Düşünce ve Kuram Dergisi

İktidar, Disiplin İlişkileri

Dılşad Hewrami*

İnsan toplumsal varlıktır ve yaşamını idame etmek için de ilke ve özel yasalar yapmıştır. İnsanlar doğal toplumda ahlaki ilkeler etrafında toplumsal ilişkileri düzenliyorlar. Doğal toplumdan şehir toplumuna geçiş ve hiyerarşik sistemin gelişmesi ile birlikte, ilkelerin yerine daha fazla yasaların egemen olmasına sebebiyet vermiştir. Öyle görünüyor ki, yasalar da toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade, belki de iktidar güçlerinin çıkarları doğrultusunda kurgulanmıştır. İlk yasalar resmi olarak Hammurabi zamanında yapılıyor ve halkın nasıl iktidar güçlerine yaklaşacağına dikkat çekiyor.

Halkın yaşamını o ilkelere göre uyarlanmasından bahsediliyor. O yasaların dışına çıkmak tanrıya karşı gelmekle eş anlamlı idi. Uzun zaman dilimi içerisinde böyle bir bakış açısının gelişmesi toplumun terbiyesi için farklı yol ve yöntemlerin kullanılmasına neden olmuştur. İktidarın kendini nasıl tanrı yerine koyduğuna şahitlik ederiz. Bu noktada yasalara kutsiyet atfedilmiştir. Hatta öyle ki, tanrı, kral ve toplum yönetimi birlikte ele alınmıştır. Her ne kadar bu kavramları yumuşatmışlarsa da, neticede kral tanrının yeryüzündeki gölgesi olmuştur. Kralın toplum karşısındaki var olan mutlak hakimiyeti, ki topluma obje gözüyle baktığı için dolayısıyla yapılan her türlü karşıtlık yeryüzündeki tanrıya ve yasalarına yapılmış gibi büyük cezalarla karşı karşıya kalınıyordu.

Toplumsal sorunların gelişmesi, özellikle de iktidarın parçalanması ve iktidarın bireylerin elinden çıkmasıyla birlikte; iktidar kurumsallaşıyor, yasalar yapılıyor, mahkeme ve polis teşkilatı kuruluyor. Bununla birlikte suçlara bakmak şeklinde ve cezalarda değişiklik yaşanıyor. Güç kullanma gizli ve yumuşak şekle dönüşüyor. Bu kez de bireyi eğitim, güvenlik ve sağlık merkezleri; okul, kışla, hastane ve benzeri yollar üzerinden iktidar normlarına göre oluşturmaya çalışıyorlar. Artık, bireye isyancı gözüyle bakmaktan daha çok, hasta gözüyle bakılmakta ve ancak eğitim ve terbiyeyle ıslah olacağına karar verilmektedir. Ve gerçekten de bu bakış açısı obje haline getirilen bireyin duruşunda herhangi bir değişikliğe yol açmıyor. Aksine objeleşmek daha da derinleşiyor. Daha önce sadece fizik üzerinden bir dayatma olduğu için dolayısıyla insanın fikri üzerinde bir etkiye yol açmıyordu, fakat şimdi direk insanın fikri hedefleniyor. Bunun içinde iletişim araçları, eğitim kurumları ve benzeri yollarla bunu gerçekleştirmek ve geliştirmek istiyorlar. Fakat, tüm bu çabalara rağmen egemen sistem bunu başaramamıştır, toplum da nesnelliğe karşı direnişe geçmiştir. Toplumun egemen sisteme karşı bu itaatsizliği halkların başkaldırı tarihinin bir bölümünü meydana getirmiştir. Eğer bizler bu bakış açısıyla soyağacı üzerinde durursak, burda uzun ve derin bir tarihe rastlarız.

 

Özetle;

Biz bu makaleyle; disiplin ve iktidar ilişkilerini, Fransız Filozof Michel Foucault’un bakış açısıyla ele almaya çalışacağız. O soyağaca bakarak tarihteki nitelik gelişmesini incelemiştir. Kendi araştırmasının içeriğini de gözlem ve terbiye etme (Türkçe çevirideki adıyla Hapishanenin Doğuşu) adındaki eserinde derlemiştir. Her ne kadar geniş bir konu olsa da biz burada birkaç başat noktaya dikkat çekmek istedik. Birincisi; iktidar güçlerinin gözetleme-denetleme sistemi ile ilişkisi. Nasıl ki iktidar irtibat olmadan varlığını sürdüremiyorsa, bir başka anlamda gözetim ve denetim sistemi olmadan da var olamıyor. Bununla toplumu kendi kontrolü altına alabiliyor. İkincisi; insan bedeni veya fiziği iktidarın yansıması olmuştur. Tarih, iktidarın varlığını sürdürmek için nasıl insan bedenini gücünün yansımasına dönüştürdüğüne tanıklık etmiştir. Üçüncüsü; disiplin ve eğitim, cezaevi, kışla, hastane ve benzeri kurumlardan, bu disiplinin dayatmasından söz etmektedir. Özellikle soyağacı teorisinin pratikleşmesinde bu kurumlaşmanın rolünün nasıl olduğuna vurgu yapıyor. Soyağacın amacı bireyin iktidar karşısında savunmasız bırakmadır. Bu makale de bu konular değerlendirilmeye çalışılmıştır. Kilit kavramlar: İktidar, soyağacı, disiplin, gözlem, ıslah etme, mimarlık

 

İktidar ile Gözetleme-Islah Etme Sistemi Arasındaki İlişki

Enerji kullandığımız anlamda nedir? Belki birkaç görüşe baş vurabiliriz. Su enerjisi veya ateş enerjisi dediğimiz zaman buradaki amacımız nedir? Acaba potansiyel enerji gibi bunun içinde toplanan da bu maddenin gücü değil midir? Belki biz bir damla su veya bir kıvılcım ateşin evrenin yaşamı üzerinde gücü, etkisi var mıdır ve gerekli midir den de söz edebiliriz. Öyle görünüyor ki, su olmadan hiçbir canlı bu gezegen üzerinde yaşamını idame edemez. Fakat biz burada suyun enerjisinden bahsederken; amacımız selin enerjisi ya da bir şehri yıkabilecek güçte su dalgasından veya tam tersine bir tribünün pervanesini döndürecek ve bize elektrik sağlayacak enerjiden bahsediyoruz.

Foucault burada güçle ilgili iki özellikten bahsediyor:

  • Güç sadece özel bir kaynağa bağlı değil. Aslında bir birey tarafından gözlemlenecek enerjimiz yoktur. Belki her güç bir zaman ve organdan çıkıyor. O bileşenler birbirine bağlı organlar gibi, bir grup iç ilişki kurmuşlar ve daha büyük bir organın oluşmasına neden olurlar.
  • Sadece negatif bir konu değil ki kendisini iktidar gibi dayatsın. Aksine güç pozitif bir konu olabilir, toplum ve evrenin hizmetine girebilir. Burada söz konusu olan gücün yalnız başına oluşamayacağıdır.

Toplumda bir bireyi özne yapan, başkalarını kontrol eden ve aynı zamanda o kişiyi başkaları tarafından kontrol edilen bir duruma getiren bir güç ağı mevcuttur. İnsanın evren içinde güçlü konuma gelmesinin nedeni;  kaynağını insanlar arasındaki toplumsal ağdan alıyor olmasıdır. Yapılan bilimsel araştırmalara göre, evrenin diğer canlıların her biri enerji sahibidirler; güç ve fizik açısından insandan daha aşağı kalır yanları yoktur. Fakat hücreler arasındaki toplumsal ağlar zayıf oldukları için tecrübelerini birbirlerine aktaramıyorlar. Foucault burada aynı konuya dikkat çekiyor ve bir gücün varlığından söz ediyor ki, o ilişkilerin eseridir. Özel de insan bu çerçevede zaman ve yapıyı inşa edebilir. Belki biz güç, gözetleme sistemi ve ıslah etme arasındaki ilişkileri düzenleyebiliriz. Gözetleme sistemi nasıl güce neden olabilir ki; biz piramit şeklinde aşağıdan yukarıya doğru iki taraftan ilişki kurabilen ve onları örgütleyen bir yapıyla karşı karşıyayız. Bu şekilde gözetleyenin kendisi de gözlem altına giriyor. Hexamenêşi İmparatorluğu önceden iktidarını merkezileştirmişti; toplumu gözetlemek için denetleme kurumunu oluşturmuştu, fakat aynı kurum başka bir kurum tarafından da denetleniyordu.

Bu sisteme kralın göz ve kulağı deniliyordu. Sonra aynı sistem önemli bir yönetim sistemine dönüştü ve aynı kurum toplum üzerinden bilgi topluyordu, bu durum kral için güç toplamaya neden oluyordu. Bu bakış açısı birlik ve güç oluşumuna götürüyordu. Güç oluşturan bu mekanizma iyi incelemeden bireyin gücünden bahsedemeyiz. Bu mekanizmanın görevi gözlemlemektir. Bu durum bireyin gizli kalması gereken mahremiyetini ortadan kaldırıyor ve bireyi iktidar karşısında çırılçıplak bırakıyor. Denetim altına alınan bireyin çırılçıplak hali, gözeten sistem karşısında güçsüz kalmasına yol açıyor. Böylece gözlemci güç sahibi oluyor. Sistemin kilit noktası da burasıdır. Yani toplumsal bireyin çırılçıplak ve gizli kalan yanlarının açığa çıkması ve kendisini güçlüymüş gibi gösteren iktidarın denetimi altına girmesi sonucuna götürebiliyor. Bu sistem gücünün tek taraflı ve yukarıdan aşağıya doğru olmasını gösterir. Bir başka anlamda aşağısı gözlem altındadır ve onun için gizlilik diye bir şey yoktur. Aslında aşağı için yukarısı da gizli ve karanlıktır; korku ve kaygıya neden oluyor. Böylece iktidar, toplum için karanlık bir giz oluyor, bu durum toplumun o karanlık karşısında korkmasına ve nasıl bir tavır ortaya koyacağının bilinmemesine sebebiyet verir. Foucault güçten söz ettiğinde onu yalnız başına ele almıyor. Bu dikkatimizi toplumsal unsurların üzerine çekiyor ki, gücün oluşmasında rol sahibidirler.

Daha öncede ondan bahsettiğimiz gibi, güç bir toplumsal ağdan çıkıyor ve kendisini birey üzerinde dayatıyor. Bunun için gücün bilimle olan ilişkisinden söz ediyor. Foucault’un bakış açısına göre; bilim yoğun bir biçimde iktidarla iç içe olmuş ve ona hizmet etmektedir. Bir başka anlamda nerede iktidar varsa, bilim de oluşuyor. Bu bakış açısına göre beşeri bilimler iktidar ağları içinde şekillenmişler ve aynı zamanda teknolojinin güç kazanması da bununla bağlantılıdır. Gerçekten Foucault iktidar ve bilim arasındaki ikili ilişkileri göstermek için büyük çabalamıştır. Bu tarzla hakikat sistemi ve modern toplumsal bilimin iktidarcı özelliğini göstermek istemiştir.

 

Beden İktidar için Dayatma Alanı Gibi

Biz bireyi kontrol altına almak isteyen bir sistemle karşı karşıyayız. Mitolojilere göre insan tanrının eseridir ve eğer onun egemenliği altında olmasa, yaşamını sürdüremez. Yani Tanrı mutlak sahiptir ve ne isterse yapabilir. Ki İbrahimi dinler devamlı bundan söz ederler; eğer insan tanrının yasalarına karşı itaatsizlik yaparsa, işkenceyle karşı karşıya geleceğini ve bu işkencelerinde yakma ve öldürme şeklinde olduğunu ve insan bedeni üzerinde gerçekleştiğini bilmelidir… Göz göze karşı, el ele karşı bunların tümü Tanrının kula kestiği ceza şekilleridir ve Kutsal kitaplarda da bundan bahsedilmektedir. Burada söz konusu olan tanrının insan bedeni üzerindeki mutlak hakimiyetidir.

Foucault gözetleme ve ıslah etme sisteminden söz ettiği zaman; bedenin nasıl zamanla iktidarın dayatmalarına konu olduğunu söyler, ve artık bu dayatmanın fikir aşamasında evrildiğinden söz eder. Foucault’un çabası odur ki; her ne kadar uygulamada iktidarın dayatmaları değişse de, muhtevanın değişmediğini göstermektir. Şimdi işkencenin ortadan kalkması (tıpkı genel bir tiyatro gibi), bir yere kadar gizli kalması istenildiği içindir. Belki zamanında var olan gizlilikten geniş bir şekilde bahsedildiği içindir. Yankısı çok fazla olduğu ve gereğinden fazla abartıldığı içindir. Hakeza hümanist anlayışın gelişmesi ile bağlantılıdır.

Ceza reformu ve cezaların eşitlenmesi eğilimi için temel özelliklerinin tanımlanması 19. Yüzyılda gündeme gelmiştir. Bu noktada oluşan değişikliğin önemi bizim için ortaya çıkmış olacaktır. Biz şimdi şiddetin gizlisiyle karşı karşıyayız. Bu iktidarın toplum üzerindeki şiddet ve zulmünün sona erdiği anlamına gelmiyor, aksine sadece bir gizlilik ve maskeleme biçiminde sürdürülüyor. Foucault kendi araştırmalarında bu sorunun cevabını arıyor ve ona bir cevap bulmak istiyor. O yaklaşımlarla alakalı suç ve ceza olgusuna bakıyor. Gerçekten de niye böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyuldu? Daha öncesinde devrede olan suç ve cezanın mantığı fonksiyonunu yitirdi mi? Neden değişikliğe gidildi? Bununla alakalı araştırmasını recm, kamçı ve idam cezası ki, İslami ülkelerde halkın önünde açık seçik gerçekleştiriliyor. İran›da halkın önünde gerçekleşen idam cezası, Afganistan›da Taliban iktidarı altında yapılanlar ve Arabistan da suçluların el ve ayaklarının kesilmesi bir gövde gösterisi değil midir? Bu aynı zamanda Foucault’nun suç tarihiyle alakalı araştırmasının da tartışılmasıdır. O, bu konuyu yasa ve iktidarın meşruluğu bağlamında ele alır ve aralarındaki bağa vurgu yapar.

Unutma diye bir lüksümüz yok, ki Foucault bunu tartışmaya açtığı zaman; tarihi yorumluyor ve burada kralın iktidarı ve insan bedeni üzerinde hakimiyet mücadelesine ışık tutuyor. Burada şu noktaya dikkat çekiyor; suç olmadan ceza belirlenemez. Aksine kralın heybeti ne kadar fazla ise, iktidar aşaması onun egemenlik sınırları çerçevesinde daha fazla genişliyor. Bu da cezanın suçla aynı oranda verilmemesine neden oluyor, adalet söz konusu olmuyor ve cezalandırmak da kralın heybetinin iadesi içindir. Her ne kadar suçlunun işkenceye uğrayacak bedeni korkuya neden olsa da, daha fazla gücün iadesi anlamına geliyor. Kral herkesi kendi malı ve mülkü gibi görüyor ve kendi iktidarını sınırsız bir şekilde gösteriyor. Eğer bu böyle devam ederse padişahın heybetiyle oynama anlamına geliyor. Toplumu da o oyunun bir parçası yapıyor ve halkı öç almaya teşvik ediyor. Bu iki amaçla yapılıyor:

Birincisi, halk ve padişahın dengelenmesi, öç almada yardım etsinler diye halkı buna dahil ediyor. Padişahın heybetine yapılan her çeşit saldırı halkın heybetine yapılmıştır diyor ve onlarında öç almada sorumlu olduğunu belirtiyor. İkincisi; bu gösterideki amaç toplumun içinde korku geliştirmektir. Yani burada suçlunun bedeni; kralın yani iktidarın demir pençelerini sınadığı bir alan olmaktadır. Beden düşmanı korkutmak için bir alandır. Böylece şu mesaj verilmek isteniyor; eğer siz padişahın heybetine saldıracak olursanız, böyle bir cezayla karşı karşıya kalırsınız. Gösteri şekli ne kadar uzun ve acı dolu olursa, halk üzerindeki etkisi o kadar büyük olur ve bunun sonucu kendilerini her türlü suç yapmaktan alıkoysunlar. Foucault araştırmalarının devamında şu sonuca ulaşıyor; bu doğrultuda toplumu değişikliğe doğru gitmektedir. Foucault, şuna işaret ediyor; eskiden suçlu olan birinin halk önündeki cezalandırılması kralın iktidar gösterisine neden oluyordu, fakat şimdi durum farklıdır. Çünkü bu yöntem eskisi gibi halk üzerinde etkide bulunmuyor. Aksine suçluya karşı yapılan şiddet, cellat ve suçlunun yer değiştirmesine neden oluyor. Başka bir anlamda söylemek gerekirse; bu oyunda, meydanın kahramanı suçlu gösterilen kişi oluyordu. Halkın bağlılığı suçlunun lehine gelişiyordu ve kral celladın şahsında halkın kin ve nefretine mazhar kalıyor.

İşlevcilik teorisinin amacı toplumu değiştirmek değildir. Belki de bu konu üzerinde, yani her sistemin ya da her kurumun bu çerçevede kalarak nasıl bir etki ve fonksiyona sahip olduğu üzerinde durmak istiyor. Aynı zamanda bunun siyasi yönüne işaret ediyor ki, siyasi iktidar, kendini korumak için mevcut yöntemleri nasıl kullanıyor? Kendi siyasi yaklaşımlarını nasıl düzenliyor? Foucault suçlunun cezalandırma tiyatrosunun bitişine dikkat çekiyor ve eskisi gibi suçlu halkın gözü önünde işkenceye uğramıyor; el ve ayakları ata bağlanarak dört parçaya bölünmüyor. Fakat bu iktidarın topluma olan bakış açısının değiştiği anlamına gelmiyor vurgusunda bulunuyor. Bunun halkın üzerindeki kontrolünün azaldığı anlamına da gelmiyor.

Aksine sadece kontrol etme yönteminde değişiklik oluyor. Ona göre, biz 18. Yüzyılda değişik terbiye etme tarzlarıyla karşı karşıya geliyoruz. Şimdi terbiye etme insan bedeni üzerinde daha fazladır. Günümüzde sadece insan fiziği cezalandırma odağında yer almıyor. Bir başka deyişle daha önce insan fiziği soruşturmaya tabi tutuluyordu ve işgale uğruyordu. Şimdi ise ıslah etme başka şekilde yürütülüyor. Örneğin tutuklama fiziğin sınırlandırılması oluyor. Gerçekten hareketi fiziki sınırlandırma durumu-ki insanın en temel hakkıdır fiziki hareket-tutuklama yoluyla bu hak kişinin elinden alınıyor. Böylece sadece beden işkenceye maruz kalmıyor; işkence daha çok fikir konusunu içeriyor. Yani özgürlüğü elinden alınıyor ve ona el konuluyor. Burada esaret altına alınan doğrudan fikrin kendisi oluyor. İşkence objektif bir biçimde yer değiştiriyor ve başka bir boyuta evriliyor.

İtalyan düşünür Cermi Agamben -ki Foucault’an etkilenmiştir- siyaset, yasa, edebiyat teorisi vb. gibi çeşitli konular üzerinde çalışmıştır. O Homosakir’den bahsediyor ve bu konuyu Hannah Arendt ve Foucault’un bakış açısıyla tartıştırmaya çalışıyor. Kitap, Homosakir; egemen iktidar ve çıplak yaşamla başlıyor ve Bedenlerin Çalıştırılması 2017 yılında bitiyor. O, kitaplarında Arendt ve Foucault’nun beden yani fizik üzerindeki bakış açısını da tartıştırmak istiyordu. Agamben askeri kamp Aşoyests, Yahudilerin konulduğu cezaevlerini ve yakılmak üzere fırınlara götürülmeleri incelemek ve açıklamak istiyordu. Aynı zamanda Guantanamo cezaevi hakkındaki araştırmalarında siyasi iktidar ve bu iktidarın suçlu görülen kişilerin bedenleri üzerindeki yansımalarını incelemek için, Foucault’un yöntem etimolojisine dönüş yapıyor: “Benim konuşmalarım Guantanamo’nun şu an ki durumu üzerinedir; eğer gerçekten de yasal bir dille konuşmalarını istiyorsak, belki onların içinde bulunduğu koşulları ve Nazi askeri kamplarında kalanların durumlarını karşılaştırmamız gerekiyor.” diyor. Guantanamodaki siyasi tutsaklar savaş esirleri statüsünden de muaf tutulmuşlardır; gerçekten de hiçbir yasal statü yoktur. Bunlar şimdi çıplak bir iktidarla karşı karşıya kalmıyorlar, onların hiçbir yasası yok. Başta Nazi kamplarında kalan Yahudilerin her çeşit ulusal ve tüm yurttaşlık haklarından yoksun kalınması gerekiyordu ve sonradan da artık Yahudiler, yasal vatandaş olmadıkları için yasal suçlu kapsamından çıkartılmışlardır.

Burada açık bir şekilde şuna dikkat çekiyor; siyasi iktidarın nasıl cezalandırmalı şekli üzerinde etkisi var ve kendi cezalandırma sistemini çıkarları doğrultusunda nasıl değiştiriyor? Burada bize cezalandırma fonksiyonu iktidarın varlığı için esas alınıyor demek isteniyor. Foucault, Gözetleme ve Islah Etme kitabında cezanın analizini yapıyor, aynı noktaya dikkat çekiyor ve ceza ile yasaların dengeli olmadıkları kanısındadır. Aksine iktidarın kalıcı olmamak için ceza sistemi arasında sert bir ilişki kurmaktadır. Günümüzde iktidar rejimi için aynı formül esas alınıyor. Örneğin toplum içerisinde büyük suçlar işleniyor, fakat kulak ardı edilebiliyor. Çünkü iktidar için bu durum risk oluşturmuyor. Fakat tersi durumda biri bir şey yaptı mı, iktidar onu kendisi için tehlike olarak ele alıyorsa ağır cezalarla karşı karşıya bırakıyor. “Her asayiş konusunun arkasında bu siyaset gizlidir: Gerek yönetim gerekse de idare yoluyla iktidarın kalıcı kılınması. Foucault 1968 yılında Dofrans Kolejinde verdiği derslerinde asayişin (güvenliğe dayalı sistemin) nasıl 18. Yüzyıl iktidar için temel yönetim biçimine dönüştüğünü irdeler. Farinsav Kine, Jan Torgo ve diğer fizyokrat siyasetçilere göre güvenlik, açlık ve yoksulluk anlamına gelmiyor.” Agamben aynı düşünceye dönüş yapıyor. Foucault, iktidar özel bir kaynağa sahip olmadığı için bireysel bir konu değildir. Belki de iktidar ilişki ağına bağlı bir güç oluşturuyor. Biz bu şekliyle iktidarın sistem çerçevesinde kurulduğunu söyleyebiliriz ve bu haliyle toplumu yönetiyor. Şimdi iktidarın iyi yanı veya bir güç ya da onun vahşi yanıyla ilgili değerlendirmemiz bir şeyi değiştirmiyor. Foucault bu haliyle genel asayiş ve dayatılan düzeni iktidarın resmi yasası olarak karşıtlaştırıyor. Bakış açıma göre her iki konu yani hem yasa ve hem de yasanın yoksunluğu-ve ona karşıt yönetim tarzı-her ikisi de birbirini bütünleyen bir noktadadır. Benim çabalarım, bu sistemin niteliğinin anlaşılması içindir. Niçin olduğunu biliyor musunuz? Fransızcada bir söz vardır (ki Karl Smith zor meselesi ile bağlantılı olarak ondan bahsediyor); kral iktidardır, fakat iktidarcılık yapmıyor. Bu iktidar sahibi ve iktidar ikileminin aynısıdır. Walter Benjamin, emir vermek ve idare etmek ikilemini bu konunun iki tarafına koymuş. Anlamak için tarihten kopmak gerekiyor, her şeyden önce her iki ikilemin ilişkisini anlamak gerekiyor.

 

Panopticon Bakış ve Kişinin Benliğinin Sınırlandırılması

Foucault önemli bir konudan söz eder; o da insanın nasıl kontrol altına alındığıdır. Burada sistemin insanı kontrol altında tutmak için başvurduğu yol ve yöntemlere bakmak gerekir. Öncesinde insana fiziksel bir bakış söz konusuydu ve bu temelde sisteme hizmet etmesi öngörülüyordu. Şimdi insanın bir düşünsel enerjiye sahip olduğu değerlendirilip bu temelde kontrolü amaçlanmaktadır. Bu konu Foucault’un tarihsel düzlemde araştırma konusu yaptığı ve tartışmak istediği bir konu oluyor. ‘panopticon yaklaşan bir sınav gibidir.’[1] ‘Panopticon ilişki ağıyla gözlem altında tuttuğu insana önemli bir etkide bulunur. Bilimsel alandaki gelişmelerin tümü iktidarın egemenliğini daha da tahkim etmek için kullanılır.’[2] Esasında Panopticon sisteminde birey uzun vadeli olarak esir alınmıştır fakat bunun farkında değildir, nöbetçilerini görmeye gücü yetmemektedir. Bu da gösteriyor ki, Panopticon sistemi oldukça inceltilmiş bir insanı kontrol mekanizmasıdır. Bu aşamada kişinin kendine özgü bir yaklaşımı, tutumu yoktur. İktidar tamamen çıplak bir bireyi oluşturma peşindedir. Otopsi gibi tüm insan bedenini inceleme altına alan bir sistemden söz ediyoruz. Buradan Foucault’un soybilim yaklaşımına bakabiliriz.

Artık burada sadece bedenle-fizikle işimiz yoktur. Bu noktada karşımızda kendi özgünlüğünü tümden yitirmiş, çıplak bir birey ile karşı karşıyayız. Özgün bir duruşu, tutumu bir yana kendine özgü bir düşüncesi de yoktur. Hepsi kontrol altındadır. Burada fiziki kaba işkence ile yüz yüze değiliz. Bu konuda Foucault soru sorar: Eğer beden kaba zor ile karşı karşıya değilse, ne engel oluyor ki, pençelerini-tepkilerini göremiyoruz. Başka bir deyişle işkence ve zor dışında bireye nasıl bir yönelim var ki, onun kalp, düşünce, irade ve tercihlerini etkiliyor?

Mabli’nin deyimiyle ‘Eğer bu biçimde konuşmaya devam edersek, verilecek ceza beden üzerinde değil de ruh üzerinde etkili olabilir.’[3] Panopticon’dan söz edince Jeremy Bentham’dan söz etmemek olmaz. Ki, o bu çerçevede bir hapishane inşa etmiş ve Foucault da ona atıfta bulunmuştur. Jeremy Bentham’nin bahsettiği hapishane diğer cezaevlerinden üç yönüyle farklılık arz eder.

1-Gizlilik

2-Güneş ışınlardan yoksun kılma

3-El ve ayakların zincire vurulması

Jeremy Bentham için önemli olan birinci maddedir yani gizlilik hususu. Burada merkezi bir kule yoluyla gözlem altında tutulan bir cezaevi görürüz. Bu kule tüm hücreleri görüyor fakat tutuklular ve gardiyanlar onu görmüyor. Bu gizli kontrol sisteminin temeli oluyor. J. Deleuze ‘Panopticon iktidarın elindeki bir fotoğraf makinesidir, Panopticon iktidarın kafasındaki ütopyanın fotoğrafıdır’[4] Açık ki, bu gözetleme sistemi mitolojideki ‘tanrının gözü’ metaforuna çok benzer. Ne tesadüf ki, dünyadaki tüm istihbarat örgütleri bu göz sembolünü kullanır. Yani ‘tanrının gözü’nün devletleşmeyle doğrudan bağı var. Devlet ne kadar güçlenirse o ölçüde toplum zayıflıyor ve kendi değerlerini kaybediyor. Birey daha fazla devletin kontrolüne giriyor. Foucault’un özellikle dikkat çekmek istediği husus, şiddetin yol ve yöntemlerinin değişmesi konusudur. Eskiden kaba zor yoluyla yapılan saldırılar bugün inceltilmiş bir biçimde yapılmaktadır.

Foucault burada adı geçen kurumlaşmalardan söz eder ve bunların devletin yargı sistemiyle nasıl birlikte hareket ettiklerini ve bireyi nasıl yedeklediklerini dile getirir. Bahsi edilen kurumlar kışla, okul ve tımarhane-hastanedir. Bu kurumlarda tümüyle sisteme teslim olmuş bir birey inşa edilmektedir. Başka bir deyişle bireyi uyuşturarak kendine bağlama kurumları olmaktadır.

‘Askeri kamp iktidarın merkezlerinden biridir. Burada görülüyor ki, askerler üzerinde nasıl bir hakimiyet inşa ediliyor. Üst düzeyde bir gözetleme sistemi ki, hem içerdekileri tümüyle teslim alıyor hem de dışarıda kalanlara korku salıyor.’[5] Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, iktidar kendisini yeniden yeniden oluşturan bir yapıya sahiptir. Buna göre tüm kurumlar arası işleyişi sağlayan bir mekanizma vardır.

Foucault bu noktada disiplinin güç-hakimiyet oluşumundaki rolüne vurgu yapar. İktidar kurduğu disiplin ile parçalı-dağınık haldeki enerjiyi toplar ve hizmetine koyar. Foucault bir adım daha ileri gider ve bir aşamadan sonra iktidarı da bu mevcut disiplin yürütür der. ‘Disiplini sadece bir kurum ya da yapı olarak ele almak yanlış olur. Disiplin iktidarın bir parçasıdır, iktidarın kendisini hakim kılmasının bir aracıdır. Öyle bir araçtır ki, tüm yol ve yöntemleri, en ileri düzeyde kendinde barındırır. Disiplin iktidarın bir formudur, bir teknolojidir, yeni bir eğitim sistemidir. Gerek eğitim sistemiyle gerekse hastane vb. kurumlaşmalarla toplum üzerinde kendisini farz kılan bir yapıdır.[6]

 

Disiplinin Gelişiminde Kurumlaşmanın Rolü

Disiplin konusuna giriş, öncelikle disiplinin oluşum merkezleri olan kurumlara bakmakla olabilir. Bu kurumlar kendilerine uygun bir inşa faaliyeti içindedirler. Her düşünce kendine uygun bir tarz ve mimari içindedir. Ortaçağda feodal düşüncenin ağırlığını görürüz. Tarihsel olarak dini düşüncenin mimariye de etkisi olmuştur. Diğer düşüncelerin olduğu gibi. Kuşkusuz, her düşüncenin kendine özgü tarzı olmuştur. Bu kurumların hepsinin de başat amacı bilgi toplamaktır. Bu biçimde bilgi tekeli oluşturuluyor ve tek tip bir kişilik şekillendiriliyor.18. ve 19 Yüzyıldaki pozitivist bakış açısı hem topluma bakışı etkiledi hem de siyasete yön verdi. Bu bakış açısı tek renk, tek tip bir toplumun oluşmasını ve kontrol altında tutulmasını beraberinde getirdi. Kışla, hastane, okul kurumlaşması, belli bir yaşam biçimini topluma dayatırlar. ‘Göz önünde olan gerçek: Avrupanın 18 ve 19 Yüzyılda kavramlaştırdığı hapishanenin sayıca ve kapsam olarak büyümesidir. Bu kitap eski katı rejimler ile iktidarın toplum üzerinde daha yumuşak yöntemler ile uygulamaya çalıştığı mekanizmayı konu ediniyor.

Kaba güçten kısmen uzaklaşmış ve yumuşak güçle sonuç almak isteyen bir güçten söz ediyoruz. İktidar, devlet ile birey arasında bir oyun oynamaktadır.’[7] Foucault şunu söyler; ‘Hem kapalı kurumların hem de bu sisteme bağlı kurumların tümünde yer alanlar özünde düşünce ve beden olarak kontrol altındadırlar ve sistem buna göre örgütlendirilmiştir.’[8] Foucault 1970’de iktidar üzerine araştırmaya başlar. Bu araştırmalar 1968 öğrenci hareketinden sonra olur. Bu dönem Avrupa’da mevcut moderniteye karşı, özellikle de okul, şirket, kışla ve hastane sistemine karşı gelişen hareketlerin olduğu bir dönemdir. Başka bir deyişle öğrencilerin sisteme başkaldırdığı, sisteme karşı öfkeli oldukları bir dönemdir. Bu dönemde Foucault’un da bahsini ettiği disipline karşı bir hareket söz konusudur. O da bundan sonrasında iktidarın soykütüğünü araştırmaya koyulur. Bu kurumların iç yapısına dönük incelemeler yapmaya başlar. Ki, bunlar iktidarı ayakta tutan temel kurumlardır. Bahsi edilen kurumların nasıl kurulduğunu, öğrenciler, hastalar ve askerler üzerindeki etkilerini araştırır ve bunların topluma nasıl etki ettiğine bakar. Foucault burada öznenin varolan bu kontrol düzenindeki yerini sorgular.

Foucault disiplin kavramını 19 Yüzyıldaki bu değişim dalgasının insana etkileri bağlamında ele alır. Psikoloji bilimindeki gelişmenin mevcut disipline etkilerini araştırır. Foucault burada insan üzerindeki mühendislik faaliyetinden söz eder ve bireyin ortopedisini tanımlar. Artık şüpheliye toplum düşmanı gibi bakma yoktur. Yoldan çıkmış bir kişi olarak bakılır ve nasıl düzeltileceğine kafa yorulur. ‘Bizim toplumumuzda öğretmen-yargıç, doktor-yargıç, eğitmen-yargıç sistemi vardır. Bunların tümü bir arada yasaların birliğini oluşturur ve hakim kılar’[9] Anlaşılıyor ki, bu kurumlaşmaların temel amacı itaatkar bir birey yaratmaktır. Sistem bu kurumları oluşturur ve kendi yasaları çerçevesinde bunları işletir. Buralardan çıkan kişiler-hastane, okul, tımarhane vb.-sistemin amaçları doğrultusunda hareket etmeleri için eğitilirler. Unutmayalım ki, bugün bu kurumlar çok yaygınlaşmıştır. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte artık bu kaba kurumlaşmanın yerini farklı mekanizmalar almıştır. Fakat kontrol ve denetim sistemi çok daha kapsamlı bir hal almıştır. Kameralar yoluyla sadece hapishanede değil, yaşamın tümünde birey gözlem altındadır. George Orwell’in 1984 adlı romanında belirttiği üzere tüm yaşam kontrol altındadır. Bir diktatöryal rejim inşa edilmiştir. Kamera, monitör vb. eliyle birey tümden denetime alınmıştır.

 

Sonuç Olarak;

Güç ve suç, güç ve disiplin arasındaki karışık ilişki suç tanımı ve nasıl bir ceza konusunda yargısal bazı gelişmeleri beraberinde getirmektedir. Biz iktidarını hakim kılmak isteyen bir kurumsallaşmalar ile yüz yüzeyiz. Bu gücün sert ya da yumuşak bir tarzla kendisini dayatmasının anlamı yoktur. Amaç sisteme hizmet eden itaatkar bir birey yaratmaktır. Bu birey objektiftir. Foucault bunu soy bilim ile açıklamaya çalışır ve şöyle söyler; tarih boyunca insana dönük işkence, kötü muamele vb. saldırılar oldu, bunların yol ve yöntemi değişti fakat insanın özgürlük ölçülerinde bir gelişme olmadı. İşkence ve zorun her türlüsünün yumuşatılması insana daha fazla hakim olmak içindir. Bir dönem cesetler suç olarak görülüyor ve onlara dahi işkence yapılıyordu.

Aynı şekilde egemene karşı yapılan en basit suçlar dahi, hegemonyayı sarstığı için en ağır cezalar ile karşılanıyordu. İnsana bakıştaki değişim, insan düşüncesindeki değişim, üretim süreçlerinin farklılaşması, burjuvazinin gelişimi ve yaygınlaşmasıyla birlikte suç ve ceza ilişkisi de değişti. Öncesinde adalet sistemi, işkence ve terbiye etme mekanizmasına dayanıyordu ve bu biçimde toplumu korkutarak ders verdirmeyi amaçlıyordu. Bu sayede padişahın-sultanın hükümranlığının zayıflamaması isteniyordu. Toplumu korkutarak sindirme senaryosu kuşkusuz sadece ceza verme ile sınırlı değildir. Bunu sonrasında şehirlerin kuruluşunda, mimari örneklerinde görmek mümkün. Şehirlere yakın yapılan kışlalar, hastaneler, hapishaneler buna iyi birer örnektir. Bununla topluma eğer kurallara göre hareket etmezseniz, sizi itaatkar birer birey haline getirecek merkezler vardır denilmek istenir. Hapishaneler yoluyla isyankar bireyin terbiye edilip sistemin hizmetine girmesi salık verilir. Diğer kurumlarda aynı şekilde rol oynar. Şüphesiz, Ceza yöntemlerinin değişmesi özgürlük anlamına gelmez. Bunlar tümüyle bireyi nesneleştirmek için izlenen farklı yollardır. Foucault bir araştırmasında önemli bir konuya işaret eder; iktidarın diğer alanları nasıl yargı-adalet sistemi ile işbirliği içinde hareket eder. Toplum bireyleri bu yeni disipline-rejime göre nasıl eğitilmelidir? Bu amaçla tıp, psikoloji ve sosyoloji bilimi yargının ortağı haline gelirler.

Aynı şekilde sucun zaman ve mekana göre değişiklik arz ettiği dile gelir. Bu daha önce ağır ceza gerektiren bazı suçların artık o kategoride ele alınamayacağını ifade eder. Bu tamamen güçle alakalıdır. Örneğin bir dönem zina bir suç olarak görülüyor ve bu suçu işleyenler recm cezasına çarptırılıyordu. Fakat günümüzde bu durum bir çok yerde fuhuş kapsamında ele alınıp ceza kapsamına alınıyor, bununla da yetinilmeyip seks endüstrisinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. Buradan da anlaşılıyor ki, iktidar kendi ihtiyaç ya da doğruları temelinde suç kategorileri belirliyor.

Okul, hapishane, kışla vb. üzerinden şekillendirilen disiplin mekanizması esasen iktidarın kendi düşüncesini topluma dayatmasından ibarettir. Çünkü bu kurumlar topluma herhangi bir katkı sunmadıkları gibi başından itibaren devleti güçlendiren ve iktidara hizmet eden kurumlar olmuşlardır. Burada sistemin kural ve kaidelerini kabul etmeyen birey, adeta kendi zincirlerini koparmış, her türlü vahşeti yapacak bir kişi olarak görülür. Bunda birinci amaç sistem dışına çıkmış bu ‘vahşiyi’ hemen kafese kapatmaktır.

Bu çelişki tarih boyunca devlet ile toplum arasındaki temel çelişki olmuştur. Bu noktada Lafalanj’a kulak vermek iyi olacaktır. Ki, onun görüşleri daha sonrasında anarşist manifestoya kaynaklık etti. ‘o çok iyi hissediyor ki, işçi ve öğrenciler köledir, ağır birer köle… o çok iyi biliyor ki, var olan disiplin ile onu özgürlüğe götürecek bir hareket yoktur… o özgürlüğü seçiyor…’[10] Görüyoruz ki, iktidar devlet sistemi tarih boyunca toplumu ve bireyi kendi doğruları temelinde terbiye etmek istemiştir. Bunun için bir çok yola başvurmuş ve böylece insanı ‘yabanilikten’ kurtarıp medenileştirdiğini dile getirmiştir. Fakat buna karşı toplumda kendi varlığını korumak, öz değerleri ile yaşamak için her daim bir direniş içinde olmuştur.

 

 

 

*Farsçadan çeviren; Cafer İbrahimi
[1] Foucault, Hapishanenin Doğuşu
[2] Foucault, Hapishanenin Doğuşu
[3] Foucault, Hapishanenin Doğuşu
[4] Peter Millar-Nesne, işgal ve güç
[5] Foucault, Hapishanenin Doğuşu
[6] Foucault, Hapishanenin Doğuşu
[7] Alternatif tarih konulu makale: Chriss Filo tarafından yazılmıştır.
[8] Alternatif tarih konulu makale: Chriss Filo tarafından yazılmıştır.
[9] Foucault, Hapishanenin Doğuşu
[10] Foucault, Hapishanenin Doğuşu

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.