Düşünce ve Kuram Dergisi

İslam ve Hegemonya

Prof. Dr. Nurettin Turgay

Özet

Kutsal metinlerde, felsefe kaynaklarında ve çeşitli efsanelerde, insanların yaratılış safhaları hakkında çeşitli bilgiler verilmektedir. İnsanlar, diğer varlıklar arasında keremli/faziletli bir derecede yaratılmışlardır. İnsanların bu üstünlüğü, varlıkların yaratılış safhalarında da göze çarpmaktadır. Ayrıca insanların bu özelliği, kutsal metinlerde de dile getirilmiştir. Bu derece faziletli olarak yaratılan insanoğlu, insanlık tarihi boyunca akıl, felsefe, bilim ve Allah tarafından kendilerine gönderilen peygamberler ile onların tebliğ etmiş oldukları kutsal metinlerden yararlanarak dünyayı imar etmişler, büyük medeniyetler kurmuşlardır. Bunun yanında, zaman zaman maddi veya manevi değerleri kullanarak toplumda egemen olan bazı zalim diktatörler, ellerine geçirdikleri imkânları kullanarak hegemonyayı kurmuşlardır. Onlar, kurdukları hegemonyalarla başka insanlara zarar vermişler. Onları öldürmüşler, mallarını, yerlerini, yurtlarını talan etmişler. Onların çocuklarını öldürüp kızlarına ve kadınlarına tecavüz etmişler. Bu zalim diktatörlerin hegemonyaları neticesinde, dünya hayatı çekilmez olmuş, kurulan güzelim medeniyetler harabeye dönüşmüştür. Zamanla aklıselim ile kurulan toplumsal uzlaşı ve barış neticesinde bu yaralar sarılmış, dünya yeniden imar edilmiştir. Özellikle kelime anlamı barış, güven, kardeşlik, mutluluk, huzur, saadet ve benzeri güzellikleri ifade eden İslâm dini, insanlara dünya ve ahiretin huzur, saadet ve mutluluğunun yolunu göstermiştir. İslâm dininin temel kaynağı olan Kur’ân ve Kur’ân tefsir ve açıklaması durumunda olan sünnet, bu istikamette çeşitli bilgiler vermektedir. Kur’ân ve sünnet, akıl ve bilimle uzlaşı içerisindedir. Evrensel bir kitap olan Kur’ân, akla ve bilime ters düşecek hiçbir şeyi emretmemektedir. Kur’ân’ın özeti durumunda olan ve Kur’ân’ın başında yer alan Fatiha suresi, “Hamd, âlemlerin Rabbi Olan Allah’a mahsustur” diye başlamaktadır. Kur’ân’ın giriş cümlesi, Allah’ın tüm âlemlerin Rabbi olduğunu haber vermektedir. Allah cinsiyet, renk, ırk, din ve benzeri farklılıkları gözetmeksizin herkesin Rabbidir ve herkes için eşit derecede adalet istemektedir. Kur’ân’ı, dolayısı ile İslâm’ı bu şekilde anlamak gerekir. İslâm’da insan ayrımı yoktur. Bu bizdendir ve bu bizden değildir şeklindeki bir anlayış, Kur’ân’la bağdaşmamaktadır. Kur’ân’ın pek çok yerinde adalet emredilmektedir. Adaletin dini yoktur, bütün insanlar için eşit derecede geçerlidir. Dünyanın her yerinde bulunan Müslümanlar, Cuma günlerin Cuma namazını kılmakta, bu namazdan önce okunan Cuma hutbesini şu ayetle bitirmektedirler: “Kuşkusuz Allah, adaleti, iyiliği ve akrabalara yardımı emreder; ahlaksızlığı, kötülüğü ve haksızlığı yasaklar; ders alasınız diye size vaaz eder/öğüt verir.” Bu ayette kesin bir şekilde emredilen adalet, tüm insanlar için eşit bir şekilde geçerlidir. Bu ayet, Müslümanlar arasında en çok okunan bir ayettir. Maalesef Müslümanlar, bugün için en çok bu ayetten uzak bulunmaktadırlar. Dolayısı ile hegemonya, en çok Müslümanlar arasında yaşanmaktadır. İnsanların hegemonyanın zulmünden kurtulmaları için, hiç şüphesiz ayırım gözetmeden insanlar arasında adaletin eşit bir şekilde uygulanması gerekir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) haber verdiği gibi, tüm insanların maddi ve manevi değerlerinin eşit bir şekilde korunması icap eder.

 

Giriş

Çeşitli rivayetlerde, insanların yaratılış safhaları hakkında muhtelif bilgiler verilmektedir. İslâm peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur:

تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ، لَنْ تَضِلُّوا مَا تَمَسَّكْتُمْ بِهِمَا: كِتَابَ اللهِ , وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ صَلى الله عَلَيه وَسَلم

“Size iki şey bıraktım. Siz, bu iki şeye uygun hareket ettiğiniz/sıkı sıkıya bağlı hareket ettiğiniz sürece, hiçbir zaman sapıtmayacaksınız. Bunlar, Allah’ın kitabı olan Kur’ân ve benim sünnetimdir.”[1]

Kur’ân, Allah’ın sözüdür. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünneti ise, Kur’ân’ın tefsir ve açıklaması durumundadır.[2] İslâm dininin bu iki temel kaynağında, varlıkların yaratılışı hakkında çeşitli bilgiler verilmiştir. Bazı ayet ve hadislerde varlıkların yaratılış safhalarının altı günde gerçekleştiğine dair bilgiler yer almaktadır. Bu konuda bilgi veren ayet ve hadisler değişik anlamlarda yorumlanmışlardır.[3] Kitab-ı Mukaddeste de evrenin altı günde yaratıldığına ve Kur’an ile sünnette haber verildiği gibi varlıkların oluşum safhalarına dair bilgilere yer verilmiştir.[4] Aslında bu kaynaklarda yer alan günler, bildiğimiz 24 saatlik zaman dilimi değil, geniş zaman evreleridir. Yani 6 gün derken, altı geniş zaman evresi kast edilmektedir. İlmi kaynaklarda haber verildiğine göre tüm varlıklar, her şeyden önce sudan yaratılmıştır. Sudan zamanla taş toprak gibi madenler oluşmuş, ardından bitki türleri gelişmiştir. Ondan sonra hayvanlar yaratılmış ve ondan sonra da insanlar yaratılmışlardır.[5] Önce diğer varlıklar yaratılmış ve insanlar en sonunda yaratılmışlardır. Diğer varlıkların tümü, insanlar için hazırlanmış ve onların istifadesine sunulmuştur. Ona göre insan, diğer varlıklar arasında farklı bir şekilde, daha şerefli ve keremli bir varlık olarak yaratılmıştır.

Yaratılış olayı, kutsal metinlerde haber verildiği gibi, felsefeciler tarafından da araştırma konusu olmuştur. Bilimsel açıdan doğanın yaratılışı ile ilgili düşüncelerin, ilk olarak felsefe tarihinin başında yer alan Thales tarafından ileri sürülmüş olduğu rivayet edilmektedir. O, her şeyin sudan yaratıldığını ileri sürmüştür. Onun bu konudaki görüşleri, Mezopotamya bölgesinde yaşayan Ezidilerin inanışı ile Mısır mitolojilerinde yer alan bilgilerle örtüşmektedir. Onlar, suyun her şeyin kaynağı olduğunu savunmuşlardır.[6]

İnsan, akıl ve fikir yürüten, konuşarak anlaşan, âdemoğlu, beşer, olgun kişi ve benzeri anlamları ifade eden “enise” fiilinden türemiş bir isimdir.[7] İnsanlar, birbirleri ile ünsiyet/yakınlık sağlayıp kaynaştıkları için, insan diye isimlendirilmişlerdir.[8] Bu ve benzeri tanımları inceleyip üzerinde durduktan sonra, insanı farklı bir ifade ile şöyle tanımlayabiliriz: İnsan, akıl ve fikir sahibi olan, konuşarak anlaşan, birbirleri ile yakınlık sağlayarak kaynaşan, toplumsal uzlaşı ve barışı sağlayan, neticede yeryüzünde büyük medeniyetler kuran varlık demektir. Kur’ân’da insanın tüm varlıklar arasında keremli bir şekilde yaratıldığı haber verildiği gibi,[9] diğer kutsal metinlerde de aynı şey haber verilmektedir.[10] İnsanlar, şerefli varlıklardır, güzel şeylere layıktır. İnsanlar, zalim ve diktatör kişilerin hegemonyaları tahakküm ve baskıları altında tutulmamalıdır. Tüm insanların, toplumsal uzlaşı ve barış içerisinde yaşamaları sağlanmalıdır.

İnsanlar, tarih boyunca birbirleri ile hoş geçinerek yeryüzünü imar etmişler, büyük medeniyetler kurmuşlar. Onlar bu başarıları, aralarında adaletle hareket etmenin neticesinde toplumsal uzlaşı ve barış ile elde etmişlerdir. Felsefecilerin, bilim adamlarının, Allah tarafından gönderilen peygamberlerin, toplumu daima iyiye ve güzele yönlendirmelerinin bu başarılarda büyük katkıları olmuştur.

Maalesef tarihin çeşitli dönemlerinde egemenliği ellerine geçirip hegemonyalarını sağlayan diktatörler, maddi manevi tüm imkânları kendi egemenlikleri için kullanmışlar, hegemonyalarını sürdürebilmek için insanları kamplara bölerek birbirlerine düşürmüşlerdir. Bunun neticesinde zaman zaman insanlar arasında büyük savaşlar yaşanmış, katliamlar yapılmış, yuvalar yıkılmış, bebekler ağlamış, anneler gözyaşı dökmüş, hayat çekilmez olmuş ve cennet misali dünya, cehenneme dönmüştür. Bütün bu acılar, hegemonyayı ellerine geçiren zalim, barbar ve diktatörlerin emellerini gerçekleştirmeleri ve egemenliklerini sürdürmeleri için yaşanmıştır. Bu tür hegemonyaların yaşanmaması için, bilim, fen, teknik, maddi imkânlar, inanç ve her şey, insanların mutluluğu, huzuru, saadeti, toplumsal uzlaşı ve barışı için kullanılmalıdır. Bu çalışmamızda, bu konuda bazı bilgileri vermeye çalışacağız.

 

İslam

Konuyu “İslâm ve Hegemonya” başlığı ile ele aldığımız için, önce “İslâm” kavramı hakkında kısaca bazı bilgileri vermek istiyoruz. Kelime olarak “İslâm”, esenlikte, emniyette ve güvende olmak, sağ salim yaşamak, zarar görmemek, yanlış ve hatalardan uzak olmak, şüpheli şeylerden kesin bir şekilde uzak bulunmak, hür ve bağımsız yaşamak gibi anlamlar ifade eden “Selime” fiilinden türemiş bir isimdir. Dini bir kavram olarak “İslâm”, Allah’ın koymuş olduğu ilkelere inanmak ve teslim olup onlara uygun hareket etmektir.  Buna göre “İslâm”, itaat edip teslimiyet göstermek, dâhili ve harici afetlerden beri olup kurtulmak, barış, güven, huzur ve saadete kavuşmak gibi anlamlara gelmektedir.[11] Allah’ın emrettiği adalet ilkelerine uygun hareket eden bir aile, kendi yuvasında ve bir toplum da kendi dünyasında dâhili ve harici afetlerden kurtularak mutlu olur; huzur ve saadet içerisinde bulunur. Kısacası “İslâm”, yanlışa ve kötüye değil, hakka uymak demektir. İslam ile aynı kökten gelen “selâm” kavramı, aynı zamanda Allah’ın bir ismidir. Çünkü Allah, selâm yani barış ve güven sahibidir.[12]

“İslâm” kelimesi, türevleri ile birlikte Kur’ân-ı Kerim’de 157 defa geçmektedir.[13] Bu kelimelerin bir kısmı fiil ve bir kısmı da isim halindedir. Aynı kökten türeyen bu kelimelerin tümü, birbirlerine yakın anlamlar ifade etmektedir. Bir ayette, Allah katında dinin sadece İslâm olduğu haber verilmektedir:

إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ

“Allah katında din, şüphesiz İslam’dır.”[14]

Bu ayette geçen “İslâm” kelimesinin manasına göre düşündüğümüz zaman, Allah katında geçerli olan dinin, sulh, barış ve güven dini olduğu anlaşılmaktadır. Allah katında geçerli olan din, toplumsal uzlaşı ve barışı hedefleyen İslâm dinidir. Tüm insanların barışını, huzur ve saadetini hedeflemeyen, zulme dayanan hegemonya türü bir dini anlayışın, Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Allah, Kur’ân-ı kerimde şöyle buyurmaktadır:

وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِيناً فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Kim İslam’dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir.”[15]

Bu ayette haber verildiği gibi kim insanların barışından başka bir yola, bir dini anlayışa, zulüm ve haksızlık üzerine kurulan hegemonyaya yönelirse, onun dini anlayışının Allah’ın nazarında hiçbir değeri yoktur. Buna göre sulh, güven ve barış düşüncesini taşımayan bir dini anlayış, Allah’ın yanında kabul görmemektedir. Kur’ân’da yer alan başka bir ayet, bu manayı şöyle pekiştirmektedir:

وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِيناً

“Size din olarak İslâm’ı seçtim.”[16]

Yani size, tüm insanların malının, canının, neslinin, inancının, fikir ve düşüncesinin, maddi manevi tüm değerlerinin korunmasını hedefleyen bir dini anlayışı, bir inanç sistemini seçtim demektir. Bu din, tüm insanların huzur, saadet ve mutluluğunu hedeflemektedir. Bu konu ile ilgili bilgi veren başka bir ayet de şöyledir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً

“Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa/İslâm’a giriniz!”[17]

Buna göre inanç olarak İslâm, barış dinidir. Çünkü kelime olarak barış, İslâm demektir. Kur’ân-ı Kerim’de bir isim olarak geçen “İslâm” kelimesi ile aynı kökten türemiş olan fiiller de bu güzel manaları ifade etmektedir.[18]

 

Hegemonya

Köken itibarı ile Yunanca olan hegemonya kelimesi, Yunancada “hegemon, hegemonia” şeklinde kullanılmaktadır. Hegemonya kelimesi, sözcük olarak tahakküm, boyunduruk, egemenlik, baskı ve benzeri anlamalara gelmektedir. Terim olarak hegemonya, bir devletin, ülke ya da kentin, başka devlet, ülke ya da kentlerin üzerinde egemenlik kurmaları, onları herhangi bir yol ile boyundurukları altında bulundurmalarıdır. Hegemonyanın kurulması, baskı ve şiddetle sağlanabildiği gibi, ideolojik, kültürel, siyasal, iktisadi ve benzeri yollarla da sağlanabilmektedir.[19] Bir devletin, başka devletler üzerinde siyasal egemenlik sağlamasına da hegemonyacılık denmektedir.[20] Hegemonya, İngilizcede “hegemony”, Fransızcada “hegemonie” ve Almancada da “hegemonie” şeklinde kullanılmaktadır.[21] Kısaca hegemonya, kişi veya topluluğun, başkalarına olan üstünlüğüdür. Çoğunlukla bu üstünlük, zor kullanılarak sağlanmaktadır. Hegemonya altında kalan kişi veya toplum, zamanla kişiliğini kaybedecek ve hegemonyayı elinde tutanlar tarafından şekillenecektir. Toplum veya devletler, başkalarını bilgi ve teknoloji üstünlüğü ile hegemonyaları altına almaktadırlar. Teknolojinin gelişmesi de bilgiye dayanmaktadır. Bundan anlaşıldığı kadarıyla bilgi, en büyük güçtür. Yahudiler, okumaya ve bilime çok önem verdikleri için, tarihin hemen hemen pek çok döneminde, diğer toplumlar üzerinde hegemonyalarını kurmaktadırlar.

Felsefecilere göre hegemonya, belli bir grubun bir birlik oluşturarak başka diğer gruplar üzerinde tahakküm kurma savaşıdır.[22]

Hegemonya denilen başkalarını egemenlik altına alıp onların üzerinde tahakküm kurma, onlara zarar verme, hatta onları öldürüp yok etme olayı, insanlığın başlangıcından bu yana insanlar arasında yaşanmış ve günümüzde de dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanmaya devam etmektedir. Kur’ân’da haber verildiğine göre, Âdem peygamberin çocuklarından biri, kıskançlık ve çekememezlik nedeni ile kardeşini öldürmüştür. Bu konu, Kur’ân’da şöyle haber verilmektedir:

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ ابْنَيْ آدَمَ بِالْحَقِّ

“Sen, onlara Âdem’in iki oğlunun haberini doğru olarak anlat.”[23]

Konu, ondan sonra gelen ayetlerde geniş bir şekilde anlatılmaktadır. İslâm kültüründe Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürdüğü kaydedilmektedir. Bu konu, diğer kutsal metinlerde de geçmektedir. Bu olayı, hegemonyanın bir başlangıcı olarak değerlendirmemiz mümkündür. Biri diğerini eziyor, ona zulmediyor, hatta onun hayatına son veriyor. Öbürü ise, ezilen, zulme uğrayan, hatta öldürülen oluyor. Hegemonyanın yaşandığı yerde, durum bundan ibarettir.

Ayrıca, varlıktan şımaran mütref, diğer bir ifade ile mele’ denilen kişilerin halini de hegemonyanın önemli sebeplerinden sayabiliriz. Varlıktan şımaran, güç ve egemenlik zehirlemesi neticesinde hak, hukuk ve adalet ilkelerini hiçe sayarak insanlar arasında ayrım yapan zalimlerin hali, bunun açık bir örneğidir. Arapça bir kelime olan “mütref”, sorumsuz, rahat yaşayan, cebbar zorba kişi, gibi toplumda olumsuz alışkanlıkların doğmasına neden olan aşırılık, aşırı lüks hayat sürdürme ve benzeri manalar için kullanılmaktadır. Mütrefler, tefsir kaynaklarında bol nimet içerisinde yaşayan, bu nimetleri Allah’ın rızasına aykırı bir şekilde kullanan, ahireti terk edip dünyanın zevk ve lezzetlerine dalan, hayatın tadını çıkarmaya çalışırken, hayatında ahlâkî endişelere pek yer vermeyen ve benzeri kişiler olarak tanımlanmaktadır.[24]

Bir toplumda hâkim veya yönetici sınıfın, kendi iktidarını doğal ve meşru göstermesi, kendi sınıfsal çıkarlarını evrensel çıkarlar olarak kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır.[25] Onların bu olumsuz tavırları nedeniyle, toplumun sosyal yapısı ve adalet düzeni bozulmaktadır. Bu tür hegemonyalar neticesinde toplumda aile düzeni sarsılmakta, ahlak bozulmakta, bir tarafta ölçüsüz lüks ve israf yaşanırken öbür tarafta açlık ve sefalet yaşanmaktadır. Adalet mekanizması yıkılınca, insanların birbirlerine olan güveni yok olmaktadır. Kur’ân-ı Kerim ve diğer kutsal metinlerde haber verildiği gibi pek çok toplum, o toplumun başında bulunan mütreflerin yüzünden helak olup yok olmuştur.

 

Hak ve Adalete Dayalı Egemenlik/Toplumsal Uzlaşı ve Barış

İnsanlık tarihi boyunca bütün peygamberlerin, bütün kutsal kitapların ve bütün inanç sistemlerinin, felsefecilerin ve bilim adamlarının hedefinde güzel ahlak, iyilik, tüm insanlar, hatta tüm varlıklar için hak, hukuk ve adalet düşüncesi bulunmaktadır. Allah’ın Kur’ân’da haber verdiği gibi tüm peygamberler ve tüm kutsal metinler, insanlar arasında adalet ölçüsünün yaşanması için gönderilmişlerdir:

لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَأَنزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْمِيزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ وَأَنزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِ إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ

“Muhakkak ki biz, peygamberlerimizi çok açık beyanlarla gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için de beraberlerinde kitabı ve mizanı/adalet ölçüsünü da indirdik.”[26]

Dünyanın her yerinde, Müslümanların bulunduğu yerlerde Cuma günlerinde Cuma namazı kılınmaktadır. Cuma namazından önce okunan hutbenin sonunda şu ayet okunmaktadır:

إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

“Kuşkusuz Allah, adaleti, iyiliği ve akrabalara yardımı emreder; ahlaksızlığı, kötülüğü ve haksızlığı yasaklar; ders alasınız diye size vaaz eder/öğüt verir.”[27]

Ona göre bu ayet, Müslümanlar arasında en çok okunan ayettir. Maalesef bu ayet, bugün için Müslümanların en çok uzak kaldıkları/riayet etmedikleri ayettir. Çünkü eğer Müslüman geçinenler bu ayette dile getirilen hususlara uygun hareket etseler, her hususta adaleti uygulasalar, aralarında toplumsal uzlaşı ve barış kendiliğinde meydana gelecektir. İşte o zaman Müslümanların arasında zalimlerin hegemonyası değil, Allah’ın adaleti egemen olacaktır. Kur’ân’ın başka çeşitli ayetlerinde de bu konu ile ilgili bilgi verilmektedir. Bu ayetlerden biri şöyledir:

إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُواْ بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعاً بَصِيراً

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”[28]

Bu ayette, toplumun sosyal hayatında önemli iki mesele anlatılmaktadır. Bunların birincisi, insanlar arasında adaletle hükmetmek ve diğeri de emaneti ehline vermektir. Aslında bu iki mesele, birbirlerini tamamlamaktadır. Toplumda bunlara uygun hareket edildiği zaman, zulme dayanan hegemonya kendiliğinden ortadan kalkar, hak ve adalete dayalı bir egemenlik meydana gelir. Bunun neticesinde toplumsal uzlaşı ve barış sağlanır.Pek çok kişi, bu ayetin anlamı üzerinde durmuş ve onu yorumlamaya çalışmıştır. Özellikle tefsir kaynaklarında bu ayet ve içerdiği konular hakkında farklı tefsir bilgileri bulunmaktadır. Hz. Ali (ö. 40/661) de, bu ayetin tefsir ve yorumu hakkında çeşitli açıklamalarda bulunmuştur. Rivayet edildiğine göre o, bu ayetin tefsiri hakkında şöyle bir yorumda bulunmuştur: “İmamın/toplumda idare makamında olan yöneticinin, Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi ve emaneti ehline vermesi gerekir. İmam/yönetici böyle hareket ettiği zaman, idare ettiği insanların da onu dinlemeleri ve emirlerine riayet etmeleri icap eder.”[29]

Hz. Ali’nin, bu ayetin yöneticilere yönelik olduğunu söylemesi, bu ayetin nüzul sebebine dayanmaktadır. Mekke’nin fethedildiği gün, Hz. Muhammed (s.a.v.) Mekke’ye girmiş fakat Kâbe’nin anahtarını yanında taşıyan Osman b. Talha b. Abduddar, Kâbe’nin kapısını kilitlemiş ve anahtarı Hz. Muhammed’e (s.a.v.) vermek istememişti. Daha sonra da “Resulullah (s.a.v.) olduğunu bilseydim, menetmezdim,” demişti. Hz. Ali, o zaman Osman’ı arayıp bulmuş, anahtarı vermek istemeyince, kolunu tutarak bükmüş ve anahtarı ondan almıştır. Ardından Kâbe’nin kapısını açmış ve Hz. Muhammed (s.a.v.) içeriye girip iki rekât namaz kılmıştır. Hz. Muhammed (s.a.v.) Kâbe’nin içinden dışarı çıktığı zaman amcası Hz. Abbas, anahtarın kendisine verilmesini, daha önce yapmakta olduğu zemzem suyunu dağıtma ile Kâbe’nin anahtarını taşıma görevlerinin kendisinde toplanmasını istemiştir. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur. Ardından Hz. Muhammed (s.a.v.) Hz. Ali’ye, anahtarı Osman’a iade etmesini ve kendisinden özür dilemesini emretmiştir. Hz. Ali de anahtarı götürüp özür dileyince Osman, “Zorlayıp eziyet ettin, sonra da gelip tamire çalışıyorsun,” demiş. Hz. Ali de “Allah senin hakkında ayet indirdi,” demiş ve bu ayeti ona okumuştur. Bunun üzerine Osman şahadet kelimesini okuyarak Müslüman olmuş. Bu ayetin nazil olması ile Kâbe’nin anahtarını taşıma görevinin ebedi olarak Osman evladında kalması, Allah’ın emrine dayanmaktadır. Sonra Osman, Kâbe’nin anahtarını kardeşi Şeybe’ye vermiş ve Mekke’den hicret etmiştir. Bugün dahi Kâbe’nin anahtarı, Şeybe’nin torunlarında bulunmaktadır.[30]

Bir ayetin nazil olmasının sebebinin hususi olası, manasının umumi olmasına engel değildir. Bu ayetin böyle bir olay üzerine nazil olmuş olması, bu ayetteki adalet ve emanet kavramlarının manasını sınırlandırmamaktadır. Adalet ve emanet, insan haklarının ve sosyal adaletin temel esasları konumundadır. Dikkat ettiyseniz bu ayette adalet ve emanetle ilgili hüküm verilirken, Müslüman veya gayri Müslim diye bir ayrım yapılmamıştır. Çünkü Kur’ân evrensel bir kitaptır, tüm insanlığa hitap etmektedir. Felsefecilere göre de adalet, haksızlık etmek ve haksızlığa uğramanın ortası olan en önemli ahlaktır.[31] Bu tanımda da insan ayrımı yoktur. Bu ölçü herkes için aynı derecede geçerlidir.

Hem Kur’ân’ın hem de diğer tüm kutsal metinlerin ana hedefi, tüm insanların doğruyu bulmaları ve bunun neticesinde her türlü hegemonyanın zulmünden kurtulularak huzur, saadet ve mutluluğa kavuşmalarıdır. Sıralamada Kur’ân’ın ilk suresi olarak yer alan ve namazın her rekâtında okunan Fatiha suresi, Kur’ân’ın özeti durumundadır. Bu surenin başında, Allah’ın tüm âlemlerin rabbi olduğu anlatılmakta ve bir nevi İslâm’ın evrenselliğine dikkat çekilmektedir:

 الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 

“Hamd, âlemlerin Rabbi Olan Allah’a mahsustur.”[32]

Bu ayette, Allah’ın tüm âlemlerin rabbi olduğu vurgulanmaktadır. Âlemler, insanlar, cinler, melekler, dünya ve dünyadakiler, kısacası tüm varlıklar, Allah’ın yaratmış olduğu her şey demektir.[33]  Haliyle insanların, bu varlıklar arasında önemli bir yeri vardır. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Allah, kulları arasında ayrım yapmamaktadır. Allah, tüm kullarına karşı son derece merhametlidir, rahmandır, rahimdir. Bu durum Kur’ân’ın başka ayetlerinde de dile getirilmektedir. Allah’ın kanununa göre din, renk, cins, etnik köken ayrımı söz konusu değildir. O, herkesin rabbi yani sahibi, büyüğü ve yöneticisidir.[34]

Ezanda, namazda ve başka her türlü ibadette “Allahu Ekber” dediğimizde, “Allah en büyüktür” demek istiyoruz. Biz bunu söylemekle, Allah’ın büyüklüğünü ve egemenliğini ifade etmiş oluyoruz. Allah’ın kulları arasında şu veya bu şekilde ayrım yapan, onları farklı muamelelere tabi tutan insanlar, Kur’ân’ın vermek istediği bu hassas bilince, tevhit inancının sırlarına erememiş ve buna vakıf olamamışlardır. Çünkü Kur’ân’ın girişinde yer alan bu mesajı inanarak kavrayan insanlar, bu türlü yanlışları işlemezler. Bununla beraber Kur’ân’ın son suresi olan Nas suresinde de Allah’ın tüm insanların rabbi, sahibi ve ilahı olduğu anlatılmaktadır:

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ إِلَهِ النَّاسِ مِن شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ

“De ki: Gerek cinlerden ve gerekse insanlardan insanların göğüslerine/içlerine kuşku veren vesvesecinin şerrinden insanların Rabbine, Malikine, İlahına sığınırım.”[35]

Bu surenin başında, üç defa “nâs” kelimesi geçmektedir. Allah, bu ayetlerde tüm insanların Rabbine sığınmayı üç defa tekrarlamaktadır. “Nâs” kelimesi, “insan” kelimesinin çoğuludur. Ona göre Allah, tüm insanların Rabbi, Meliki ve İlahıdır. İnsana verilen önem nedeni ile bu sureye “Nâs Suresi” ismi verilmiştir. Ayrıca bu sure, dolayısı ile Kur’ân, “nâs” yani insanlar sözcüğü ile son bulmaktadır. Buna göre Kur’ân’ın başında, Allah’ın tüm âlemlerin rabbi olduğu vurgulanmakta ve yine Kur’ân, “tüm insanlar” sözcüğü ile son bulmaktadır. Buna göre toplumsal hayatta önemli olan şey, insan olabilme bilincine varmaktır. Müslümanlık, insanları sevmek ve insanların hakkını savunmak ile olur. Başka bir ifade ile Müslümanlık, insanlık dediğimiz bütünün bir parçasıdır.[36] Kur’ân’ın kapsamında buna benzer çeşitli ayetler vardır. Hepsinde hemen hemen aynı mesajlar verilmektedir. Kur’ân’da yer alan bu ve benzeri açıklamalar, onun evrensel bir kitap olduğunu net ve açık bir şekilde göstermektedir. Kur’ân’ın evrenselliğine işaret eden diğer ayetlerden bazı örnekler şöyledir:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ

“Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[37]

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيراً وَنَذِيراً وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“Biz seni tüm insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar.”[38]

Diktatörlüğe dayanan hegemonyanın ortadan kalkması ve toplumsal uzlaşı ile barışın sağlanması için, evrensel olarak tüm insanların tabii haklarının korunması icap eder. Nitekim Allah, Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır:

وَلاَ تَسُبُّواْ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ فَيَسُبُّواْ اللّهَ عَدْواً بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِم مَّرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

“Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyiniz. Sonra onlar da cahillikle ileri giderek Allah’a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik. Sonra onların dönüşleri rablerinedir. O, onlara işlediklerini haber verecektir.”[39]

Bu ayetin anlamı, tefsir kaynaklarında iki şekilde yorumlanmaktadır. Bir görüşe göre bu ayette, “Allah’a inanmayan ve ona tapmayan kişilere küfretmeyin. Siz onlara küfrederseniz, onlar da gazaba gelip Allah’a küfredebilirler” anlamı kast edilmektedir. Diğer görüşe göre ise bu ayet, Allah’tan başka şeylere tapan insanların taptıklarına küfrederseniz, onlar da gazaba gelip sizin taptığınız Allah’a küfrederler” anlamındadır.[40] Buna göre bizim inandığımız Allah’a inanmayan insanlara ve onların kutsal kabul ettikleri şeylere küfretmemiz, onları küçümseyip aşağılamamız yasaklanmaktadır. Çünkü biz onları veya onların taptıklarını şu veya bu şekilde hor görmek sureti ile onları incitirsek, onlar da bizim taptığımız Allah’a küfredebilirler. Onlar da bu şekilde bizleri incitirler. Bu şekilde davranmak sureti ile biz, onların Allah’ımıza küfretmelerine sebep olmuş oluyoruz. Ona göre bizim kutsal kabul ettiğimiz şeyler bizim için nasıl saygıdeğer ve değerli ise, başkalarının kutsal kabul ettikleri şeyler de onlar için aynı derecede değerlidir. Herkes kendi kutsallarına saygı duymaktadır. Ona göre farklı inanç sahiplerine olan muamelelerimizde ölçülü davranmamız gerekmektedir. Bunu genel bir kural olarak kabul etmemiz icap etmektedir. Çünkü bu ayette, her toplumun kendi işlerini yani genel olarak kültürlerini sevdikleri anlatılmaktadır. Her insan kendi din, dil, tarih, örf, adet, gelenek gibi unsurlardan oluşan kültürel değerlerini sever. İnsanlar bu duygu ile yaşayarak mutlu olmaktadırlar. Herhangi bir insan, başkalarının bu gibi değerlerini benimsemeye bilir. Birçok konuda onların inançlarına ve görüşlerine katılmayabilir. Ama onları oldukları gibi kabul etmemiz gerekmektedir. Biz, kendimize ait bu gibi değerlerimizi seviyoruz ve değerli kabul ediyoruz. Hiç şüphesiz başkaları da aynı şekilde kendilerine ait değerleri severler. Biz, kendi maddi ve manevi değerlerimizin korunmasını arzu ettiğimiz, herhangi bir şekilde rencide edilmesini istemediğimiz gibi, beğenmesek bile başkalarına ait maddi ve manevi değerleri kabul edip onlara da gerekli hakkı tanımalıyız. Biz, başkalarını dinleri, dilleri, kimlikleri, tarihleri, örf, adet ve gelenekleri nedeniyle sorgulayamayız. İnsanları konular nedeni ile sorgulama hakkı Allah’a aittir. Allah, tüm insanları ahiret gününde, dünya hayatında yaptıklarından dolayı sorguya çekecek onların hesabını görecektir. Biz, insanları inançları, ibadetleri veya yaptıkların başka şeylerden dolayı sorguya çekme yetkisine sahip değiliz. Bu sorgulama, Allah’ın elinde olan bir şeydir. Allah’ın iradesi her şeyin üstündedir. Bu ayette bildirildiğine gör Allah, insanlara hür iradelerine göre hareket etme ve yaşama hakkını tanımaktadır. “En sefil hayat, başkalarının arzusuna bağlı olarak yaşamaktır.”[41] İnsanlığın gereği olarak her kişi, kendi hür iradesine bağlı olarak yaşama hak ve hürriyetine sahiptir. Ona göre empati kurarak tüm insanları kendimiz gibi kabul ederek onların kültürlerine, maddi manevi tüm değerlerine saygılı olmamız, onlara hakarette bulunmamamız ve onları incitmememiz icap eder. Her insan, içinden gelen çeşitli arzularından birini cazip görür ve onu diğerlerine tercih eder. Allah’ın mutlak adaleti olan sünnetullah’ın gereği olarak, insanların iradelerine hürriyet tanımak icap etmektedir. İnsanların kültürel anlayışları, ancak bu hürriyet çerçevesi dâhilinde gelişip oluşur.       Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Bir insanın kendi anne babasına küfretmesi, büyük günahlardandır.” Yanında bulunanlar, “Ya Resûlallah! İnsan kendi anne babasına küfreder mi?” diye sormuşlar. O, “Evet! İnsan başkalarının anne babasına küfrederse, onlar da onun anne babasına küfrederler. Dolayısı ile o kişi, kendi anne babasına küfretmiş olur.”[42]

Tüm insanların mal, can, nesil, inanç, fikir düşünce ve genel olarak kültürleridir. Bunlar, insanların tabii haklarıdır. İnsanların bu tür maddi ve manevi değerlerine küfrettiğimiz zaman, onlar da bizim değerlerimize küfredecekler. Dolayısı ile biz, kendi değerlerimize küfretmiş oluyoruz. Bu değerlerin korunmasının yolu, genel olarak evrensel hak ve adaletten geçmektedir. Ona göre hoşumuza gitmese de, karşı tarafa öfkeli bile olsak, adaletle hareket etmekten ayrılmamamız gerekir. Yüce bu konuda inanan insanları uyarmaktadır:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ لِلّهِ شُهَدَاء بِالْقِسْطِ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلاَّ تَعْدِلُواْ اعْدِلُواْ هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan kimseler, adaletle şahitlik edenler olun! Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun. Bu, takvaya daha yakındır ve Allah’tan sakının! Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”[43]

Yüce Allah bu ayette, Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tutmayı ve yine Allah rızası için hak ve adaletten yana olmayı emretmektedir. Müslüman insan, her konuda Allah’ın rızasını her şeyin üstünde tutmalıdır ve ona göre hareket etmelidir. Bu husus, Kur’ân’ın çeşitli ayetlerinde ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) çeşitli hadislerinde dile getirilmektedir. Ona göre inanan insan, her hareketinde olduğu gibi hak ve adaleti uygulamada da Allah’ın rızasını gözetir. İslâm’da ölçü Kur’ân ve sünnet, gaye ve hedef Allah’ın rızasıdır. Allah rızasından başka gayelerle yapılan hiçbir amelin, hiçbir ibadetin Allah’ın yanında değeri yoktur. Anlamı üzerinde durduğumuz bu ayetten önceki ayette de bu duruma işaret edilmekte, Allah’ın insanlara çeşitli nimetler verdiği, insanın da ona göre Allah bilinci ile dürüst bir şekilde hareket etmesinin icap ettiği anlatılmaktadır.[44] Birbirinin devamı durumunda olan bu iki ayet, birbirlerini tamamlar niteliktedir. Bu ayetin baş tarafında, Allah için hakkı ayakta tutmanın adaletle şahitlik etmeye bağlı olduğu anlatılmaktadır. Bu ayetin devamında inanan insanlar, “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” ifadesi ile her türlü kin, öfke ve kızgınlığa rağmen adaletten ayrılmama hususunda uyarılmaktadır. Kur’ân’ın pek çok ayetinde adalet ile hareket etme emredildiği gibi, sözlü ifadelerde bile adaletten ayrılmama emredilmektedir:

وَإِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُواْ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى

“Konuştuğunuz zaman, akrabanız aleyhine de olsa, adaletli olun.”[45]

Hz. Muhammed (s.a.v.) de “Çocuklarınız arasında adaletle davranın”[46] diyerek aile içerisinde dahi adaletle hareket etmenin gereğine işaret etmiştir. Çünkü eğitim ve özellikle hareket etme, aileden başlar. Kur’an’ın, dünya çapında hegemonyanın ortadan kalkması, insanlar arasında sosyal bir adaletin oluşması, toplumsal ve uzlaşının oluşması için üzerinde önemle durduğu bir husus ise, insanlar arasında ırk, kavim, millet ve benzeri hususlarda ayırımın gözetilmemesidir:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ

“Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Kuşkusuz Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah, bilendir, haber alandır.”[47]

Bu ayette haber verildiği gibi Allah, insanları farklı kabile ve milletler halinde yaratmıştır. Bu farklılık, bir kabile veya milletin diğerlerinden üstün veya aşağı olmasını ifade etmemektedir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.) veda hutbesinde, hiçbir insanın diğer insanlara karşı herhangi bir imtiyaza/üstünlüğe sahip olmasının söz konusu olmadığı haber verilmiştir.[48] Şu veya bu milletten veya aileden olmak, hiçbir insana üstünlük sağlamaz. Üstünlük, ancak dürüstlük ile olur. Bu ayette geçen “Teârüf” kelimesi, tanımak, öğrenmek, haberdar olmak, karşılıklı tanışmak, birbirini tanımak ve benzeri anlamları ifade etmektedir. İnsanın, bu anlam kapsamı içerisinde önce kendisini ve ardından da başkalarını tanıması gerekir. İnsanı tanımak, onun maddi manevi her türlü haklarını tanıyıp kabul etmekle olur.[49]

Her insan, önce kendi kişiliğini, dinini, dilini, kültürünü öğrenecek, bilecek ve bununla şahsiyetini kazanacaktır. Çünkü kendini bu şekilde tanımayan insanlarda bir aşağılık kompleksi, dolayısı ile bir şahsiyet fukaralığı yaşanmaktadır. Kendini bu şekilde tanıyan insan, aynı şekilde diğer insanlarında bu değerlerini tanıyıp kabul edecektir. Bu hakları tanımak, imanın ve İslam’ın gereğidir. İnsanlığın başlangıcından bu yana Allah tarafından gönderilen bütün peygamberler ve başta Kur’ân olmak üzere bütün mukaddes kitaplar, ayrım gözetmeksizin tüm insanların malını, canını, neslini/namusunu, dini inancını, fikir ve düşüncesini korumayı hedeflemişlerdir.[50] İnsanın kendi değerlerini tanımaması, başkalarının kültür potasında erimesi, o insanın asimile olması demektir. Her toplumda asimile olan devşirmeler, kendi halklarına en çok zarar veren kişilerdir. Şahsiyet fukaralığını yaşayan devşirmeler, bir çeşit dönmedirler. Bazı kişiler erkek iken kendi biyolojik yapılarında operasyonlar yaptırarak kendilerini kadın haline getiriyorlar. Bu tür insanlar, bir türlü biyolojik dönmelerdir. Kendi kimlik ve kültürlerini kaybedip başkalarının kültüründe eriyen devşirmeler ise, psikolojik dönmelerdir. En güzel meyve, sebze, tatlı ve her tür en lezzetli yiyecekler, yendikten sonra uğradıkları değişimin sonundaki halleri ne ise, kimliğini, kişiliğini kaybeden devşirmelerin kalitesi de öyle bir kalitedir. Kusura bakmayın, özür dileyerek ifade etmek istiyorum. Belki bu yorumum biraz aşırıya kaçmış olabilir. Asimile olan devşirmeler, ancak bu kalitede olabilirler.

Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Sizden biri, kendi şahsı için istediğini kardeşi için istemedikçe, iman etmiş olamaz”[51]

Başka bir hadiste ise Müslüman olmayı şöyle izah etmiştir: “Kendi nefsin için arzu ettiğin şeyleri, insanlar için istemedikçe, Müslüman olamazsın!”[52]

Bu iki hadiste haber verildiği gibi, insan ancak kendisi için arzu ettiği güzellikleri, hak ve hukuku, eşit ölçüler dâhilinde insan olarak kardeşlerine, diğer bir ifade ile tüm insanlara tanıdığı zaman iman ve İslâm sahibi olabilir. Bu haklara riayet etmeyen insanların imandan ve İslâm’dan bahsetmeleri, kendilerini kandırmaktan başka bir şey değildir. Ancak bu ölçüler dâhilinde herkesin hakkına riayet edildiği takdirde, toplumsal uzlaşı ve barışın sağlanması mümkün olabilir. Ondan sonra zulüm ve barbarlığa dayalı olan hegemonya kendiliğinden ortadan kalkar. Kur’ân ve sünnet açısından cihat, hak ve adaleti egemen kılmak ve bunun neticesinde her türlü hegemonyayı ortadan kaldırmak için yapılan hukuki ve ahlaki mücadeledir.[53]

Pek çok kişi, bu konuda yorum ve açıklamalarda bulunmaktadır. Aliya İzzet begoviç (ö. 1424/2003), Allah’ın insanları özgür ve eşit yarattığını, herhangi bir milletin de diğerinden iyi veya kötü olmadığını dile getirmiştir. Ona göre insanlar, devredilemez haklarla doğmaktadır ve herhangi bir otoritenin, insanları bu haklardan mahrum bırakma hakkı da yoktur.[54] İzzetbegoviç, başka bir ifadesinde şöyle söylemiştir: “Allah, hepimizin yalnız bir tek millet olmasını isteseydi, öyle yapardı. Ama O, öyle bir şey istememiştir. Bizi kabilelere, milletlere ayırmış, karşılıklı saygı içerisinde olmamızı emretmiş, birbirimize zarar vermemizi yasaklamıştır. Allah’ın, kendimizden farklı olana saygılı olmamız ve hoşgörülü davranmamız yolundaki çağrısı, medeni dünyanın uyduğu en yüce insani çağrıdır.”[55]

Ali Fuat Başgil’in (ö. 1387/1967) şu açıklamalarını da dikkatinize sunmak istiyorum:

“Dini taassup, cahil dindarın kendi dini akidelerini mutlak surette hak ve başka akide ve kanaatlerin de mutlak surette batıl olduğuna inanmasından doğan bir tuğyan ve hırçınlıktır. Fakat din ve vicdan hürriyetinin düşmanı yalnız bu değildir. Bunun kadar siyasi taassup da bu hürriyetin düşmanıdır. Hatta belki daha kindar, daha zalim ve yıkıcıdır. Çünkü dini taassupta çok kere hasbilik hâkim olduğu halde, siyasi taassupta hemen daima şahsi fayda, his ve hırsı hâkimdir. Siyasi taassup, bir şahsın hayat ve cemiyet hakkında kendi görüşlerini mutlak surette hak ve başka kişilerin konu ile ilgili görüşlerini batıl telakki etmesinden ileri gelen cahilane bir düşmanlıktır. Siyasi taassubun inandığı ve bağlandığı şey, yalnız madde ve menfaattir. Fakat madde ve menfaat fikri etrafında kitleleri coşturup harekete getirmek kolay değildir. Onun için siyasi taassup, bir efsane yaratmaya ve bu sayede taraftar avlamaya mecburdur. Hülasa dini taassup, kendisine inandırmak için devletten kılıç kuvveti ve hizmeti isteyen mabedin hırçınlığı ve tecavüzcüsüdür. Siyasi taassup da omuzlara daha kuvvetle çökebilmek için bütün hareketlerini mabede alkışlatmak isteyen politikanın hırçınlığı ve tecavüzüdür.”[56]

Bütün inanç sisteminde tahakküm, baskı ve şiddet tasvip edilmemiş, insan iradesine saygı gösterilmiştir. Çünkü bütün inanç sistemlerinde hak, hukuk, güzel ahlak gibi şeyler ön planda tutulmaktadır. Bu duygulara ters hareket etmek uygun görülmemektedir. Neticede her tür baskı ve şiddet, insan psikolojisinin bozulmasına, sonuçta insanlar arasında terörün meydana gelmesine sebep olmaktadır. Terör, kelime olarak baskı ve şiddet anlamındadır. Erkek, kendi evinde karısına karşı baskı ve şiddet kullanıyorsa, yaptığı hareket bir çeşit terördür. Kadın kendi kocasına maddi veya manevi şiddet kullanıp adamın psikolojisinin bozulmasına sebep oluyorsa, onun da yaptığı bir çeşit terördür. Kardeşler arasında, aile ve akrabalar arasında, daha geniş düşünsek toplumun içinde veya toplumlar arasında uygulanan her çeşit baskı ve şiddet terörünü ana kaynağıdır. Hangi makamda bulunursa bulunsun gücü elinde tutan amir, egemenliği altındaki insanların arasında ayrım yapıyorsa, insanların tabii haklarını engelliyorsa, hak hukuk ve adaleti hiçe sayıyorsa, yaptığı bir çeşit terördür. Bu tür baskı ve şiddetlerin tümü, bir hegemonyanın doğmasına neden olmaktadır. Bu tür kötülüklerin tümünün düzeltilmesi, ciddi ve kaliteli eğitimle mümkün olabilmektedir. Ona göre eğitime, aileden başlamak gerekir. Aile eğitimi, her türlü kötülüğün önlenmesi için önemli bir temeldir.

 

Sivil Toplum Kuruluşları

Bütün inançların güzel ahlakı, hak, hukuk ve adaleti hedeflediğini biliyoruz. Ancak, çok kere inançların içi boşaltılmakta, inançlar kişi veya kişilerin maddi veya manevi menfaatleri için malzeme olarak kullanılmaktadır. Hegemonyayı ellerinde tutanlar, bunu çok ustalıkla kullanmaktadırlar. Bugün için İslam âleminde, hatta diğer toplumlarda bile dini duygular, egemen güçler tarafından kötüye kullanılmaktadır. Aydın insanların, bu gibi din istismarlarına karşı uyanık olmaları gerekmektedir. İtikadı sağlam insanların, kötü ve karanlık emellere malzeme olmamaları dikkatli olmaları icap eder. Dini kaynağından, Kur’ân ve sünnetten öğrenmek, ölçü olarak Kur’ân ve sünneti kabul etmek ve gaye olarak da Allah rızasından sapmamak gerekir. Dine hizmet ettiğini söyleyen çeşitli sivil toplum kuruluşları ile karşılaşmaktayız. Çeşitli dernek, vakıf, cemaat, tarikat, cemiyet, medrese ve benzeri kurum ve kuruluşlar, toplumda yaygın bir şekilde faaliyet göstermektedirler. Bu isimler altında zekât, fitre, sadaka ve benzeri isimler altında çeşitli yardımlar toplanmaktadır. İnsanların dini duygularına hitap edilerek, büyük çapta para vermeleri sağlanmaktadır. İfade etmeye çalıştığımız gibi, bu konularda uyanık ve dikkatli olmak gerekir. Eğer bu tür kuruluşlar, ilme, irfana, bilgiye, insan haklarının korunmasına, toplumsal uzlaşı ve barışa katkı sağlamak için iyi niyetle çalışıyorlarsa, saygı duyarım. Bu tür iyi niyetli kişi ve kurumlara dua ederim. Ancak bu tür dernek, vakıf, cemaat, tarikat, cemiyet, medrese ve benzeri kurumlar kişi veya kişilerin maddi veya manevi menfaatleri, özellikle siyasi emelleri için kullanıyorlarsa, bunları İslâm’a hizmet eden kurumlar olarak görmemek gerekir. O zaman bunlar, mafyaların en kötüsü konumunda olurlar. Bilindiği gibi toplumda çeşitli mafyalar oluşmaktadır. Para için her yola başvurulmaktadır. Hırsızlık mafyaları, organ mafyaları, çocuk mafyaları, kadın ticaretini yapan mafyalar, eroin/uyuşturucu mafyaları, çek/senet mafyaları, soygun mafyaları, bu kötü ve zararlı mafyalardan bazılarıdır. Dini duyguları Allah’ın yolundan saptırarak maddi veya manevi menfaat için kullanan dernek, vakıf, cemaat, tarikat, cemiyet, medrese ve benzeri kurumlar, söz konusu ettiğimiz mafyaların en kötüleridir. Çünkü insanların inançlarını sömürmekten daha kötü mafya olamaz. Aynı zamanda bunlar, hegemonyayı kuran zalim ve barbar diktatörler tarafından rahatlıkla kullanılmaktadır ve buna itiraz edenler dinsizlikle itham edilerek engellenmektedirler.

 

Sonuç

İnsanlığın başlangıcından bu yana insanlar arasında toplumsal uzlaşı ve barış için çalışan, bu gaye ile mücadele edip hak ve adaleti savunanlar olduğu gibi, çeşitli hileler ile toplumda egemenliği ele geçirmeye çalışıp zulüm, barbarlık ve haksızlıkla hegemonyayı sürdürme gayreti içerisinde bulunanlar da olmuştur. Tarih boyunca bu iki sınıfın mücadelesi hep devam etmiştir. Felsefeciler, bilim insanları, peygamberler, haktan yana tavır koyan herkes, insanlığın yararı için çalışmışlar, kanın ve gözyaşının akmaması için hak ve adaletin egemenliği için çaba sarf etmişlerdir. Onların bu çabaları neticesinde çeşitli dönemlerde dünyanın çeşitli yerlerinde hak ve adalet egemen olmuştur. Bu sayede büyük medeniyetler kurulmuş, insanlar çok ala mutlulukları yaşamışlardır. Ancak zaman zaman hegemonyayı kuran psikolojileri bozuk barbar ruhlu insanlar, toplumu çekilmez hale getirmişler. Onların yüzünden güzelim medeniyetler tarumar edilmiş, savaşlar yapılmış, şehirler yakılmış, oluk oluk insan kanı akmış, gözyaşları sel olmuştur. Bu tür zalim mütreflerin yüzünden toplumlar yıkılıp harap olmuştur. Toplumların bu tür yıkılışları, Kur’ân kıssalarında geniş yer aldığı gibi, diğer kutsal kitaplarda dile getirilmiş ve tarihi efsanelere konu olmuştur. Maalesef günümüzde bu zalim hegemonya, dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi, İslâm âleminin pek çok yerinde de diktatörlüğünü sürdürmektedir. Bu acı manzara, egemen güçlerin kişisel egemenliklerini sürdürme arzusundan kaynaklanmaktadır. Onların bu uygulamaları da, psikolojilerinin insani yönden bozuk olmasından kaynaklanmaktadır. Onlar, bu ruh hali ile özellikle inançları, dini duyguları kendilerine malzeme olarak kullanmaktadırlar. Bunun çözümü, bilimsel bir şekilde ciddi toplumsal eğitimlerle mümkündür. İnançlar bilimsel olarak anlatılmalı, insanların huzur ve saadeti için kullanılmalı, toplumda hegemonyayı kurmaya çalışanların vicdanına bırakılmamalıdır. Kur’ân’da haber verildiğine göre, Allah Rabbülalemindir, yani tüm âlemlerin Rabbidir ve herkes için adalet istiyor. Evet, bu cümleyi unutmamamız gerekir: “Allah tüm âlemlerin Rabbidir ve herkes için düzeyde uygulanacak adalet istiyor.” Bütün kavimler, bütün inanç mensupları, kadın erkek her cins, eşit adalet muamelesine tabi tutulmalıdır. Kur’ân’da bu konuda çok mesajlar verilmektedir. Hz. Muhammed’in haber verdiği gibi, kişinin mümin ve Müslüman olabilmesi için, kendi maddi ve manevi değerleri için istediği, arzu ettiği iyiliği, hak ve adaleti tüm insanlar için istemelidir. Bunu kabullenmeyen kişilerin imandan ve İslâm’dan bahsetmeleri, kendilerini kandırmaktan başka bir şey değildir. İslâm’ı, şundan veya bundan değil, Kur’ân ve sünnetten, yani kaynağından öğrenmek gerekir. Yalnız İslâm âleminde değil, tüm dünyada toplumsal bir uzlaşın sağlanması için, hegemonyanın diktatörlüğüne karşı, hak ve adaleti egemen kılmaya çalışmak gerekir. Buna inanan insanların, bu yolda birliği sağlamaları ve toplumda ciddi anlamda eğitimin gerçekleşmesi için çalışmaları gerekmektedir.

 

KAYNAKÇA

  • ABDULBAKİ, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut tsz. 
  • ADALI, Oya ve diğerleri, “hegemonya”, Büyük Larousse, İnterpress Basın ve Yayıncılık, İstanbul 1986, X, 5155.
  •  AMİDÎ, Ebu’l-Hasan Seyfuddin (ö. 631/1233), el-İhkam fi Usuli’l-Ahkâm, Mısır 1967.
  • ARİSTOTELES, Nikomakhos’a Etik, trc. Saffet Babür, Ayraç Yayınevi, Ankara 1998.
  • BAKTIR, Mustafa, İslam Hukukunda Zaruret Hali, Akçağ Yayınları, Ankara 1981.
  • BAŞGİL, Ali Fuad (ö. 1387/1967), Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, İstanbul 1962.
  • BEYDÂVÎ, Nasiruddin Ebû Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed (ö. 791/1388), Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Şirketu Mektebe ve Matbati Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve Evlâdihi, Mısır 1955.
  • BİLGE, Evin, “Kutsal Metinlerde Yaratılış”, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XV, ss. 127-162, Diyarbakır 2013.
  • BUHARÎ, Muhammed b. İsmail (ö. 256/870), el-Câmiu’s-Sahih, Beyrut 1990.
  • CAHIZ, Ebû Osman Amr b. Bahr (ö. 255/868), el-Beyân ve’t-Tebyîn, thk. Hasan es-Sendûbî,
  • Dâru İhyâi’l-Ulûm, Beyrut 1993.
  • CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 1999.
  • DARİMİ, Abdullah b. Abdirrahman (ö. 255/869), es-Sunen, Dımaşk 1349.
  • EBÛ DAVUD, Süleymân b. Eş’âs (ö. 275/888), Sünen, İstanbul 1981.
  • ERDEM, Hüsameddin, İlkçağ Felsefesi Tarihi, HÜ-DER Yayınları, Konya 2010.
  • EREN, Hasan ve diğerleri, “hegemonya”, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, İstanbul 1992.
  • EBÛ ZEHRA, Muhammed, Kur’an Nizamı, trc. Ali Arslan, Ankara 1969.
  • ESKİCİOĞLU, Osman, İslam Hukuku Açısından Hukuk ve İnsan Hakları, Anadolu Matbaacılık, İzmir 1996.
  • EZHERÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed b. Ezher el-Ezherî el-Herevî (ö. 370/980), Tehzîbu’l-Luğa, thk. Ahmed Abdurrahman Muhaymir, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2004.
  • GAZZALÎ, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed (ö.505/1111), el-Mustasfa, Mısır 1937.
  • GÖKBERK, Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2008.
  • HALİL b. Ahmed Ebû Abdirrahman el-Ferâhîdî (ö. 175/791), Kitâbu’l-‘Ayn, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut tsz.
  • HİNDÎ, Muttakî, (ö. 975/1567), Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-Akvâl ve’l-Efâl, nşr. Mekrî Hayyânî ve Saffet es-Sekkâ, Beyrut 1991.
  • İBN ALLAN, Muhammed, (ö. 1057/1647), Delilu’l-Falihîn, Daru’l-Fikr, Beyrut tsz.
  • İBN HANBEL, Ahmed b. Muhammed (ö. 241/855), Müsned, Beyrut tsz.
  • İBN MÂCE, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezit (ö. 273/886), Sünen, Kahire tsz.
  • İBN MANZÛR, Cemaluddin Muhammed b. Mukerrem (ö. 711/1311), Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, I-XV, Beyrut 1994.
  • İBNU’L-CEVZÎ, Ebü’l-Ferec Cemâlüddin Abdurrahman b. Ali b. Muhammed (ö. 597/1200), Zâdü’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, Dârü’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2002.
  • İSFAHÂNÎ, el-Hüseyn b. Muhammed er-Râğıb (ö. 502/1108), “rabebe”, el-Müfredât fî Ğaribi’l-Kur’ân, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986.
  • İZZETBEGOVİÇ, Aliya, (ö. 2003/1424), Tarihe Tanıklığım, trc. Alev Erkilet ve diğerleri, Klasik, İstanbul 2015.
  • KÂDÎ, Abdulfettah, Esbabu’n-Nüzûl, Mısır tsz.
  • KİTAB-I MUKADDES, Tekvin (Yaratılış), Bap 1.
  • MALİK, Ebû Abdillah b. Enes (ö. 845/1442), el-Muvatta, Daru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut tsz.
  • MÂVERDÎ, Ali b. Muhammed b. Habib (ö. 450/1058), en-Nuketu ve’l-Uyûn, Muessesetu’l-Kutubi’s-Safiyye, I-VI, Beyrut 1992.
  • MÜSLİM, b. El-Haccac (ö. 261/874), Sahihu Müslim, Kahire tsz.
  • NESAÎ, Ebû Abdirrahman b. Şuayb (ö. 303/915), Sünenü’n-Nesâî, Şirketu Mektebe ve Matbbati Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır 1964.
  • RUSSEL, Bertrand, Din İle Bilim, trc. Akşit Göktürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005.
  • SAFVE, Ahmet Zeki, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Şirketu Mektebe ve Matbaati Mustafa el-
  • Babî el-Halebî, Mısır 1962.
  • ŞATİBÎ, Ebû İshak İbrahim b. Musa (ö. 790/1388), el-Muvafekat fi Usuli’ş-Şeria, thk. Muhammed Hasaneyn Mahluf, Dâru’l-Fikr, Mısır 1975.
  • ŞEVKÂNÎ, Muhammed b. Ali b. Muhammed (ö. 1250/1834), Fethu’l-Kadîr,
  • Muessesetu’r-Reyyân, Beyrut 2004.
  • TABBARE, Afif Abdulfettah, Rûhu’d-Dîni’l-İslâmî, Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut 1973.
  • TABERÎ, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr (ö.310/922), Câmiu’l-Beyân an Ta’vîl-i Âyi’l-Kur’ân, thk. Sıtkı Cemil el-Attar, Darü’l-Fikr, Beyrut 1995.
  • TEBER, Serol, Doğanın İnsanlaşması, Say Yayınları, İstanbul 2010.
  • TİRMİZÎ, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ (ö. 279/892), Sünen, İstanbul 1992.
  • TURGAY, Nurettin, Kur’ân Açısından Hayvanlar ve Bitkiler, Fecr Yayınları, Ankara 2011.
  • Kur’ân’daki İslâm, Çıra Yayınları, İstanbul 2020.
  • “Kur’ân’da Mütref Kavramı,” Bilimname, Sayı: XII, ss. 75-99, Kayseri 2008.
  • YÂZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi (ö. 1361/1942), Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Kitabevi, İstanbul 1971.
  • ZEHEBÎ, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Mufessirûn, Dâru’l-Erkâm, Beyrut tsz.

 

[1]      Muvatta, Kader, 3. Bu hadis, aynı anlamda ve farklı ifadelerle değişik kaynaklarda da geçmektedir. Bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 56, hadis no: 1905; İbn Mâce, Menâsik, 84, hadis no: 3074; İbn Hanbel, III, 26.
[2]      Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Mufessirûn, Dâru’l-Erkâm, Beyrut tsz. I, 32.
[3]      Müslim, Münafikûn, 27; Ebû Cafer Muhammed b.Cerîr et-Taberî, Camiu’l-Beyân an Te’vîl-i Ayi’l-Kur’ân, thk. Sıtkı Camil el-Attâr, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995, XII, 3; XXIV, 61; Alauddin Ali el-Muttaki b. Husamuddin el-Hindî, Kenzu’l-Ummâl fî Sünneti’l-Akvâl ve’l-Efâl, nşr. Hasan Razuk, Halep 1971, XI, no: 15125.
[4]      Bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin (Yaratılış), Bap 1; Bertrand Russel, Din İle Bilim, trc. Akşit Göktürk, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005, s. 36.
[5]      Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nurettin Turgay, Kur’ân Açısından Hayvanlar ve Bitkiler, Fecr Yayınları, Ankara 2011, s. 21 vd.
[6]      Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 2008, s. 19 vd.; Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefesi Tarihi, HÜ-DER Yayınları, Konya 2010, s. 6; Serol Teber, Doğanın İnsanlaşması, Say Yayınları, İstanbul 2010, s. 21; Evin Bilge, “Kutsal Metinlerde Yaratılış”, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Diyarbakır 2013, cilt: XV, sayı: 1, s. 131.
[7]      Cemaluddin Muhammed b. Mukerrem İbn Manzûr, “enise”, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1994, VI, 10 vd.
[8]      el-Hüseyn b. Muhammed er-Râğıb el-İsfahânî, “enise”, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986, s. 34.
[9]      Et-Tîn 95/1-4.
[10]     Kitab-ı Mukaddes, Tekvin (Yaratılış), Bap 1.
[11]     Halil b. Ahmed Ebû Abdirrahman el-Ferâhîdî, “selime”, Kitâbu’l-Ayn, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut tsz., s. 441; İbn Manzûr, “selime”, Lisânu’l-Arab, XII, 289, vd. Afif Abdulfettah Tabbare, Rûhu’d-Dîni’l-İslâmî, Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut 1973, s. 13.
[12]     Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed b. Ezher el-Ezherî, “selime”, Tehzîbü’l-Luğa, thk. Ahmed Abdurrahman Muhaymir, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2004, IX, 545 vd.
[13]     Muhammed Fuad Abdulbaki, “selime”, el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut tsz. s. 355 vd.
[14]     Alu İmrân 3/19.
[15]     Alu İmrân 3/85.
[16]     el-Mâide 5/3.
[17]     el-Bakara 2/208.
[18]     İslâm hakkında daha geniş bilgi için bkz. Nurettin Turgay, Kur’ân’daki İslâm, Çıra Yayınları, İstanbul 2020, s. 18 vd.
[19]     Oya Adalı ve diğerleri, “hegemonya”, Büyük Larousse, İnterpress Basın ve Yayıncılık, İstanbul 1986, X, 5155 vd.; Hasan Eren ve diğerleri, “hegemonya”, Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, İstanbul 1992, I, 631.
[20]     Adalı, “hegemonyacılık”, Büyük Larousse, X, 5156.
[21]     Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 405.
[22]     Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 388.
[23]     el-Mâide 5/27
[24]     Mütref hakkında geniş bilgi için bkz. Nurettin Turgay, “Kur’ân’da Mütref Kavramı,” Bilimname, Sayı: XII, ‘007/I, Kayseri 2008, s. 75-99.
[25]     Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 405.
[26]     el-Hadîd 57/25.
[27]     en-Nahl 16/90.
[28]     en-Nisa 4/58.
[29]     Tirmizi, Ahkâm, 4; et-Taberi, Camiu’l-Beyân an Te’vîli âyi’l-Kur’ân, V, 200.
[30]     Abdülfettah el-Kâdî, Esbabü’n-Nüzûl, Mısır tsz., s.71; Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Kitabevi, İstanbul 1971, II, 1372 vd.; Turgay, Kur’ân’daki İslâm, s. S. 39 vd.
[31]     Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, trc. Saffet Babür, Ayraç Yayınevi, Ankara 1998, s. 88.
[32]    el-Fatiha 1/2.
[33]    Ali b. Muhammed b. Habib el-Mâverdî, en-Nuketu ve’l-Uyûnu, Muessesetu’l-Kutubi’s-Safiyye, Beyrut 1992, I, 54 vd.; Nasiruddin Ebû Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Şirketu Mektebe ve Matbati Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve Evlâdihi, Mısır 1955, 1, 3.
[34]    et-Taberî, Camiu’l-Beyân an Te’vîl-i Ayi’l-Kur’ân,  I, 93 vd.
[35]     en-Nâs 114/1-6.
[36]     Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, İstanbul 1962, s. 16.
[37]     el-Enbiya 21/107.
[38]     es-Sebe’ 34/28.
[39]     el-En’âm 6/108.
[40]     el-Mâverdî, en-Nüketü ve’l-Uyûnu, II, 155.
[41]     Başgil, Din ve Laiklik, s.17.
[42]  Ebû Dâvûd, Edeb, 127, hadis no: 5141; Muhammed b. Allân, Delilu’l-Falihin, Daru’l-Fikr, Beyrut tsz., II,  182.
[43]     el-Mâide 5/8.
[44]     el-Mâide 5/7.
[45]     el-En’âm 6/152.
[46]     Ebû Dâvûd, Büyû’, 83.
[47]     el-Hucurât 49/13.
[48]     Bkz. Ebû Osman Amr b. Bahr el-Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, thk. Hasan es-Sendûbî, Dâru İhyâi’l-Ulûm, Beyrut 1993, II, 405; Ahmet Zeki Safve, Cemheretu Hutubi’l-Arab, Şirketu Mektebe ve Matbaati Mustafa el- Babî el-Halebî, Mısır 1962, I, 156.
[49]     Ebü’l-Ferec Cemâlüddin Abdurrahman b. Ali b. Muhammed İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, Dârü’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2002, VII, 229; Muhammed b. Ali b. Muhammed eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, Muessesetu’r-Reyyân, Beyrut 2004, V, 87.
[50]     Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed el-Gazzali, el-Mustasfa, Mısır 1937, I, 288; Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şatıbî, el-Muvafekat fi Usuli’ş-Şeria, thk. Muhammed Hasaneyn Mahluf, Dâru’l-Fikr, Mısır 1975, II,8 vd.; Ebu’l-Hasan Seyfuddin el-Amidi, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkâm, Mısır 1967, III, 252; Muhammed Ebu Zehra, Kur’an Nizamı, trc. Ali Arslan, Ankara 1969, s. 61; Mustafa Baktır, İslam Hukukunda Zaruret Hali, Ankara 1981, s. 177 vd.; Eskicioğlu, İslam Hukuku Açısından Hukuk ve İnsan Hakları, s. 280 vd.
[51]     Müslim, İman, 71, 72; Buhari, İman, 7; Tirmizi, Kıyame, 59; Nesai, İman, 19, 33; İbn Mace, Mukaddime, 9; Darımi, Rikak, 29; İbn Hanbel, III, 176, 177.
[52]     Tirmizi, Zühd, 2; İbn Mace, Zühd, 24; İbn Hanbel, II,310; III, 473; IV, 70,77.
[53]     Başgil, Din ve Laiklik, s. 149 vd.
[54]     Aliya İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım, trc. Alev Erkilet ve diğerleri, Klasik, İstanbul 2015, s. 545.
[55]     Begoviç, Tarihe Tanıklığım, s. 547.
[56]     Başgil, Din ve Laiklik, s. 156.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.