Düşünce ve Kuram Dergisi

İnsanın Özünün/ Doğasını Anlama Metodu Olarak Bir Duygu Analitiği

Ramazan Çeper

İnsanın doğal yapısını inceleyen sosyal bilimler insanın özüne inerek, oraya mercek tutarak davranışlarını incelemeye başlar. Larousse Ansiklopedisi Öz’ü “bir kimsenin benliği, temel varlığı” olarak tanımlar. Benlik kişinin öz değeri, öz varlığı ve kendilik değerini oluşturan şeydir. Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nde ise Öz “Belirli türden şeyler tarafından paylaşılan ortak doğayı ifade eder. Bireysel varlıkların bir türe aidiyetlerini belirleyen, onları bir türün üyesi yapan şey ya da temel özellik olarak Öz, bu varlıkların her nasılsa sahip oldukları, kendilerini oldukları şeyi yapmayan arızi özelliklerden ayrılır.”[1]

Kişinin en dolaysız refleksleri, doğal davranışları ve kabul-ret tutumları kişinin benliğinin birer yansıma alanıysa, bu benliği oluşturan ve kişinin kim olduğunu, neye göre olduğunu yansıtan en dolaysız refleksler olarak duygularla başlamak gerekir. C. Solomon duygu ve benlik ilişkisini şöyle ele alır;

“Benlik ve benlik duygusu en temel duygulardan en karmaşık duygusal yargılarımıza ve dünyaya olan anganjmalarımıza dek her şeye nüfuz ediyor. Duygularımızın çoğu diğer insanlarla ya da bir durumla ilgilidir ve duygularımız fedakarca, tamamen özveri içinde hiçbir kişisel çıkar gözetmeyen görevlerle birleşebilirler. Öz bilinç sahibi olan ve olmayan duygular arasında da önemli bir farklılık vardır. Ama benlik hemen her insani duyguda üstü örtülü olarak içinde bulunur. Nöropsikiyatrist Antonio Damasio, yaşayan tüm canlılarda benlik ve bilinç prototipinin bulunduğunu söyler. Sadece açıkça benlik tarafından yönlendirilen ve benliğin odak merkezi olduğu utanç, mahcubiyet ve gurur gibi duygularda değil, benliğin açıkça odak noktasında olmadığı, öfke gibi duygularda da benliğin tekrar tekrar ortaya çıktığını söylemek gerekir.”[2]

Solomon benliğin merkezinde olduğu olumlu duygular ile benlik tarafından yönlendirilmeyen, yani benliğin odak noktası olmayan duyguları iki temel kategoride ayrıştırır. Solomon’un referans gösterdiği Damasio ise duyguları üç temel kategoride ele alarak benliğin odak noktasında olduğu duyguları, sonradan sosyal, toplumsal yapı içerisinde şekillenen duygulardan ayrıştırır. Damasio’ya göre insanın özünü yansıtan ve birinci kategoride yer alan duygular “ana duygular”dır. Bunlar mutluluk, şaşkınlık, korku, öfke gibi duygulardır. 2- “Arka plan duyguları.” Bunlar iyi-kötü hissetme, sakin-gergin hissetme, acı-zevk hissetme duygularıdır. 3- “İkincil veya tali duygular.” Bunlar mahcup olmak, kıskançlık, suçluluk, utanç, övünç gibi içinde bulunulan toplumsal değerlere göre sonradan şekillenen duygulardır.[3]

Lisa J. Cohen ise duyguları “çekirdek duygular” ve “öz bilinçli duygular” diye iki kategoride ele alır. İnsanın kişilik ve karakterinin yansıması olan ve davranış repertuarımızı oluşturan 6 temel duygu olduğunu söyler. Bunlar öfke, korku, neşe, şaşkınlık, iğrenme ve üzüntü olarak bilinir. Öz bilinç duygular ise utanma, sıkılma, gurur, suçluluk gibi duygulardır.[4] Cohen’in 6 temel duygu olarak ele aldığı çekirdek duygular dilsel ve kültürel farklılıklara bakmaksızın, insanın doğuştan sahip olduğu biyolojik kodlu duygulardır. Bu 6 temel duygudan korku ve öfke gibi duygular hayvan türlerinde de var olan duygulardır. Fakat utanç, sıkılma, gurur, suçluluk, kibir, kıskançlık gibi sayabileceğimiz pek çok duygu insanın doğuşunda olmayıp, içinde bulunduğu kültürel, sosyal, eğitsel yapı sonucu sonradan edindiği duygulardır.

Bireyin özü nasıl ki onun saf ve bozulmamış çekirdek duygularında aranıyorsa, insanlığın özü de “doğal toplum” veya “komünal toplum” denilen sınıflı toplum öncesi toplumlarda aranır. Burada öz diye tanımladığımız husus, yukarıda refere ettiğimiz çeşitli araştırmalara da konu olan insanın saf/temiz, bireycilikten ve bencillikten azade, sömürü ve tahakküme yer vermeyen özüdür. Bu toplumlarda bitkilerden bile çıkarılan ders, bireyciliğin değil, kolektivizmin insan doğasına daha yatkın olduğudur. Nasıl ki bir çocuk doğduğu ilk yıllarda saf/temiz, bencillik, kıskançlık, egoizm gibi duygularla daha sonraları, ailesi ve çevresi tarafından tanıştırılıp alıştırılıyorsa, bu sürecin insanı da sınıflı topluma geçişle birlikte kendi özünden bir sapmaya uğramıştır. Peki çekirdek duygular haricindeki duygularla nasıl tanışır? Örneğin bir annenin çocuğunu emzirmek istediğini ve çocuğun diğer oyun arkadaşlarıyla oynadığı için gelmek istemediğini düşünelim. Bu durumda annesi onu emzirmek için bir-iki defa çağırır. Gelmediğinde ise, annesi memesini çıkarıp bir başka çocuğu emzirir. Bu durumda çocuk gelip diğer çocuğu iterek, hatta tartaklayarak kendisi annesinin memesini emer. Anne bunu bilinçlice yapmıştır. Ama çocuk ilk kez orada kıskançlık duygusuyla tanışır. Annesinin temel amacı da çocuğunu kıskandırarak onu emzirmeye ikna etmektir. Fakat bu davranış çocuğun kıskançlık kavramıyla tanışmasına ve saflık özelliğinden bir şeyler kaybetmesine neden olur.

Yine örneğin çocuğun ebeveynleri kendi çocuklarında hırs ve rekabet duygusunu oluşturmak için, çoğunlukla rekabette üstün gelmiş başka çocukları örnek göstererek kıyaslama üzerinden bunu yapar. “Falanca kişiyi örnek al” denildiğinde, çocukta ilk kez rekabet duygusunun, başa geçme hırsının temelleri de atılmış olur. Buna benzer bireycilik, bencillik, egoizm türü sistemin sosyal patojenleri olarak saydığımız özelliklerin tümü gerek aile, gerekse de çevre tarafından çocuğa sonradan kazandırılan özelliklerdir.

Bir de çekirdek duygu ve öz bilinçli duyguları antropolojik veriler ışığında komünal veya doğal toplum dediğimiz toplum özelinde ele alalım. Alaeddin Şenel, “İnsanlık Tarihi” adlı kitabında[5] insanın biyolojik evrimden toplumsal evrime geçişle somut ve soyut düşünce biçimlerini geliştirdiğini, ilk gelişen düşünce biçimlerinin edilgin, etkin ve sentezci düşünceler olduğunu ve bu düşüncelerinde somut düşünce biçimleri olduğunu söyler. Şenel, edilgen düşünceye örnek olarak bir insanın ayı görmesi karşısında korkması ve refleksif davranmasını edilgen düşünce olarak tanımlarken; kendini korumak için kaçması veya ağaca tırmanmasını etkin düşünce; ağaç dalından sivri uçlu mızrak yapmasını da sentezci düşünceye örnek olarak verir.

Şenel’in insanın evrimini konu alırken onda gelişen ilk düşünceleri konu alan örnekleri, aslında farkında olmadan insanın ilk dışa dönük duygularını da konu almış olur. Buradaki duygu durumu ayının insanı korkuttuğu ve korkunun fiziksel semptomlarını harekete geçirdiği biçimindedir. Darwinci evrim teorisinden yararlanan işlevselci duygu modelleri korkunun o insanı tehlikeden korumak ve onu hayatta tutmak gibi bir işlev olduğunu söyleyebilir. Şüphesiz korku burada içgüdüsel bir tepki de olabilir, bir eylem de olabilir veya kişiyi yapılması gerekene yönlendiren bir refleks de olabilir.

Fakat olayın duygu analizi daha farklı durumları da hesaba katmamızı gerektirir. Örneğin kişi neden ayıdan veya başka bir yırtıcıdan korkar? Kişi ayının veya başka bir yırtıcı hayvanın korkulacak bir şey olduğunu “zaten biliyor” olmalıdır. Bu karar belki de kendisinin kararından çok, bağlı bulunduğu klanın tecrübeyle, yaşamın deneyimiyle vardığı bir sonuçtur. Bu “ilk” karşılaşma olabilir ve adam yine de korkudan ağaca tırmanmaya çalışır. Fakat neden can havliyle ağaca tırmanır? Ayıyı veya aslanı gördüğünde ne görmektedir? Ayıyı, aslanı, kaplanı, kurdu kültürel tarih ve hatıralarla şekillenmiş bir imge olarak, korkulacak hayvan imgeleri olarak tanırız. Bu yırtıcılarla karşılaştığımızda bu karşılaşmanın risklerinin izlenimine, ürkütücü hislere zaten sahibizdir.

Ayı veya aslan kendi başına korkulacak bir şey değildir. Birisine veya birilerine göre korkunçtur. Asıl mesele ayı ile adamın girdiği temastır. Bu temas, geçmiş deneyimlerle şekillenir ki bu da ayının korkunç olarak algılanmasını sağlar. Buradaki duygusal reflekse mercek tuttuğumuzda his veya duygu nesnesinin hem duyguları şekillendirdiğini hem de onlar tarafından şekilleniyorsa hiçbir zaman sadece öznenin karşısında olmayacağı sonucuna varıyoruz. Nesnenin dolaşımı bize duygunun “sosyalliği” hakkında düşünme fırsatı verir.

Çekirdek duygular olarak tanımlanan 6 temel duygu insan özünün, yani insan doğasının bir parçasıysa, o halde bu duygular kültür-ötesi olup evrenseldirler. Bu çekirdek duyguların nörolojik olduğu, yıkıcı olmadıkları ve insanlığın %98’lik süresini kapsayan komünal toplum değerleriyle uyumlu duygulardır. Bu duygular yıkıcı değilse, o halde bu duygulardan sapınç nasıl gelişiyor? Söz gelimi öfke insanın doğuşundan itibaren var olan çekirdek duygulardandır, ama kin ve nefret bu duygudan sapma sonucu gelişiyor. Öfke her insanda var ama kin ve nefret her insanda yok. Yani öfke insan doğasının bir parçasıyken, kin ve nefret bu duygunun ajite edilmesi, manipüle edilerek yıkıcı bir muhteva ile donatılması sonucu gelişiyor.

Demek ki öfke bir kusur veya zayıflık değil, insan özünün doğal bir parçası ve diğer temel duygular gibi otonom sinir sisteminin tepkilerindendir. Doğaçlamadır, tasarımsal değildir. Hislerinde öfke içinde elbette yeri vardır ve zaten bu yüzden “öfkeli hissetmek” deyimi kullanılır. Ama öfkenin kin ve garez biçiminde sapmaya uğraması nörolojik bir sendromdur.

Öfke bir reflekstir, insan özünün dışa vurumudur. İlginçtir, en bencil insan bile bencilce bir davranış gördüğünde öfkelenir! Bu da bencilliğin insan doğasına aykırı olması sebebiyle, insanın birkaç saniyelik bile olsa bu bencilliğe karşı durma, onu regüle etme refleksidir. Öfke ahlaki bir yargı değeri taşır aynı zamanda. Hakimvari bir duygudur, yargı bildirir. Haksızlığa karşı duyulan öfke insan özünün hala bozulmamış kısmının kendini dışa vurumudur. Ancak bunun kin ve nefrete dönüşmesi kişinin kendi öfkesini ajite etmesi ve kişiye motive edici, enerji verici yönünün kişiyi paralize etmesi, diğer duygu ve düşüncelerle dengelemeksizin kendini onunla uyuşturması sonucu gelişir ve bu da şiddet ve yıkıcılık olarak dışa yansır.

Bu sapma ve manipüle olma halinin sınıflı uygarlıkla gelişmesi nedeniyle komünal toplumda şiddetin, yani gaddar bir kindarlığın, vahşet örneklerinin, savaş ve çatışmanın gelişmediğini biliyoruz. Şiddetin doğal toplumlarda gelişmediğini veya minimal örneklerle sınırlı kaldığını yapılan arkeolojik çalışmalardan biliyoruz.

Yuval Noah Harari, sırf şiddet olgusunu araştırmak için dünyanın değişik alanlarında yapılan araştırmadan örnek verir. “Portekiz’de Tarım Devrimi’nin hemen öncesinden kalma 400 iskelet üzerinde yapılan bir araştırmada, iskeletlerden sadece 2 tanesinde açık şiddet izleri tespit edildi. Aynı dönemden kalma İsrail’deki 400 iskelet üzerinde yapılan araştırmada ise yalnızca birinin kafasında insan şiddeti kanıtı olabilecek bir çatlak tespit edildi. Üçüncü bir araştırma da Tuna Vadisi’nde yer alan tarım öncesi yerleşimlerde yine 400 iskelet üzerinde yapıldı ve sadece 18 iskelette şiddet izi tespit edildi.”[6]

Noah Harari’nin tarım öncesi dediği dönem Neolitik çağ öncesi dönemdir. Portekiz, İsrail ve Tuna Vadisi gibi dünyanın üç ayrı merkezinde toplamda bin iki yüz (1200) iskelet üzerinde yapılan araştırmada sadece 20 iskelette böylesi bulgulara rastlanıyor. Yani %99,8’lik kısmında insan şiddeti izine rastlanmıyor. Bu da insanın doğal yapısının, özünün parçası olan öfkenin var olmasına rağmen, bunun henüz kin, garez veya nefret biçiminde bir sapmaya ve dolayısıyla bir şiddet rezervine henüz dönüşmediğini gösterir.

 

“Kolektif Bilinçaltı” 

Duygular kişinin benliğinin bir yansımasıdır. Kişinin kim olduğunu gösterir. Birey hangi duyguların kılavuzluğunda hareket ediyorsa ya da ağırlıklı duyguları hangileriyse, onun karakter ve kişilik eğilimi de ona göredir. Duygular her ne kadar gelip geçici olarak tanımlansalar da, “anlık” zamansallıklarda, mikro zamanlara, saniye ve saliselere sığdırılamazlar. Elbette kısa süreli duygular da vardır. Ama bir öfkenin günlerce, hatta haftalarca sürdüğüne de tanık oluruz. Sevgi daha da uzun sürer; yıllarca hatta ömür boyu sürebilen bir duygudur.

İnsanın duygu ve düşünceleri kadar refleksleri de bazen tarihsel kodlara, türümüzün binlerce yıl geliştirdiği hassasiyetlere dayanıyor olabilir. Anlık reflekslerin bile çok eski toplumsal deneyimlere dayanıyor olması, duygu, his ve içgüdülerin bile bu eski kodlara göre şekilleniyor olması bizi Jung’un “Kolektif Bilinçaltı” kavramına götürür. Jung’un kolektif bilinçdışı veya kolektif bilinçaltı kavramı bir grup gizli imajdan oluşur ve bunlar insana atalarından aktarılırlar. Yalnız insanlık tarihinin değil, toplumsal evrim öncesi çağların da ürünüdürler. Bu kolektif imajlar, insanın vaktiyle atalarının geliştirmiş olduğu tepkilere benzer tepki eğilimlerine sahip olmasına neden olurlar. Örneğin bir insanın yılandan ya da karanlıktan korkması için yılanla karşılaşmış ya da karanlıkta kalmış olması gerekmez.

Jung’a göre insan zihni, insanın evrimi tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla bireyin geçmişi ile bağlantısı yalnızca çocukluğuna değil, kendi türünün geçmişini, hatta tüm insanlık evrimini içerir. İnsanın kişisel bilinçaltının içeriği, daha önce bilinçte var olmuş yaşantılardan oluşur. Kolektif bilinçaltının içeriği ise öznel bilincin ötesinde türümüzün yaşam ve deneyimlerinden oluşur.[7] Yani bizden milyonlarca yıl öncesinden gelen genetik toplumsal bazı imajlarımız var. Binlerce soydan gelen ilk örnekler sembolik topluluğun ilk örnekleri olarak bilinçaltında derin bir şekilde kaydedilmiştir. Carl Gustav Jung buna ilk örnek (arşetip) der. Jung’a göre gerçek yapıyı bunlar meydana getirir. İnsan ruhunda önceden şekillenmiş, düzenlenmiş ve düzenleyen durumda olan modeller olarak, yani şekil verici bir dinamizmden ileri gelen yapılanmış düşünce ve duygu topluluğu olarak mevcutturlar.

Arşetipler her türlü kolektif bilinç gibi yarı evrensel, doğuştan miras yoluyla psijik yapılar olarak ortaya çıkarlar. Kendilerini, büyük güçler yüklenmiş özel semboller içerisinde ifade ederler ve kişiliğin gelişiminde, birleştirici ve hareket verici önemli bir rol oynarlar.

Arşetiplerin, insanın on binlerce yıl boyunca kolektif ve dayanışmacı bir ruhla hareket etmesinde ne düzeyde etkisinin olduğu bilinmez, fakat doğal toplum özelliklerine sahip eski kabilelere dönük yapılan pek çok antropolojik çalışmada, sınıflı toplumdan farklı olarak en çok göze çarpan özelliklerin liderlik hiyerarşilerinin olmayışı, güler yüzlülük, dayanışma ve kolektif değerlerin üstün tutulması, az sayıda bulunan eşyaları konusunda daima cömertlik, başarı ve zenginlik takıntılarının olmayışı, hayatta en çok değer verdikleri şeylerin başında iyi arkadaşlıklar ve iyi sosyal ilişkilerin olduğu vurgulanır.

 

Duygu Sosyolojisi 

Temel Britannica Ansiklopedisi duyguyu “Kişinin kendisi için büyük önem taşıyan bir durumla karşılaşmasında aniden ortaya çıkan kabaca öznel, davranışsal ve fizyolojik tepki” olarak tanımlar. Yaygın yaklaşım, duyguları öznel hisler ve spontan refleksler olarak ele alsa da, bu Freudcu ve Jamesyen (davranışçı psikoloji) yaklaşımın ötesinde duyguların bir sosyaliteye ve kültüre tekabül ettiği, anlık reflekslerin ve davranışların bile bir maziye, kimi öğrenilmiş davranış kalıplarına ve deneyimlere dayandığı ortaya konulmuştur. Ancak Freudcu psikanaliz ve sosyoloji, duyguları düşüncelerden bağımsız ve anlık öznel davranışlar olarak çerçeveleme eğilimindedir.

Sosyoloji alanında en yaygın duygu araştırmalarının 1970’li yıllarla başladığını görürüz. Bu konuda C. H. Cooley’in çalışmalarına dayanılarak “duygu sosyolojisi” kavramı geliştirilir. Duygu sosyolojisi; utanç ve gurur, sevgi ve nefret, korku ve merak, sıkıntı ve melankoli gibi duyguları incelemekte ve bu duyguların kültürel bakımdan nasıl kalıplaştığı, yaşandığı, edinildiği, dönüştürüldüğü, gündelik yaşama aktarıldığı ve anlatılarla meşru kılındığıyla ilgili sorular ortaya atar. Duygu sosyolojisinde yaygın olan üç analiz modeli vardır. Birinci (organizmik yaklaşım) yaklaşıma göre, duygular kişinin içinde ortaya çıkar, bedeninde yaşanır ve sonra yorumlanır. İkinci ya da kurmacı konum, duyguların toplumsal bakımdan oluşturulduğunu, insanın içsel hallerinde görülmediğini, aslında aynı duygulanıma çok farklı anlamlar yüklenebildiği için, duygulanımlara yüklenen kültürel anlamları yansıttığını iddia eder (Bu yaklaşıma göre acı, sevgi ve öfke evrensel duygular değil, farklı kültürlere yüklenmiş farklı anlamlara sahiptir ve genellikle farklı deneyimlerle yaşanır). Üçüncüsü de, duyguları, çevre ile beden arasındaki etkileşimden doğan bir özellik olarak yorumlayan etkileşimci konumdur.

Oysa gerek Paul Ekman, gerekse de Freud ve Yalom kimi duyguların evrensel olduğunu savunur. Paul Ekman’ın çalışması sosyolojik yönsemeli bir çalışmadan ziyade, yüz ifadeleri üzerine yaptığı nöropsikolojik bir çalışmadır. Ekman’ın duyguları inceleme alanı olarak yüz ifadelerini seçmesi, yüz ifadelerinin iç dünyamızda hissettiğimiz duygularımızın dış dünyaya aktarımında en etkin araç olmaları nedeniyledir. Her dilde değişik duyguları tanımlayan ve sayıları bazen yüzlere çıkan kelimeler kullanılıyor. “Kaliforniya üniversitesinden Paul Ekman, dış dünyaya duygularımızı yüz ifadelerimizle ifade ederken 42 adet yüz kası kullandığımızı belirlemiş. Daha da ileri giderek hangi duyguların bu 42 kastan hangilerinin kullanılarak ifade edildiğini gösteren bir katalog çıkarmış. Ekman ve bu konuda çalışan diğer bilim insanlarının yaptığı çalışmalar duyguları dışa yansıtan yüz ifadelerinin evrensel olduğunu ortaya koyuyor.”[8]

İnsanların ilk gözlemlediği şey bireyin duygusal jest, mimik ve refleksleridir. Kişinin düşüncesi ne olursa olsun bir insanı tanımanın ilk yolu sözel ifadeler değil, duygusal yansıtıcılar olan jestleri, mimikleri ve beden dilidir. Jack London bunu “Meksikalı” adlı edebi çalışmasında Felipe Rivera karakteri üzerinden çözümleme konusu yapar.[9] Felipe Rivera yüzlerce insanın askerler tarafından öldürülmesine tanık olur. Bu toplu katliamların birinde anne ve babası da katledilir ve cenazeler toplu halde üst üste yığılmış haldeyken görür. Sömürgeci güçlerden kurtulmak, anne ve babasının intikamını almak için devrime katılmaya karar verir. Devrimcilerin kaldığı bir yere gider ve devrim için çalışmak istediğini söyler. Oradaki devrimciler Rivera’yı tanımadıkları için önce yüzüne bakarak onda samimiyet, umut, insani emareler gibi duygusal göstergeler ararlar. Fakat yüzünün kıpırtısız ve donuk ifadesi nedeniyle onu gizli polis örgütü olan Diaz’ın içlerine sızmaya çalışan bir elemanı sanırlar. Bu yüzden onu caydırmak ve biraz da aşağılayıp geri gitmesini sağlamak için sadece oranın temizlik işlerini yaptırırlar ona. Uzun süre böyle devam etmesine rağmen ne Rivera vazgeçer, ne de yüzünün ifadesiz, duygusuz, soğuk görünümünden dolayı ona güvenmeyen devrimciler. En son ona devrimci bir görev vermeye karar verip, ne de olsa yapamaz diye umarlarken, Rivera soğukkanlılıkla verilen görevi yerine getirir. Fakat yüzünün kıpırtısız hali oradaki devrimcileri gene tereddüte düşürür. Bu arada Rivera, devrimci mücadele için para bulmak amacıyla her gün gider boksörlerle dövüşür, dayak yer ve kazandığı parayı getirip onlara verir. En son ayaklanmanın başlaması için epeyce sayıda silaha ihtiyaç vardır ve bu silahları satın almak için 5 bin dolar gerekir. Devrimciler silah alacak parayı bulamayacakları derdiyle ayaklanmayı ertelemeyi düşünürken, Rivera bunu duyar duymaz silah siparişi vermelerini ve parayı 3 hafta içinde bulup getireceğini söyler. Rivera o parayı kazanmak için de ölümüne girişeceği boks maçlarına umudu bağlar. Fakat buna rağmen sırf yüzündeki donuk ifade ve duygusal hiçbir emareyi görmemelerinden ötürü son ana kadar, yani Rivera’nın atlattığı tüm badirelere rağmen güvenip güvenmeme konusunda hala tereddüt yaşarlar.

Jack London’ın edebiyat alanında Felipe Rivera karakteri üzerinden yaptığı betimleme ve analizleri, Soloman insan ilişkileri, hatta hayvan davranışları üzerinden çözümlemeye çalışır. Solomon, “toplumsal varlıklar olarak etkileşimde olduğumuz insanların dürtülerini, duygularını, hislerini, kısaca bize dönük olan edimleri anlamaya ihtiyaç duyarız” der ve ekler, “anlama ihtiyacı sadece insana özgü değil, örneğin kedi veya köpek dövüldüğünde veya itilip kakıldığında soru soran gözlerle ve biraz da ümitsizce ‘neden’ diye merak ederek bakar ve bunun kaza mı olduğuna çabucak karar verir. Köpek tabi ki spekülasyonda bulunamaz; ama köpek bile, ister saldırgan ve tehditkar, ister şefkatli ve cesaret verici olsun, kendine yöneltilen duyguları anlamaya ihtiyaç duyar.”[10]

 

Etimolojik ve Semantik Bağlam 

Duygu en genel tanımıyla belirli bir nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim olarak bilinirken, Türkçe’de duygu sözcüğünün “duyu” sözcüğünden türetilmiş olması, duygunun “duyularla algılama” biçiminde bir kök anlamının olduğunu söylemek mümkün. Kürtçe’de bunu karşılayan iki kavramdan biri olan “hest” sözcüğünün “his”ten türetilmesi ve diğer sözcük olan “dilîn” sözcüğünün de “kalpten gelen” anlamını veriyor olması dolayısıyla Kürtlerde duygunun kalp ve hislerle ilişkili olarak ele alındığını görürüz.

Batı dillerindeki anlamını ele alan Sara Ahmed, duygunun “hareket” sözcüğünden türetildiğini ifade eder. “Emotion (duygu) kelimesinin Latince’de ‘hareket etmek, dışarı çıkmak’ anlamında ‘emovere’ kelimesinden türediğini unutmamalıyız. Bizi harekete geçiren, hissetmeye sevk eden şey, aynı zamanda bizi bir yerde tutan ya da barınacak bir yer sağlayandır. Bu yüzden hareket bedenin mesken edindiği ‘yer’ ile bağlarını koparmaz, bedenleri diğer bedenlere bağlar: Bağlanma, hareketle ve ötekilerin yakınlığıyla hareket ettirildiğimizde meydana gelir.”[11]

Ahmed, duyguların “düşünce” veya “mantık” yetilerinin aşağısında görülmesinin Darwinci duygu modelinden kaynaklandığını söyler. Darwinci duygu modeli duyguların insanın sadece “aşağısında” değil, daha eski ve daha ilkel zamanların göstergesi olarak gerisinde durduğunu ima ettiğini aktarır.[12] Oysa duygular insanın doğal toplumda özünün bir yansıması olduğu kadar, bizim tarih öncemizin ve evrimsel sürecimimizin bugün nasıl var olmaya devam ettiğinin de göstergesidir.

Burada tekrar çekirdek duygulara gelirsek, bunların insanın özünü yansıtan, insanın kolektif, dayanışmacı doğasıyla uyumlu temel duygular olduğunu artık biliyoruz. Bunlardan spekülasyona en açık olanlarını ele alalım. Örneğin korku… Korku insanın doğasında var olan bir duygudur ve eğer o olmasaydı, her türden tehlikeye karşı savunmasız kalırdı insan. Korku da diğer temel duygular gibi dünyaya bir bağlanma biçimidir. Korku tehdit eden, tehlikeye sokan bir şey hakkındadır. Doğayla iç içe yaşayan eski çağların insanlarını düşünelim. Korku olmasaydı, savunma refleksi geliştirmeyeceği için yırtıcı hayvanlar karşısında “tembel hayvan” gibi türü bitme noktasına gelirdi.

Tipik olarak tehdit ya da tehlike, bizim dışımızda dünyadadır. Ancak korku dışsal değil de bir tasavvur haliyse, yani bir algı biçimi veya daha açık bir ifadeyle tehlike insanın kafasının içindeyse ve insanın kendi tahayyülü olarak oluşturulmuş, kendi kendini manipüle etme sonucuysa, bu bir sapma halidir. Korkunun nesnesinin irrasyonel olmasının iki belirgin nedeni öne çıkar. Birincisi enformasyon eksikliğinin algıda yarattığı endişe sonucu gelişir. Örneğin karanlık bir gecede basit bir ip, koca bir yılan gibi görünebilir. İkincisi insan benliğinin kendi içine büzüşmesi, kişinin öznelliğini maksimize etmesi ve kendini aşırı düşünmenin geliştirdiği bencillik sonucu bir kaygı hali olarak öne çıkan türüdür.

Bencillik ve kendi tasasıyla hemhal olma, korkunun sınıflı toplumda yaşadığı sapma halidir. Sınıflı toplumla birlikte korkunun nesnesinin gerçekte ciddi bir tehlike olmamasına rağmen, insanın kendini paralize edebilecek şekilde endişe hali içine girmesi korkunun özünden sapması ve manipüle olmasını gösterir. Korku bu yönüyle bir kendini düşünme halidir. Devamlı olarak kendini düşünen insanın refleksidir. Korkak, abartılı bir öznelliğin kurbanıdır. Korkak da, cesur da kendine hayran bilincin en uç noktasına varmışlardır. Biri olumsuz olarak dünyanın merkezine yerleşir, diğeri olumlu olarak.

Bunu devrimci bir insan özelinde ele alalım. Örneğin “tutuklanabilirim”, “yaralanabilirim”, “ölebilirim” veya “ciddi zarar görebilirim” kaygısıyla devrimci iddiası olan insanların mücadelenin periferilerine çekilmesi, uzaklaşması veya pasifize olması… Peki risksiz bir yaşam var mı? Cicero’nun “yaşlılık üstüne” denemesinde ifade ettiği üzere, “hangi budala genç akşama kadar yaşayacağını kesinlikle söyleyebilir? Hem gençlerde insanı ölüme götüren nedenler yaşlılardan daha fazladır. Yaşlıların sayısının az oluşu da gençlerin daha çok öldüklerini göstermiyor mu? Bir genç uzun bir süre yaşayacağını umar, bir yaşlıysa böyle bir umut beslemez, diyebilirler. Kesin olmayan bir şeye umut bağlamak düpedüz budalalıktır. Bir ömür kısa da olsa, gereği gibi yaşamaya yetecek kadar uzundur.”[13] Sürekli yeni etkileşimler halinde olduğumuz, yeni insanlar, yeni durumlarla temas halinde olduğumuz dünyamızda sırf riski göze almama uğruna etik, vicdani değerleri ötelemesine rağmen, risksizliğin bir garantisi var mı? Olağan bir hayat seyrinde bile bir insanın akşama kadar yaşayacağının garantisi var mı? Elbette insan Adam Fawer’in “Olasılıksız” adlı romanında olduğu gibi yaşamda yüzde bir gerçekleşme olasılığı olan bir durumu bile maksimize ederek kendine uyarlayabilir ve bu yüzden birlik olasılığa her an olabilecekmiş gibi gerçeklik muamelesi de yapabilir. Ama bu normal olmayan, irrasyonel bir korkudur ve bencilliğin insan benliğini endişe ve korkuyla ele geçirme halidir.

İnsanın özünün bozulduğu, sınıflı, mülkiyetçi değerlerle kendini tanımladığı tarihten itibaren artık duygu ve düşünce/mantık arasında hiyerarşinin yerini duygular arası bir hiyerarşinin aldığını da söyleyebiliriz. Bazı duygular sınıflı toplumla birlikte gelişmenin göstergesi olarak “yüceltilirken”, bazıları zayıflığın göstergesi olarak “alçaltılır.” Evrim hikayesi sadece analitik zekanın zaferi değil, aynı zamanda duyguları kontrol etme yeteneği ve farklı zaman ve yerlerde “münasip” duyguları tecrübe etmek olarak da anlatılır.

Bu konuda farklı kültürler üzerine yapılan bir deneysel çalışmada Alman ve Hindistanlı çocuklara sevmedikleri kimi hediyeler alınarak duygu durumları gözlenir. Alman çocuklarına verilen hediyelerde çocuklar genellikle yüzlerini ekşiterek ve hoşnutsuzluklarını yüzlerine yansıtarak alırken, Hintli çocukların duygularını belli etmeden teşekkür ederek aldıkları görülür. Böylece kültürden kültüre fark gösterse de, kimi kültürlerde daha çocukluktan itibaren nezaket kültürü adı altında “yararlı” veya “zararlı” diye tanımlanan duygulardan hangisini göstermesi gerektiği öğretilir.

Psikolog Gardner Lindzey 1954’te “biyolojik olaylar olarak duygular dünyanın her yerinde aynıdır” der. Elbette Lindzey’in “her yerde aynı” dediği biyolojik duygular çekirdek duygulardır. Sınıflı toplumla birlikte gelişen insan doğasında olmayan ve Hintli-Alman çocuklar deneyinde olduğu gibi yaşadıkları çevrece kendilerine öğretilen duygular değildir. Lindzey’in “dünyanın her yerinde aynı” diyerek her insanda var olduğunu söylediği duygular 6 temel duygu olarak gördüğümüz öfke, korku, neşe, hüzün, şaşkınlık ve iğrenme duygularıdır. Sonraki süreçlerde bu tez pek çok farklı çalışmada da deney ve test konusu yapılarak geliştirildi. Carroll Izgard (1977) ve Paul Ekman (1984) gibi deneyleriyle bilinen psikologlar da, yüzdeki duygu ifadelerinin ve bunların tanınmasının yaygın çaprazlama-kültürel karşılaştırmaları temelinde aynı iddiayı yineliyorlar. Paul Maclean (1980) ve Jaak Panskepp (1982) gibi nörologlar beynin genel yapısı ve işlevleri, özellikleri onun daha ilksel alt sistemleri temelinde benzer iddialarda bulunuyorlar. Sonradan gelişen duygular olmasa da, çekirdek duygular, yani insanın doğuşundan gelen ve insan özünün bir parçası olan duyguların evrenselliği buna benzer pek çok çalışmayla ortaya konuldu.

Duyguların hiyerarşize edilmesi, sınıflı toplumun ihtiyaç duyduğu insan tipolojisi dolayısıyladır. Duygulara biçilen anlamlar, devletli ve sınıflı iktidarın normları ve sosyaliteyi dizayn etme amacı doğrultusunda olur. “Daha aşağıda” ya da “daha yukarıda” bulunan şeyin bedensel bir niteliğe dönüştürülmesinin bir yolu olarak duygular bedenlerin sıfatları olur. Örneğin birisine “sulu göz” denmesi, duygusal empatisi yüksek bir insanın “duyarlı” diye tanımlanmasından ziyade bir olumsuz kodlama olarak “duygusal” diye tanımlanması, duygunun kadınla özdeşleştirilmesi ve böylelikle hem kadının hem de duygunun aşağılanması gibi yığınla örneklerle karşılaşırız. Dolayısıyla bir kolektif kimlik ya da özne hakkındaki iddia olarak duygusallığın “ötekilere” anlam ve değer bahşeden iktidar ilişkilerine dönüştürüldüğünü de eklemek gerekir.

Duygular hem şekillendirdikleri nesneler hakkındadır hem de nesnelerle temaslarıyla semantik anlam kazanma boyutuyla şekillendiklerini ifade etmek gerekir. Bu nesneye yaklaşma yollarından hiçbir nesnenin maddesel bir varlığa sahip olduğunu varsaymaz; kişinin alakasının olduğu nesneler elbette hayali de olabilir. Örneğin bir şeyin kişide hatırası, mazisi olabilir ve bu hatıra bir duyguyu tetikleyebilir.

Fakat duygu-duyum, duygu-his veya duygu-düşünce ilişkisini de aynı paralelde ortaya koymak gerekir. Örneğin eğer bir kişinin bir nesneyle teması his üretirse, o zaman duygu ve duyum kolayca birbirinden ayrılmaz. Aralarındaki ilişki yaygın olarak bir eşlik etme ilişkisi olarak tarif edilebilir. Yine bir izlenim yaratma, nesnelerin bizde nasıl bir iz bıraktığına bağlıdır. Bir izlenim öznenin üzerinde de pekala etkili olabilir. Duyguların bir şeylerin hakkında olmaları nedeniyle dünyada bir duruş ya da dünyayı anlamanın bir yolunu içerdikleri de muhakkaktır.

Bu anlama biçimine biz “duygusal zeka” diyoruz. Ancak nörolojik araştırmalar da göstermiştir ki, beyin ve beden arasında çapraz bir ilişki mevcut ve duygusal zeka merkezi olan hipotalamus ile analitik zeka merkezi olan neokorteks arasında sıkı bir ilişki var. Daniel Goleman “Duygusal Zeka” adlı kitabında bu ilişkiyi aktarırken[14] göz ya da kulaktan gelen sinyallerin beyinde önce Talamus’a, ordan da tek bir sinapsla amigdalaya ulaştığını söyler. Talamustan bir ikinci sinyalin de analitik zeka merkezi olan neokortekse gittiğini söyler. Goleman düşünceden önce duygu merkezinin oluştuğunu, daha sonra düşünce merkezinin oluştuğunu söyler. Duygu merkezlerinin beyin sapı denilen kökten oluştuğunu, limbik sistemin buna bağlı olduğunu, amigdalanın da bu duygusal zeka merkezi olduğunu, beyne sinapslar aracılığıyla giden bilgilerin öncelikle amigdala devrelerinde çeşitli düzeylerde değerlendirildikten sonra tamamen algılayan, son olarak da neokortekse gönderdiğini söyler. Herhangi bir durum karşısında ilk refleksimiz çoğunlukla amigdala duygu merkezince gerçekleştirildiğini aktarır.

Durkheim, “Fikirlerimiz ve eğilimlerimizin çoğunu kendimiz geliştirmeyiz, bize dışarıdan gelirler. Bize kendilerini dayatmadan nasıl bir parçamız olabilirler?” der. Durkheim bu yaklaşımıyla duygunun öznel olduğu fikrine karşı çıkar. Durkheim’e göre duygu tekil bedenden gelen değil, sosyal bedeni birleştiren ve bir arada tutandır. Durkheim, sosyo-kültürel yapının insan algısı, bedeni ve tercihleri üzerindeki etkisini ifade etmek ister.

S.Çarmıklı, düşünceleri duyguların zihinsel bileşenleri olarak tanımlar. Ona göre duyguların iki bileşeni var: Zihinsel bileşenler(düşünceler) ve fiziksel bileşenler (bedensel duyumlar). Çarmıklı, düşünceleri duyguların parçası olarak ele alır ve psikolojide kullanılan meta-biliş kavramıyla düşünce ve duyguların farkına varabilme ve onlar hakkında düşünebilme becerisi üzerinde durur.[15]

Duygular, düşünceler ve bilgiler arasındaki sınırlar genellikle tartışma konusudur ve bu tartışma bir belirsizlikten ziyade birbiriyle sürekli etkileşim halinde olması dolayısıyla yapılan tartışmalardır. Bir düşünceyi belli bir duygudan ayırmak, bir duyguyu belli bir bilgiden ayırmak ya da bir bilgisizliği belli bir duygudan ayırmak çoğu zaman kolay değildir. Arzularımız, zevklerimiz, beğeni ve tercihlerimiz düşüncelerimizden ve kişilik eğilimlerimizden bağımsız değildir. Kim, neyi yaşıyorsa ona doğru çekilir. Benzer benzeri çeker. Her birey kendi kişiliğinin çevresine enerjilerden oluşan bir koza örer. Doyum hacmini bu kaza ile, yani benzer duygu ve düşüncelere sahip ilişki ağıyla sağlar.

Çekirdek duyguların insan özünün bir parçası olduğunu, bunların evrensel olduğunu, ancak söz konusu temel duygular haricinde gelişen duyguların sosyo-kültürel yapı sonucu geliştiğini ifade ederken, sonradan gelişen tüm bu duyguları olumsuz bir katagoriye almamaya, bunları, insan doğasını bozan veya dejenere eden duygular olarak değerlendirmemeye dikkat etmek gerekir. Unutmamak gerekir ki, duyguların içinde ve duygular aracılığıyla yaşıyor, onlar aracılığıyla eğilimlerimizi belirliyoruz. Yaşamlarımız, yaşadığımız veya sergilediğimiz duygular tarafından tanımlanır. Sınıflı sistemin ürünü duygular varsa, onun karşıt kutbunda kendini ifade eden duygular da vardır. Örneğin sınıflı sistem mülk edinme hırsı oluşturmuşsa, bunun karşıt kutbunda adalet duygusu da kendini var etmiştir. Bir insanın kişiliği, kendinde taşıdığı duygu ve eğilimlerin ağırlık noktasına göre belirlenir. Örneğin kapitalist sistem nasıl ki sınırsız tüketim hırsını insana aşılamışsa, sınırsız tüketim için de doyumsuz, tatminsiz duygular geliştirir ki insan mütemadiyen oburca bir tüketim halinde olsun. Bu eğilim, insanın albenili kılınan yapay ihtiyaçlar karşısında zaafiyet halinde mi olduğu veya duygularına hakim mi olduğuna bağlıdır. Bu tutum toplumsal kültüre de sirayet eder. Örneğin sürekli ölçülülük, duygularına hakim olma üzerinde duran, dinsel ya da felsefi yapısını bunun üzerine bina eden bir toplumda bunun yansıması da olacaktır.

Stanford üniversitesi psikoloji profesörlerinden Walter Mischel, 1958 yılında bir ada ülkesi olan Trinidad’da kültürel farklılıklar ve kişilik üzerine bir araştırma yapar. Araştırmanın amacı ülkede yaşayan Afrika kökenli ve Doğu Hindistan kökenli etnik gruplar arasındaki sözde “kişisel” farklılıkları bilimsel yöntemlerle incelemektedir. Doğu Hindistanlılar, Afrikalıları, “yaptığının sonucunu düşünmeden hareket eden, anlık zevkler peşinde koşan, çalışmayan, gelecekte elde edebileceği kazanımlar yerine, bugün eline geçireceği küçük kazanımlarla yetinen kişiler” olarak tanımlarlar. Afrikalılar da Hindistanlıları, “cimri, eli sıkı, gelecekte daha iyi veya daha çok kazanç elde etmek umuduyla şu an ellerinde olanın da tadını çıkarmayan kişiler” olarak tanımlar. 35’i Afrikalı, 18’i Hindistan kökenli, yaşları 7 ile 9 arasında değişen ve aynı okula giden 53 çocuk üzerinde bir deney yapılır. Çocuklara, deneyi yapan kişinin aslında okul hakkında bilgi toplamak üzere orada olduğu, öğrencilere yardımlarından ötürü çikolata vereceği söylenir. Deneyi yapan kişi elindeki biri küçük, diğeri büyük çikolatayı çocuklara gösterdikten sonra “maalesef yanımda bu büyük çikolatalardan yeterince yok, fakat önümüzdeki haftaya kadar beklerseniz bu büyük çikolatadan getireceğim. Ama isterseniz şimdi bu küçük çikolataları alabilirsiniz” der. Fakat çocuklara küçük çikolatayı almaları durumunda bir hafta sonra gelecek büyük çikolatalardan alamayacaklarını çok açık olarak ve ısrarla belirtir. Önlerindeki boş kağıtlara, şimdi küçük çikolatayı mı, yoksa bir hafta sonra büyük çikolatayı mı istediklerini yazmalarını ister. Michel çalışmasının sonuçlarını duyurduğu makalesinde bu iki etnik grup arasında önemli düzeyde farklılık olduğunu yazacaktı. Afrika kökenlilerin çoğu o gün küçük çikolatayı tercih ederken, Hindistan kökenlilerin çoğu bir haftayı bekleyip, büyük çikolatayı almayı tercih etmişti. Çocukların yaşı da kararlarında önemliydi. 8-9 yaşlarında çocuklar zevki ertelemede daha başarılıydı. Çocukların ait olduğu sosyo-ekonomik sınıfın sonuçlar üzerinde herhangi bir etkisi olmaması, çalışmanın ortaya çıkardığı ilginç bir bulguydu.[16]

Duygular tamamen kendi içine kapalı hisler değildir. Öteki insanlarla ve dünyayla kurulan bir bağlantı biçimi olduğu, bu bağlantının da memnuniyet veya hoşnutsuzluk, kabul veya ret içerebileceğini ifade etmek lazım. Dolayısıyla duygular, en “kişisel” olanlarının bile çoğunlukla bir toplumsal eylem biçimi olduğu ifade edilmeli. Örneğin üzüntünün bile bazen ötekilerin anlayışını çekmek için teşvik edilmesi, bu duygunun farklı ifade biçimlerini de görünür kılmaktadır. Bu yüzden duygular belli kültür ve toplumlara hassasiyet gösteriyor ve bunlar tarafından teşvik ediliyorlar.

Her kişilik, güçsüz yönleri kendisininkine benzeyen duygulara sahip kişilikleri kendisine çeker. Öfke öfkeyi, aç gözlülük aç gözlülüğü çeker ve bu böyle sürüp gider. Bu bir çekim yasasıdır. Pozitif özellikler birbirini çektiği gibi, negatif duygu ve karakterler de birbirini çeker. Onun için kızgın bir insanın dünyası kızgın insanlarla, aç gözlü bir insanın dünyası aç gözlü insanlarla doludur.

Kişi kiminle uyumluysa karakter olarak ona benzer. Yalancı ve dalavereci bir insanın dürüst ve güvenilir biriyle dost olduğuna kolay kolay şahit olmayız. Kişi sevdiği kişilerle uyumlu olur. İnsan kendisine benzeyen insanlardan hoşlanır ve onlara doğru çekilir. Fiziğin bilinen bir yasası vardır, zıt kutuplar birbirini çeker. İnsan ilişkilerinde ise durum bunun tersidir. İnsan kendisine benzeyen insandan hoşlanır ve ona çekilir. Uyum içinde olanların benzerliği çeşitli psikoloji araştırmalarına da konu olmuştur. Biri diğerinde kendi yansımasını gördüğü için ona çekilir.

 

“Dünedin Çalışması” 

Duygu, his, güdü ve düşünceler nasıl ki birbiriyle sürekli etkileşim halindeyse, bireyin sağlam bir kişilik ve karakter sahibi olmasında da bu etkileşim ve denge kaçınılmazdır. Dış dünyayla sağladığı denge kadar içte de yaratacağı dengeyle ancak kişiliğini koruyabilir. Söz gelimi duygu ve güdülerini düşünceyle dengelemeyen bir insan zaaflı ve düşkün bir insan olur. Bu yüzden tarih boyunca insanı etik, estetik, felsefi bir ideale çekmek isteyen bütün akımlar bu hususa dikkat çekmiş ve insanı bu normlar üzerinden ele almışlardır. Dinlerin nefs terbiyesi, psikolojide otokontrol ve bizim irade “dediğimiz olgu, insan kişiliğinin niteliğini belirleyen temel olgu olup, “Dünedin Çalışması” olarak bilinen Moffitt’in kapsamlı deneylerinin de temel konusudur.

Terie Moffitt ve liderliğindeki bir çalışma ekibi Yeni Zelanda’da, günümüzde de devam eden geniş kapsamlı bir çalışma başlatır. Dünedin şehrinde 1972-1973 tarihleri arasında dünyaya gelen bütün çocuklar bu çalışmanın parçası olur. Bilim literatürüne “Dünedin Çalışması” olarak geçen bu araştırmada o yıl boyunca doğan ve toplumun her kesimini temsil eden 1037 çocuk yaşamları boyunca takip edilir. Moffitt ve arkadaşları yaşamın ilk on yılında belirlenen kişilik özelliklerinin daha sonraki yaşamlarında bu çocukları nasıl etkilediğini belirlemeye, böylece çalışmadan elde edilecek sonuçlarla sonraki kuşakların daha iyi yetişmesi için neler yapılabileceğini öğrenmeye çalışır.

Çalışmaya katılanlar 3 yaşından başlayarak 44 yaşına kadar (sonraki test 50 yaşına geldiklerinde, yani 2023’te yapılacak) fiziksel ve zihinsel olarak düzenli bir şekilde çok kapsamlı testlerden geçirilirler. Sadece sosyal, toplumsal ilişkileri değil, zihinsel yapıları ve ayrıntılı sağlık testlerine kadar ayrıntılı gözlemlere tabi tutulur, sosyal ve psikolojik değerlendirmelerden geçirilirler. Fakat sadece kendileri değil, aileleri hakkında da bilgi toplanır. Çalışmanın bilim dünyası açısından önemi, dünyada bu düzeyde uzun süreyi kapsayan (yaşamlarından ölümlerine dek) geniş bir çalışmanın ilk kez yapılıyor oluşu, sayısal çokluğa rağmen deneklerin %96’sının takip edilmiş olması ve hatta başarılı olanlar kadar başarısızların da takip edilmiş olmasıdır.

Bu çalışmada Moffit ve arkadaşlarının üzerinde en çok durduğu konu, yukarıda da ifade ettiğimiz nefs, irade, yani otokontrol ve paylaşım, dayanışma gibi toplumsal değerler karşısındaki tutumları olmuştur. İradi zayıflığın nedenleri, çocukların çaba gerektiren işlerden kaçınıp kaçınmadığı, herhangi bir konuya yoğunlaşıp yoğunlaşmadığı, riskli şeylerin peşinden koşup koşmadığı, yetişkinlerden devamlı ilgi bekleyip beklemediği, önüne koyduğu amaçlar-hedefler ve bunlara ulaşmak için göze aldığı riskler ve sergilediği çabaya kadar kapsamlı değerlendirmelere tabi tutulurlar. Moffitt, çocuğun otokontrolünün zamanla zayıfladığını da hesaba katarak, bu konuda da onların anne ve babalarını eğitme planlamasını da uygular. Ancak çocuklar zaten değişik yaşlarda da değerlendirilir. Örneğin bu araştırmada 3 yaşından 44 yaşına varana kadar düzenli aralıklarla değerlendirmelerden geçirilmişlerdir. Ayrıca her değerlendirme sürecinde her çocuktan elde edilen bilgilerin yanı sıra, hem öğretmenlerinden hem de ebeveynlerinden de ayrıca bilgi alınır. Dolayısıyla otokontrol, duygu, düşünce, nefsine hakim olma gibi olgular yıllar boyu devam eden ve farklı ortamlarda tekrarlayan davranışlardır.

Moffitt ve arkadaşları denekler 30 yaşına ulaştığında, yıllarca elde ettikleri bilgileri karşılaştırır ve eldeki verilerin sonuçlarını görürler. Buna göre çocuklar yaşamlarının ilk on yılında sergiledikleri iradi duruş veya otokontrolün ilerideki yaşamlarında hem başarı, hem toplumsal uyum ve hatta zeka düzeylerinde bile çok önemli bir gösterge olduğu görüldü. Başarılı oldukları alan sadece meslekleri değildi. Moffitt, kendilerini kontrol edebilme yetileri açısından denekleri “en güçlü”den “en “en zayıf ”a doğru 5 gruba ayırır, böylece her grupta yaklaşık 200 kişiye ait veri değerlendirilmiş olur. Bu veri seti değerlendirildiğnde ilkin o deneğin klinik düzeyde yaşadığı sağlık problemlerinin sayısı ile karşılaştırılır ve sonuçta otokontrolü zayıf olanların sağlık problemleri en fazla olduğu görülürken, otokontrolü olanların sağlıklı olan insanlar olduğu görüldü.

Moffitt ve arkadaşları çocukken otokontrolü zayıf olanlar arasında 38 yaşına ulaştıklarında daha yüksek oranda sigara, içki ve uyuşturucu bağımlısı olduğunu belirler. Mahkeme ve polis kayıtlarına bakıldığında otokontrolü zayıf olanların %40’ının adli suçlardan kayıtlarının olduğu görülür. Yine bunların maddi yaşamları incelendiğinde de otokontrollü olanların yaşamları boyunca maddi problem yaşamazken, otokontrolü zayıf olanların yaşamlarında bu tür güçlükler yaşadığı görülür.

Moffitt ve arkadaşları bu defa çocukta sergilenen otokontrol yitisinin bir sonraki kuşakları, yani o deneklerin çocuklarını etkileyip etkilemediğini belirlemek için anne baba olarak o deneklerin ebeveyn sorumluluklarını nasıl yerine getirdiklerini araştırmaya dahil eder. 30’lu yaşların sonuna doğru yaklaştıklarında deneklerin %75’inin çocuk sahibi olduğu görülür. Çocukları 3 yaşına ulaştığında araştırma ekipleri onları evlerinde ziyaret ederek hem çocuklarını hem de onların çocuklarıyla ilişkilerini değerlendirir, video kayıtlar yapılır. Bu değerlendirmenin sonucunun da diğerlerine paralel olduğu görülür. Çocukken otokontrolü zayıf olanlar büyüyüp çocuk sahibi olduklarında da zayıf birer ebeveyn olmuşlardı. Çocukların gelişimini sağlayacak ortamları hazırlamayıp, çocuklarına karşı daha az sıcak ve empati düzeylerinin zayıf olduğu görülür.

Dünedin çalışmasında araştırmacılar verileri değerlendirirken, karşılaştırmaların sağlıklı olabilmesi için bir takım istatiksel düzenlemeler yaparak çocukların yetiştiği ortamların farklılığından doğabilecek etkileri en aza indirmeye çalışır. Bu çalışmada otokontrolle ilgili araştırmalar uzun süre davranışlara ve davranışların uzun süreli sonuçlarına odaklanılır. Duygularını düşünceyle dengeleme, iradi duruş veya otokontrolün zihinsel işlevlerle olan ilişkisi ve hatta beynin hangi bölümlerini etkilediği konusunda da bulgular elde edildi. Otokontrolün toplumsal uyum, sosyal başarı, ekonomik refah ve bireyin sağlığı üzerinde çok ciddi düzeyde avantajlı ve diğer deneklerle ciddi fark yaratacak etkileri olduğu kadar, zihni gelişimde de çok önemli etkilerinin olduğu açığa çıktı.[17]

 

Duyguların Manipülasyonu

Her kültür kendi duygu repertuarını oluşturur. Her sistem kendini kültür alanında inşa eder ilkin. Duygularımız bize bağlı olduğumuz kültür ve dünya içindeki yerimize dair bilgi verir. Duygular sıklıkla alışkanlıktırlar; bir dereceye dek öğrenirler, ama aynı zamanda pratiğin ve tekrarın da ürünüdürler. Duygu ve kültür arasındaki rezonans toplumsal norm, kalıp, ölçüler ve değerlerdir. Bu anlamıyla duygular belli kültür ve toplumlara hassasiyet gösteriyor ve bunlar tarafından teşvik ediliyorlar. Ama ister insanın doğal toplum değerleri, ister sınıflı toplum ürünü olsunlar, her duygunun besin değeri vardır. Tüm duygular üretken bir dehlize dökülen kanallar misali bir yerden bir yere taşır bizi.

Tüm çağlar içerisinde duyguları en çok manipüle eden, toplumların duygularını sömürüp küresel bir duygu pazarı oluşturan sistem kapitalizmdir. Çünkü bütün metalar duyguların sönümlendirilmesi ve manipülasyonu üzerinden pazarlanıyor. Arz ve talep ilişkisi üzerinden şekillendiği yegane rezonans duygulardır. Sistemin bütün pedogojik mühimatı buna yöneliktir. Kaba anlamda sistemin duyguları manipüle etmesi ve toplumları bu şekilde konsolide etmesi zaten malum. Fakat motivasyon amaçlı, yine terapötik söylem ve NLP gibi duygu eksenli çalışmalar bile insan özünü tersinden kapitalize eden çalışmalardır. Son yılarda dünya genelinde bir furya gibi tüketim alanı olarak beliren TED konuşmaları, kişisel gelişim kitapları, motivasyon, özgüven, beynini kontrol et, hayatını kontrol et sloganları veya “I have a dream” (bir hayalim var) konuşmaları, NLP (nöro linguistik programlar) kapitalizmin refah, zenginlik, mutluluk ve başarı vaatlerini, sistemin çaresizleştirdiği insanlara şifa kültürü olarak sunuyorlar. Hepsinin hedef kitlesi “kaybeden” insanlar. Hepsinin önerisi bireycilik, bencillik, başa geçme hırsı ve kişisel gelişim. Örneğin “istediğinizi almak için ne gerekiyorsa yapmaya razı olun.” “Kararlı olduğunuzda hedefinize ulaşmak için ne gerkiyorsa yapmaya istekli olduğunuzda başaracaksınız.”[18] Bunlar bir kişisel gelişim kitabının terapötik söylemleri mi, Makyavelli’nin vaazları mı, anlamakta zorlanıyor insan. Tüm kişisel gelişim kitaplarının sloganik sözleri, vaatleri Makyavelleşmekten başlayıp, her türlü bencilik ve egoizmi amentü edinme üzerine kuruludur.

Aynı yaklaşımı kapitalizmin tüm alanlarında görmek mümkün. Sözgelimi kapitalist sistemin ekonomi ayağını tanımlayan, bunun kurumsal temelini oluşturan Adam Smith 18. yüzyılda şunları söyler; “Toplum, çıkarı peşinde koşan bireylerden oluşur. Bireyin motivasyonu çıkarıdır. Toplum çıkarını bireyin düşünmesine gerek yoktur. Birey bencil olmalı ve çıkar peşinde koşmalı, çünkü birey yararına olan toplum yararına olacaktır. Ayrıca toplum yararı için ahlaki değerler oluşturma ihtiyacı yoktur.”

Aynı yüzyılın sonlarında Thomas Malthus’un nüfus ve tüketim malları arasndaki çoğalmaya ilişkin geliştirdiği kuram kıtlık felsefesini geliştirdi. Malthus, Lamark’tan esinlenerek onun biyoloji alanındaki çalışmasını topluma uyarlamaya çalışır. Malthus’a göre nüfus geometrik dizi halinde (yani 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256 vb.) çoğalırken, insanların yaşaması için gerekli olan tüketim maddeleri (yani rezervler, kaynaklar) aritmetik dizi halinde (yani 2, 4, 6, 8, 10, 12, 14 vb.) çoğalır. Bu da “en güçlü olan sağ kalır” tezini meşrulaştırarak kıtlık felsefesini ve buna dayalı sınırsız rekabeti teşvik eder.

Bireyin bencil olmasını, kendi çıkarı peşinde koşmasını ve toplum çıkarını düşünmesine gerek olmadığını savlayan Smithçi teori, rekabeti ve korkunç bir bireyciliği şahlandırdı. Birey ile toplumun çıkarı arasında çatışma olduğunda, birey bir kuruşu için toplumun bin lirasını kolayca harcar duruma geldi. Üstelik hiçbir ahlaki sorumluluk ve utanma duygusu hissetmeksizin…

Bu kuramlardan sonra ortaya çıkan bireycilik akımı ve utilitarizm (yararcılık) insanın bencil olduğunu, kendi egosunu tatmin etmenin asli bir ihtiyaç olduğunu, yararlı olan şeyin (utilitarizm) doğru olduğunu, bireyin yararına olanın toplumun yararına da olacağı ve bu yüzden bireyin toplum yararını kendine dert etmeksizin kendi yararını düşünmesi gerektiğini öne sürer.

Peki gerçekten insanın doğası böyle midir? Evrimci psikoloji insanı hep kendi çıkarı peşinde koşan bir varlık olarak tanımlıyor. Darwin’den kaynaklanan bu teze göre güçlünün zayıfı yok ettiği ve doğal seçilimin olduğu varsayımı üzerine insanın, var oluş ya da yaşam mücadelesi için kendi çıkarı peşinde koşan, kendi çıkarını kollayan bir varlık olduğunu savunur. Darwinci bu görüş insanın hiçbir karşılık beklemeden başkasına yardım etmemesini, yine kendi çıkarını kollamada zekice uygulanan bir taktik olarak görür.

İnsandaki özgeci tavrın, fedakarlığın, feragatin neden geliştiği, bazı insanların karşılıksız yardım ederken, bazılarının neden yardım etmediği konusu Zürih Üniversitesi’nden Ernst Fehr tarafından araştırılır. İnsanların büyük çoğunluğu, karşısındakinden bir şey beklemeden, bir şey elde etmeyeceğini kessinlikle bildiği halde başkalarına yardım etmektedirler. Bu durum insanın doğasının bir parçası mıdır? Eğer doğasının bir parçası ise insanın gelişimini nasıl etkiler? Bu sorularla Ferh deneyler yapar.

İnsanın doğasının bencil mi olduğu, yoksa komünalliğe yatkın mı olduğu yani dayanışma, paylaşım ve fedakarlığın mı insan doğasının bir parçası olduğunu anlamak için 10 sene boyunca bu konuda deneyler yapar. Bu deneyler sırasında insanlar arasında “ültimatom” diye bir oyun geliştirir. Ortaya somut bir ödül ve bu ödüle yönelik oyun planlanır. Oyunda deneyi uygulayan kişi, iki oyuncudan birisine sözgelimi 1000 tl gibi bir miktar para verir. Kimliği gizli tutulan bu birinci kişiden, parasının bir bölümünü “alıcı” adı verilen ikinci oyuncuya vermesi istenir. O, gönlünden kopan miktarı alıcıya verir. Öyle ki, eğer isterse hiç para vermeyebilir ya da tümünü de elden çıkarabilir. Daha sonra ikinci kişi önerilen parayı geri çevirme ya da kabul etmeme konusunda bir seçim yapmak zorunda kalır. Parayı kabul edip alması durumunda, oyunun başında ortaya konan para her iki oyuncu arasında pay edilir. Paranın geri çevrilmesi durumunda her iki tarafta hiçbir şey almaz. Oyun yalnızca bir tur oynanır. Görünürdeki durum, ikinci kişinin kişisel çıkarları, ne denli az olursa olsun önerilen parayı kabul etmesini gerektirir. Çünkü ufak da olsa bir şey almak, eli boş dönmekten iyidir. Bu gerçeğin bilincinde olan ve tıpkı ikinci gibi kişisel çıkarlarını kollayan birinci kişinin de çıkarı gereği aslında alabildiğince düşük bir miktar para önermesi gerekir. Ne var ki son 10 yıldır gönüllü öğrenciler üzerinde yapılan araştırmalar, bu tür deneylerde birinci kişiler genellikle ellerindeki paranın %25 ile %50 arasında değişen bir bölümünü verirken, ikinci kişilerin %25’in altındaki miktarları geri çevirdiklerini gösterir.[19]

Emory Üniversitesi insan bilimcilerden Josepy Henrich, insanların kendilerine önerilen düşük miktarları bir haksızlık olarak algıladıkları için geri çevirdiklerine, böyle davranarak uğradıkları haksızlığı eli boş dönme pahasına da olsa cezalandırmak istediklerine dikkat çekmektedir.

Bu tarz oyunda kendi çıkarına uymadığı halde, yardıma karşılık verme tarzında bir davranış ortaya çıkmaktadır. Yüksek bir yardım varsa, karşı taraf da ona yüksek bir şekilde karşılık vermektedir. Oyun böyle devam eder. İnsanların çoğunda böyle bir davranışın sergilendiği gözleniyor. İnsanda yardım edene yardım etme duygusunun hakim olduğunu ifade etmek lazım. Yapılan deneyler insandaki bu duyguyu test etmekte ve insandaki yardımlaşma, dayanışma, paylaşım duygularında genetik bir eğilim olduğunu göstermektedir. Çünkü yapılan deneylerden çıkan sonuç, insan çıkarına uymasa da yardım etme eğiliminin baskın çıktığıdır.

Burada Skiner’ın “pekiştirme olumsallıkları”nda da olumlunun da, olumsuzun da davranış pekiştirici bir etkisinin olduğunu ifade etmek lazım. Skiner’ın ilkin hayvanlar üzerinde yaptığı ödül veya ceza türü davranış pekiştirme deneyleri, daha sonra da insanlar arasında işlemleyici koşullanma adını verdiği özel bir öğrenme türünü ele alır. Olumlu davranışa karşılık verme, yardım ve dayanışmanın pekiştirci davranış olarak karşılık bulması insanın baskın bir davranış eğilimi olarak gözlemlenmektedir.

İnsanın doğal davranışlarını, reflekslerini gözlemlemeye dönük yapılan pek çok araştırma ve deney, insanın doğasının kendi çıkarını önceleyen değil, komünal değerler olan eşitlik, paylaşım, dayanışma ve empati duygularının başat olduğu yönündedir. Toplumsal empati bireyi kolektif davranışa, toplumsal sorumluluğa yönlendirir; vicdani ve ahlaki düstur ile hareket etmesini sağlar. Örneğin toplumsal sömürü, baskı ve eziyetin olduğu bir yerde bireyin salt kendini düşünmesi toplumsal değerlerden düşme olarak algılanır ve ahlaki bir yozlaşma durumu olarak ayıpsanır.

İnsandaki eğilimi duygular boyutuyla ele aldığımızda, duyguları insan benliğini oluşturan diğer etmenlerle birlikte ele alma ihtiyacı doğar. Duygular sadece nörolojik refleksler olarak tanımlanamazlar. Duygu politikasında hisler de, düşünce de yol alır. Örneğin bir kişinin düşünme biçimi ve davranışları, nelere dikkat ettiği, neleri hatırladığı, neleri hayal ettiği ve hatta gördüğü rüyalar, kullandığı metaforlar bile duygu biçimini ve aynı zamanda benliğini ele verir. Başkasını düşünmeyen, benliği kendi içinde kıvrılmış, kişisel hayallerine kadar öznelci tutum ve davranışlarla hemhal olmuş birinin kolektif değerler skalasında derinden bir şeyler hissetmesi mümkün mü? Tersi durumda da, yani insan özünün eşitlik, adalet ve hakkaniyetten yana olması nedeniyle, hala insani değerlerini yitirmemiş birinin bariz bir haksızlık karşısında sesiz kalması veya öfkelenmemesi mümkün mü?

 

İnsan Doğasına Genel Bir Bakış 

Yine Ernst Fehr tarafından yapılan “mahkumun ikilemi” denilen başka bir deneyde de aynı gerçek göz önüne serilir.[20] Bu deneyde iki kişi birbiriyle işbirliğine gittiklerinde kazanç sağlayabilir. Ancak deneklerin, yani oyuncuların birbirini aldatma olanağı da vardır. Oyuncular birbirlerine destek verdiklerinde, her biri kayda değer miktarda parasal bir çıkar elde eder. Ne var ki taraflardan biri destek verirken öteki onu aldatma yoluna giderse, çok daha yüksek bir kazanç da sağlayabilir. Böyle bir açık yol da bırakılmış. Bu durumda nasıl bir sonuç çıkacak? Darwinci yaklaşıma göre, evrimde insan çıkarı en önemli etkense, bencil olan çıkarı için aldatır, her şeyi yapar ve insanlığın da, aldatan insanların hakim olduğu bir düzende yaşaması gerekir. Oyun, aldatanın avantajlı çıkmasını sağlayacak şekilde kurulmuştur. Yalnızca kendi çıkarını düşünen biri her zaman karşısındakini aldatır. Çünkü öyle davranması, ona işbirliğine gitmekten çok daha fazla yarar sağlar. İşbirliğine gitmek insana bir yarar sağlarsa, aldatmak ise üç kat daha fazla yarar sağlar. Fakat uygulamada ise, ilk oyuncuların bir çoğu aldatma yoluna gitse de, ötekilerin ikinci oyuncunun kendilerini enayi yerine koyup aldatabileceğini bile bile ona destek verdikleri görülür. Dahası ikinci oyuncuların hemen hemen yarısının kendilerine daha az çıkar sağlama pahasına rakiplerine adil davrandıklarına ve uzlaşıdan, dayanışmadan yana bir tavır sergilediklerine tanık olunur.

Neden böyle bir duygu var? Araştırmada ortaya çıkan ilginç sonuç şudur:

İnsanlar aldatsalar da, kendi çıkarlarına uymasa bile adil davranma eğilimindedirler. Oyunda insanlar adil davranmayan çıkarcı kişiler olduğu zaman o aldatmaya itibar etmemektedirler. “O beni aldattı, ben de onu aldatayım; o bana oyun oynadı, ben de onu oyuna getireyim” deyip, insanlar çıkar peşine koşma yarışına girmiyor. Pandemi sürecinde toplumsal tabandaki dayanışma kadar, devletlerin bunu fırsata çevirmek için birbiriyle nasıl yarıştıklarını gördük. Egemen güçlerin bu yaklaşımına rağmen, kapitalizmin en eski merkezlerinden olan kimi Avrupa ülkelerinde bile halkın kritik anlarda dayanışmacı eğiliminin nasıl yayıldığını, ihtiyaç sahiplerine balkonlardan gıda sepetleri sarkıtmaya kadar örnekleri gördük. Özetle, yukarıda yapılan deneysel araştırmaya göre insanlar aldatılsalar bile oyuna katılanların çoğu rakiplerine adil davranmayı tercih etmektedir. Bu da insanın baskın duygusunun çıkarcılık olmadığını gösteriyor. Bu çalışma, insanın temel duygusunun, çıkar peşinde koşmaktan çok adil davranmayı daha çok sevdiğini, daha çok doğru bulduğunu, böyle bir biyolojik eğilimi olduğunu gösterir. Bu da Smithçi, Hobbesçu ve Malthusçu kapitalist kuramcıların “insan çıkarı peşinde koşan varlıktır.” tezini çürütmektedir.

Fromm da insan zihninin çalışma biçimi, davranış ve reflekslerini ele aldığında, insan özünün bencilikten ziyade dayanışmaya daha yatkın olduğunu söyler. Fromm, “beyinlerimizin yapısında bile, tam olarak içgüdüsel olmamasına rağmen, doğuştan var olan ve önceden oluşmuş esenlik, dayanışma ve büyüme eğilimine sahip belli arzular vardır” demektedir.[21] Fromm bu dayanışma arzusunun içgüdüsel olmayıp, bilinçli bir zihinsel tercih ve eğilim olduğunu özellikle vurgular.

Peki dayanışma eğilimini bu kadar pekiştiren duygu veya doyum neydi? Her şeyden önce insan kendi eğilimlerinin öbür insanların eğilimleriyle birleştiğinde, artan bir coşkuya dönüştüğünün bilincine varmaktadır. Dayanışma yalnızca bir görev veya sorumluluk değil, bir doyumdur ve güvenliğin en iyi güvencesidir. Dayanışma duyguları empatiyi, karşılıklı hoşgörüyü geliştirir ve hiçbir zaman birbirinden kopmama kararlılığını geliştirir.

Dayanışma kavramını ilk kez ele alan sosyologlardan olan Durkheim’in dayanışmayı “çıkar birliği” kavramıyla açıklamasının aksine, dayanışma bir birlik düşüncesine dayanır. “Çıkar birliği” kapitalize olmuş bir bilinçaltı ve duygunun tezahürüdür. Oysa burada bir ruh terbiyesi, empati ve manevi doyum vardır. Eski toplumların kolektif edimlerine baktığımızda etik ve vicdani tutumun daima önde olduğunu, kimi edimlerin ruhu arındırma veya ruhsal kirlenmeyi önleme amaçlı yapıldığını görürüz.

Kolektif dayanışmanın, bayramların ilk ortaya çıkışında da belirleyici etken olduğunu görürüz. İlk bayramlar, insanların doğaya şükranlarını ifade etme veya bolluğu, bereketi kutlama biçiminde ortaya çıkmışlardır. Sınıflı toplumdan farkları, sınıflı toplumlarda savaş, zafer, işgal, şiddet olayları bayram ilan edilirken, Neolitik çağda ise ilk bayramların doğaya şükranlarını ifade etme biçiminde gelişmesidir.

Gerek proto Kürtlerde, gerekse de Anadolu’da kimi halklarda bayramlar potlaç kültürüyle bir çeşit arınma sağlaması işlevi görmektedir. Tüm gelenek ve inançların paylaşım ve kolektif değerler üzerinde şekillendiği neolitik kültürde özel mülkiyet ve artı ürün biriktirme aç gözlülük olarak değerlendirilir ve bu da Ehriman yani kötülük güçlerinin hizmetine girme ile eş anlamlı görülüp günah sayılır. Bayramlar, yıllık toplanan ürünün dağıtılması, bölüşülüp paylaşılması ve bu paylaşımın şenliklerle kutlanması anlamına gelir. Bu paylaşım ve bölüşüm artı ürünün, mal fazlalığının birikmesini engellediği gibi, fazlalıktan kurtarma fırsatı sunması özelliğiyle de kişiyi arındırmış olur.

Kapitalist ahlakın özünde “toplum çıkarı peşinde koşan insanlardan oluşmuştur” anlayışı vardır. Bu anlayışa göre insan fedakarlık yapmayacaktır, karşı tarafa adil davranma eğiliminde değildir. Adil davranmak Smithçi ekonomide kayba neden olur. Ekonomideki bu anlayış, Darwinizmdeki çıkar mücadelesinin kapitalizme yansıyan tezidir. Gerek yapılan deneysel araştırmalar, gerek Fromm’un tezi ve antropolojideki kolektif seramoni, bayram, şenlik, potlaç kültürü gibi özellikler bu tezi çürütüyor. Bu sonuca göre insanın kolektif dayanışmacı, adil davranma ve paylaşımcılık eğilimleri daha baskındır.

İnsanda menfaati olmadığı ve aldatıldığını bildiği halde işbirliği, uzlaşı ve dayanışmaya karşı heves, arzu eğilimi vardır. Buna “güçlü karşılıklı ilişki eğilimi” denir. Güçlü karşılıklı etkileşim ve ilişki insanın sosyal bir varlık olmasını sağlar. Yapılan pek çok araştırma ve deney çalışması yardım etme, dayanışma ve kolektif hareket etme eğiliminin insanın ilk var oluşundan itibaren genetik bir eğilim gibi varlığını sürdürdüğünü gösterir. İnsanlık tarihine ilişkin yapılan sayısız antropolojik çalışmalar da insanın menfaatçi, kendi çıkarını önceleyen, bencil doğasının olmadığını gösterir. Fromm “insan doğası” kavramını yani her dönem için geçerli bir “insan doğası” kavramını reddeder ve insanın karakter ve kişilik yapısının içinde bulunduğu çağ, toplum ve kültürel değerlere göre değişkenlik göstereceğini savunur. Ancak insan doğasının negatif özelliklerle ve kolektif değerlerin zıt kutbunda gösterilmesinin bilinçli bir çarpıtma metodu olduğunu da savunur. Fromm “insandaki yıkıcılığın kökenleri” adlı çalışmasında bunu şöyle ifade eder; “bilginler, kapitalist toplum biçimini rasyonalize etmek ve gerekliliğini kanıtlamak için mülkiyetçiliği, yarışmacılığı, rekabeti ve bencilliği doğuştan insan nitelikleri olarak savunmaya çabalamışlardır.”[22]

Kapitalist sistem tandanslı evrimsel psikologların tezlerine göre, canı pahasına başkalarına yardım eden canlı türü evrimsel açıdan kaybeder. Çünkü canı pahasına yardım eden, evrimde zararlı çıkar ve yok olur. Ancak doğanın işleyişi böyle değildir. Örneğin bir ağaç meyve verir, sonra o meyveleri kuşlara, insanlara ve daha birçok canlıya ikram eder. Balık canı pahasına milyonlarca yumurta yumurtlar, doğum yapar ve ölür.

Kapitalizmde sonuç odaklı düşünme ve indirgeme, herhangi bir varlığın hem etkileşim alanı hem de yararlarını görünürsüzleştirmiş oluyor. Örneğin bir ağacın sonda bekleyen neticesi meyve olduğundan, “ağaç meyve içindir” yanılgısı ve indirgemeciliği üzerinden ele alınır. Oysa ağaçların meyve vermek haricinde; havayı temizleme, oksijen üretme, yaşam alanlarını serinletme, toprak kaymasını önleme, insanları zararlı ışınlardan koruma, sinirleri yatıştırma, hayvanlara yuva olma, depremlerin etkisini azaltma gibi pek çok faydası vardır. Ağacın bu cömertçe kendini sunması olmasaydı ekosistem bozulurdu.

Karşılıklı dayanışma, birlik ve birbirini tamamlama sadece insanın özünün baskın eğilimi değil, dünyanın, hatta evrenin bile işleyiş yasasıdır. “Bağlaşıklık denge” kavramı bu evrensel ilişki ve dayanışmayı ifade eder. Hangi maddeyi, hangi varlığı ele alırsanız alın devasa bir dayanışma ağıyla varlığını sürdürdüğünü görürsünüz. Örneğin insanın temel ihtiyaçlarından olan suyu ele alalım. Suyun oluşabilmesi için güneşe, dolayısıyla da dünya ile güneş arasındaki mesafenin şimdiki kadar olmasına ihtiyaç vardır. Güneşe ihtiyaç duyulduğuna göre samanyolu galaksisine, Vega burcuna ve dolayısıyla bütün uzaya ihtiyaç vardır. İnsanın su gibi basit bir ihtiyacı bütün evrenin varlığına bağlıyken, bu ihtiyaç karşısındaki sermayesi ve gücü yok hükmündedir.

Darwinci teoriden beslenen ve doğal seçilimi hayatın tümüne ayarlayan kuramlara göre kendi çıkarının peşinde koşan aç gözlü insanın rakiplerini yok etmesi gerekir. Fakat insan evrimcilerin tezini çürüterek bunu yapmaz; aksine kolektif dayanışma ile toplumu var eder, toplumsallaşmayı yaratır. İnsan toplumsallaşmayı başardığı oranda kolektif yapılar olan köy, kasaba ve kentleri inşa eder. Köy, kent inşaları da egemenlerin tarih toplum yorumlarının etkisinde kaldığından, komünal bir bakışla yeniden ele alınmayı ve yorumlanmayı gerektirir. Örneğin bu konuda en eski çalışmalar olan Brodway ve Gordon Childe’in çalışmalarından tutalım da bugün okullarda antropoloji ve tarih biliminde, insanların köy inşalarının ve yan yana evler yapmalarının savunma amaçlı olduğu, aynı şekilde kent inşalarının da daha büyük savunma ihtiyacından ortaya çıktığı savlanır. Oysa ilk yerleşik yaşama geçişte insanın yarattığı köyler dayanışma amaçlı olup, komünal bir refleksin ürünüdür. Evlerin yan yana inşası kolektif ve dayanışmacı edinim daha faal olması amacıyladır. Köy inşasını savunma refleksi olarak tanımlamak inşanın neolitik yaşamda güdüleyen temel faktör veya motivasyonun şiddet olduğunu dolaylı olarak ifade etmek anlamına gelir. Sorulması gereken soru eğer savunma amaçlıysa kime karşı, neye karşı savunma? Kent inşaları da aynı komünal dayanışmacı ve kolektif edimin ürünüdür ve bu da komünal bir bakışla yeniden ele alınmayı gerektirir. Zira yaratılan ilk kentler daha geniş tarım alanları oluşturmak, daha büyük kolektif emek, üretim ve dayanışma amacıyladır.

İnsanın bu davranışı “evrendeki temel duygunun mücadele mi, yoksa yardımlaşma mı?” olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. İnsanın varoluşundaki temel motivasyon, kendi çıkarının peşinde koşmak olsaydı, kendi ömrünü uzatmak peşinde koşardı, toplumsal kurumlar inşa etme peşinde değil. Egemenlerin bakış açılarından tarih-toplum okuması yapıldığında, insanın “büyük benlik küçük benliği yutar” gibi bir mücadele içerisinde olduğu görülür. Oysa bu yanılsamalı bilinçten sıyrılıp berrak bir bakışla bakıldığında sadece insanın da değil, bütün canlıların kendi canı pahasına fedakarlık yaparak başkalarına yardım ettiğini, bu duygunun başat olduğunu görürüz.

Örneğin tavuğun yavrularını kurtarmak için kendini tilkinin önüne atması, yine evlerde yuva yapan kırlangıç kuşlarının olası bir yangında yavrularını kurtarmak için hiç düşünmeden ateşin içine dalması gibi pek çok örnek verilebilir. Doğadaki bitki türlerinin etkileşimi de bireysel değil, kolektiftir. Örneğin bitkiler bir tür olarak bir yerde tek tek yeşermez, genellikle öbek öbek yeşerirler. Çiçek, ağaç vb. Doğanın hareketsiz canlıları bile tek başına değil, çoğul olarak bir aradalık halinde var olurlar. Demek ki kolektivite sadece insanın değil, doğanın ve evrenin de temel davranış tarzıdır.

Bu görüşü destekleyen bir başka çalışma da Massachusetts Üniversitesi ekonomi uzmanlarından Herbert Gintis ile Kaliforniya Üniversitesi antroploglarından Robert Boyd’ın kuramsal çalışmalarından geliyor. Araştırmacılar bireylerin etkileşim içinde oldukları ve davranışlarında nasıl bir dayanışma yaşandığını izleyen bir bilgisayar modeli oluştururlar. Modelde bireylerin ilk başta aldatan ya da yardım eden konumunda olmaları sağlanır. Sonuçta, kişisel etkileşimlerde aldatanların kazançlı çıktığı görülür. Oysa gruplar birbiriyle çekiştiklerinde yardımlaşma duygusunun daha yoğun olduğu grupların öne çıktığına tanık olundu. Bu çalışma 30 kişilik gruplarla yapıldığında, grupların birbiriyle çalıştığı zaman aldatan değil, yardım edenin galip geldiğini gösterdi.

İnsanda başarılı davranışı örnek alma, modelleme veya kopyalama eğilimi vardır. Yardımlaşma kolektif yarar sağlar. Sadece işbirliği, uzlaşma ve yardımlaşma değil, gruplarda kurala uymayan, bedel ödemeyenlere karşı bir cezalandırma tavrı gelişir. Deney gruplarındaki bu bencilliğin, salt kendini düşünmenin veya bedel ödememenin cezalandırılması tavrı toplumlarda ahlaki edim konusu yapılmakta ve ayıplanmaktadır. Ayıp, ahlaki değerlere ters düşme durumunda utanç ve onursuzluk nedeni olarak düşünülen durum ya da davranıştır. Her toplumun ahlaki değerleri kendi gelenek ve kültürel yapısına göre belirlenir. Örneğin komünal değerlerin başat olduğu toplumlarda bireysel şeylere tenezzül etmek ayıptır. İsrail cezaevlerinde Filistinli tutsaklar açlık grevindeyken, cezaevinin kapısında ızgara yapıp kokusuyla Filistinli tutsakların iştahlarını kabartmayı amaçlayan bir grup İsraillinin görüntüleri medyaya yansıyınca bütün dünya bunu ayıpsadı, kınadı. Bazı ahlaki prensipler evrenseldir ve insan olma kimliğini tanımladığı için dünyanın her yerinde benzer reaksiyonlar alır. Örneğin aç olan bir topluluk içerisinde birisi kalkıp herkesin kendisine baktığını bile bile gamsız bir edayla yemek yiyebilir mi? Böylesi bir davranış salt görgüsüzlük olarak değerlendirilemez, insani kimliğini yitirme anlamına gelir.

 

 

[1] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s-340, Say Yayınları, 3.baskı, 2012 
[2] Robert C. Solomon, Duygulara Sadakat, s-334, Nika Yayınları 2016 
[3] Aktaran Bahri Karaçay, Mutlu Beyin, s-95, Tübitak Popüler Bilim Kitaplığı, 2018 
[4] Dr. Lisa J. Cohen, A’dan Z’ye Psikoloji, s-155, Say Yayınları, 2017
[5] Alaeddin Şenel, İnsanlık Tarihi, İmge Yayınevi, 6. Basım, 2020
[6] Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara SAPİENS, s-73, Kolektif Kitap, 2020
[7] Carl Gustav Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş, Say Yayınları 
[8] Bahri Karaçay, Mutlu Beyin, s-95, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2018
[9] Jack London, Meksikalı, Can Yayınları, 2016 
[10] Robert C. Solomon, Duygulara Sadakat, s-188, Nika Yayınları, 2016 
[11] Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, s-21, 3. Baskı, Sel Yayınları, 2015
[12] A.G.E, s-11 
[13] Aktaran, Orhan Hançerlioğlu, Düşünme Tarihi, s-138, 24. Baskı, Remzi Kitabevi, 2019
[14] Daniel Goleman, Duygusal Zeka, 5. Baskı, Varlık Yayınları, 2017
[15] Zeynep Selvili Çarmıklı, Pembe Fili Düşünme, s-14, 2018 
[16] Daniel L. Schacter, Belleğin İzinde “Beyin, Zihin ve Geçmiş”, 2.Baskı, Yapı Kredi Yayınları, 2017
[17] Aktaran, Jerry M. Burger, Kişilik, Kaknüs Yayınları, 2. Baskı, 2017 
    Aktaran, Bahri Karaçay, Mutlu Beyin, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2018
[18] Mike Hernacki, Müthiş Sır, s-53, Kuraldışı Yayınları, 2003
[19] Nevzat Tarhan, Toplum Psikolojisi, s-264, Timaş Yayınları 
[20] A.G.E
[21] Erich From, Dineleme Sanatı, s-93, Yay Yayınları, 2018
[22] Erich From, İnsandaki Yıkıcılığın Kökleri, Cilt 2, s.285, Payel Yayınları, 1995
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.