Düşünce ve Kuram Dergisi

Değişen Sınıf Yapısından Değişen Sınıf Mücadelesine

Sezai Temelli

 

“Bizi özgür kılan hakikat, duymak istemediğimiz hakikattir”
Sebastian Agar

 

A.Sınıf Yapısının Yeni Hali

Komünist Manifesto’nun başlangıcında “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” sözü Marks’ın düşünsel sistematiğinin analitik önceliğini bize göstermesi açısından önemli bir başlangıç sözüdür ve tüm çalışmalarında bu öncelik hiçbir zaman yerini terk etmemiştir. Bu öncelik bir yanıyla bilimsel-tarihsel yaklaşımının temel analizi olarak sınıfları almasını, diğer yanıyla politik-toplumsal süreç olarak sınıfları tanımlanmasını ve buna bağlı olarak da sermaye birikimi/sınıf mücadelesi dinamiklerini bu temelde ele alıp incelediğini açıklaması açısından kritik belirleyicidir. Sınıf analizi tüm tezlerinin neredeyse merkezini oluşturur. Bunun temel nedeni ekonomi politiğin eleştirisini dayandırdığı sermaye birikim süreci çözümlemesidir. Sınıflar, kapitalist sistemin işleyiş dinamiğinin belirlenmesinde, sermaye birikim sürecinin üç ana momentinde oynadığı rolle bu analitik önceliğe kavuşur. Bunlar üretim, realizasyon ve revalorizasyon süreçleridir. Üretim artı değere el koyma sürecidir, realizasyon-gerçekleşme, metaların üreticiden tüketiciye geçmesidir. Revalorizasyon ise yeniden değerleme aşamasıdır, artı değerin yeniden üretim faaliyetine katılmasıdır.Marksist sınıf analizini diğer tüm tabakalaşma kuramlarından ayıran en temel özelliği bu sınıf analizine verdiği önceliktir. Marksizm’in iki sınıflı toplumsal analizi, soyutlaması, burjuvazi ve proletarya özelinde ortaya koyduğu yaklaşım kapitalist sistemin üretim ve bölüşüm algoritmasının simbiyotik ilişkilenmesiyle de doğrudan alakalıdır. Marksizm’de kapitalist sistemin artığa el koyma ve bunu yeniden üretim sürecine aktarma dinamiği toplumsal süreçlerin en önemli belirleyicisi olarak ele alınır. Bu yöntem diğer tüm tabakalaşma kuramlarının önüne geçmesine, toplumsal olanla siyasal olanın bağdaşık açıklanmasına büyük katkılar sunmakla birlikte ikili sınıf eksenli ve mekânsız soyutlamanın, çözümlemenin yetersiz kalmasına yönelik eleştiriler de bilimsel ve politik dünyada hep söz konusu olagelmiştir.

Kapitalizm öncesi toplumların sınıf yapısı, bunun kapitalist topluma olan yansımaları ve kapitalist toplum içindeki gelişimleri bu ikili sınıf analizi açısından bakıldığında kısmen tarihselliğin ihmal edildiği, yeterince analize dâhil edilmediği eleştirileri önemli bir tartışma başlığı oluşturmaktadır. Katı olan her şeyin buharlaşması kapitalizmin tüm baş döndürücü gelişmelerine rağmen tam anlamıyla gerçekleşemediği gibi, kapitalist üretim sürecinin kendi yaratmış olduğu katılıkların geçmişin mirasıyla olan bağı da toplumsal süreçler açısından önemli bir belirleyici dinamiktir. Diğer taraftan üretimin karmaşık gelişim dinamiği ve ortaya koyduğu teknolojik performans işçi sınıfının homojen bir yapıya evrilmesinden çok farklı tabakalaşma formlarının üretilmesine de neden olmuştur. Artı değere el koyan bir üretim algoritmasının ötesinde sistemik bir bütünsellikle politik-toplumsal olanı belirleyen bir üretim ve bölüşüm devinimi, realizasyonun finans kapitalin hâkimiyetiyle birlikte giderek gerçek metalardan finansal araçlara yönelmesi, revalorizasyonun ise kredi-borç zemininde biçimlenmesi fabrika içi ilişkiler içinde biçimlenen kapitalist toplum ilişkilerini çok daha karmaşık ilişkilerin açığa çıktığı politik-toplumsal alana taşımıştır. İki sınıflı modelin mabedi olan fabrikanın çökmesi, post endüstriyel dönemin özellikleri, iletişim, bilişim alanındaki gelişmeler, habitusun fabrika özeline indirgenemeyecek bir alana sıçraması Marksizm içi tartışmaların, özellikle sınıf tartışmalarının hem akademik dünyada hem de politik alanda yoğun yaşanmasına neden olmuştur. Doğal olarak da sınıf analizi üzerine tartışmaların yoğunlaşması, sınıf yapılarının ve sınıf mücadelesinin farklı zaman döngülerinde yeniden ve yeniden yorumlanması Marksizm tartışmalarının neredeyse merkezine oturmuştur. Sınıf analizi kuşkusuz kapitalist sistemin anlaşılabilmesi, çözümlenebilmesi ve aşılabilmesi adına hala baş köşede oturuyor. Kapitalizmin gelişimi ile toplumsal süreçlerin ve tabakalaşmanın karmaşık gelişimi analize olan farklı eleştirileri karşımıza çıkarsa da tüm bu gelişmeleri çözümleme açısından olsun, kapitalizm sonrasına dair politik-toplumsal öngörülerin biçimlenmesine katkı yapma yönünden olsun hala en güçlü yöntem olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Öncelikle, sınıf analizini hem burjuva hem de geniş anlamıyla işçi sınıfı içi gelişmeleri görmeksizin ortodoksinin yaklaşımıyla ele almak analizin tüm açıklayıcı niteliklerinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Makro düzlemin mikro temellerden kopukluğu başta olmak üzere sınıf yapısından sınıf oluşumuna, sınıf bilincinden sınıf mücadelesine kadar sınıf analizinin farklı çalışma başlıkları için taşıdığı kompleks ilişkileri görmeksizin bir tartışma yürütmek bilim dışı bir anlayışa sürüklenme tehlikesini taşımaktadır. Ayrıca sınıflı toplumun sınıf içi gelişimleri ve bunun sınıf yapısını dönüştürücü etkisi ve tabakalaşmaya bağlı yeni ilişkilerin ortaya çıkması ile bunun sınıf mücadelesinin yeni formları etkileme kapasitesi her şeyden önce kapitalizmi aşma konusunda kritik öneme sahiptir.

Burada tartışmanın en kritik başlığı eşitsizliğin nasıl yeniden üretildiğine yönelik yaklaşımlardır diyebiliriz. Ekonomik olanla toplumsal olanın ayrışması ya da bunların bütünleşik olarak ele alınması konu açısından önemli bir etkiye sahiptir. Eşitsizliğin kaynağı nedir, yoksulluk ve zenginlik neye göre belirlenir? Klasik Marksizm eşitsizliğin yeniden üretildiği alanı ekonomik alanda, üretim ilişkilerinin içinde, artı değere el koyma aşamasında belirler ve emeğin sömürüsü bu anlamıyla sistemin kendisini genişleyen bantta yeniden üretebilmesi adına temel belirleyicidir. Artı değerin yegâne üretici gücü olan emeğin üretici bir makineye dönüşmesi ve kontrolü kapitalist sistemin devamı adına kaçınılmaz bir gerekliliktir. Sömürü bu haliyle temel eşitsizliğin kaynağıdır ve kapitalist sömürü artı değer üretimiyle aslında eşitsizliğin her seferinde yeniden ve genişleyerek üretilmesiyle yaratılır. Meta üretimi artı değerin kendisini içinde saklayabileceği şeydir ve bunun ancak bir mübadele değeri olduğu sürece piyasada realizasyonu gerçekleşebilir. Emeğin boyunduruğu hem üretim hem tüketim süreçlerinde böylece sağlanmış olur. Genişleyen yeniden üretim ise her seferinde biriken artı değerin sermaye mallarına dönüşmesi ile sağlanırken, büyüyen sermaye daha fazla sömürüye, yani artı değere ihtiyaç duyacaktır.

Bu şematik yapı bizi üretken emekle sınırlı bir toplumsallığa götürür. Üretken emeğin dışında kalan tüm toplumsal unsurlar kapitalistleşme sürecine tabidir ve tarihin gelişimi bu anlamıyla doğrusal bir seyir izleyecektir. Oysa eşitsizliğin üretilmesi sadece üretim aşamasında değil toplumsal düzlemde de gerçekleşmektedir ve sadece kapitalist toplumlara özgü değil, kapitalizm öncesi veya kapitalizmin farklı formlarını taşıyan yapılarında da, reel sosyalizmde de görülebilen bir gerçekliktir. Toplumsal eşitsizliğin yegâne kaynağı üretim süreçleri değil, toplumsal üretim ve bölüşüm süreçlerinin de kapsayacak bir düzlemde karşımıza çıkmaktadır. Bu düzlem sınıf içi, sınıfla olan ilişkilenme sürecinde ve sınıf dışı olmak üzere üç farklı kümelenmeyle kendisini gerçekleştirir. Yine Marks’ın kapitalist üretim bir sosyal formasyondur yaklaşımı aslında toplumsal olanla ekonomik olanın bütünleşik ele alınmasına dair bir yaklaşımı ifade etmektedir. Bu anlamıyla karmaşık toplumsal ilişkilerin ortaya koymuş olduğu üretim/sosyal üretim formu salt meta üretimi ile açıklanamaz. Bu sınırlamanın fabrika içi ilişkilerde olabildiğince belirgin olmasının tüm toplumsal ilişkilerin bu mekanik döngüye indirgenebileceğini bize göstermez. Sosyal üretimin karmaşık yapısı ve onun politik alana olan etkisi ve siyasetin bu anlamıyla biçimlenmesi olabildiğince karmaşık ilişkiler ağını ortaya çıkarır. Bu karmaşıklığın tarihi aynı zamanda sermaye birikiminin ve emeğin gelişiminin de tarihidir.

 

B.Sermayenin ve Emeğin Yeni Dünyası

Kapitalizmin son dönemi, bilinen adıyla neoliberal dönemi vahim sonuçlar doğuran gelişmelere neden oldu. 2008 sonrası içinde yaşadığımız post-neoliberal dönem de çoklu krizlerin derinleştiği bir süreç olarak hala devam ediyor. Fakat neoliberal dönemin karakteristik özelliklerini kapitalist sistemden yalıtarak ele almak gibi yaygın yanılsamanın düşünsel ve politik yaşamda belirgin bir ağırlığa sahip olması kapitalist modernitenin günahlarından arınması adına oldukça düşündürücü. Oysa kapitalist sistemin, özellikle modern döneminin tüm tarihsel döngülerinde sistemin çalışma prensibi hiç değişmedi. Eşitlik körü olan kapitalist birikim rejimi siyasal, toplumsal ve iktisadi eşitsizliklerin bir arada üretimi üzerinde kendisini var edegelmiştir. Sorun kapitalizmdedir, onun neoliberal modelinde değil…

Neoliberal dönemin kapitalizmden yalıtılması liberal düşüncenin ekonomi ve siyaset arasındaki kopuş anlayışı adına sürdüre geldiği dogmatik yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. İyi bir kapitalizm mümkün saplantılı inancına sahip liberal düşünce, politik alanla iktisadi alanı yalıtmanın ötesinde toplumsal alanı da olabildiğince atomize ederek ele alır. Üreticiler ve tüketiciler vardır, piyasa mükemmel buluşmaları sağlayabilecek yegâne ‘kamusal’ alandır. Geri kalan her şeyin kendisini bu gerçekliğe ve rasyonaliteye göre düzenlemesi sayesinde tüm krizlerin aşılması mümkün olacaktı. Diğer her şey bu birincil önermeden sapma halinin gösterir ki bu iktisadın konusu değildir diyen liberal anlayış aslında bu irrasyonel yaklaşımını bilimsel olarak akademi başta olmak üzere düşünsel yaşamın her alanında pazarlanmıştır. Oysa yaşadığımız gerçeklik tüm bu ‘bilimsel’ tezleri fazlasıyla çürütmüştür.

Bugün ortaya çıkan bu vahim tablonun nedeni kapitalizm değil devletin ve bireylerin hatalı tercihleridir anlayışıyla topluma saldıran bu düşüncenin neferleri tarihin sonunu çoktan getirmişti. Oysa neoliberal dönem kapitalizm tarihindeki en dramatik toplumsal eşitsizliklerin yaşandığı bir dönemdir. Bunun en temel nedeni de sadece iktisadi gelişmeler değil, politik ve toplumsal alanda yaşanan bütünsel gelişmelerdir. Neoliberal dönem kapitalizmin belirgin bir biçimde devletleştiği bir dönemdir de aynı zamanda. Neoliberalizm öncesi devlet, yani politik alanla kapitalist sınıf ilişkilerinin simbiyotik devinimi belli özgünlükleri barındırmaya devam ederken, son elli yıllık kapitalist gelişme bu özgünlüklerin neredeyse özdeş ilişkilere dönüşmesine neden olmuştur.  Bu dönüşüm kuşkusuz toplumsal ve sınıfsal yapıları köklü değişimlere neden olabilecek düzeyde etkilemiştir. Sermaye birikimi geliştikçe yaratmış olduğu adaletsizlik de doğası gereği derinleşmiştir.  Sermaye birikimi kesintisiz bir büyümeye ihtiyaç duyar ve bu büyüme bileşik bir büyümedir.  Kapitalist sistem bileşik büyümeyle her seferinde daha fazla artı değere gereksinim duyarak yol alır. Bileşik büyüme diyeceğimiz bu trend ortalama yüzde üç gibi bir rakamla yoluna devam etmeye çalışsa bile sürdürülebilirliği mümkün değildir. Her yirmi yılda bir kendisini ikiye katlayabilecek bir büyüklükten bahsediyoruz. İşte bu devasa büyüme yaşadığımız büyük yıkımın da nedenidir. İnsani ve ekolojik yıkımın kaynağında yatan işte bu büyüme bağımlılığıdır. Sermaye artık hayatta kalmayacak kadar korkunç ve devasa bir yere dayanmıştır.

Başlangıçta dile getirilen Alternatif Yok (TINA: There Is No Alternative) programı sadece ekonomik kültürü değiştirmekle sınırlı bir proje değildi. Aslında TINA’nın politik programı ekonomiden çok daha kapsamlı bir değişimi arzuluyordu, bunda da başarılı oldu. Liberal ve sosyal demokrasinin ömrünün tamamlandığına işaret eden bu gelişme adım adım liberalizmin demokrasiden kopuşunu ördü ve giderek otoriterleşen bir yönetsel formu inşa etti. Bu kapitalizmin doğasına, işleyiş mekanizmasına uygun bir gelişmeydi. Bu tarihsellik içinden baktığımızda Abdullah Öcalan’ın ‘kapitalizm devlettir’ tezi, bu anlamıyla son yarım yüzyılda kapitalist sistemin temel gelişim dinamiğini işaret etmesi açısından önemli bir tezdir. Diğer taraftan küreselleşme dönemi olarak da adlandırılan bu dönem eski kamusallıktan bir kopuşu getirmekle birlikte aslında yeni kapitalizmin dinamiklerine uygun olarak ‘ulus-devlet’ formunu yeniden yapılandırmıştır. Küreselleşme etkisini, özellikle de finansallaşma sürecini bizzat devletin işleyişinin bir parçası olarak bu dönemde tüm çıplaklığıyla görmek mümkün hale gelmiştir.

Kapitalizmin emek boyunduruğunu en sofistike mekanizmalarla yeniden ürete geldiği bu son dönemi devlet ve sermaye bütünselliğinde betimlemek açısından kritik bir tarihselliktir ve hem sağ hem de sol ortodoksinin penceresinden bu yeni ilişki biçimine dair yanıtlar ve çözümler üretmek pek de mümkün görünmemektedir. Özellikle finansallaşma artı değer üretim ve realizasyon mekanizmalarını yeniden düzenleyebildiği bir birikim sürecinde, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler ayeti yerini bırakınız borçlansınlara bıraktığı, kredi sisteminin kapsamının devasa bir gelişim gösterdiği bu süreçte toplumsal olanla iktisadi olanın geçişkenliği politik olanla düzenlenebilmektedir. Bu ‘büyük dönüşüm’ kamunun finansallaşmış normlara uygun yapılandırılması adına büyük önem taşımaktaydı. Kamu eliyle finansal sistemin düzenlenmesi kapitalizmin yeni döneminin en belirleyici hareket yasasıydı ve bu süreçte emeğin boyunduk altına alınması aslında toplumun bütünüyle boyunduruk altına alınması anlamını taşımaktaydı.

Küreselleşmiş devasa finansal sistemin ve bu sistemin yatırım yönetimi ancak güçlü bir devletle varlığını sürdürebilirdi ki, bu da neo-otoriter sistemlerin hızla yolunu açacak gelişmelerin sermaye tarafından desteklenmesi anlamına geliyordu. Devletin mali bunalımı devletin yeniden finansmanıyla, kapitalizmin devlet koltuğuna bizzat oturmasıyla aşılacaktı.  Öncelikle ‘kamu parası’nın yönetimi artık büyük şirketlerin, özellikle de finansal şirketlerin sübvansiyonu önceliğinde gelişim göstermekteydi. Bu dönemde neoliberalizmle neo-muhafazakârlık arasında gelişen ittifak otoriter rejimleri güçlendiren birinci etkiyi yaratırken, uzun vadede neo-faşist devlet kurumsallaşmasının da yolunu açtı. Sistemin arzuladığı aslında buydu. Devasa kredi ve borç sisteminin yönetimi ciddiye alınması gereken bir durumdu, dünya kapitalist sistemi de bunu sağlayabilecek bir güvenlik anlayışını inşa etti. Güvenlik toplumu aslında yüksek risk barındıran para sermayenin güvenliği için toplumun kontrolü anlamını taşıyordu.

Güçlü devletin kudreti sayesinde hem krizini aşan hem de para sermayenin güvenliğini sağlayan kapitalist devlet yetmişlerin sonunda adeta küllerinden yeniden doğuyordu. Altın çağın liberal demokrasi, sosyal demokrasi parantezi ikinci büyük savaş öncesi faşizme öykünen histerinin geri dönmesiyle kapanıyordu. Yoksullaşma, işlerin kaybedilmesi, fabrika toplumunun yıkılması aslında yeni kapitalizm için ‘iyi’ bir şeydi. Yeni toplum kapitalizmin kültürü altında ezilirken ortaya çıkan devasa eşitsizlikler yığınların otoriter sistem altında yönlendirilebilmesi adına kritik bir sürece işaret etmekteydi. Yeni yığınlar tehlikeliydi ve mutlaka kontrol edilmeliydi. Disiplin toplumunun disiplinci mekanizmaları da koruyarak kontrol toplumuna evrildiği bu süreçte devletin polis devleti vasfı, küresel ölçekte de jandarma devleti vasfı ön plana çıkıyordu. Fabrikanın disiplini yerini küresel toplumun kontrolüne bırakıyordu. Neoliberalizm aslında bundan fazlası değildi.Yarım yüzyıllık işsizlik ve yoksulluk dönemi insanları birbirine hızla yabancılaştırıcı bir süreç oldu aynı zamanda. Toplumsal istikrarsızlığın, bir arada yaşanabilirliğin olasılıklarının tüketildiği bu dönem aynı zamanda güvenlik kaygısını besleyen ve güçlü devleti çağıran bir toplumsal paranoyanın kapısını açtı.Finansal gücün akıl almaz yükselişi toplumsal eşitsizlikleri tahmin edilemez derecede derinleştirmiştir. Her yirmi beş yılda bir kat büyüme gereksinimi sermaye birikiminin aslında yaratmış olduğu büyük felaketin adıdır. Bileşik büyüme aslında toplumsal yıkımı beraberinde getirmiştir.

Parasal genişleme ile aşılmaya çalışılan küresel kriz aslında ters teperek rant alanlarını geliştirdi ve bunun sonucu servet ve gelir uçurumu da inanılmaz boyutlara ulaştı. Paradan para kazanan, üretimden çok finansal ve gayrimenkul rant alanının geliştiği, emeklilik fonları başta olmak üzere tüm kamusal fonları büyük sermayenin rant alanına çeviren bu gidişat, topyekûn yoksulluk yaratmasının ötesinde tüm dünyayı cehenneme çevirirken toplumun da bu denli parçalanmışlığına yol açtı.

Bu büyük organize soygun bizzat devletlerin ve küresel bürokrasinin kontrolünde ve yönetiminde gerçekleşti. İşçi sınıfının hızla parçalanması bir yanıyla sisteme uygun yeni istihdam biçimlerini ortaya çıkardı. Diğer taraftan teknolojinin ve finansallaşmanın yol açtığı işgücü fazlası, yaygın ve yoğun işsizlik sağ ideolojilerin beslendiği kaynağı da büyüttü.

Milliyetçilik, muhafazakârlık ve yeni ırkçılık dramatik bir biçimde yükseldi. Sermayenin bu yeni kodlarına uygun jeopolitiğin gelişmesi de tesadüf olmasa gerek. Yoksullaşan Güney’in ve Ortadoğu’nun son kıyametin mekânları olarak karşımıza çıkması, özellikle Ortadoğu’nun üçüncü dünya savaşı, vekâlet savaşları gibi betimlemelerle anılır olması kapitalizmin jeopolitiğiyle de doğrudan ilişkilidir. Finansal sermayenin mekân ölçeğinde yeniden değerlenmesi adına güçlü bir yerinden edilme müdahalesi yaşanırken, mekânın korunması tüm toplumsal dinamiklerin sermaye ve devlet karşısında bütünleşik bir mücadele alanı yaratmasıyla ancak mümkün olabilir. Bu da ancak ulus-devlet ve kapitalist moderniteye bağlı üretim/toplumsal ilişkilerinden kopuşla olanaklı hale gelebilir.

 

C.Toplumsal Emeğin Gelişimi 

Kapitalist modernite denilen durdurulamaz, takıntılı ve saplantılı değişim insanları yaşanabilir haklardan ve gelirden yoksun bırakmaya devam ediyor. Bu devasa ekonomik büyüme insanlara refah getiremedi. Tam tersine insanları yoksullaştırdı, yerinden etti, hızla mülksüzleştirdi. Ekonomik mucizelerin yarattığı yıkım aslında kapitalist devletin insanlar için çizdiği ‘kader planı’ndan başka bir anlam taşımıyor…

Bugün gelişmiş kapitalist sistem sadece üretken emeği değil topyekûn toplumu boyunduruğu altına almaktadır. Artı değerin üretimi ve el koyulmasından genişleyen yeniden üretim sürecine evrilmesine kadar ortaya çıkan karmaşık gelişmelerin toplumsal niteliği en önemli tarihsel gelişimdir. Her yere nüfuz eden üretim tarzı olarak toplumsal üretimin, iletişimin dolaşıma içsel aşkınlıklarının, teknolojik değişimin sömürü ve sömürge meselesini nasıl yeniden biçimlendire geldiğini konuşmak zorundayız.Toplumsal üretimden bahsediyorsak toplumsal emekten bahsetme zamanı da gelmiştir. Toplumsal emeğin yapılandırılması, eşitsizlik ve hiyerarşi üretimi tam da politik olana işaret eder. Kapitalist devlet bu anlamıyla üretime, dolaşıma ve mekâna uygun örgütlenir. Yeni toplumsalın kontrolü toplumsal emeğin kontrolüdür ve devletin yeni formu emeğin boyunduruğunu sermaye adına denetleyenden öte bizzat gerçekleyen olmasıdır. Sömürü toplumsal bir hiyerarşiye de uygun üretilir. Katmanlaşmış tabakalaşma burada kendisini yeni üretim algoritmasında uygun matrisler içinde var eder. Bu kapitalist gücün işlevinin siyasal olarak üretilmesi anlamına gelmektedir.Kapitalist modernitenin birinci dönemi 1848-1914 arası olarak kabul edilmektedir. Öncesi manüfaktür dönemi dediğimiz ilksel birikim dönemine karşılık gelen dönemdir ve bu dönemde emeğin toplumsal niteliği ön plandadır ve emekçiler hızlı bir mülksüzleşmeyle karşı karşıyadır. Bir sonraki dönemin işçi sınıfını oluşturacak olan potansiyelin hızla açığa çıktığı dönemdir bu dönem.1848-1914 arasında zanaatkârların fabrikaya sokulduğunu görürüz. İşçi sınıfının bağımsız olan karakteri aşınmaya başlamış, bu dönemde makinelerin parçası olmaya başlamıştır. Profesyonel işçi dediğimiz dönemden bahsediyoruz. Toplumsal tabakaların fabrika formu altında katmanlarını yitirdiğini gözlemleriz. Burada beyaz yakalılar, mavi yakalılar ayrımına tabi olan, Taylorist bir anlayışla üretimin içine çekilen emekten söz etmekteyiz. Bu sınıfın politik izdüşümü proletaryanın politik kisvesini oluşturur. Toplumsal olanın politik olana dönüşümü emeğin bu formuyla Marks’ta ve dönemdaşlarında olabildiğince belirgin hale gelir.

Devlet birinci finansallaşma sürecinin inşası, tekelleşme ve emperyalizm dinamiğine uygun kurumsallaştırılır. Olabildiğince katı bir forma sahiptir. Proletarya ise sendikal ve parti yapıları içinde örgütlenir ve modernitenin sınırları içinde hareket eden bir kuruluş paradigmasıyla hareket eder. Sol bu dönemde üretici fabrika emeğinin diğer her üretim faaliyetine ve toplumsal katmanlaşmaya egemen olmasını esas alır. İkinci dönem 1968’e kadar uzanan dönemdir. Profesyonel işçinin kitlesel işçiye dönüştüğü, fordizmin hâkim olduğu, vasıfsızlaşmanın ve yabancılaşmanın işçi sınıfını karmaşık üretim ilişkileri içinde etkilediği bir dönemdir. Sosyal üretimin kamusal bir nitelik kazandığı, kamu fabrika ilişkilerinin yoğun geliştiği bir süreçtir. Özellikle ikinci büyük paylaşım savaşı sonrası yaşanan hızlı büyüme dönemi ve gelişmiş ülkelerin refah devleti, Keynesyen ekonomi politikaları bir ‘altın çağ’ nitelemesini ortaya çıkarmıştır. İşçi sınıfının kendi iç tabakalaşması açısından da kritik bir süreçtir. Son dönem ise toplumsal işçinin, toplumsal emeğin sahne aldığı dönemdir. Neoliberal dönemin en belirgin dönüşüm etkisi yarattığı düzlem olarak da görebileceğimiz bu düzlem fabrika toplumunun yıkılışı ile kendisini gösterir. Otomasyonun, iletişimin hızla gelişimi, doğrudan emeğin üretim süreçlerindeki merkeziliğini ortadan kaldırdı. Finansallaşmanın ikinci dönemi yeni emperyal ilişkiler içinde devletin düzenleyici etkisini belirgin bir biçimde ortay koydu. Bu gelişmeler proletaryanın bileşimi ve ikamet ettiği yeri fabrikadan topluma taşıdı ve tanımlı kimliğini olabildiğince karmaşık hale getirdi. Emeğin gayri maddi boyutu ve yerinden edilmesi bu yeni ilişkilerin en önemli etkileyici faktörü oldu diyebiliriz. Bu gelişmeler entelektüel emek gelişiminin de etkisiyle yeni ve karmaşık bir tabakalaşma sürecini açığa çıkarmıştır. Bu dönem ortodoksiye karşı yeni solun da geliştiği bir dönemdir ve bu anlamıyla sınıfın toplumsalla ve mekânla olan ilişkisi siyasetin önemli düşünsel girdilerini oluşturmuştur. Fabrika işçisine dayalı örgütsel model toplumsala içkin modellere dönüşmüş ve hızla yaşanan mülksüzleşmenin etlileri politik alanda görülmüştür. Sınıfın ilk tabakalaşması profesyonel işçi döneminde mavi yakalılar beyaz yakalılar ilişkisinde ortaya çıkarken, kitlesel işçi döneminde işçi aristokrasisinin yaratılması ve sınıf içi tabakalaşmanın hızlanması gözlemlenir. Toplumun geri kalanında ortaya çıkan ilişkilerin silikleşmesi, düşünsel ve politik yaşamın yeterince ilgisini çekmemesi fabrikanın, yani devasa maddi üretimin tüm duygusal emeği yutan bir çark olması politik olanın nasıl bir belirleyicilikle biçimlendiğini de açıklamaktadır.

Politik olan sosyal üretim düzenlemesi ile çevreyi siyasete müdahil olmaktan alıkoymayı başarabilmiştir. Fabrikanın yıkılması aslında neoliberal dönemin büyük bir altüst oluş dönemi olarak nitelenmesinin de bir nedenidir. Fabrika merkezli toplum modelinin hâkim olduğu dönemde kısmen başlayan fabrika dışı toplumsal gelişmeler aslında bu çöküşün habercisi olmuştur. Devletin mali bunalımı olarak adlandırılan büyük kriz aslında sermayenin sosyal üretimi artık finanse edebilmekten yoksun kalmaya başlamasıyla söz konusu olmuştur. Bu gelişme öncelikle emeğin feminizasyonuna yol açmış, kadın emeğinin aşırı sömürülmesi yoluyla kriz kısmen geçiştirilmeye çalışılmıştır. İkinci adım çevre ülkelerden işçi göçlerinin düzenlenmesi olarak görülmüş, bu hamle ile düşük ücret ve güvencesizliğin kapısı aralanmıştır. Batı işçi aristokrasisinin refah devleti nimetlerinden faydalanmasına karşılık üçüncü dünya işçi sınıfı neredeyse hızla prekaryalaşmaya başlamıştır.Neoliberal dönem aslında emek sömürüsünün tüm topluma nasıl yaygın hale getirileceği açısından da okunabilecek bir dönemdir. Finansallaşma ve dolaşım süreçleri artı değer üretimi kadar fiktif sermayenin değerlemesi adına da toplumsal emeği gelişmiş sömürü mekanizmalarının içine çekilmesini sağlamıştır. Borçlanma bu işleviyle kimseyi dışarıda bırakmayan bir mekanizmadır ve gelecekte üretilecek artı değere bugünden el koyma yöntemidir. Güvencesiz çalışma, nöbetleşe çalışma düzenlemeleri, parça başı iş, düşük ücret, gibi uygulamalar tüm sistem için belirleyici bir düzenleme olmaya başlamıştır. İlk yerinden edilme fabrikadan ve sosyal üretim alanından işçinin sökülmesiyle başlamıştır.Güvencesizlik ve düşük ücret proletarya içi tabakalaşmayı getirirken, ortaya çıkan yeni istihdam biçimleri orta sınıfın, yönetici sınıfın hızla büyümesine de yol açmıştır. Orta sınıf ve küçük burjuvazi sınıftan kaçısın en önemli politik figürleri olarak büyüyüp serpilmiştir.  Burjuvaziye olan yakınlığı ve sistemin yeniden üretilmesine katkıları nedeniyle ortaya çıkan bu güçlü katman tarihsel rolünden çok daha öte bir rolle yeni toplumsalın içinde konumlanmıştır. Neoliberal sağ siyasetin beslenmesi adına önemli bir işlevi yerine getiren bu orta sınıfçılık, kendi iç katmanları arasında da olabildiğince birbirine yabancılaşmıştır. Proletaryadan daha yoksul olan tabakalarının bile sınıfa uzak durması politikanın açıklamaya çalışmakla yükümlü olduğu bir başlıktır.Yoksulluk dalgası hiç kuşkusuz köylü toplulukları fazlasıyla etkilemiş ve yerinden edilmenin en dramatik sahneleri bu alanda ortaya çıkmıştır. Büyük kentlere zorunlu ve gönüllü göçler küresel bir göç dalgası yaratmıştır. Savaşın küresel ölçekte yaygınlaşması bu yerinden zorla edilmelerin en önemli belirleyenidir. Güvencesiz ve düşük ücretle çalışma yaşamının beslendiği en büyük kaynak bu mültecileşmiş sınıftır. Kalabalık yığınların dinsel ve etnik kimlikleriyle yeniden oluşturmaya başladığı dayanışma ağları yeni siyasetin en zengin zeminlerini de yine bu dönemde oluşturdu. Tehlikeli sınıfları ırkçılık ve dinsel gruplaşmalarla boyunduruk altına almaya çalışan sistem, bu gelişmelerin çokluk içinde etnisite ve inanç kimliklerinin önemli bir özgürlükçü belirleyen olmaya başlamasıyla politik-toplumsal krizinin derinleşmesiyle karşılaşmıştır. Bu karşılaşma karşısında giderek otoriterleşen devlet sistemin gerekleri uğruna daha saldırgan ve şiddet mekanizmalarına daha çok başvuran otoriterliğini yükseltmiştir. Topyekûn mülksüzleşmenin etkisiyle ortaya çıkan bu yeni tabalakalaşma aslında toplumsal emeğin çoklu bileşimini resmetmektedir.

 

D.Sonuç Yerine

Coğrafya ve siyaset arasındaki ilişkiyi görmezden gelen ve tarihselliği ihmal eden yaklaşıma karşı bizatihi kapitalizm karşıtlığının coğrafi mekânının üretilmesi önemlidir. Dolaşım ve mekân diyalektiğinin daha belirleyici olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Sınıfın yeni hali, toplumsal emeğin doğru kodlanmasıyla ancak anlaşılabilir ve politik olan ancak yeni bir kurucu siyaset olma halini bunun üzerine inşa edebilir.Toprağın yeniden bölüşümü adına yaşanan tüm emperyal gelişmeler, Bugün Ortadoğu özelinde Kürt meselesinin neden küresel bir mesele olduğunu açıklaması açısından kritik önemdedir. Bölgenin askeri müdahale alanına dönüşmesi kuşkusuz bölge halklarının kapitalizm ve ulus-devlet formları altında yeniden paylaşımı içinde yığınlaştırılmaya çalışılmasıyla doğrudan alakalıdır. Sınıf analiz ekseninde meseleyi bu yeni gelişmeler ışığında yorumladığımızda küresel sistemin finansallaşma ve militarizm eşleşmesinde nasıl biçimlene geldiğini bize göstermesi nedeniyle sömürü-sömürgecilik ekseninde yeni bir Marksizm okumasına bizi götürmektedir. Bu anlamıyla da Öcalan’ın tezleri Marksizm’in yeniden yorumlanması adına da büyük önem taşımaktadır.

Devlet giderek sermayeye tabi oluyorsa sermayenin en temel üç meselesini çözmekle de kendisini mükellef kılıyor demektir. Üretim, gerçekleşme ve birikim. Sermayenin krizine mekânsal çözüm arayan devletler, özelde Türkiye ve ittifakları çözümü Ortadoğu da aramaktadır. Bu gelişmenin yeni tabakalaşma ve sınıf algoritması açısından da kritik belirleyici olduğunu hemen belirtmekte fayda var. Türkiye hinterlandı bu yeni gelişmelerin merkezini oluştururken Ortadoğu bu gelişmelere karşı direnişin coğrafyası olmaktadır. Kitlesel radikal bir muhalefetin sermaye devletine karşı mücadelesi ve direnişi bu mekânsal ve sınıfsal karakteriyle büyümektedir. Toplumsal eşitsizliğin azaltılmasını sağlayacak bir yol bulmamız gerekiyor. Çökmekte olan burjuva toplumunun karşısında ezilenlerin kendi yolunu seçmesi kaçınılmaz bir siyaset tercihi olmak zorundadır. Teknoloji ve finansallaşmanın yarattığı tahribata karşı yeni bir üretim ve bölüşüm ilişkilerini düzenleyecek bir siyasetin var edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Zaman zaman kapitalizme karşı toplumsal hareketlerin yükseldiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu hareketlerin uzun ömürlü olamaması anti-kapitalist ve anti-militarist mücadelenin başarısızlığına neden olmaktadır. Kesintisiz bir mücadele ancak bugünün çokluğunu yeniden bir sınıf/toplum mücadelesine çağırmakla mümkün. Bunun yolu da sınıfı yeniden tanımlamaktan, bu yeni sınıfı örgütlemekten geçmektedir. Marksizm’in tarihi bazı açılardan politik olarak müdahil bir kuramdan çok skolastik çarpıtmalara neden olma riskini de taşımaktadır. Özellikle batı akademilerinin sığınağında bu risk daha da yoğunlaşırken, radikal devrimcilerin üçüncü dünyadan verdiği yanıt sömürgeciliğe ve sömürüye karşı yeni bir siyaseti çağırıyordu. Toplumsal emeğin sermayeye karşı örgütlüğünün gelişimi için en elverişli mekânı işte bu çevre yaratıyor.Bir Ortadoğulu düşünür ve devrimci olarak Öcalan’ın toplumsal emeği esas alan ve kapitalist moderniteye karşı ortaya koymuş olduğu düşünsel yol aslında yeni Marksizm’in en önemli açılımlarından birini yaratmakta. Üretim, dolaşım ve mekân matrisinde politik olanın toplumsallaşması ve bunun örgütsel mücadelesi çok boyutlu katmanlaşmış, tabakalaşmış emeğin, çokluğun siyasal arayışlarına yanıt verebilecek potansiyeli taşımaktadır. Toplumsal hareketlerin kısa ömürlü ve dağınık, ilişkisiz halinden birlikte hareket edebilecek bir zemine kavuşabilmesi, yeni bir sınıf siyasetine olan gereksinimi ortaya çıkarmaktadır. Sınıfı toplumsal emek genişliğinde okuyabilmek, tüm tabakalaşmış hallerini kapsayacak bir boyuta taşımak, maddi üretimin ötesinde radikal demokrasi anlayışıyla doğa, insan ve üretim bütünselliğini tasavvur edebilmek adına entelektüel çabanın da en az direniş mücadeleleri kadar yoğunlaşması gerekmektedir.

 

 

 

 

Kaynakça
Bonefeld,W., vd., der., “Açık Marksizm”, 2017, Otonom yay., İstanbul
Harvey, D., “Sermaye Muamması”, 2012, Sel yay., İstanbul
Harvey, D., “Anti-kapitalist Günlükler”, 2022, Sel yay., İstanbul
Panitch, L. vd., der.,  “21. Yüzyılda Sınıflar ve Sınıf Mücadelesi” Socialist Register 2014, 2015, Yordam Kitap, İstanbul.
Panitch, L. vd., der., “Sınıflar Dönüşürken” Socialist Register 2015, 2017, Yordam Kitap, İstanbul.
Sanbonmatsu, J., “Postmodern Prens”, 2007, Bağlam yay., İstanbul
Wright, E.O., “Sınıf Analizine Yaklaşımlar”, 2014, NotaBene, İstanbul
Wright, E.O., “Sınıflar Üzerine Tartışmalar”, 2017, NotaBene, İstanbul

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.