Düşünce ve Kuram Dergisi

Hikmet Kıvılcımlı Üzerinden Din ve Sosyalizm Diyaloğu

Muhammed İnal

Giriş:

Objektif bir bakış ile şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türkiye’de egemen sisteme karşı muhalefetin devrimci sosyalist cephesi ciddi bir kitleselleşme, toplumsal tabana yayılma sorunu yaşamaktadır. Egemen sistemin ağır siyasi çalkantılarla boğuştuğu, ekonomik kriz ve kaosun derinleştiği ve devrimci hareketin objektif şartlarının bu kadar olgunlaştığı koşullarda, devrimci sosyalist cephenin neden kitlesel bir harekete dönüşmediği ciddi sorgulanmalıdır. Bunun bir çok farklı sebebi vardır elbette. Ancak başta gelen sebeplerden birinin devrimci sosyalist hareketlerin toplumsal kültür ile daha özelinde din ile kurdukları, daha doğrusu kuramadıkları ilişki olduğunu söyleyebiliriz.

Aslında günümüz koşullarında din ve sosyalizmin beraber anılması oldukça netameli bir konu. Zira bir yandan dindarların (daha doğrusu hakim dindarlığı) bilinçaltına sızmış düzeyde sosyalizmi ‘dinsizlik, Allahsızlık’ ve en genel içerimi ile ahlaki değerlerden kopuklukla değerlendiren bir anlayış hakim; diğer yanda sosyalistlerin (bunu da bir kısım hakim klasik sosyalist diyelim) dini her tür çağdışı, gerici, akıl dışı tutum, insanlığın çocukluk korkularının toplamı bir hurafeler yağını olarak ele alan tutumları. Bir taraf; ‘din için mücadeleyi sosyalizme karşı mücadele’ düzeyinde ele alırken (Türkiye’de komünizmle mücadele derneklerini hatırlayalım) diğer tarafta benzer şekilde “Dine karşı mücadele sosyalizm için mücadeledir.“ mottosundan hareket ederek iki taraflı bir düşmanlık üretme mekanizması kurulmuş olmaktadır.

Bu şartlarda iki soruya cevap üretmek gerekmektedir. Din ve sosyalizm arasında düşmanlık üretmeyen, karşıtlaştırmayan daha da ötesinde devrimci demokratik muhalefeti besleyecek düzeyde bir ilişki kurulabilir mi? Bu soruya ‘zor ama imkansız değil, kimi bariyerler aşılırsa neden olmasın’ cevabını verebiliriz. Peki kurulmalı mıdır? Bu sorunun cevabı Avrupa’nın herhengi bir ülkesi için “canımız isterse“ rahatlığında olabilir. Ama Ortadoğu kültür coğrafyasında özellikle, Kürdistan ve Anadolu sathında bir tercih değil zorunluluk düzeyinde olumlu olmalıdır. Bu zorunluluk devrimci sosyalist hareketler için toplumsallaşmanın ön şartlarından biridir. Zira ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın din ve inanç, bu coğrafyada temel bir kültür öğesidir, toplumumuzun duyguları, zihni ve ruhsal şekillenmesinin damarlarında dolaşmaktadır. İslam başta olmak üzere Hristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştilik ve Ezidilik ve diğer dinler de buna dahildir.

 

Toplumsal Gerçekliği Anlamak

Şu hususa da ek bir vurgu yapalım; burada sosyalizm ve din ilişkisinden kastımız, en kırılgan noktalardan olan Allah’ın varlığının-yokluğunun ontolojik ve felsefi tartışması yada birisinin dini inançlarını terk etmesi, diğerinin de kendi ideolojik ilkelerini bir yana bırakması değildir. Bir sosyalist birey veya hareket, felsefi ateizmi sonuna kadar ideolojik tutum olarak da benimseyebilir. Din ile ilişki kurulmaya çalışıldığında bu felsefi tavrından vazgeçmeye çağırıyor da değildir. Din açısından da benzer tutum geçerlidir; o da sosyalizm ile ilişki kurduğunda kendi itikadi teolojik ilkelerinden vazgeçmeye çağırılıyor değildir. Sosyalizmi salt ateizme indirgeyip felsefi tutumu teolojiyi ve aynı zamanda bu teolojinin dayandığı sosyolojiyi reddeden konuma getirmek hata olduğu gibi dini de salt teolojiye indirgeyip sosyoloji gerçekliği görmezden gelmek aynı derecede hatadır. Daha doğrusu bu ikisi birbirini üretmektedir. Bu hatadan kurtulmanın yolu ise, her teolojinin aynı zamanda bir sosyoloji olduğu, sosyolojik bir gerçekleşmeye tekabül ettiğinden hareketle tarihsel bir gerçekleşme olarak dinin özünü anlamaya dönük çaba içinde olmaktır.

Yıllar önce Kıvılcımlı’nın “Allah Peygamber Kitap” adlı eserini okuduğumda kendisini materyalist olarak tanımlayan bir şahsın dine onun tarihsel arka planına ve özellikle onun sosyolojik duygu dünyasına vukufiyeti bir şaşkınlık oluşturmuştu. Fakat galiba daha büyük şaşkınlık, hemen her tespitinde materyalizme vurgu yapan bu sosyalist düşünürün din hakkında onun nasıl yanlış bilinç, afyon, insanlığın çocukluk korkularının ürünü bir saçmalık olarak anlatmasını beklerken, tam tersine incelediği İslam özelinde din meselesinde sergilediği anlamaya, özünü kavramaya dönük tutumdu. Bu ‘namuslu bir bilimsel dürüstlük ya da ciddi bir düşünürün doğru tutumu‘ olarak takdir edilmeli ve hafife alınmamalı. Elbette Kıvılcımlı; dini (İslam’ı) bir dindarın duygu ve inanç kodlarıyla ele almamış, birçok konuda bir dindarın dini tanımlamasının dışında bir çerçevede kullanmıştır. Hatta her belirlemeyi ‘tarihsel determinizme’ ve ‘bilimin olguları’na bağlayarak yöntemsel olarak kaba pozitivist bilimciliği benimsediği de söylenebilir. Ancak Kıvılcımlı’nın kıymeti, halen takdir edilmemiş temel çabası; belki de klasik sosyalist hareketin kamburlarından olan ve Türkiye’de bir devrimci sosyalist hareketin gerçek manada ‘toplumsallaşmasını’ engelleyen çıkmazlardan birini oluşturan din ve sosyalizm ilişkisini büyük bir ciddiyetle ele alması ve devrimci öncülük iddiasında bulunduğu kendi toplumsal gerçekliği ile ilişki kurmaya çalışmasıydı.

Toplumsal gerçeklik ile ilişki kurmak sanıldığı kadar kolay değildir ve masa başında üretilen soyut teorilerle ve tercüme ideolojik tutumlarla gerçekleşmez. Bu ancak, tahakküm kurmayı değil anlamayı, mahkum etmeyi değil asıl bir özne olarak kabul etmeyi gerektiren bir tutumla olabilir. Bu ilişkiyi din ve sosyalizm üzerinden tanımlamak; sorunun tümünü kapsamasa da önemli oranda ortaya koymaktadır. Bu yönüyle Kıvılcımlı, Türkiye’de devrimci sosyalist hareketlerin jakoben politik hareketlerden gerçek bir sosyolojik harekete dönüşmesinin politik programını da ortaya koymaya çalışmıştır denilebilir.

Kıvılcımlı’nın temel özelliklerinden biri mensubu olduğu geleneğin özellikle TKP’nin ideolojik bagajlarına ve kamburlarına rağmen devrimci sosyalist hareketi kitleselleştirme çabasıydı. Bunun için çeşitli örgütsel ve ideolojik teorik hamleler de geliştirdi. Kurduğu Vatan Partisi, yazdığı ‘Komün Gücü‘, ‘Osmanlı Tarihinin Maddesi‘ ve ‘Allah Peygamber Kitap‘ gibi eserleri ile aslında mevcut anlayışların ötesine geçerek Anadolu halklarının gelenekleriyle, duygu dünyalarıyla doğru bir ilişki kurma çabasıdır. Bunun ne derece başarıldığı ayrı bir tartışma konusudur ama bu çaba halende kendi davadaşlarının çok ilerisinde bir tutum olarak takdire şayandır. Kıvılcımlı’nın tespiti hemen her ideolojik harekette ortaya çıkan Dogmatizmin Türkiye’deki Marksist hareket içindeki yansımalarına karşıdır. Kıvılcımlı Marksizmi-sosyalizmi sadece Marks ve Lenin’in söyledikleri şeylerden ibaret sayan, yeni bir şey söylemeyi “kafirlik“ addeden tutumunu açık bir şekilde eleştirmektedir; “Hele su yüzüne çıkalı beri bir ‘kolay Marksizm’ türedi. Herhangi bir sosyal politik, kültürel bir problem mi çıktı? Onun çözümü için “ekonomiktir!” dedik mi akan sular duruverir, sananlar çoğaldıkça çoğalıyor. “Ekonomik” nedir? Kimse onu sormak veya açmak zahmetine katlanmaz. Nasıl? Marksizme ve bilimcilk sosyalizme karşı mı geliyorsun yani? Her şey Marx ta bilemedin Lenin de söylenmiştir. Bize düşen o güzelim doğru söylenmişleri az çok eksiksiz tekrarlayıp dünyayı ışığa boğmaktır! Kim uğraşacak, hem de ne haddine Marx, Engels, Lenin metinleri dururken orada yazılmış gerçekleri aramaya.“[1] Kıvılcımlı, bu eleştirisiyle taklidden tahkike bir yol açmak istemektedir.

 

Din Nedir?

Kıvılcımlı’nın din tanımlaması boş kelami veya felsefi spekülasyonlara girmeden yaşama dair bir tanımlamadır. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabının girişinde dinin özünü özel mülkiyeti reddeden ilkel sosyalist ve komüncü tutum olarak tanımlıyor. “İlk dört halifenin hepsi de öldükleri gün tıpkı koca Hz. Muhammed gibi bir karış toprağa kişi mülkiyeti ile sahip çıkmamışlardı. Ne mutlu gerçek Müslümanım diyene! İlk Müslüman ulular gibi Kur’an-ı Kerim de ne demişti bu konuda; “mülk tanrınındır“ atalarımızın gönül verdikleri İslam da bu idi.“[2] Bu belirlemeyi yaptıktan sonra, halkının inanç ve gelenekleriyle buluşmayan kesimlere dönük oldukça sert bir eleştiri geliştirir; toplumumuzda hakim olan bu ruhu anlamayan tutumları “ işçinin köylünün anlamadığı soğanlı sarımsklı ‘slogan’ atmasyonlarıyla hareketi yığınlara yabancılaştırmak”la suçluyordu. “Hangi gerekçe ile maskelenirse maskelensin, bu anlam Türkiye’de “sol” yanı da, sosyalizmi de bir burjuva katırlığının kapladığıdır. Açık burjuva ideolojisinden çok asıl maskeli haydut burjuva sosyalizmidir ki Türkiye halkının gelenek-göreneklerini sosyalizme aykırı göstermekte başarı kazanabilir…Burjuva sosyalizminden de daha kancık ve tehlikeli olan susuş kumkuması küçük burjuva sosyalizminin keskin çok “bilimsel”, olağanüstü (devrimci) kalleşlikleridir.”[3] İstediği şey ise çok basittir; bu ruhu anlayarak sosyalist hareketlerin Türkiye halkının gelenek ve göreneklerini, dinlerini sosyalizme aykırı gösteren tutumlarını reddetmek, kitleyle doğru bağ kurmaktır.

Kıvılcımlı ilk dönem Türklerin ve Anadolu halklarının yaşamına yön veren kültürel dinsel geleneği anlamaya çalışmaktadır. Klasik solculuğu ise Osmanlı’nın ruhunu anlamamakla bunu anlamak yerine Osmanlının sosyalist Marksist teorinin klasik derebeyi modellerine uymamasına hayıflanmakla eleştiriyor.[4] Ve Osmanlı’nın ilk dönemlerinin neden halk tarafından benimsendiğini izah etmeye çalışıyor. Kıvılcımlı’ya göre Osmanlı’nın toprak rejimi, bir tür ilkel sosyalist idi. Toprak, kimsenin malı değildir, işleyene aitti. Büyük toprak sahipliği ortadan kaldırılmıştı. Çünkü İslam’ın üstünlüğüne inanan Osmanlı gazileri, Kur’an‘ın emrettiği gibi Allah’ın kullarına eşitçe dağıtımını gerçekleştirmişlerdi. İslam’ın ilk halifeleri Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’yi saydıktan sonra toprakları özel mülkiyet haline getirmediklerine özel vurgu yapar. Zira Kur’an‘da da ‘mülk Allah’ındır’ denmiştir. Kıvılcımlı Türkler ve Müslümanlık ilişkisini daha derin bir kültürel geleneğe dayandırır. Ona göre Türklerin Müslüman-Araplarla kurdukları güçlü ilişkinin temelinde her ikisininde temiz ilkel sosyalist geleneğe sahip olmalarıdır. “Tek düşman Fars imparatorluğu yıkılır yıkılmaz, Arap dini ve Türk dini birbirlerine dost ve müttefik ellerini uzatmış durumda idiler. İki tarafta insanlığın, temiz güçlü ilkel sosyalist gelenek ve göreneklerini yaşıyorlardı.“[5]

Sadece bu birkaç alıntıda bile bir paradoksla karşı karşıya kaldığımızı görürüz; Kıvılcımlı’nın din tanımı ile klasik Marksizmin tutumu büyük oranda birbiriyle çelişmektedir. Kıvılcımlı, dinin özünde yer alan eşitlikçi, özgürlükçü ve sosyal adalet ilkelerini kendi sosyalist anlayışının temeli olarak görmektedir. Fakat Marks, Komünist Manifesto’da Hristiyanlığı değerlendirirken ilk Hristiyanlıktaki benzer özellikleri sıraladıktan sonra “Hristiyan asketizmine sosyalist bir renk vermekten daha kolay şey yoktur. Hristiyanlık, özel mülkiyete karşı, evliliğe karşı, devlete karşı çıkmamış mıdır? Bunların yerine yardımseverliği ve dilenmeyi, evlenme yasağını ve nefse eza etmeyi, manastır yaşamını ve kiliseyi vazetmemiş midir? Hristiyan sosyalizmi, rahibin, aristokratın öfkesini takdis ettiği kutsal sudan başka bir şey değildir.”[6] diyerek Hristiyanlıktaki özün sosyalizm ile ilişkilendirilmesini reddeder. Dinin egemen sınıfların çıkarlarını gözeten yanlış bilinç olarak tanımlanması da buna eklendiğinde aradaki fark oldukça öne çıkmaktadır.

Eğer din, gerçekten klasik Marksizmin tanımladığı gibi özünde egemen sınıfın halkı kandırmak için oluşturdukları bir tahakküm ideolojisi, yanlış bilinç ise o zaman din ile diyalog kurmak değil, mücadele etmek gerekir. Toplumun büyük çoğunluğunda da bu inanç hakim olduğundan gerekirse toplumsal yapı ile de mücadele etmek gerekir. Fakat bu tanımları açık yüreklilikle batıcı pozitivist aydınlanmacılığın kaba bir sapması olarak tanımlayıp kültür coğrafyamızın özüne uygun tanım geliştirmemiz gerekiyor.

Aslında mesele, sadece dinin spesifik tanımlanması sorunu olmanın ötesinde tarihsel materyalizm adına ileri sürülen düz-çizgisel ve Avrupa merkezci tarih anlayışıdır. Bu tarih tezinde toplumsal ilerleme mottosu, ekonomik yapısalcı bir karakterde ele alınmakta ve ilerleme hattı katı kaderci bir tutumla bir nevi egemen sınıflı toplumun biçimlerini kutsamaktadır. Abdullah Öcalan, bu konuya dair şu belirlemeyi yapmaktadır; “Bizleri etkileyen marksizmin kapitalizmi ve ondan önceki sınıflı toplum biçimlerini ‘tarihin zorunlu ilerleme hattı‘ olarak ilan etmeleri farkında olmayarak inanç ve umutlarının hilafına, karşısında çok savaştıkları kapitalizme en büyük katkıları olmuştur.“ (Bir Halkı Savunmak) Bu tarih tezinin sorunları sadece teorik değil aynı zamanda pratik manada da sapmaya yol açmıştır. TKP’nin ve IV. enternasyonalin 1925 Şeyh Said ve 1938 Dersim isyanlarında Kemalizm’in Kürt halkı üzerindeki katliamlarını açıkça destekleyen tutumları tam da bu tarih-toplum tezinin sonucudur. Marks’ın komünist manifesto da ortaya koyduğu gibi burjuvazi karşısında köylülük ve feodalizm gerici ise, öyleyse Kemalist burjuvaziye karşı direnen ve halen kapitalistleştirilmemiş olan Kürt halkı da gericidir, öyleyse gericiliğe karşı ilerici Kemalizm safında yer alınmalıdır. Marks, İngilizlerin Hindistan’ı işgalini, Engels de 1881’de Cezayir’deki Fransız işgalini desteklerken aynı anlayıştan hareket etmektedirler.

Sorun şuradadır ki Marsk’ın ve batı Sosyalizminin ortaya koydukları tarih toplum tezi, 19. yy. Avrupa merkezcilik ve pozitivist düşünce sistematiği içinde şekillenmiştir. Ve toplum tarihini, özellikle batılı olmayan toplumları hatta kapitalizm öncesi toplumları incelemede, çok yetersiz kalmaktadır. Marks dahi tarihsel modelinin doğu toplumlarına uymadığını fark etmiş, bu nedenle onları klasik ilkel-köleci-feodal-kapitalist çizgisellikle değerlendirmek yerine, Asya Tipi Üretim Tarzı tanımlamasıyla bu tarih tezinin dışına bırakmıştı. G. Lukacs da tarihsel materyalist modelin diğer toplumlara, özellikle kapitalist olmayan topluluklara uygulamada çeşitli zorluklarla karşılaştığını söyler. Ona göre tarihsel materyalist metodun bu toplumlara uyarlanmasındaki esas zorluk, “Medeniyet çağı ile ondan önceki çağlar arasındaki yapısal farklılıklarla ilgili bir zorluktur.“[7] Kıvılcımlı da Komün Gücü kitabında Marks’ın kendi dönemindeki yetersiz arkeolojik ve tarihsel veriler nedeniyle uygarlığın ve devletin çıkış koşullarını yeterince tahlil edemediğini, özellikle komünü hakkıyla inceleyemediğini belirtir.

Kıvılcımlı’nın toplumların doğal hali olarak tanımladığı komüne (onun gücü) bu kadar yönelmesi, tarihsel materyalist tarih tezinin yaşadığı bu sıkıntıları aşmaya dönüktür.

Kıvılcımlı tarih tezinde komüne özel bir önem verir, ona göre komün insan toplumsallığının temeli, kök hücresidir; ki aynı tanımı Abdullah Öcalan’da yapar. ‘Komün; hem sosyal birimdir, hem de zihniyet oluşumudur’ der. İnsanlık yüzbinlerce yıl klan, kabile gibi komün formunda yaşamıştır. Paylaşım, dayanışma, toplumcu eşitlik, sınıfsızlık gibi temel özelliklere sahiptir. Toplumun doğal halidir bir nevi. Uygarlık ise sınıf, eşitsizlik, cinsiyetçilik, özel mülkiyet, bireyciliktir. Esas çatışmada bu iki değerler sistemi arasındadır. Altta yatan saik ekonomik de olsa, temel çelişki komün gücüyle uygarlık gücü arasındadır. Ona göre kabileler-aşiretler (komün) uygarlıkla karşılaştıkça bu çatışma yaşanır. Ve bu bir tür motordur. Böylece komün tarih skalasında ilkel dönemde yok olup giden bir üretim biçimi değil, toplumun sınıflaşma, devletleşme yani uygarlık olmak istemeyen, ortaklığı, toplumculuğu, mülksüzlüğü esas alan ve tarihin tüm aşamalarında var olan var kalmaya çalışan doğal formudur.

Kıvılcımlı‘nın ‘komün‘ ekseninde toplum tezine atıf yapmamızın nedeni, dini tanımlamadaki kilit rolü nedeniyledir. Kıvılcımlı ‘komün gücü‘ vasıtasıyla toplumsallığın işleyişini daha derinden çözümlemeye çalışırken-ki buna dayanarak ekonomizm eleştirisinin nüvelerini de geliştirdiği söylenebilir-aynı zamanda komün zihniyetinin dinle bağlantısını kurarak dinin iktidar tarafından bozulmamış halinin komünün doğal karakterini yansıttığı sonucuna ulaşılır. Şimdi yazımızın girişinde vurguladığımız Türklerin dini ile Arapların dininin kollektif ve komünal değerler eksenindeki buluşmasının mantığı daha iyi anlaşılır. Kıvılcımlı, burada Ortodoks Marksizmin ‘din egemenlerin ürettiği bir yalandır’ tezinden oldukça uzaklaşmıştır. O, dini egemenlerin yalanlarına bağlamaz. Tam tersine; toplumun özgürlük, eşitlik ve adalet idealleridir. Ona göre; din ve peygamberler, komünün soy değerlerinin savunucularıdır. Fakat daha sonra egemenler tarafından ele geçirildiğinde yani halktan koparıldığında bozulur. “… Din hiçbir zaman tek yanlı uygarlık yansımalı olmadı, olamazdı. Çünkü dinlerin ortaya çıktığı süreç daima Barbarlar (komünler) ile medeniyetlerin çarpışmasından, daima komünün kardeşlik, sevgi, saygı kollektivizm prensiplerinin korunarak medeniyete aşılanmasından; dolayısıyla doğanın ve toplumun kanunlarına uyum yapma zorunluluklarından ve sezilerinden doğmuştur, gelişmiştir… Derebeylerin, firavunların, fağfurların eline geçtikten sonra din, medeniyet bataklıklarında insanı ezenlerin zülüm silahı olmuş, devrimi başaramayan köle ve serflerin ise çaresizlik afyonu: Cennete sığınış olmuştur.”[8]

Ona göre doğal din, mülkiyete karşı komünal değerlerin öz savunusuydu. İslamiyet de bir doğal toplum savunusu olarak çıkmıştı. “Hz. Muhammed komünün kolektif aksiyon ruhunu iliklerine dek yaşayan berrak zekalı gerçekçi aşiret çocuğuydu.(…) Hz. Muhammed’in tek istediği doğru yol Allah yolu dediği Kollektivizmin toplumculuk yolundan sapılmaması kişi mülkünün azgınlaşmamasıdır.“[9]

Fakat Kıvılcımlı, bunun da ötesinde bir çözümlemeye girer. Evrenin bilimsel kavranışı sorununu batı merkezli paradigmadan koparak anlamaya çalışır. Comte’un Üç Hal Yasası, maalesef tüm modern dönem devrimcilerinin zihin dünyasına sızmış bir virüs gibi bilimsel düşünüşü ve kavrayışı sadece modern-Avrupai-döneme hasreder. Örtük ve hatta çoğu zaman açıkça modern öncesi dönemin durumunu bilimden, hakikatten yoksun yanlış bilinç olarak mahkum ederler. Bu algılamada peygamberlerin vahiy olarak tanımladıkları şey, bir tür şarlatanlıktır ya da en azından ters dönmüş bilinçtir. Oysa Kıvılcımlı peygamberleri kendi dönemlerinin bilgi, bilim düzeylerini oldukça derinden yakalamış, bilimsel gerçekleri dönemin hakim anlatı biçimi olan dinsel kavramlarla anlatan insanlar olarak tanımlar. Kıvılcımlı, oldukça şaşırtıcı bir tespitle peygamberlerin vahiylerini, ‘Allah sistemi‘ni bilimsel determinizminin dönem anlatımındaki yansıması olarak tarif eder. Bu şaşırtıcıdır zira klasik materyalizmin zihin dünyasında, ‘din eşittir yanlış bilinç’ ve hatta ‘din eşittir antibilim’ iken, Kıvılcımlı tersi bir özdeşlik kurar. Allah’ı, tarihsel bilimsel determinizmin doğa ve toplum yasalarının ifade ediliş biçimi olarak ele alır.

Ona göre; peygamberler, doğanın ve toplumun gidiş kanunlarını derinden sezmişlerdir. “Beğenmediğimiz peygamberler ya da her namuslu düşünür, bilerek bilmeyerek daima onu (gerçeği) aramış, arar ve arayacaktır. Ayetler (Kur’an ayetleri) dikkat edilirse hep bu merkezde (gidiş kanunları anlama) döner durur. Demek ki peygamberlerin gerçek aşkı doğrucu başılığı, yalan bilmezliği, doğru iffetleri kuşku götürmez. Onlar gerçekten çağlarının elçileridirler. “Antik insanların bilhassa onların en bilinçli gerçek önderleri olan peygamberlerin Allah’a karşı olan bu duyguları bugünkü tarihsel determinizme karşı olan duygularına paraleldir ve benzerdir.“[10]

Bu tutum, sadece teorik ya da akademik kaygılarla yapılan bir tespit değildir. Tarihsel materyalizmin ilerlemeci aydınlanmacı paradigmasının oluşturduğu bir yanılsamayı yani gerçek manada yanlış bilinci ayakları üstüne dikme çabasıdır. İlerlemeci aydınlanmacı tarih paradigması; benimsediği ilkelerle modern öncesi tüm toplumları ve onların zihniyetlerini ‘gerici‘, ‘yanlış bilinç‘, ‘yalan ve afyon‘ diye nitelendirirken aslında kendini hem tarihsel toplumdan hem de güncel toplumsal gerçeklikten tam manasıyla tecrit etmiştir. Bu devrimci hareket ile hitap ettiği, öncülük etmeye çalıştığı toplumsal gerçeklik arasındaki ideolojik bariyeridir. İdeoloji, hareketi toplumsal gerçekliğe ulaştırmaktan ziyade onunla toplum arasında bariyer oluşturup yabancılaştırıyorsa, sorun var demektir. Ki bu tespit günümüz devrimci hareketlerin temel sorununa da işaret eder.

Kıvılcımlı, bu tanımları paradigmatik bir bütünlük oluşturmaya çalışırcasına sürekli geliştirmeye çalışır. Dini öz olarak komünal (ilkel) toplumun sınıflı uygarlıkla yaşadığı-yaşayacağı ahlaki, siyasi, sosyal bunalımlara karşı komünal değerlerin medeniyete taşınması olarak ele alır. İlkel komünal topluluk uygarlığa çözünürken ahlaki değerlerini yitirme, bireycileşme, köleleşip hayvanlaşma riski ile karşı karşıyadır. Mekke putperestliğinde olduğu gibi; uygarlıkla tanışmanın sonucu eşitlikçi Arap toplumu kend içinde köleleşmiş, çocuklarını diri diri toprağa gömecek denli vahşileşmiştir. Din; bu bireycileşme, köleleşip hayvanlaşma riskine karşı komünal toplumun sağlıklı bir şekilde medeniyete geçiş yapmasını sağlamaya çalışmaktadır. Din, uygarlık saldırısı altında var kalmaya çalışan topluluğun ve ezilenlerin sesidir.

Biz dini gerçekten böyle devrimci bir rolle tanımlayabilir miyiz? Zira günümüzde sosyalist hareketlerin çoğunluğu dini afyon, karşı devrimci bir öğe olarak tanımlıyor.

Kıvılcımlı bu soruya Hz. İbrahim’den başlayarak peygamberlerin çıkışını örnek verir. Hz. İbrahim Nemrut denen Babil köleci tanrı kralının saldırılarına karşı özgür kabilelerin direniş öncülüğüdür. Nemrut‘a yani dönemin süper emperyal gücüne karşı direnmiştir. Hz. Musa Mısır köleciliğine, Hz. İsa Roma köleciliğine, Hz. Muhammed de Mekke paganlığına ve Sasani, Bizans köleciliklerine karşı halkın sesi olmuşlardır.

Kuran’da anlatılan peygamber kıssalarında bunun çok bariz örnekleri vardır; Kuran’nın anlatımına göre; Nuh peygamberin yanında çoğu alt tabakadan olan kesimler toplanmıştır. Egemenler, ondan yanındaki fakirleri kovmasını yani ezilenlerin lehine olan duruşunu değiştirmesini talep ederler. Eğer böyle yaparsa egemenler(müstekbirler) tarafından kabul görecektir. Hz. Nuh’un cevabı nettir; “Ben yanımdaki fakirleri, ezilenleri kovacak değilim.”[11] Hz. Şuayb’ın kavmi ile sorunu tam da liberal kapitalizmin yaşadığı sorundur. Ezilenlere, yoksullara refahtan pay isteyen, sermayenin bireylere değil tüm topluma ait olduğunu söyleyerek zenginlerin mallarını paylaşmalarını ve sömürüye son vermelerini isteyen Şuayb’a egemenler; “ne yani mallarımızın üzerinde istediğimiz gibi harcama hakkımız yok mu?“[12] derler. Peki Kureyş aristokratlarıyla Hz. Muhammed’in sorunu nedir? Soyut bir Allah mı, Lat mı, Uzza mı? Hayır tam tersine Kuran’ın anlatımına göre aslında Mekkeli müşrikler zaten Allah’ı tanımakta ona inanmaktadırlar. “Onlara yeri ve göğü kimin yarattığını sorsan ‘elbette Allah’ diyecekler“[13]

Yani Mekkeli egemenlerin sorunu, Tanrının isminin Allah mı yoksa başka bir şey mi olduğu değildir. Zira onlar zaten Allah denen bir Tanrıyı bilmekte fakat ona tapmamaktadırlar. Peki çatışma ve sorun nerededir? Sorun Mekkelilerin dini ile Hz.Muhammed’in önerdiği din yani yaşam tarzı arasındaki farktadır. Burada Kuran’ın din tanımına bakalım. Kuran’daki din tanımı, bilinenin aksine soyut bir inanış, teorik teolojik bir konu olmanın ötesinde sosyal, siyasal ve ahlaki bir tutum olarak tanımlar. Maun suresinde anlatılan din tanımı çok somut bir eylemdir; din, ezileni savunmaktır. “Dini yalanlayanı görüyor musun? İşte o öksüzü yetimi itip kakar, yoksulu doyurmaz. Vay haline o dini inkar eden, fakat ibadet edenlere ki ibadetlerinde sahtekardırlar, sadece görünüş peşindedirler. Yardımlaşma ve dayanışmayı engellerler.”[14] Burada “Dini yalanlayan kişi” klasik tanım ile “kafir” olan kişidir. Din, kendisini ezileni koruma, yoksuları savunma, bunun için sosyal adaleti sağlama ve toplumsal ahlakın temeli olan yardımlaşma ve dayanışmayı sağlamak olarak tanımlamaktadır. ‘Kafir’ kişi bunları reddedendir; velevki sözle inandığını söyleyip ibadetlerini eksiksiz yerine getirse bile, Kur’an’ın tanımına göre ele alınmaktadır. Benzer tema Duha süresinde de vardır. Bakara suresinde de erdem tanımı çarpıcıdır.“ Yüzünüzü doğuya ve batıya dönmeniz değildir erdem“ (yani şu veya bu dine mensup olup onun kıblesine yönelmek değildir.) Gerçek erdem (Allah’a ve peygambere imandan sonra) kendisi için kıymetli olan servetini etrafına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, mültecilere yardım isteyene ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan…“[15] Araf 157’de insanları kölelik zincirinden kurtarmak peygamberin temel misyonu olarak konur.

Öyleyse Mekke aristokrasisinin Hz. Muhammed’e ölümüne düşmanlığı basit bir panteon tanrıları meselesi değildir. “Gerçekte tefeci bezirganlık da azgınlaşmış daha çok zenginlik isteyen gözleri dönmüş Babahanların(Yani müşriklerin) bozuldukları şey, Allah meselesi değil Muhammed’din fakir fukarayı tutuşu ve kollektivizm isteyişidir.”[16] şeklinde izah eder.

Peki Kur’an’ın Allah’ı, devrimci midir yoksa liberal burjuva veya sosyal demokrat, reformist midir? Kıvılcımlı’nın deyimiyle Kuran’ın fakir fukarayı tutuşu yani ezilenlerin safında yer alışı açık ve çarpıcıdır. Kur’an, kavramsal düzeyde günümüz devrimci hareketlerinin kullandığı çerçeveyi neredeyse birebir kullanmaktadır. Ezen-ezilen, zayıflar-güçlüler kavramları mustazaf-müstekbir (zayıf bırakılmış olanlar ile büyüklük, üstünlük taslayanlar), yoksulluk, açlıkla boğuşanlar ezenler için devrim, yerinden yurdundan göçertilen mülteciler, toplumsal korumadan yoksun olanlar, yetimler ve cinsel ayrımcılıkla öldürülen kız çocukları ve kadınlar, etnik ve sınıfsal ayrımcılığa uğrayanlar ve hatta insan eliyle ortaya çıkan ekolojik felaketler gibi konular Kuran’ın temel ilgilendiği ve tartıştığı konulardır.

Şuayb peygamber, açık bir sınıf devrimcisidir. “Çalışanları ücretlerinden yoksun bırakmayın.”[17] der. Nuh, alt tabakayı terk etmeyi ölümüne reddeder. Allah Müslümanları “size ne oluyor ki Allah yolunda zayıf bırakılmış ezilen kadın erkek ve çocuklar için savaşmazsınız?”[18] diyerek çok açıkça ezilenler için mücadeleye çağırmaktadır. Zira Allah yeryüzünün egemenliğini (mirasını) yeryüzünün ezilenlerine, zayıf bırakılmışlarına (Mustazaflarına) vermek istediğini açıkça haykırmaktadır. “Fakat biz zayıf bırakılmış olanları öncü-güç haline getirmek ve yeryüzüne mirasçı (egemenliği onlara vermek) yapmak ve yeryüzünü onlar için güvenli hale getirelim istiyorduk. Bunun için Firavun’u, Haman’ı ve ordularını bozguna uğrattık.”[19] zalimlerin sonu ise nereden geldiğini dahi kestiremedikleri bir devrimle alaşağı edilmektir. “Zulmeden zalimler yakında nasıl bir devrimle alaşağı edileceklerini mutlaka göreceklerdir.”[20]

 

Dine Karşı Din

Buraya kadar Kıvılcımlı’nın da görüşleri ekseninde dile getirdiklerimiz Marx’ın meşhur “din halkların afyonudur” sözüne karşı bir itiraz olarak algılanabilir. Öyledir de. Ancak İslami çevrenin önemli ideologlarından olan Âli Şeriati, ilginç bir şekilde bu sözü sahiplenir “Evet Marks doğru söylemiştir din hakların afyonudur.”der ve devam eder “ama hangi din?” bu soru pek sormaya alışık olmadığımız bir sorudur. Zira tarihsel ve toplumsal gerçekleşmelere hep tek boyutlu bakmaya alışmışızdır. Tarihte ‘din şöyledir’ gibi genellemeci bir yaklaşımla tamamen olumlu ya da tamamen olumsuz tespitte bulunmak kolayımıza gelir. Oysa diyalektiğin doğru bir uygulanışı dahi tarihte hiçbir olgunun tek boyutlu işlemediğini bize gösterir. Şeriati bu noktadan bakmaktadır. Ona göre tarihte hiçbir zaman din ile dinsizlik çatışması olmamıştır. Çatışan din ile dindir. Bu İslam ile Hristiyanlık gibi iki ayrı din manasına değil aynı dinin iki ayrı gerçekleşmesinin çatışmasıdır. Yani İslam ile İslamın, Hristiyanlık ile Hristiyanlığın…

Bu dinlerden biri halkın eşitlikçi, adil, özgürlük dini iken; diğeri aynı dinin egemenler tarafından saptırılan eşitsizlikçi, sömürücü sistemi halklara kabul ettirmek için bir afyona dönüştürülen egemen dindir ona göre. Muhammedi İslam karşısında bir Yezidçi-Emevici İslam olmuştur. Yezitçi İslam gerçekten ‘afyon’dur. Abdullah Öcalan’da tarih tezinde tarihsel akışın bir yanda halkların devlet olmayan demokratik uygarlık değerleri ekseninde diğer yanda da tahakkümcü sınıflı uygarlık ekseninde iki ayrı nehir olarak gerçekleştiğini savunur. Buna göre tarihte her oluşum bu diyalektik ayrışmayı yaşar. Din de benzer şekilde ilk çıkışında demokratik uygarlığın ve komünal değerlerin bir savunusu olarak çıkar, fakat devletli uygarlıkla buluştuğunda karşıtlaşır. Abdullah Öcalan, İslam’ı demokratik İslam (Hz. Muhammed dönemi özellikle) ve karşı İslam ya da saltanatçı İslam olarak ayrıştırır. Ona göre “nasıl ki diğer dinlerin ya da ideolojilerin sağı ve solu varsa bu manada Müslümanlığın da sağı solundan söz edebiliriz. (…) Antikapitalist olunması oldukça değerlidir ve ifade ettiğimiz manada Müslümanlığın solunu temsil eder.”

Kıvılcımlı’nın da İslâm’a bakışı aslında aynı yaklaşımla şekillenir. Kıvılcımlı, İslam’ın komünal-kolektif, zayıfı tutan, fakiri doyuran ‘devrimci‘ doğuşunu ve özünü ortaya koyar; ancak diğer yandan İslam adına yapılan sömürücü, baskıcı, eşitliksizlikçi uygulamaları da doğru tahlil etmeye çalışır. Kıvılcımlı’nın birkaç alıntısını peşpeşe sıralamak istiyoruz. “Uygulamada daima azgın bezirganlığa ve tefecilere karşı sıkı durulmuştur. İslamiyet’in bu prensibi sonradan tersine çevrildi. Zenginlerin fakirlere karşı zılgıtı biçiminde uygulandı. İşte o zaman ‘din bir afyondur‘ kalitesine büründü. Allah, padişah ve firavun veya nemrut veya tiran oldu. Yoksa özünde din hiçbir zaman bu denli tek yanlı medeniyet-uygarlık yansımalı olmadı, olamazdı” (s.305) “Kutsallaştırma gidişinin son halkası İslam medeniyetinin tefeci bezirgan saltanatını bütün kalleşliği ve korkunçluğuyla hortlatan Emeviye çağı, peygamberin Allah sistemini hayattan koparıp rafa kaldırdı. Evrencil bezirganlık sömürüsüne kılıf yaptı.” (s.17) “Kur’an ve peygamber İslamiyet’in ilk savaşçıl devrim yıllarında böyle keskin sosyalizm yanlısıydı. (Ganimetleri eşit paylaşma ve özellikle yoksullar lehine dağıtımına vurgu yapmaktadır.) Çünkü kişi mülkiyeti hırsının medeniyetleri batırdığını görüyordu, seziyordu. Ve peygamber ilkel komünün saf tertemiz kollektivizmini, insan doğa sevgisini, saygısını (ülküsünü) yaşıyordu.” (s.308) “Kuran’ın hemen bütün ayetleri kollektivizmi her türlü insan değerlerini korumak öğütleriyle buyruklarıyla örülmüştür (…) Kuran’ı ören şey, peygamberin ölümünden sonraki halifeler (dört halife) çağında da sürer. Tefeci bezirgan Emeviye saltanatı tüm kancıklığı ve zulmüyle üstün gelir gelmez o öz zorla, hileyle eritilir.” (s.309)

İslam’ın tarihsel gerçekleşmesinde bu iki zıt din damarını bulduğumuzda tarihsel ve güncel birçok yaklaşım sorunu ortadan kalkar. İslam’ın devrimci boyutu sadece teorik düzlemde kalmamış, çıkış yaptığı 7. Yy.’dan günümüze 21. Yy.’a değin halkların ulusal kurtuluşçu ve bizzat ezilen sınıfların sınıfsal kurtuluşçu özlemlerinin pratikleşmesinin bayrağını oluşturmuştur. Batılı oryantalist gözlükten kurtulduğumuzda Abbasilere karşı büyük bir başarıyla baş kaldıran ve kendi kentlerini kuran zenc kölelelerinin Paris komüncülerinden hiçte aşağı olmadıkları görülecektir. Zenc ayaklanmasının bayrağında “mülk Allah’ındır” yazmaktadır. Karmatilerin 300 yıla varan büyük mirasları İslam’ın asr-ı saadet özleminden beslenmiş ve yaşanmıştır. Karmati liderlerinden Ebul Fevaris “siz saraylarınızda rahat yaşayınız, halk ise sefaletten ve açlıktan ölsün! Bu mu adalet? Biz haklarımızı almak için ayaklandık” sözü, 19. Yy. devrimcilerinden daha az devrimci değildir. Peki ya Şeyh Bedreddin’in “Allah dünyayı yaratmış insanlara bahşetmiştir. Erzak, giyim eşyaları, arazi, davar ve bütün toprak mahsulleri genelin ortak hakkıdır. İnsanlar yaratılış ve doğa olarak eşittirler. Ben senin evinde kendi evimde gibi oturabilmeliyim. Sen benim eşyamı eşyan gibi kullanabilmelisin.” sözü, bu devrimcilerin benimsedikleri İslam gerçekliği görmezden gelinmeden sahiplenmeyi haketmiyor mu?

Bu damar, sadece tarihte kalmış bir antika değildir, günümüzde zayıflamış da olsa, tam örgütlü olmasa da devletlerin ve kimi örgütlerin elinde çok dejenere edilmiş olsada özellikle halk tabanında Anadolu ve Kürdistan’da devrimci demokratik İslam yaşamaktadır. 20. Yy. boyunca kendilerini İslam sosyalistleri olarak adlandıran birçok hareket de çıktı. Bunlar kapitalizme karşı açık bir konumlanma içinde oldular. İran’da Ali Şeriati, Suriye’de Mustafa Subai, Mısır’da Hasan Hanefi ve bu yönü az bilinmesine rağmen Seyyid Kutub, Libya’da yeşil sosyalizmin deneyimi, Sudan’da Mahmut M. Taha, Türkiye’de Nurettin Topçu ve daha birçokları, kapitalist sisteme açık bir karşıtlık içinde oldular. İslam ile sosyalizmi güçlü teorik temellerle buluşturmaya da çalışmışlardı. Günümüzde Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin de din konusunda güçlü açılımları vardır ve sosyalist hareket için ilham verici düzeydedir. Abdullah Öcalan’nın da önerileriyle 2014’te oluşan demokratik İslam kongresi, yine Türkiye sathında kendilerini antikapitalist Müslümanlar olarak tanımlayan çeşitli oluşumlar kendi cephelerinden teorik ve pratik açılımlar geliştirmişlerdir. Bu durum sosyalist devrimci hareketlere bu yönlü bir yaklaşım zorunluluğu getirmektedir. Özgürlüğü, eşitliği, adaleti yaşaması için uğruna mücadele edilen halkların devrimci inanç değerlerine doğru temelde sahip çıkmayarak onu iktidarların sahte afyon din uygulamalarına terk etmek kabul edilebilir bir durum değildir. Kıvılcımlı’nın dediği gibi eğer devrimci sosyalist hareket Doğu’nun kültür geleneğinin çok uzağında “ateist afra tafralarıyla konunun üzerinden atlayıp geçiyor ve geçtiklerini sanıyorlarsa”(Allah Peygamber Kitap) bu devrimci hareketin buluşmak istediği kitleyi kendi elleriyle devletçi iktidarların manipülasyonuna terk etmeleri anlamına gelir. Şu hususu da söylemek gerekir tabii; günümüzde özellikle Türkiye’de İslam olduğu iddiasıyla son 20 yıla damgasını vuran iktidarın yarattığı çok tahribat vardır. Dinbaz söylemlerle dindar kitleyi manipüle etmiş, hatta dindar kitleleri bile dinden soğutur noktaya getirmiştir. Daiş ve mevcut iktidar türü sapmalara karşı, İslami camianın devrimci ve halkçı yorumu daha güçlü öne çıkaramamız da ciddi bir eleştiri konusudur. Bu durum İslam’ın özünün Daiş ve mevcut iktidar türü karşı İslamcılar tarafından temsil edildiği kanaatinin doğmasına yol açmaktadır. Her şeye rağmen devrimci halkçı İslam ile saltanatçı ‘Sahte İslamcılar‘ arasında ayrımı iyi yapmalı ve sosyalist sol, İslam’la ve dinle etkileşime girmekten kaçınmamalıdır. Sosyalizm kavramının gerçek anlamı; vahşi bireyciliğe ve sermayedarlığa karşı ‘cemaat ‘in toplumun savunulması ve insanların bir tarağın dişleri gibi eşit ve kardeş olduğu[21] idealiyle herkesin ihtiyacından fazlasını etrafıyla paylaştığı[22] ortaklaşacı-komünal toplum hayali ise bunun en güçlü tarihsel köklerini bulacağı yer, doğu toplumlarıdır. İktidarcı baskıcı bir devlet aygıtı üreten batı sosyalizminden kopup bu topraklara özgü bir sosyalizm anlayışı ancak bu toprakların kültürünü sahiplenerek, bu sahiplenmeyle bu kültürü daha da devrimcileştirerek başarabilecektir. Bu toprakların insanlarının kültürel inanç değerleri ile iletişime geçip zihniyet birlikteliğini yakalamak en doğrusudur.

 

 

[1] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, S. 7, Tarihsel Maddecilik Yay. 1974 İst.
[2] Kıvılcımlı, O.T.M.,S. 13
[3] Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 15-16
[4] Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi S.15
[5] Kıvılcımlı, Türklerin Dini Yaşayışı
[6] Komünist Partisi Manifestosu ve Komünizmin Temel İlkeleri, s. 60-61,65, İnter Yay. 1998
[7] Georgy Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci
[8] Kıvılcımlı, Allah Peygamber Kitap, A.P. K.s.305, Bilim ve Gelecek Yay.2. Baskı, İst.,2015
[9] Kıvılcımlı, Allah Peygamber Kitap, s.283
[10] Kıvılcımlı, Allah Peygamber Kitap, s. 271
[11] Hud- 27-28
[12] Hud-87
[13] “Kendilerine“ göleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan tereddüd etmeden,” onları sonsuz güç ve ilim sahibi yarattı” diyeceklerdir.”Zuhruf, 9
[14] Maun Suresi
[15] Bakara 177
[16] Kıvılcımlı, Allah Peygamber Kitap, s.236
[17] Araf 85
[18] Nisa 75
[19] Kasas5-6
[20] Şuara 227
[21] Hz. Muhammed; “Ey insanlar hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Bir tarağın dişleri gibi eşitsiniz.”
[22] bkz. Bakara 216 “Sana mallarının ne kadarını etrafıyla paylaşacaklarını soruyorlar. Deki ihtiyacınızdan fazlasını paylaşın.“
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.