Düşünce ve Kuram Dergisi

Yıkılan Mezar İle Amaçlanan Kolektif Hafızanın Parçalanmasıdır

Herdem Fırat

Ölüm ve Ölünün Oluşturucu Rolü

İnsan, kendi cinsinin ölüsü üzerinde düşünerek, ölüsüne anlam vererek toplumsallığını geliştiren bir varlık olmuştur, hep. Toplumsallığı geliştirenin ölüyü anlama ve ölümü engelleme çabası olduğunu da pekala söylemek mümkündür. Bir taraftan ölen kişiyi yanında taşıyarak, onun ruhunu yanında tutma çabası dini bir inanç geliştirirken, diğer taraftan ölüme mani olma çabası-hayatta kalma mücadelesi toplumsallığı geliştirme arayışını doğurmuştur.

Yerleşik hayata geçen ilk insanların ölülerini içinde yaşadıkları mekanın ya çok yakınına ya da tabanına gömdükleri biliniyor. Şanidar mağarasında yapılan araştırmalar neticesinde daha 60 bin yıl önce neandertallerin ölülerini gömdükleri ve üzerine çiçek serdikleri ortaya çıktı. Aynı mağarada homo sapiensin de benzer şekilde ölülerini ayin biçiminde gömdükleri anlaşılıyor. Toplumsallığı başlangıcından beri ölünün toplumun hem maddi hem de manevi değerlerin oluşumunda kurucu bir öğe olduğu bugün yapılan araştırmalar neticesinde netleşmiştir.

Hem mekanını ölüsünü gömebileceği, ölüsüne sahip çıkabileceği tarzda inşa etmiştir hem de ölüye olan bağlılığını düşünceden inanca dönüştürmüştür. Ata kültü de denen inancı bu çerçevede değerlendirmek gerekir. İlk toplulukların kendilerini ölen kişinin adıyla ifadelendirmesi ve topluluğunu bu ölen kişinin ismiyle tanıma kavuşturması da bunun göstergesidir. Hakikatini de bu yaklaşım üzerinden kurmuştur. Dolayısıyla yaşam ile ölüm, canlı ile ölü arasındaki mesafe açıldıkça toplumsallık hakikatinden uzaklaşmış, yabancılaşma derinleşmiştir. Ölüye verilen değer toplumun geleceğinin şekillenmesinde belirleyici bir kıstas olmuştur. Özellikle toplumda kimi özellikleriyle öne çıkan kişilikler ölümden sonrasında da toplum içinde anılarak düşünceleri ve yaşam biçimleri ilerisi için yürünecek yol olmuştur. Böylesi kişilerin yaşam biçimleri zaman içinde toplum açısından uyulacak-takip edilecek yasalara dönüşmüştür. Bunu bilen iktidarlar da toplumsallığı dağıtmak ve kolektif hafızanın oluşmasını engellemek için ölü ile toplum arasına bir duvar örme yoluna başvurmuştur.

Nasıl ki ölüm-ölü toplum için belirgin bir role sahipse aynı biçimde siyasal iktidar da bu konuda belirgin bir politika sahibi olmuştur. Ölüyü toplumdan tecrit etmek için özellikle önder kişilikleri farklı şekilde ölüme mahkum edip akabinde cenazelerini kaybettirme uygulaması bin yıllardır süre gelen bir uygulamadır. Ölüyü parçalama, sokak ortasında teşhir etme, çürümeye bırakma, toplumun içinde gezdirme eylemi salt bir şiddet olayı değil aynı zamanda bilinç oluşturma eylemidir de. Bunu yaptıran öğe (iktidarın savunucuları) için patolojik bir tanım getirmek yetersizdir. Olayı bir nekrofilik ya da sadistlik olarak değerlendirmek de eksik kalacaktır. Çünkü ölüye bu şekilde yaklaşım (bunu yapan öğe açısından) varlık-oluşum politikasının bir parçasıdır. Kendi ölüsünü yüceltme, kutsallaştırma karşıt hareketlerin ölüsünü değersizleştirip, toplum gözünde hiçleştirme, iktidar mekanizmasının oluşum diyalektiğinde temel bir rol oynar. Devlet iktidarı hep kendini meşru kılacağı bir zemin inşa etme çabasını verir. Bilir ki meşru bir zemin olmadan iktidarını fazla sürdüremez. Meşru zemin oluşturma çabasının diğer adı hakikat inşa etme eylemidir. Devlet iktidarı kendi hakikatini en çok da toplumsal gereklilik üzerine kurar. Kendini topluma kabul ettirdiği ölçüde meşruluk kazanır ve ömrünü uzatır. Bunun için de çift yönlü işleyen bir süreç işler: Kendini inşa ederken karşıtını yok etme. Devlet iktidarı kurumsallaştıkça toplumsallık dağıtılır. Yani yıkım ve inşa birlikte işler. İktidar toplumsal değerleri izole ettikçe toplumsallığı yıkar, yıktıkça kendini inşa eder.

Bu durumda yıkım ve inşanın en fazla etkilediği ve etkilendiği konuların başında ölüye yaklaşım meselesi geliyor. Ölümü-ölüyü tanımlama biçimi aynı zamanda yaşamı da tanımlama biçimi oluyor. “Ölüm sosyolojik olarak inşa edilen bir insan anısıdır. Yapay bir duygudur. Ama yaşam için çok değerli bir anıdır.” diyor Abdullah Öcalan. Yani canlılar için doğal bir işleyiş olan ölüm, söz konusu insan oldu mu sosyolojik bir olaya dönüşüyor. Sosyolojik bir değer kazanıyor. İnsan anılarının toplamı da toplumun kolektif hafızasına dönüşüyor. İşte iktidarın ölüyü kaybettirme ve mezarları yıkma eyleminin amacı da insan anısını dolayısıyla toplumsal hafızayı yok etmeye dönük yıkıcı bir eylem oluyor.

 

Önder Kişilerin Ölüm Biçimi ve Cenazelerine Yaklaşım

Hz. İsa Roma İmparatorluğunca çarmıha gerildikten sonra cenazesi ortadan kaybettirildi. Hristiyanlar cenazenin mezarsız bırakılması durumunu ‘göğe yükselme’ eylemiyle pozitif yönde ifadeye kavuşturdular. Cenazenin mezarsız oluşu aynı zamanda dini motivasyonu oluşturmada olumlu bir etken olarak gelişti. Eğer birisinden söz ediliyorsa ve onunla ilgili varlığını delillendirecek bir öğe yoksa tersi yönden olumsuz bir işlev görebilir. Hristiyanlık bu tehlikeye karşı İsa’yı göğe çıkartarak önlem aldı. Roma bu yaklaşımla aslında Hristiyanlığın şekillenmesinde de büyük bir rol oynamış oldu.

Hallacı Mansur öldürüldükten sonra derisi yüzülür ve Bağdat sokaklarında teşhir edilir. İslamiyet’te kişi öldükten sonra ‘kimliksiz’dir. Dolayısıyla ölüye farklı bir muamele yapılamaz. Ancak Hallacı Mansur’un ‘zındıklığı’nı pekiştirmek için bedeni teşhir edilmelidir. Babek’in bedeninin parçalanıp Abbasilerin hakim olduğu yerlerde dolaştırıldığı söylenir. Mani’den çokça söz edilir ama bir mezarı yoktur. Bruno ölüme mahkum edildikten sonra yakılır. Aslında Hristiyanlıkta ölü yakma yoktur. Ama engizisyon onun ‘kafirliğini’ somutlaştırmak için bu yolu dener.

Osmanlılar cezalandırdıkları kişilerin kafalarını kazığa geçirip günlerce toplumun en kalabalık olduğu yerlerde bekletirlerdi. Bu kişilerin bir ‘mezar sahibi olma hakları’ olmazdı. Çünkü lanetli olanları toprak kabul etmezdi. Bu şekilde hem fiziki olarak kişi ölüme mahkum edilirdi hem de ‘sahip olduğu düşünce-inancın’ sapkınlığı vurgulanırdı.

İktidar aslında ölüyü toplumdan tecrit etme uygulamasıyla birlikte düşünce ve inancı da tecrit etmeyi planlıyor, amaçlıyor. Ölüyü parçalayarak ya da kaybettirerek onunla birlikte var olan, onun bir parçası olan değerleri de toplumdan tecrit ediyor. ‘Olmayan varlığın düşüncesi de inancı da olmaz.’ O halde bir mezar olduğu müddetçe o mezarda olan kişinin sahip olduğu bir yaşam da olacak. O yaşamın anıları da olacak. Dolayısıyla mekan ve zamanda bir alan kapsayacak. Bu alanın genişliği oranında iktidar daralacak. Buna mahal vermemek için de ölüme mahkum etme tek başına yetmez. Ölüm cezasını ifa etme biçimi kadar ölme eyleminin sonrası yapılacaklar da önemlidir. Dolayısıyla üç aşamalı bir süreç işler: ölüme mahkum etme, aşağılayarak öldürme, ölüyü yok etme.

Bu üç aşamada iktidar toplumsal direnişe öncülük eden önder kişileri cezalandırırken aynı zamanda sonrası için bir miras oluşumunu engellemeye çalışır. Ölüyü ve mezarı parçalama eylemi aynı zamanda temsil ettiği toplumsallığı ve düşünceyi de parçalama politikasının devamıdır. Yani devletler bu yöntemle direnişlerin devamlılığına darbe vurmak ve parçalanan toplumu teslim almak istiyorlar. Parçalanan mezar, kaybettirilen cenaze aynı zamanda kolektif hafızadan koparılan parçalar oluyor. Toplumsallığın direnişinde hafızanın devamlılığı ve bütünlüğü yalnızlık ve teklik algısını ortadan kaldırdığı için hayati bir önem taşır. Ölen-öldürülen kişinin toplumsallık için temsil ettiği birleştirici öğe canlı kaldıkça toplum açısından etrafında bir araya gelip mücadelenin devamlılığı sağlanır. Bu da devlet için ‘kabul edilemez’dir.

 

Kaybettirilen Cenazeler, Yıkılan Mezarlar

Devletin ölüye-mezara yaklaşımının en çok görünür olduğu coğrafyanın başında Kürdistan gelmektedir. Kürdistan’da hafızasızlaştırmanın ve ölüyü toplumdan tecrit etmenin her türlü biçimine tanıklık ediyoruz. Ölünün parçalanması, yakılması, kaybettirilmesi; mezarların tahrip edilmesi, bombalanması, iş makinalarıyla yıkılması, mezarlıklar üzerine yeni yapılar kurulması vb. birçok yöntemin kullanıldığını görüyoruz. Bu uygulama ve politikalar bir grubun veya şahsın işgüzarlığı değil devlet aygıtının planlı yürütülen uygulamalarıdır.

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Kürtler için yoğun bir direniş süreci başladı. Direnişlerin çoğu devletin toplumsal hakikati aşağılayan, inkar eden, imha etmek isteyen uygulamaları sonucu dağınık olarak, ani gelişmiştir. Aslında devletin ortadan kaldırma siyasetine bir tepki olarak gelişmiştir. Devlet, Kürt halkının inkar ve imha siyasetine karşı verdiği mücadeleye topyekûn yok etme ferasetiyle yaklaştı ve direnişlerin önderleriyle birlikte yüzbinlerce insanı kıyımdan geçirildi. Sason, Ağrı, Dersim, Şex Sait direnişlerinde önderler ve direnişçiler idam edildi, destek olan olmayan yüzbinlerce Kürt takriri sükun kanunu ile göç ettirildi. İdam edilen ve katledilen önderlerin ve direnişçilerin cenazeleri ise ‘kaybettirildi’. Cenazeler ya yakıldı, parçalandı ya da kimsenin bilemeyeceği yerlerde defnedildi.

Devlet bu politikasıyla bir çok şeyi birden amaçlıyordu;

1- Cenazeler kaybettirilerek direniş düşüncesi ortadan kaldırılmak istendi.

2-  Direnişlerin esas sebebi olan devletin inkar-imha siyaseti unutturulmak istendi.

3- ‘Direnirseniz başınıza bunlar gelir, bir mezarınız bile olmaz’ mesajı verilmek istendi.

4- Devlet, varlığı yok sayarak , var olma hakkını tümden ortadan kaldırmayı hedefledi. Çünkü yok olan şeyin hakkı da olmazdı. Olmayan varlığın dili de kültürü de, özcesi yaşamı da olmazdı.

5-   Ölüyü toplumdan tecrit ederek ‘yeni’ devlete karşı ‘yeni’ bir kimlik ve varlık alanının oluşmasının önüne geçilmek istendi. Yok edilen alan üzerinden devletin ‘yeni’ yurttaş tanımı ve kimliği inşa edildi. Bunun gerçekleşmesi için geçmişe ait olan kimliğin tümden ‘yok olması’ gerekiyordu.

Osmanlının son dönemlerinde ve cumhuriyetin hemen başlarında Ermeniler, Süryaniler, Çerkezler, Kürtler, Rumlar katliama uğradılar. Yüzbinlerce insan yaşamını yitirdi. Araştırmacılar, tarihçiler farklı rakamlar veriyorlar. Tabi ki rakamın bir önemi vardır. Ama esas olan niteliktir, amaç ve yöntemdir. Bir sefer amaç belirlendikten ve yöntem uygulandıktan sonra gerisi sadece sayısal veriden ibaret kalır. Yani sayının fazlalığı ya da azlığı izlenen yöntemin değerini düşürmüyor.

Toplu öldürme seansları ve toplu gömme ritüelleri devletin temelini oluşturan ‘devletin bekasının vazgeçilmez unsurları’ haline geldiler. Var olmak için yok etmek gerekir. Teslim almak için hafızasızlaştırmak gerekir. Direnişi kırmak için yalnızlaştırmak gerekir. Meşruiyeti sağlamak için karşı-varlığı olumsuzlamak gerekir. Tüm bunları sağlamak için bir amaç uğruna ölen kişinin ölüsü öyle bir hale getirilmelidir ki toplumda hem dehşet duygusu yaratsın hem de ‘sahipsizlik’ düşüncesi oluştursun. Bu amaçla öldürülen direnişçiler toplu bir şekilde, belirsiz yerlere gömüldüler. Bu anlamıyla aslında cumhuriyet bir toplu mezarlar tarihidir. Ölüm üzerinde varlık kazanma tarihidir. Yüz yıl öncesinde gömülen insanların kemikleri tesadüfler sonucu ortaya çıkıyor. Mağaralarda, derin vadilerde, ıssız ovalarda, dağın kuytu yerlerinde insan kemikleri gün yüzüne çıkıyor. Bir anlamıyla buna ölünün isyanı da denilebilir. Ölünün kendini görünür kılması olarak da ifade edilebilir. Ama mesele şu ki toplu öldürme ve kaybettirme tarihe karışan ve biten bir şey değil. Halen de günlük olarak devam eden bir durumdur.

1984’den beri Türkiye’de süren bir savaş var. Bu savaşta NATO’nun daha önce birçok ülkede denediği özel savaş taktikleri denendi ve halen denenmeye devam ediyor. Cenazenin kaybettirilmesi ve mezarların yıkılması da bu özel savaş konseptinin bir parçasıydı. Devlet her zaman ölüye dair özel bir politikaya başvurmuştur. 1990’larda gerilla cenazelerine her türlü hakaret içeren uygulamalar sergilendi. Cenazenin uzuvlarını kesme, cenazeleri zırhlı araçların arkasına bağlayıp sürükleme, bedenlerini çıplak şekilde teşhir etme biçiminde gerilla cenazeleri üzerinde her türlü hakaret içeren uygulamalar sergilendi. Cenazenin uzuvlarını kesme özel bir politika olarak sahnelendi. Gerilla cenazeleri üzerinde poz verme, muktedir olan devletin güç gösterisiydi. Cenaze üzerinden diri olan topluma bu şekilde mesaj veriliyordu. Gerilla cenazesi devlet açısından ‘terör’e karşı mücadelede en önemli alan haline geldi. Devletin en önemli muhabere alanıydı. Savaşın kazanıldığı cephe oluyordu. Bunun için stratejinin gerekleri harfiyen yerine getirilmeliydi. Bu stratejinin diğer ayağı da aile ile bağın tümden koparılmasıydı. Gerilla cenazelerinin aileleri tarafından alınması olabilecek en sıkı biçimde engellendi. Binlerce gerilla cenazesi gizlice toplu şekilde gömüldü.

Toplu mezarların açığa çıkması için çeşitli girişimler ve araştırmalar yapıldı. 1990’lardan itibaren İHD (İnsan Hakları Derneği) bu konuda çalışmalar yürüttü. Yaptığı çalışmalar neticesinde Türkiye’de 348 toplu mezarda 4.201 kişinin cenazesinin olduğu belirlendi. Bunlar bilinen rakam ve veriler. Kesin sayı ise bilinmiyor.

Devletin ölü üzerinde yürüttüğü savaş politikası kesintisiz devam ederken toplumun cenazesine sahip çıkma ve cenazesi üzerinden var olma mücadelesi de aralıksız devam etti. Bireysel mücadelelerden tutalım da örgütlü mücadeleye kadar bir çok zeminde arayış ve itirazlar sürdü. Devletin ölüyü tecrit etme politikası hiçbir zaman tam anlamıyla başarıya ulaşmadı. Başarıya ulaşmamasında toplumsal direnişin ‘bir parça kemik de olsa’ asla vazgeçmeyeceğim diyen zihniyetin duruşu etkili oldu. Özellikle annelerin bu duruşu ve tutumu toplumsal hafızanın sürdürülmesinde ve direniş alanı haline gelmesinde önemli bir rol oynadı.

 

Gerilla Mezarlıklarının Bombalanması

2013 yılında Türkiye’de başlayan ‘Çözüm Süreci’ ile birlikte savaşın sonlanacağı ve insanlık suçlarının yargılanacağına olan umut ve inanç da büyüdü. Oluşan ılımlı havada toplum da cenazelerini gömmede ve sahiplenmede görece daha rahat bir süreç yaşadı. Oluşan atmosferde daha önce yaşamını yitiren gerillaların cenazeleri çeşitli yerlerden toplanarak belli yerlerde oluşturulan mezarlıklarda defnedilmeye başlandı. Daha önce toplu mezarlara gömülen gerilla cenazeleri buralardan alınarak bu mezarlıklarda defnedildi. Halk da çocuklarının mezarlarına kavuşmanın görece rahatlığı içinde buraları sık sık ziyaret etmeye başladı. Anılar canlandı, kolektif hafıza toplumsal bilince dönüştü. Mezarlıkların oluşturulması toplumdaki gergin ve beklentili ruh halini de görece giderdi. Normalde cenazenin görünür olması acı hissetme ve yas tutma sürecini tekrar etmesi beklenir. Ancak kalıcı çözüm inancı cenazenin görünürlüğünü daha da olumlu bir havaya dönüştürdü. Cenaze ile halk arasındaki tecrit mesafesi kalktıkça moral değerlerde daha fazla yükselme oldu. Ne yazık ki bu olumlu hava fazla sürmedi.

2015’te Çözüm sürecinin devlet tarafından rafa kaldırılmasıyla (devletin çözüm niyeti ne kadar gerçekçiydi o da ayrı bir konudur) hedef haline gelen unsurların başında yine cenazeler vardı. Devletin silahlı birimlerinin yöneldiği yerlerin başında gerilla mezarlıkları geliyordu. 17 Eylül 2015 yılında Muş’un Varto ilçesinde bulunan gerilla mezarlığı önce uçak ve helikopterlerle bombalandı, sonrasında paletli iş makinalarıyla tamamen yıkıldı. Sonrasında ise Dersim, Amed, Siirt, Bitlis, Van, Hakkari, Şırnak, Mardin gibi illerde oluşturulan onlarca mezarlık askerler tarafından yerle bir edildi. Buralardaki ibadet yerleri sistematik bir şekilde yıkıldı. Bizzat dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından bu mezarlıkların yıkılması için miting alanlarında konuşmalar yaptı. Daha sonra açığa çıktı ki içişleri bakanlığı da mezarlıkların bulunduğu il valiliklerine yazı göndererek, yıkım emri vermiş. Mezar yıkımı bir kahramanlık destanına çevrildi. ‘Terörist’ mezarı yıktıkça milliyetçiler nezdinde daha bir değer kazanıyordu.

Mezarlıkların yıkılmasının önüne geçmek için aileler nöbet eylemlerine başladılar. Ancak kolluk kuvvetleri nöbet tutan kişileri de göz altına alarak haklarında işlem başlattı. İşin ilginç tarafı daha mezarlıklar yıkılmadan önce devlet basını buralarda suç işlendiğine dair yoğun bir kara propagandaya başlamıştı. Gidip görmedikleri mezarlıklar hakkında devletin hazırladığı strateji temelinde yayınlar yaptılar. Öyle ki toplumda suçluluk psikolojisi oluşturuldu. Toplumun en temel hakkı olan, hiçbir yasanın engel teşkil etmemesi gereken yas tutma ve cenazeyi gömme hakkı devlet tarafından suç unsuruna dönüştürüldü. Halkta ‘Niye şimdi bu mezarlıklar inşa edildi ki, daha zamanı gelmemişti’ düşüncesi oluştu. Oysa ki tarihin hiçbir kesitinde ve dünyanın hiçbir yerinde zorba iktidarlar dışında cenaze gömme ve yas tutma ritüeline karışılmamıştır.

Devlet burada yıkıma başlamadan önce yıkımın haklılığını-meşruluğunu inşa etmeye çalıştı. Mezarlık saldırılarıyla birlikte ölüye yaklaşım tekrardan olanca gerçekliğiyle görünür olmaya başladı. Şehir savaşlarında katledilenlerin cenazeleri günlerce yerde bekletildi. 2015 yılında Muş’un Varto ilçesinde HPG gerillası Kevser Eltürk’ün (Ekin Van) cenazesi çıplak biçimde sokakta teşhir edildi. Bir grup özel harekat polisi-jandarması cenazenin önünde çektikleri fotoyu medyaya servis ettiler. Şırnak’ta Hacı Lokman Birlik’in cenazesi panzerin arkasına iple bağlanarak sokaklarda sürüklendi. Cemile Çağırga’nin cenazesi günlerde derin dondurucuda bekletildi. Taybet İnan’ın cenazesi yaklaşık bir hafta sokak ortasında bekletildi. Devlet, açıktan cenazeler üzerinden yeni savaş konseptini devreye koydu. Cenazelerin kitlesel gömülmemesi için her türlü tedbiri aldı. Yas tutmayı engellemek için taziye evleri ya kapatıldı ya da kamuya devredildi. Cenaze taşıma araçlarının cenazeleri taşımaması için her türlü zorluğu çıkardı. Devlet cenaze etrafında örülen hakikati parçalamak ve engellemek için hiçbir kural kaide tanımadı.Devletin ölü ve mezara yaklaşımı anlayış ve amaç olarak değişmese de biçim ve yöntem açısından yeniliklere kavuştuğu söylenebilir. Daha önce bizzat askerler tarafından yıkılan mezarlar bu sefer bizzat aileler eliyle yıktırıldı.

İl ve ilçe belediyelerin sınırlar içindeki kimi mezarlıkların içinde gerilla mezarları da vardı. İçişleri bakanlığı belediyelere bir yazı göndererek ‘tüm mezarların mevzuata uygun hale getirilmesi’ talimatını verdi. 2016 yılından itibaren aileler çağrılıp, mezarların üzerindeki amblem ve yazıların değiştirilmesi gerektiği aksi takdirde mezarların yıkılacağı yönünde uyarı ve tehditler iletildi. Ailelerden bizzat kendi elleriyle yakınlarının mezarlarının yıkılması istendi. Bir çok yerde aileler pratik çözümler bulsa da çoğu yerde mezar taşları devlet yetkilileri tarafından kırıldı. Mezar taşlarının kırık olmasından dolayı halen bir çok yerde mezarların kime ait oldukları belli değil.

Ailelere mezar yıktırmanın en somut örneği Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde yaşandı. Silvan’ın bir köyünde muhtar aracılığıyla ailelere köydeki gerilla mezarlarının taşlarının değiştirilmesi yönünde talimat gönderiliyor. Aile mezarın tümden tahrip edilmemesi için bizzat kendi elleriyle mezar taşlarını kırıyor. Fakat daha sonra bunu yaptıkları için büyük bir pişmanlık duyuyorlar. Devlet bu yöntemle hem mezarı yıktırıyor hem de ailenin sürekli bir suçluluk psikolojisi altında ezilmesini hedefliyor. Aile eliyle mezar yıktırmak Türkiye Cumhuriyetine özgü bir stratejidir.

 

Toplu Mezarlardan Kimsesiz Mezarlara

‘Kim’ ve ‘kimlik’ kavramları toplumsal benliğin bireyde ifadeye kavuşmuş halidir. Kim ve kimlik saf varlığın vücut bulmuş halidir. Kim ve kimlik sorularının cevapları oluş halindeki varlığın taşıdığı vasıflardır. Dolayısıyla kimlik, bireyin yaşadığı ve benliğine dönüştürdüğü sürecin son ana kadar ki tüm süreci kapsıyor denilebilir. Kim olma ve nasıl bir kimliğe sahip olma durumu bireyin yaşama katılımını da belirleyen temel etkendir. Yani bireyin kendini tanıma kavuşturduğu çerçeve (kimlik oluyor) aynı zamanda yaşamı kendince anlamlandırma çerçevesi oluyor. Kimliğin sağlıklı bir şekilde oluşumu yaşama da sağlıklı bir katılımın yolunu açıyor. Kimliğin oluşumundaki formlar uzun bir tarihsel sürecin sonucudur.

Olumlu ve olumsuz yönde değiştirilmeleri çok zordur. Bu ‘zorluk’ toplumun sürekliliği için hayatidir. Böyle olmasa her müdahalede toplum dağıtılır, haliyle ortada sürdürülecek bir hakikat de kalmaz. Onun için toplumsal formların değişimi genelde iki yolla olur: Birincisi, eski formu aşan, daha kolaylaştırıcı bir hakikat inşa edilmiştir dolayısıyla eskinin yerine geçer. İkincisi, toplumsal hakikat tamamen dağıtılmıştır, toplumsal kimlik oluşumu kırıma uğramıştır ve yerine yeni bir form geçer. Birincisi daha çok toplumsal hareketlerin gelişimi sonucu gerçekleşiyor. İkincisinde ise toplum dışı güçlerin müdahalesi söz konusudur.

Toplumsal kimlik sürecinin akamete uğraması devlet ve iktidarı açısından bir fırsat doğurur. Devlet akamete uğrayan süreci kendini inşa ettirme olanağına dönüştürür. Bunun için de oluşumu toplumsal hakikatten ne kadar koparırsa o kadar başarılı olur. Bu yüzden kimliksizleştirme devlet iktidarlarının sürekli izledikleri bir politika olmuştur. Kimliksizlik kimsesizliğin vardığı son aşamadır. Önceden etrafını boşaltma, yalnızlaştırma ve sonrasında yeni bir kimlik inşa etme süreci gelir.

Devlet öldürdüğü kişiyi yalnızlaştırarak yeni bir inşa alanı oluşturur. Bunun için de kimsesizlik’i kendi iktidarının sürdürülmesi için kurucu bir unsur olarak kullanılır. Mezarı kimsesizleştirme sürdürülen mücadelenin başarısı için bir derecelendirme kriteridir. Ne kadar kimsesiz mezar varsa o kadar başarı vardır. Ne kadar kimsesiz varsa o kadar sahiplenilmeye (devletçe) hazır kitle vardır. Devlet cenazeye her türlü hakareti yapmasına rağmen toplum cenazeyi sahiplendi. ‘Kimlik’ olduğu müddetçe, kimliği arayan, etrafını saran toplumsal bir refleks de olmuştur. Devlet, bunun önüne geçmek için yeni yöntemler denemeye başladı. Bu yöntemin adı da ‘kimsesizler mezarlığı’ydı.

Devlet 1990’larda cenazeleri toplu gömerek itibarsızlaştırma ve korku politikası izledi. 2015 sonrası özellikle şehir savaşlarında yaşamını yitirenleri belli merkezlerde topladı. Cenazeler için başvuranları da bu merkezlere yönlendirdi. Mesela Malatya ve Elazığ bu yerlerin başında geliyordu. Buralara gönderdiği cenazelerden örnekler aldıktan sonra ailelerin başvurularını beklemeden cenazeleri gömdü. Cenazeler devlet nezdinde ‘kimsesiz’ ve bir ‘numaraya sahip olan’ öğelerden ibaretti. Cenaze numaralandıktan sonra artık işlevi olmayan bir ‘şey’di. Eskinin toplu mezarlarının yerini bu sefer kimsesizler mezarı aldı. Şu anda hemen her ilde bir kimsesizler mezarlığı var. Devlet daha önce kaybettirirken bu sefer de kimsesizleştiriyor. Kaybettirilenin bir şekilde arayanı, soranı ya da bulunması için verilen bir mücadelesi oluyordu. Kaybedilen, sahip olunan kimliğinden dolayı bir mücadele gerekçesi oluyordu. Yani her ne kadar kaybedilmişse de ardında yas tutan ve yası bir anıya dönüştüren bir süreç işliyordu. Oysa kimsesiz’in ardında ne tutulacak bir yas ne de yaşatılacak bir anısı vardır. Bu mezarlardaki cenazeler gerçekten kimsesiz mi? Elbet ki değil, ama devlet nezdinde işleyen bir prosedür var ve bu prosedür sonuçlanmayıncaya kadar bu cenazeler kimsesizdir. Bu prosedür de başlı başına bir işkencedir. Cenazelerinin alınması için DNA örneği veren aileler yıllarca adli tıp kurumlarının kararını bekliyorlar. Sonrasında savcılık ve kolluk süreci başlıyor. Süreç ne kadar uzatılabilirse o kadar uzatılıyor. Ailede yılgınlık ve bıkkınlık yaratılmaya çalışılıyor. Kimlik sahibi cenazeler devletin sistematik bürokratik işleyişiyle yıllarca kimsesiz olarak kalıyorlar.

Kimsesizler mezarlığının dünyada eşi benzeri olmayan bir örneği Bitlis’in Oleka Jor (Yukarı Olek) köyünde inşa edilen Garzan Mezarlığıdır. 2013-2015 yılları arasında çoğunluğu toplu mezarlardan alınan gerilla cenazeleri Garzan Mezarlığı’nda defnedildi. Ancak 2015 yılında Garzan Mezarlığı iş makineleri ile içindeki ibadet yerleriyle birlikte yıkıldı. Mezarlar tahrip edildi. Mezar taşları kırıldı. Mezarlık adeta viraneye dönüştürüldü. 2017 yılının Kasım ayında ilginç bir şey daha yaşandı. Garzan Mezarlığındaki 270’e yakın cenaze iş makineleriyle mezarlardan çıkarılarak İstanbul Adli Tıp Kuruma gönderildi. Cenaze nakil ve yerinden çıkarılma prosedürlerinin hiçbirine uyulmadan, ailelerden habersiz bir şekilde cenazeler başka yere nakledildi. Aileler cenazelerini almak için tekrar kan örnekleri verdiler. Her gün yakınlarının cenazelerini almanın beklentisi içinde oldular. Aradan yıllar geçtikten sonra aileler tuhaf bir haber aldılar. Aileler ATK’den cenazeleriyle ilgili haber beklerken, cenazelerin aylar öncesinden Kilyos’ta kimsesizler mezarlığına defnedildiğini öğrendiler. Daha Garzan Mezarlığındayken kime ait olduğu belli olan cenazeler Kilyos’ta kimsesizler mezarlığına gömülmüştü. DNA örneği eşleşen aileler cenazelerini almaya gittiklerinde bir şok daha yaşadılar. Cenazeler plastik kutular içinde kaldırımın altına gömülmüştü. Plastik kutular içindeki cenazeler lağım suyunun aktığı kaldırımın altına gömülmüştü.

Bir cenazeye yapılabilecek en çirkin hareket olarak değerlendirilecek bir durum. İnsan bir defa ölür derler. Ölü acı çekmeyebilir. Ama ölü üzerinden aileye, ölünün takipçisi olduğu hakikat üzerinden topluma ceza verilmek istenir. Türkiye Tabipler Birliği Başkanı Şebnem Korur Fincancı ‘Bîr’ (Bîr Kürtçe’de hem kuyu anlamına gelir hem de hafıza anlamına gelir) adlı belgeselde gözaltında kaybedilen kişilerin aileleri için şöyle diyordu: “ Bir taraftan akrabalarımın kemikleri ortaya çıksın, yasımı tutacağım belli bir yer olsun duygusu var. Çünkü ölünün mezarı olduğunda sağlıklı bir yas süreci oluyor. Aynı zamanda ölü ile vedalaşma oluyor. (…) Kemikleri olduğunda, mezarı olduğunda mezarına gidip anılarını yaşıyorlar, bu şekilde ölümü de kabul ediyorlar. Diğer şekilde kemikleri alıncaya kadar ölümü kabul etme yoktur. (…) Diğer tarafta hep beklenti içinde olan ve sonrasında düşünmeyen, üretmeyen insanlara dönüşenler var(…) Bu bir cezalandırmadır, insanları öldürüyorsunuz, sonrasında yakınlarını cezalandırıyorsunuz.” Yani ölüye yapılan her kötü muamele aslında yakınlarına ve topluma da yapılmış oluyor.

Devletin tüm bu uygulamalarına rağmen aile ve halk cenazelere sahip çıkınca yeni bir yöntem olarak kimsesizleştirme uygulaması devreye konuldu. Cenazelerin sahiplenilmemesi için gece yarısında gömülecek saate denk getiriliyor. Binlerce kolluk kuvvetinin eşliğinde cenazenin defnedilmesi için sadece en yakın aile fertlerine izin veriliyor. Taziye kurulmaması için her türlü baskı uygulanıyor. Temel amaç toplumda ‘kimsesizlik’ duygu ve düşüncesini oluşturmaktır. Kimsesi olmayanın direnme gücü de olmaz. Kimsesi olmayanın ne kimliği olur ne de yaşatılacak bir anısı olur.

 

Modern Kuyular: Kargo Kutuları

İki yıl önce HPG gerillası Agit İpek’in cenazesi bir kargo kutusu içinde annesi Halise Aksoy’a teslim edildi. Halise Aksoy yıllarca oğlunun akıbetini öğrenmek için yoğun bir çaba sarf etti. Ancak hemen her başvurusunda olumsuz cevaplar aldı. 10 Nisan 2020 yılında Diyarbakır adliyesine çağrılan Hediye Aksoy’a kargo kutusu içinde çocuğunun cenazesini verdiler. Anne Hediye Aksoy olayı anlatırken şöyle diyor: “Geçen yıl bizi aradılar, ‘Cenazeniz elimizde’ dediler. Kemikler için DNA örneği istediler. Bizi aramalarını beklerken diğer yandan avukatlar üzerinden oğlumun kemiklerini almak için girişimlerde bulunduk. Geçtiğimiz günlerde beni yine aradılar, ‘dosyanız var’ diye. Suçumun ne olduğunu sordum ‘Dosyada gizlilik var’ deyip söylemediler. En son aradıklarında ‘Emanetiniz var, adliyede, gidin alın’ dediler, ne olduğunu söylemediler. Adliyede emanet bölümüne ‘Alın oğlunuzun kemikleri” dediler. PTT barkodlu bir paket içinde, diyecek bir söz bulamıyorum.”Benzer bir durum 29 Ağustos 2022 yılında yine Diyarbakır adliyesinde yaşandı. 7 yıl önce Sur’da yaşamını yitiren Hakan Arslan’ın babası Ali Rıza Arslan oğlunun cenazesini alması için Erzurum’dan Diyarbakır’a çağrılıyor. Adliyeye giden babaya bir torbaya konulmuş kutu içinde oğlunun cenazesi teslim ediliyor. Baba o anları anlatırken ‘Cenazeyi elime verdiklerinde Diyarbakır başıma yıkıldı sandım” diyordu. Aile avukatı da bu durumu şöyle anlatıyor: “Ne yazık ki adli makamlar, cenazeden arda kalan kemiklerle ilgili adli işlemleri yaparken sanki o kemikler adli emanetmiş gibi, adli emanet kutusuna konup, mühürlenip o şekilde Adli Tıp’a gönderiyor. Ne yazık ki yasal anlamdaki mevzuatımızda bu konuyla ilgili düzenleme söz konusu değil. Kemiklere adli emanetmiş gibi işlem yapılıp, ona göre ailelere teslim ediliyor. Biz bunu tabi ki savcılık makamına da ilettik. Bu iş mevzuata uygun olabilir ama insan vicdanına uygun düşen bir durum değil diye.” (Av.Ferhat Kılıç)

Devlet 90’lı yıllarda kazma zahmetine katlanmamak için öldürülen, kaybedilen kişilerin cenazelerini kuyulara atıyordu. Yakaladıkları kişileri bazen de mağaralara götürüp işkence etikten sonra öldürüp cenazesini orda bırakıyordu. Yüzlerce kuyuya binlerce cenaze atıldı. Hatta öyle kuyular vardı ki cenaze tümden erisin, cenazeden eser kalmasın diye özel kullanılıyordu. Botaş’ın asit kuyuları katledilen insanların cenazelerinin tümden imhası için kullanıldı. Kuyular bir dönem yoğun tepki alınca ve teşhir olunca devlet şimdi moderniteye uyup yeni bir yöntem olarak kargo kutularını kullanıyor. Dini inancı veya düşüncesi ne olursa olsun ölünün mekanı kutsallık taşır. Bu, bir manastırın tabanı olabilir, bir mağara olabilir, bir ırmak kenarı olabilir, bir mezarlık olabilir… Önemli olan mekana atfedilen anlamdır. Toplum ölünün defnedildiği mekanı keyfi olarak belirlemez. Ya bir zorunluluk sonucu ya bir vasiyet üzerine ya da daha önce kutsal kabul edilmesinden dolayı mekanı belirler. Bu durum toplumsal birlikteliğin ve devamlılığın sağlanması için önemlidir. Mekanın belirlenmesi ölüye verilen değer ve önemin de bir göstergesidir. Devlet bu önem ve değeri ortadan kaldırmak için cenazeyi salt ‘maddi bir eşya’ statüsüne indirgeyerek plastik bir kutu içine koyar. Mesela tabut da maddi bir eşyadır ama cenaze içine konulduğunda o manevi bir mekana dönüşür. Oysa plastik bir kutunun maddi olma dışında hiçbir anlam ve değeri yoktur. Açıktır ki bu uygulamayla ölünün inancı ve düşüncesi aşağılanıyor ve aile küçük düşürülüyor. Oysa nasıl ki kuyular ölünün gömüleceği mekanlar değilse kargo kutusu da ölünün koyulacağı, taşınacağı mekan değildir.

 

Devletlerin Ölüye Yaklaşım Politikasına Karşı Toplumun Tutumu

Devletlerin direnişçileri gözaltında katletme ve cenazelerini kaybetme politikasına karşı toplumun refleksi de her zaman gelişmiştir. ‘Yalnızlaştırma’ ve ‘tecrit etme’ uygulamalarının başarıya ulaşmamasında bu refleksin önemi büyüktür. Hatta devletlerin sürekli uygulama değişikliğine gitmesinde de bu tepkinin payı büyüktür. Arjantin’den tutalım İspanya’ya kadar, Brezilya’dan tutalım Türkiye’ye kadar dünyanın neresinde cenazelere yönelik kaybettirme ve kötü muamele gelişmişse karşısında buna bir tepki de gelişmiştir.

Avrupa’da bu alanda çalışma yürütmek için bir kuruluş oluşturuldu. Zorla Kaybetmelere Karşı Avrupa Akdeniz Federasyonu ( La Fédération Euro-Méditerranéenne Contre les Disparitions Forcées, FEMED) adlı kuruluş özellikle iç savaşın yaşandığı, askeri darbelerin gerçekleştiği; zorla kaybettirme ve cenazelere kötü muamelenin olduğu ülkelerde hukuksal bir mücadele yürütüyor. FEMED bu alanda çalışma yürüten kurumların oluşturduğu bir çatı örgütüdür. Bu kuruluşun içinde 13 ülkeden çeşitli kurumlar yer alıyor.

Hukuki mücadelenin yanında özellikle annelerin öncülük ettiği toplumsal eylemlilikler de yoğun bir şekilde sürdü. İlkin Arjantin’de bir grup annenin öncülük ettiği eylem biçimi daha sonrasında bir çok yere yayıldı. On dört kadın, Nisan 1977’de, Arjantin yönetiminin gözaltına aldığı çocuklarının akıbetine ilişkin bilgi vermeyi reddetmesinin ardından, Başkan Videla’ya bir talep mektubu sunmak amacıyla Buenos Aires’teki Mayıs Meydanı’nda (Plaza de Mayo) toplandılar. Daha sonra Plaza de Mayo Anneleri adını alacak olan bu hareket Şili’den Bolivya’ya, Venezuela’ya kadar bir çok hareketin ilham kaynağı oldu. Bu hareketin bir benzeri de Türkiye’de gelişti. 1995 yılında İstanbul’da, Gazi Mahallesinde gözaltına alınan Hasan Ocak’tan bir süre haber alınamadı. Daha sonra Hasan Ocak’ın cansız bedeni bulundu. Bu tür olayların yaşanmaması ve önüne geçmesi için gözaltına alınanların yakınları tepkilerini göstermek için oturma eylemleri başlattı. 27 Mayıs 1995’ten bu yana her cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemleri düzenleyerek gözaltında kaybolan yakınlarını ve faili meçhul siyasi cinayetlere kurban giden yakınlarının faillerini aradılar. Cumartesi günleri oturma eylemleri yaptıkları için isimleri de Cumartesi Anneleri oldu. Zamanla büyük bir harekete dönüştü. Bazen on binlerin katıldığı gösterilere dönüştü.

Cumartesi Annelerinin eylemlerinin bir benzeri ve devamı niteliğinde olan bir diğer hareket de Kayıplar Bulunsun, Failler Yargılansın Eylemleri’dir. 13 Mart 1999’da polisin müdahaleleri nedeniyle Cumartesi Anneleri oturma eylemlerine ara verdi ve 31 Ocak 2009’da yeniden bir araya gelmeye başladılar. Cumartesi annelerinin eylemlerine paralel olarak İHD (İnsan Hakları Derneği) öncülüğünde 7 Şubat 2009 tarihinden itibaren Diyarbakır, Batman, Şırnak (Cizre), Mardin, Hakkari ve Şanlıurfa’da Kayıplar Bulunsun Failler Yargılansın Eylemleri başlatıldı. Bu eylemler kimi şehirlerde zaman zaman kesintiye uğrasa da halen bir çok yerde düzenli olarak devam ediyor.

Türkiye’de özellikle savaşta hayatını kaybedenlerin aileleriyle hukuki ve sosyal dayanışmayı büyütmek için kimi kurumlar oluşturuldu. 2001 yılında İstanbul’da kurulan YAKAY-DER amacını kendi sitesinde şöyle açıklıyor: 2001 yılında İstanbul’da kurulan ve Kaybetmelere Karşı Avrupa-Akdeniz Federasyonu (FEMED) üyesi olan Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (YAKAY-DER), Türkiye’de doğal ölüm nedenleri dışında yaşam hakkının ihlali sayılabilecek şekilde öldürülmüş; çeşitli uygulamalar sonucu ölümüne sebebiyet verilmiş; çeşitli nedenlerden kendisinden haber alınamayan veya kaybolduğuna kesin gözüyle bakılan insanların kaybolma ve yaşamlarını yitirme nedenlerini araştırmak ve kayıp yakınları ile yardımlaşma ve dayanışma içerisinde olmak amaçlarına yönelik çalışmalar yürütmektedir.

Buna benzer bir dernek de 2007 yılında MEYA-DER (Mezopotamya Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği) ismiyle Diyarbakır’da kuruldu. 2016 yılında bu iki dernek KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile kapatıldılar. Ancak mücadelelerinden vazgeçmeyen aileler bir araya gelerek yeni dernekler kurdular. Aileler yardımlaşma ve dayanışma amacıyla her türlü alanda mücadelelerini sürdürüyorlar.

Türkiye’de 2020 yılıyla birlikte oluşmaya başlayan ve 2021 yılı itibari ile somutluk kazanan diğer bir oluşum ise Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi’dir. İnsan hakları alanında çalışma yürüten birçok kurum ve temsiliyetin tartışmaları sonucu oluşan bir inisiyatif. Bu inisiyatif ölünün layıkıyla defnedilmesi ve yas hakkının hiçbir baskıya maruz kalmadan tutulmasının önündeki engelleri aşmak için çeşitli çalışmalar yürütüyor. İnisiyatif bir taraftan cenazelere dönük kötü muameleyi teşhir etmeyi hedeflerken bir yandan da ailelerin hukuki mücadelesinde nasıl bir yol izlenebileceğine dair çalışmalar yapıyor.

Mayo de Plaza Annelerinin başlattığı ve birçok ülkede sürdürülen eylemler devletin ölüyü tecrit etme uygulamalarına karşı ‘hatırlatıcı’ ‘uyarıcı’ bir etken oldular. Sayısal olarak her ne kadar az kalsa da nitelik olarak büyük bir rol oynadılar. Her eylemde devletlerin amaçları görünür kılındı ve unutmanın önüne geçildi. Her eylem aynı zamanda kaybettirilen-öldürülen kişi ve toplum arasında örülmek istenen duvara bir yıkıcı darbe vurma oldu. O yüzden örülen duvar hiçbir zaman tamamlanmadı.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.