Kazanmak! 

“İşin ateş kısmı, meselenin sadece yüze 25’ini oluşturuyor, geriye kalan yüzde 75’i bu ülkenin halkını kendi safımıza çekmekte yatıyor. Sorunun cevabı ormana daha fazla asker yığmakta değil, halkın gönlü ve zihninde yatıyor.”
General Gerald Templer

Bu sözlerin sahibi İngiliz general, kontrgerilla tarihine “kinetik savaştan çok siyasi savaşa önem veren kişi” olarak geçmiştir. Malaya’da nüfusun 40’ını oluşturan Çinli topluluğun direnişini bastırmaya yöneldiğinde doğrusu işi çok da zor değildi. Çünkü komünistler Çinli nüfusla sınırlı kalmış ve çoğunluğu oluşturan Müslüman Malayalılara hitap etmeyi, onlar arasında örgütlenmeyi başaramamıştı. İngilizler bunu iyi değerlendirmiş ve sultanları azerinden Müslüman çoğunluğu kendilerine bağlayarak, müttefikleri haline getirmişti. 

Önceliği yakın asker-sivil işbirliğine veren Templer, bunu sağladıktan sonra doğru istihbarata dayalı hareketine eden küçük kontra birimleri oluşturdu ve belli bir ateş gücü desteğinde direnişçilere yönelik nokta baskınları düzenlemeye başladı. Kapsamlı “bul ve yok et” tarzı operasyonlar yapmak yerine, direnişçilere yönelik baskınlara paralel nüfusu kontrol altında tutmayı hedefleyen “temizle ve elinde tut” operasyonlarına ağırlık verdi. Komünist direnişçilerden temizlenen alanlarda bu kez stratejik küçük köyler kuruyor ve Çinli topluluğu bu köylere yerleştirerek denetim altına alıyordu. 3 yılda kurulan 500 stratejik köy sayesinde direnişçilerin toplumdan tecrit olmaları ve lojistiksiz kalmaları sağlandı. Bir diğer ağırlık verdiği yöntem, komünist direnişçilerde moral bozukluğu yaratmak için psikolojik savaş yöntemlerini devreye koymaktı. Direnişçilerin bulunduğu ormanlık alanlara uçaklardan “teslim ol” çağrısını içeren broşürlerin atılması, alçak uçuşlarla tespit edilmiş gerillalara isimleriyle hitap edilmesi, bazen ikna edilmiş aile bireylerinin, annelerin devreye konularak direnişçilere seslenmelerinin sağlanması ile etki üretilmesi amaçlanıyordu. Gerillaları “ölü veya diri” teslim edenlere ödül vaat edilmesi ve diri getirilenler için meblağın yüksek tutulması da Templer’in kontrgerilla uygulamasına dahildi. 

ABD’li albay Lansdale de meslektaşı Templer gibi aynı yönde ilerlerken, bu sefer mekan Vietnam’dı. Vietnam’da astlarına şöyle sesleniyordu E. Lansdale; “Komünistlere unutamayacakları bir yenilgi tattırmak için askerle siviller arasında bir kardeşlik bağı oluşturacak “sivil eylem” uygulamak gereklidir. Halkı kendi safınıza çekerseniz komünist gerillalar saklanacak yer bulamaz. Saklanamadıkları zaman siz onları bulursunuz.” Lansdale’nin “sivil eylem” uygulamasından kastı, ağırlıkla sivil toplum örgütleri (kimi CİA’ye angaje) üzerinden Vietnam’lı köylülerin ihtiyaç duyduğu tıbbi, sosyal yardımları sağlamak ve Vietnamlı elitleri-bürokratları köylülerle ilişkilenmeye yönelterek onları kazanma çabası içerisine sokmaktı. Bu amaçla başta Filipinler olmak üzere çeşitli ülkelerden gönüllü doktor ve hemşireler getirmiş, onlar aracılığıyla köylülerle ilişki kurma zeminleri oluşturulurken, aynı kapsamda istihbarat yapma imkanına da kavuşulmuştu. 

ABD Malaya’da başarıyla pratiğe geçirirken “stratejik köyler” yöntemini Vietnam’da da yaşama geçirdi. Fakat iki yılda oluşturulan 8000 köyün tümünün kontrol altında tutulması oldukça zordu. Ayrıca Malaya’da komünist direnişçilerin aleyhine işleyen dinsel ve etkin farklılık Vietnam’da söz konusu değildi. Bu sebeple Vietnam gerillaları kısa sürede köylerin çoğuna sızarak uygulamayı boşa çıkardılar. Lansdale ise, önüne çıkan her fırsatı ve ayrıntıyı Vietnamlıların aleyhine dönüştürme konusunda ince bir yöntemler ağı oluşturmuştu. Örneğin kahinlerin Vietnam toplumunda dikkate alınıp saygınlık gördüklerini öğrenince, yaptığı ilk iş bunu kontrgerilla faaliyetlerine uyarlamak oldu. Hemen önde gelen astrologlara yer veren popüler bir takvim bastırarak, astrologlara Güney Vietnam talihinin iyi ve açık olduğu, Kuzey Vietnam’ı ise karanlık bir geleceğin beklediği yorumlarını yaptırdı. Yine, Güney Vietnam’lıların Kuzeye rağbet edip gitmeleri için Vietminh imzası taşıyan sahte broşürler yayınlattı. Broşürlerde güya Kuzeye gitmek isteyen G. Vietnam’lılara yanlarına soğuğa uygun giysileri almaları tavsiye ediliyordu. “Çünkü Çin’deki demiryolu inşaatlarında çalışan diğer gönüllülerin yanına gideceklerinden bu kıyafetler işe yarayacaktı.” Güney Vietnam’lıları aldatmaya yönelik bu yayınların tek başına ne düzeyde etkide bulunduğunu belirlemek güç, ancak sonuçta bir milyon insan Güneye göç ederken Kuzeye göç edenlerin sayısı yüz binin altında kaldı. Buna rağmen Lansdale, ABD’nin Vietnam politikasında etkili bir rolü oynasa da kalıcı olamadı. Konvansiyonel mücadele de kararlı olan kesim ağır bastığından tasfiye edildi. Fakat 1964’te yaptığı şu uyarı ne denli işinin uzmanı ve öngörü sahibi olduğunu yeterince ortaya koyuyordu; “Komünistler Vietnam’da devrimci bir fikir ortaya koydular ve bu bizim onu boğmamızla, bombalamamızla, görmezden gelmemizle ölmeyecek.” 

ABD hegemonyasının geliştirdiği ve günümüzde de yürürlükte bulunan kontrgerilla uygulamalarının, özelde de “Halk merkezli kontrgerilla” politikasının başlıca teorisyen ve pratisyenlerinden biri de General David Petraeus, sırasıyla Latin Amerika ülkeleri Haiti, Bosna, Irak, Güney Kürdistan ve Afganistan’da aktif görevler üstlenmiş ve en son 2011’de ABD başkanı Barack Obama tarafından CIA’nın başına getirilmiştir. Askeri çevrelerde “Sahra Talimnamesi 3-24” olarak bilinen, ancak esas açılımı “ABD Kara Kuvvetleri-Deniz Piyadeleri-Kontrgerilla Sahra Talimnamesi” olan kitapçığın (NATO üyesi ülkelerin askeri eğitim müfredatında yer alır) eski baskılarını bilmeyen, okumayan ilgili kimse yok gibidir. Fakat Petraeus’un Irak ve Afganistan deneyimini kattığı akademisyen ve gazetecilerden de yararlanarak kaleme aldığı kitapçığın 2006 baskısını (her ne kadar sadece 2006’da internet üzerinden 1.5 milyon kez indirilmişse de) ülkemizde inceleyebilenlerin sayısı pek azdır.Petraeus’un kaleme aldığı kitapçık şu temel öğretiyle başlar; “herhangi bir kontr-gerilla operasyonunun ana hedefi, askerî ve askeri olmayan yolların dengeli bir şekilde uygulanması vasıtasıyla etkin devlet yönetiminin gelişmesini sağlamaktır.” Öncelikler sıralaması asker ve sivil aktörler arasındaki “çaba birliği, siyasi faktörlerin öncelenmesi, “çevreyi anlam” gerekliliği ve “şiddetin uygun düzeyde kullanılması” gereği biçiminde devam eder, Bu öğretiye göre “beş isyancının öldürdüğü bir operasyon, şayet bunun ardından gelen yıkım 50 kişinin direniş saflarına katılmasına yol açıyorsa, o operasyon ters tepmiş demektir.” 

Irak pratiğinde Petraeus, askerleri büyük askeri üslerde yoğunlaştırmak ve böylece tecrit etmek yerine onları küçük “birleşik güvenlik istasyonları” ve “muharebe karakolları” biçimindeki bir konumlandırmayla halkın yoğun yaşadığı merkezlere dağıttı. Onun söylemi ile askerler artık “işe gidip gelmeyecekti.” Bunun yerine devriye gezdiği yerlerde yaşayacak ve böylece “mahalleye aşina olup sakinlerinin güvenini kazanacaklardı.” Halkın arasında yaşamak, güvenliği sağlanan bölgeleri elde tutmak ve düşmana aman vermeden takip etmek Petraeus’un kontrgerilla talimnamesinin ana unsurlarını oluşturuyordu. Böylece halkın yoğun yaşadığı alanlarda askerlerin halktan bilgi toplama imkanı artacak ve direnişçileri tespit edip nokta operasyonlarıyla vurmak kolaylaşacaktı. “Gereken kontrollü sağlamanın tek yolu askerleri 7/24 sivillerin arasında barındırmaktır. Periyodik olarak tekrarlanan ‘süpürme’ veya ‘kontrol altına alıp arama” operasyonları Naziler kadar zalim kontrgerillacılar tarafından bile yürütülse işe yaramaz. Zira siviller onların bölgeyi terk ettikleri anda asilerin geri dönüp işbirlikçilerden korkunç şekilde intikam alacağını bilirler. Halk, devleti ancak onu desteklemenin direnişçiyi desteklemeye göre daha tehlikesiz olduğu durumlarda benimser. İşte bu yüzden başarılı halk merkezli politikalar halkın sevgisi ve minnettarlığını kazanmayı değil, insanları kontrol altında tutmayı hedefler.” 

2003’te Saddam Hüseyin’in oğulları Uday ve Kusay’in yerlerinin belirlenip öldürülme operasyonunu yürüten kişi de Petraeus’dan başkası değildi. Güney Kürdistan’da temsili hükümeti oluşturulması, iletişim hatlarının yeniden işler hale getirilmesi, yolların asfaltlanması, polis gücünün kurulması çalışmalarını yürütmesinin yanı sıra Bağdat’ı atlayarak petrol karşılığında Türkiye ve Suriye’den elektrik alınması anlaşmasını gerçekleştiren de Petraeus’tu. Zira Petraeus’un nazarında, “başarılı güvenlik operasyonları, azınlıkların sıkıntılarına hitap eden ve ülkeyi bir araya getiren kapsayıcı ve etkin devlet yönetimi için sadece bir potansiyel oluştururdu.” Etkin devlet yönetiminin gelişmesini sağlamak için güvenlik operasyonlarının yanı sıra, isyan bastırma stratejisi gereği asilere desteğin azaltılmasına dönük politik bir ortam yaratılmalıydı. Bunun için bir yandan asilerin benimsediği ideolojinin cazibesini düşürmeye yönelik yoğun bir propaganda, dezenformasyon aktif hale getirilirken, diğer taraftan kontrol altına alınmış bölgelere de halkın ihtiyaçlarına karşılık veren ve bu sayede işbirliği üreten bir mekanizmanın işler hale getirilmesi gerekiyordu. Neticede, “bir bölgede kontrolü ele geçirmek işbirliğini doğurur, kontrolün kaybedilmesi o işbirliğini büyük ölçüde sona erdirir” yasası işlemekteydi. 

ABD’nin NATO konsepti altında müttefiklerini sürekli eğitime ve yeniden yapılandırmaya tâbi tutması, hegemonyasını koşullara uyarlama stratejisinin bir gereğidir. Nitekim 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısı sonrasında ABD’nin geliştirdiği “Homeland Security” (Anavatan Güvenliği) modeli, NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi standart bir güvenlik anlayışın dönüştürülmüştür. Kontrgerilla faaliyetlerinin asker-sivil işbirliği temelinde tek merkezden koordine edilmesini amaçlayan bu model, hem anlamsal hemde yapısal temelde yeniden yapılanmayı zorunlu hale getirmiştir. Bu amaçla, “terörizmle mücadele mükemmeliyet merkezi” tarzından özel bir oluşuma gidilirken, altında da “stratejik araştırma ve etüt merkezi”, “alınan dersler merkezi”, “taktik istihbarat okulu”, “iç güvenlik eğitim ve tatbikat merkezi komutanlığı”, “eğitim ve doktrin komutanlığı”, “psikolojik operasyonlar daire başkanlığı” gibi profesyonel elit yapılanmayı hedefleyen birimler kurulmuş ve faaliyetleri “kamu düzeni ve güvenliği müsteşarlığı” bünyesinden toplanıp koordine edilmiştir. Buna paralel askeri birlikler ve hareket kabiliyetleri de gözden geçirilmiş ve yeniden yapılandırılmıştır. İsrail örneğinde olduğu gibi asker sayısı azaltılmış, ancak vurucu gücü yüksek, yüksek teknolojik silahlara sahip zırhlı birliklerin geliştirmesi ve uzman personelin yetiştirilmesine ağırlık verilmiştir. Kuşkusuz düşman, iç düşman tanımının bu model kapsamında genişletilmiş olması kontrgerilla ağının da paralel bir büyüme, yayılma ve aktivite sergilemesi anlamına gelmektedir. 

ABD hegemonyasının teori ve pratikte geliştirerek yaygınlık kazandırdığı “halk merkezli kontrgerilla” kuralı, bizi üç somut gerçeklikte buluşturur. 

Birincisi; halkların geliştirdiği gerilla direnişlerinin derinlikli bir incelemesinin yapıldığı ve halkın siyasal örgütlülüğüne dayanan gerillacılığın yenilmez ve bitirilemez olduğu gerçeğine ulaşıldığıdır. Kontrgerilla faaliyetlerinin odağına aldatmayı içerse de “halkın yüreğini ve zihnini fethi etme” stratejisini yerleştirmek zorunda kalması bunun bir sonucudur. 

İkincisi; yaşanmakta olan 3. Dünya Savaşının karakterinin sahada görüldüğü üzere ağırlıkla gerilla /kontrgerilla savaşları biçiminde gelişeceğidir. Hegemonik devletlerin bire bir konvansiyonel karşı karşıya gelmelerinden çok, üçüncü ülkeler üzerinden yer yer konvansiyonel, ama azami gerilla-kontrgerilla savaş tarzını esas alacakları, yer yer de uzlaşıp paylaşım alanları oluşturacakları görünmektedir. Irak, Libya, Yemen, Suriye ve Ukrayna’da verilen resimler, bu yönde veri ortaya koymaktadır. 

Üçüncüsü; “bir silah, onu kullanan kişiden daha etkin olamaz” gerçeğidir. Teknolojinin önemini ve gereğini küçümsememekle birlikte, savaş ve stratejide en önemli ve belirleyici unsur insandır. Stratejik düşünme ve taktik uygulama yeteneği kazanmış insan, en gelişmiş teknolojinin ve yetkin planlamaların üstesinden gelmeye kadirdir. Tarihsel toplum geleneği, üstün silahlarla donatılmış uygarlık güçlerine karşı “ilkel silahlar”la direnen öz strateji sahibi topluluk örnekleriyle doludur. Toplamda savaşları kazanmak, ittifaklar geliştirmeye, kendini güçlendirmeye ve düşmanınızı bu yönde bir etkinlikte bulunmaktan alıkoymaya dayanır. 20. yüzyılda bu görece kolaydı; ideolojik kamplaşmanın damgasını vurduğu iki kutuplu dünya gerçeğinde ittifaklar ilişkisi oldukça açık, net ve görünür simgelere bürünmüş ve bu doğrultuda kendini tanımlamıştı. Günümüzde ise, kapitalistik çıkar ve paylaşım savaşlarının ya da hegemonya mücadelelerinin açığa çıkardığı yeni durum, farklı bir ittifaklar ilişkisi ortaya koymaktadır. Bugünden yarına farklılık gösterebilen çıkarlar doğrultusunda hareket eden, dolayısıyla sürekli değişen bir taktik ittifaklar anlayışının gerçeklik kazandığını söyleyebiliriz.

Bir anlamda Öcalan’ın “24 saatliğine yapılacak taktik ittifakların bile önemli etki ve sonuçlar yaratacağı koşullarda yaşıyoruz” belirlemesine denk düşen bir sürecin içerisinde bulunuyoruz. Suriye’de NATO üyesi T.C ve ABD karşı karşıya gelirken Rusya ile sağlanan uyuşma, yine Libya ve Irak’da ters yönde sağlanan saflaşma, Akdeniz eksenli gelişen ittifaklar yine dönemin ittifaklar anlayışına ilişkin önemli işaretler vermiştir. Özgürlükçü demokratik güçler açısından böyle bir zemin, hareket kabiliyetini arttırma, politika ve strateji üretmede vites yükseltme imkanı sunduğu kadar, ciddi riskleri barındıran bir içeriğe de sahiptir. Sistemi içi oluşan bloklaşma ve kümelenmelerin birbirlerine karşı değerlendirmeye ve ilişkilenmeye açık askeri, politik ve diplomatik aksiyon alanları ürettiği bilinen bir husustur. Bir bağımlılık ilişkisine düşmeden karşılıklılık ilkesi temelinde bunlardan istifade etme kabiliyeti sergileyebilmek, özgürlükçü demokratik duruşları daha da güçlendireceği gibi, güç dengesi oluşturmada başat bir aktör ve ittifak pozisyonuna taşıracaktır. 

Yeni dönem hegemonya savaşlarının özgürlükçü demokratik güçler açısından sunduğu bir diğer fırsat, ulus-devlet statükosundaki yarılma ve içteki iktidar tekellerinin toplum üzerinde baskı ve sömürü dozajını arttırmaları, haliyle çelişki ve çatışma alanlarının çoklaşmasıdır. Bu da, demokrasi, adalet ve özgürlük arayışında ki tüm topluluklarla ilişkilenme ve ittifaklar geliştirme, yatay ve derinlikli bir mücadele ağının hem küresel (yeni bir enternasyonal) hem de bölgesel alanda oluşturulmasının imkanıdır. Hegemonik merkezlerin kontrgerilla faaliyetlerine karşı ancak bu tarzdaki bir demokratik modernite stratejisi ile mücadele yürütüldüğü takdirde başarı kazanabilir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.