Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernitenin Resmi İdeolojisi: LİBERALİZM

Ferhat Çiçek

Ahlak ve politika üzerine kurulu toplumsal doğamızdan kopma ile başlayan merkezi uygarlık sisteminin yapısal krizli halini temsil eden kapitalizm, nasıl oluyor da varlığını devam ettirebiliyor? Bugün ‘genelleşmiş ve derinleşmiş kölelik’ olarak tanımlanan kapitalizmin, gelinen aşamada insanlığın hiçbir sorununu çözmediği gibi, uygarlık tarihinin başından beri var olan toplumsal sorunları daha da arttırdığı, hatta bunlara yenilerini ekleyerek onları kronikleştirdiği bilinmesine rağmen kapitalizm neden aşılamıyor? İnsanlığın sorunlarını çözmek için yola düşen ve bu uğurda büyük bedeller ödeyenler, nasıl oluyor da toplumda hem anlayış hem de örgütsel anlamda etkin olup kapitalist sistemi alt edemiyor? Ama bu özelliklerine rağmen kapitalist sistem aşılmak bir yana karşıtlarını bile kendi hizmetine koşabiliyor? Bu güç ve yeteneği nereden alıyor? Daha da arttırılabilecek bu çelişkili halleri A.Öcalan: “Kapitalist modernitenin asıl gücü ne parasından ne de silahından kaynaklanmaktadır; sonuncusu ve en güçlüsü olan sosyalist ütopya da dâhil, tüm ütopyaları her renge bürünen ve en değme sihirbaza taş çıkartan kendi liberalizminde boğması onun asıl gücünü oluşturmaktadır.” şeklinde tanımlayarak açıklamaktadır. Bu nedenle de kapitalizmin ideolojisi olan liberalizmin daha ayrıntılı olarak ele alınmasına ihtiyaç vardır.

 

Kavramsal ve Tarihsel Gelişim

Kavram olarak Latince ‘hür bir şahsa yakışan’ anlamına gelen ‘liberalis’ kelimesinden kaynağını alan liberalizm, Türkçe’ye Fransızca’dan geçerken, İngilizceye de İspanyolca’dan geçerek yaygınlaşmıştır. Özellikle de 1750’ler sonrasından günümüze kadar çok yaygın bir şekilde kullanılmaya başlamıştır. Siyasal literatürde yaygın kullanımı, 19. yüzyılın başında İspanya’da kurulan ‘Liberales’ adlı partiden sonra gerçekleşir. Kapitalizmin hâkimiyetine paralel olarak, bu kavram hayatın birçok alanına iyiden iyiye yerleşir.

Felsefe Sözlüğü’nde: “Gerek ekonomi felsefesinde gerekse siyaset felsefesinde devlet, toplum ve birey arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini öne çıkaran, her bireyin vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün tanınması gerektiğini savunan ekonomik ve siyasal öğreti. Bu bağlamda devletin ekonomiye müdahalesinin en alt düzeye çekilmesi gerektiğini savlayan daha ideal olanın ise devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmaması olduğunu öne süren ve somut anlatımını ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ (Laissez faire, laissez passer) savsözünde bulan öğreti, iktisadi liberalizm diye adlandırılırken, devlet yetkesinin her anlamda ve her alanda kısıtlanması, bu yetkeyi elinde tutanların toplumun yapıtaşları bireylerin yaşamlarını nasıl yönlendireceklerine herhangi bir gerekçe ileri sürerek hiçbir şekilde karışmaması gerektiğini savunan, devletin toplumsal ve kültürel yaşamın düzenlenmesinde hiçbir belirleyici rol üstlenmemesi gerektiğinin altını koyultarak çizen ve somut anlatımını ‘en iyi hükümet en az hükümet edendir’ savsözünde bulan öğretiye ise siyasal liberalizm denmektedir.” şeklinde tanımlanmaktadır.

Etimolojik olarak ‘liberty’ (özgürlük) kökünden gelen liberalizm, burjuvazinin iktidar yürüyüşünde temel sloganı olan ve alıntıda da belirtilen “laissez faire laissez passer” (bırakınız geçsinler bırakınız yapsınlar)’in yerini alır. Daha sonrasında düşünce, ifade, seyahat ve serbest ticaret özgürlüğü, mülkiyet hakkı vb. gibi ‘kişi hak ve özgürlükleri’ diye bilinen ve kısaca doğuştan gelen haklar olarak görülen birinci kuşak insan haklarının tümünü ifade edecek şekilde kullanılmaya başlanacaktır. İnsan hakları hukukunda bir kuşağı temsil eden bu hakların, kapitalizmin ideolojisi olan liberalizmle birlikte anılması, tamamen bu hakların elde edildiği dönem koşulları ve ‘kurnaz-avcı adam’ın istismarcılığı ve kurnazlığı ile bağlantılıdır.

Dini dogmatizmin merkezi uygarlık sisteminin resmi ideolojisi haline geldiği; tüm devletlerin kutsallaşarak tanrı adına, yeryüzünde onun gücünü kullandığı, insanın kul haline getirilerek ‘fikren ve ruhen bitirildiği’ bir dönemde insanlık, kıta Avrupa’sında Rönesans-Reformlarla tarihe yeni bir yorum katma arayışı içindedir. Bu dönemde insan her açıdan bir cendereye alınmıştır. Kilisenin şatafatına, maddi zenginliğine ve halen hafızalardan silinmeyen zulmüne karşı, çok yoğun köylü isyanları ile cevap verilirken; Vatikan’ın ‘sapkın’ olarak ilan ettiği ‘heretikler’ de Hıristiyanlığın, Hz. İsa dönemindeki gibi mütevazı, sade olması gerektiğini belirterek resmi kiliseye karşı mücadele içindedir. Bunun yanı sıra, Vatikan’ın Katolik tekelciliğini aşmak için Almanya’dan başlamak üzere Avrupa’nın pek çok yerine yayılacak biçimde ulusal kilise döneminin başlatılması anlamında dinde reform arayışları ortaya çıkar. Kilisenin aklı donduran, bu yönüyle de insandaki tüm yaratıcılığı öldüren dogmatizmine karşı da, bilim arayışçıları olarak ortaya çıkan ‘simyacılar’ çok yoğun bir çaba içindedir. Tüm bunlar temelinde daha özgür, daha eşitlikçi bir yaşam arzusuyla gerçekleşen Reformasyon, Rönesans ve buna bağlı olarak gelişen aydınlanma ile doğaya, topluma ve insana olan bakış açısı değişirken aynı zamanda bilimsel düşünüşün de önü sonuna kadar açılacaktır.

Toplum, hafızalarda halen çok canlı olan demokratik komünal yaşamı kurma ya da saldırılara karşı koruma mücadelesini yürütürken, dönemin orta sınıfını temsil eden burjuvazinin de henüz pay almadığı mevcut devlet karşısında ciddi bir programa sahip olmadığı görülmektedir. Burjuvazi bilindiği gibi ortaçağda egemen sınıf değildir. Ortaçağın hâkim sınıfı feodal beyler, derebeyler, şövalyeler vb’den oluşan aristokrasidir. Aristokrasinin doğuştan sahip olduğu askeri, siyasi, dini ve yönetsel hakları bulunmaktadır. Aristokrasiyi tanımlayan unvanlar ve bu unvanlara tanınan ayrıcalıklar nesiller boyu sürmektedir. İktidarcı güçlerin en örgütlü koalisyon organı görünümündeki devlet de, bu sınıfın çıkarları temelinde organize edilmiştir. Önemli askeri komutanlıklar bu sınıfın tekelindeyken örneğin, İngiltere’deki Lordlar Kamarası’nda meclis üyeliği babadan oğla geçmektedir.

Bu, siyasi ve askeri ayrıcalıkların yanı sıra mevcut devlet yapılanması, feodal beylerin ve derebeylerin kendi devletçiklerinde iktidarlarını sürdürmeleri için oluşturulmuştur. Yani devlet bir koalisyon ortaklığı gibidir, parçalıdır. Merkeziyetçilik, ulus-devlette olduğu gibi çok güçlü değildir. Ticaretle uğraşan burjuvazi böylesi bir devlet yapılanması içinde yer almadığı ya da devlet tarafından istenildiği gibi desteklenmediği için dilediği kadar kâr edememektedir. Zira uğradığı her prenslik veya beylikte ayrı ayrı vergi vermek durumunda kalmaktadır. Yanı sıra özellikle uzun yol ticareti istenilen ölçüde güvenlikli değildir. Yine tüccarın sattığı malların üretilmesi için gerekli olan işgücünü oluşturan serfler, feodal beylerin vasalları (xulam) olarak toprağa bağlıdır ve serbestçe hareket edememektedirler. İşte bu koşullarda burjuvazinin temel talebi, ticaret için gerekli olan malları üretmek için serflerin kırsaldan kente akması ve çalışmalarının serbest olmasıdır. Ama yapılan fief sözleşmeleri yani vassal-süzeren ilişkisi buna engeldir. Bu durum kentsoylu (burjuvazi) ile topraksoylu (aristokrasi) arasındaki temel çelişkinin ne olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu koşullar içerisinde egemen olmak isteyen her sınıf gibi tüccar sınıfı (burjuvazi) da gözünü devlete dikmiştir. Çünkü devlete ortak olmadan ya da onu ele geçirmeden güç haline gelinemeyeceğini çok iyi bilmektedir. Burjuvazi tüm bu nedenlerden dolayı halkın yürütmüş olduğu özgürlük, eşitlik, adalet mücadelesinin içinde yer alır. Ve pek çok halk devriminde olduğu gibi ortaya çıkan sonuçları kendi çıkarları temelinde yontmayı başarır. Örneğin günümüzü hala da etkileyen ve gerçekten de çok büyük değeri olan Fransız Devrimi’nin ilan ettiği ‘İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin ‘kutsal ve dokunulmaz’ saydığı tek hak ‘mülkiyet hakkı’dır. O kadar hayati olması gereken insan hakkının içinde özel mülkiyetin -hem de ezilenlerin mülklerinin pek olmaması gözetildiğindetoplumsal mücadelelerin başköşesine yerleştirilmesi, burjuvaların şahsında kurnaz-avcı adamın yaptıklarını gözler önüne sermektedir.

Ekonomik olarak durumu oldukça iyi olmasına karşın siyasi olarak devlete henüz ortak olamamış burjuvazi, eşitlik ilkesiyle aristokrasiye tanınmış olan tüm hakları elde edebilmeyi hedefler. Bu temelde sloganda talep edilen özgürlük ile burjuvazinin isteklerini rahatça ifade ederek özel teşebbüs yoluyla istediği yere serbestçe varabilmesi kastedilmektedir. Bunun da çok dinamik bir sınıf olan burjuvaziyi yeni devletin temel gücü haline getireceği sonraki gelişmelerden anlaşılmaktadır. Dikkat edilirse eşitlik ve özgürlük talebi adına elde edilen tüm haklar, halkı değil burjuvaziyi güçlendirmekten başka bir sonuç doğurmamıştır. Halkın haklarına kavuşması için, burjuvaziye karşı yürütmek zorunda kalacağı amansız bir mücadele gerekecektir.

Burjuvazi iktidar yürüyüşünü gerçekleştirebilmek ve karşıtlarına zihniyette de baskın gelebilmek için bunun teorisini oluşturacaktır. Başta John Locke (16321704) olmak üzere Bodin (1530-1596), Hobbes (15881679), David Hume (1711-1776), Jeremy Bentham (1748-1832), Vico (1668-1744), Montesquieu (16891755) ve Adam Smith (1723-1790) gibi düşünürler yasama, yürütme ve yargıyı tek elde monarşik bir şekilde toplamış olan devlete karşı egemenliğin kaynağını halka dayandıran ve devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkan teoriler oluşturmuşlardır. Hobbes dışındaki tüm bu liberal öncüler doğal hukukçuyken, Vico ve Montesquieu dışındaki tüm öncüler de toplumsal sözleşmecidir. ‘Liberalizmin babası’ olarak gösterilen Locke’a göre: “uygar topluma geçmeden önce, insanlar bir ‘doğa durumu’nda yaşıyorlardı. Bu yaşamda, ‘başkalarına zarar vermeme’ kuralına dayalı, tanrı tarafından konmuş bir ‘doğa yasası’ egemendi, insanlar özgür, eşit ve barış içindeydiler. Doğa yasasına uymayıp saldırgan davrananları herkes tek başına ya da başkalarıyla birleşerek cezalandırma hakkına sahipti. Ama hem davacı, hem yargıç, hem de ceza uygulayıcısı olmak toplumda karışıklıklara neden olabileceği için, insanlar kendi iradeleriyle uygar topluma geçmeye karar verdiler.” Hem doğal hukuk hem de toplumsal sözleşmenin mantığını gösteren bu kısa alıntı, liberalizmin kendisine dayanak yaptığı teorik temelleri oluşturmaktadır. Liberaller temel slogan haline getirdikleri eşitlik ve özgürlük taleplerini bu Locke’nin bu tarih yorumuna dayandırmışlardır.

Kelime olarak ‘özgürlükçülük’ anlamına gelen liberalizm, böylelikle insanlığa özgürlük getiren ideoloji olarak kendini sunmaktadır. Burada önemli olan liberalizmin, kapitalizmin resmi ideolojisi olduğunu bir an için bile olsa unutmamak önem taşır. Çünkü liberalizmin en büyük yeteneği, kendini olduğundan farklı göstererek en güçlü karşıtları da dâhil herkese kendini kabul ettirebilmesi ve kendi hizmetine koşabilmesidir. Yani kendini perdeleyerek gizleme kabiliyetine sahiptir. Kapitalizm ne kadar özgürlükçü ise liberalizm de o kadar özgürlükçüdür. Kapitalizmin toplumsal sorunları çözme yeteneği ne kadar ise, liberalizmin de toplumsal sorunlara çözüm gücü olma yeteneği de o kadardır. Zira liberalizm kapitalizmin resmi ve merkezi ideolojisidir.

 

Liberalizmde Tarihin Temel Birimi Bireydir

Liberalizm tarihin yorumunu istismara en açık olan birey üzerine kurar. Onlara göre birey temel varlıktır. Birey toplum, halk, ulus… vb tüm bu ‘bütün’lerden daha gerçektir, esastır, merkezidir ve önceldir. Mehmet Yılmaz, ‘Liberalizmin Kara Kitabı’ adlı eserinde ‘Liberalizm insanı birey zanneder.’ diyerek belki de liberalizmin en temel yanılgısını ortaya koymaktadır. Liberalizme göre insan türü için önce birey vardır. Ona göre toplum olma durumu daha sonraları gerçekleşmiştir. Bunun için de birey toplumdan önce geldiği için esastır ve onun hakları toplumun haklarından daha önemli ve önceldir. Bu nedenle de, liberalizm bireyin ve bireyciliğin ideolojisidir. Buna göre insanlar doğuştan özgür bireyler olarak doğarlar ve doğa yasası çerçevesinde eşit, özgür bir şekilde yaşarlar. Zamanla bireyler arasında ortaya çıkan sorunlarda keyfilikler ve adaletsizlikler çıkmasın temel hak ve özgürlükler korunsun diye iradelerinin bir kısmını devlete devrederek uygarlığa geçerler. Devlete yargılama, cezalandırma ve temel özgürlükleri koruma görevi verirler.

Burada çok sorunlu bir tarihsel toplum okuması olduğu açıktır. Çünkü insan türü için bireyi toplumun önüne yerleştirmek, çok büyük bir teorik yanlış olmanın yanında hiç de masum bir ele alış yöntemi değildir. Bu burjuvazinin bireyciliğine, bencilliğine teorik temel kazandırmak için uydurulmuş bir yalandır, bilinçli bir saptırmadır. İnsan türünün var oluş hali toplumsallıktır. Yani önce birey olarak var olma sonra da toplum olma diye bir durum insanlık tarihinin hiçbir döneminde yaşanmamıştır. Yaklaşık olarak üç milyon yıllık insanlık tarihinde insanlaşma ve toplumlaşma birliktedir. Biri diğerinden önce veya sonra değildir. Öcalan bu durumu ‘at başıdır.’ şeklinde tanımlamaktadır. Yani liberallerin dediği gibi önce bireyler vardı, sonra tarihin bir döneminde bireyler geleceklerini garanti altına almak için biraraya gelerek toplumu oluşturdu diye bir savın hakikatle bir alakası yoktur. İnsan türü varoluşsal olarak toplumsaldır. Doğa tekler (bireyler) üzerine kurulu değildir, muhteşem bir birliği, bütünlüğü ifade eder. Doğada birbiri için olmayan, birbirini tamamlamayan, birlikte var olmayan hiçbir şey yoktur. Scrödinger’in ‘kuantumun en temel ilkesi’ olarak tanımladığı ‘dolanıklık ilkesi’ temel birlik ilkesi anlamına gelir. Bu, ‘bir olma’nın bilimsel izahatı ve adıdır. Durum böyleyken tarihi tekiller üzerine kurmanın, evrenseli yok saymanın bilimle, hakikatle hiçbir alakası yoktur. Tarihi bireyin üzerine kurmak ve bireyi toplumdan önceye yerleştirmek, sadece ve sadece burjuvazinin toplum dışı oluşuna, bireyciliğine, bencilliğine kılıf aramak, onu maskelemek anlamına gelir.

 

Liberalizmde Doğal Toplum Kaos Ve Kargaşa Halindedir 

Toplumsal tarihin %98’inden daha fazla bir bölümünün klan tarzında ve komünal olarak geçtiği bilinmektedir. Sonrasında gerçekleşen ve toplumsallıkta niteliksel bir sıçrama olan neolitik aşamayla birlikte bu dönemler, doğal toplum (organik toplum, ahlaki ve politik toplum) olarak adlandırılır. Bu uzunca tarih boyunca insanlık egemensiz, polissiz, jandarmasız, devletsiz yaşamıştır. Toplumda dile gelen, içinden gelinen doğanın birbirini tamamlayan, bütünleyen ve birlikte var olan özü olduğu için herhangi bir toplumsal soruna rastlanmaz. Toplumda kafalar toplumun daha da nasıl geliştirilebileceği, yaşam sorunlarının nasıl aşılabileceği üzerine yorulurken, pratik de buna uygun gerçekleşecektir. Yani yaşam tamamen politik ve ahlaki bir karakterdedir. Zihniyetler ve buna bağlı olarak yaşam komünal olduğundan bu dönemde herhangi bir düzensizlikten, keşmekeşlikten bahsedilemez. Tersine insanlık tarihinin en düzenli, gönüllü katılımın en güçlü olduğu dönem o dönem olmuştur. Ahlak, temel yaptırım gücü olarak iş görmektedir. Bencillik ve onun egemenliğe götüren her türden versiyonu henüz ortada olmadığı için toplumda düzensizliklere neden olacak sorunlara rastlanmaz. Yaşanan sorunlar doğanın diğer bileşenlerin de yaşadığı normal, doğal sorunlardır. Bunlar da el birliğiyle aşılmaya çalışılmaktadır. Bu nedenle de liberallerin dediği gibi doğal halde yaşayan insanların yaşamları belirsiz, düzensiz, herkesin istediği gibi davrandığı bu nedenle de toplumsal sorunlara sebebiyet veren, Hobbes’un deyimiyle ‘herkesin herkesin kurdu olduğu’ bir özellikte değildir. O halde liberallerce doğal toplum neden böyle gösterilir?

Doğal toplum kötülenir, çünkü devlete, onun oluşumuna meşruiyet kazandırılmak ya da ona ilericilik atfedilmek istenir. Toplumsal sözleşmecilere göre, devletin olması toplumun sürmesi için bir gerekliliktir. Zira toplum kargaşa ve kaos halindedir. Toplum üyeleri adeta birbirini tüketecek derecede birbiriyle mücadele içindedir. Gidişat toplumun yok oluşudur. Böylesi bir düzensizlik içinde toplum yok olmasın diye insanların iradelerinin bir kısmını devrettikleri ve böylelikle de varlıklarını onunla garanti altına aldıkları kurumdur devlet. Devlete böylesi bir yaklaşım devleti gerekli, devrimci, ilerici bir kurum haline getirir. Marksizm de doğal toplum ve devlet hakkında bu dönem tezlerinden etkilendiği için benzer bir yaklaşım içinde olmuştur. Marksizm’e göre devletin hem de tarihin en kirli ve lanetli aracı olarak gerekli bir kurum gibi oluşması, kaynağını bu tarih yorumundan alır.

Hâlbuki toplumsal tarihe bakıldığında, devlet ve öncesinde hiyerarşinin, toplumun komünal olan özünden kopma sonucu gerçekleşen bir sapma olduğu görülür. Bundan dolayı da devlet normal ve zorunlu bir gelişim değildir. Zira o toplumun birbirini tamamlama üzerine kurulu olan kimyasını bozan, toplumu parçalayan bir karakterdedir. Bu nedenle de devletli toplumlar parçalı-sınıflı toplumlardır. Böylesi toplumlarda da toplumsal bütünlük ortadan kalkar. Devletin düzen getirdiği tezi en büyük yalandır ve saptırmaların başında gelmektedir. Dolayısıyla liberalizmin doğal toplumun ‘düzensiz’, ‘sürdürülemez’ olduğu iddiası, devletli yaşamı topluma lanse ettirmekten başka bir anlama gelmez. Bu şekilde insanlara kurtuluş ve düzen yolu olarak gösterilen devlet esasında kutsallaştırılmak isteniyor. Bunun için de insanlığın milyonlarca yıl yaşadığı devletsiz ve dayanışmaya dayalı komünal yaşamı hakir gösterilerek, ondan uzak durulması sağlanmaya çalışılıyor.

 

Liberalizm, Toplum Karşıtıdır

Liberalizm kendi sistemini bireye, bireyciliğe dayandırarak daha en başından toplumla arasına özsel bir mesafe koymuştur. Liberalizm topluma ve her türden bütüne karşı bireyi koruma iddiasında olan bir ideolojidir. O birey haklarıyla meşguldür. Tabi bunun da böyle olmadığı aksine en güçsüz bireyin bu dönemde geliştiği bilinmektedir. Örneğin, insan hakları hukukunda ele alınan birinci kuşak insan hakları, ‘kişi hak ve özgürlükleri’ olarak bilinmektedir. Aslında bu haklar ilk talep edildiğinde, kullaştırılan ve köleleştirilen bireyin topluluğuyla birlikte özgürleştirilmesini esas almaktayken burjuvazi bu talebi aristokrasiye karşı eşitlik talebinde bulunarak kendisini güçlendirmek için kullanmıştır. Bu nedenledir ki, bilimsel sosyalist öğreti, anarşizm ve ulusal kurtuluş hareketleri yoluyla bireyin bu şekilde toplumdan koparılmasına karşı bir isyan gerçekleşmiştir. İkinci kuşak insan hakları yani ‘ekonomik, sosyal ve kültürel haklar’ vb. olarak tanımlanan topluluk hakları ortaya çıkmıştır. Bu hakların elde edilmesi demokratik uygarlık güçlerinin mücadelesi sonucunda mümkün olmuştur. Bu nedenle de liberalizm, kapitalist sistem 2. Dünya Savaşı’nda ölümü görmeyinceye kadar bu ikinci kuşak hakların (topluluk hakları) hiçbirine rağbet etmemiştir. Bu hakları benimsememiş ve toplumun bu haklar için verdiği mücadeleyi karşılıksız bırakmıştır. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, ömrünü uzatmak için liberal devlet perspektifine ‘sosyal devlet’ anlayışını da (sosyal devlet gibi bir kavram ‘devlet’ ve ‘toplum’ kavramlarının özleri farklı ve uyuşmaz olduğundan doğru değildir. Biz literatürde kullanıldığından ve anlaşılması için belirtiyoruz.) eklemiştir.

‘Güçlü kurnaz adam’ın pratiği olarak da okunabilecek olan hiyerarşik devletçi sistem tarihi, toplum karşıtlığı üzerine yazılmıştır. Bu nedenle erkek egemenlikçi düşünüşün bir ürünü olan hiyerarşik-devletçi sistem, kendini düşünenlerin sistemidir. Dikkat edilirse hiyerarşik-devletçi sistemin temel motiflerinin benlik güdüsüne dayandığı açıkça görülür. O, ‘ben’i ‘biz’e karşı güç haline getirmeye çalışmanın bir ürünüdür. Bundan dolayı da önceki yaşamda olmayan ‘ben-biz’ ayrımı, çok sistematik olarak geliştirilerek kapitalizmde ‘ben’ doruğa çıkarılmıştır. Bu çıkış o denli tavana vurmuştur ki, artık ‘biz’i yani toplumu onunla birlikte de tüm doğayı ortadan kaldırabilecek bir düzeye gelmiştir. ‘Ben’ güdüsünün direktifleriyle yürüyenlerin toplumsal çıkarı gözetmesi, ahlaklı davranması mümkün olamaz. ‘Liberalizmin Kara Kitabı’nda geçtiği biçimiyle “Liberalizm kötü ahlâklıdır’ demiyorum, su nasıl renk-siz, hava nasıl koku-suz ise liberalizm de öyle ahlâk-sızdır diyorum.” Kapitalizmin bir yere girerken, önce oranın ahlakını ve toplumsallığını ortadan kaldırmasının nedeni işte budur. Zira ahlakın ve toplumsallığın olduğu yere bencillik, kişisel çıkarlar, toplumsal parçalanma giremez. Bunu bilen kapitalistler toplumu her zaman karşılarına alırlar. Özünde gerçek bir toplumsallaşmanın olduğu yerde bireyin çözümsüz kalan sorunları olamaz. Çünkü böylesi durumlarda birey-toplum karşıtlığına yer yoktur, birey-toplum bir bütünü oluşturur. Birbirini tamamlama söz konusudur. Burjuvazi, ortaçağın insanları kullaştırarak devletçi sistemin kölesi haline getirme anlayışına karşı duyulan haklı tepkiyi kendi çıkarları temelinde kullanarak, topluma karşı güdülerinden başka bir şey düşünmeyen azgın bir birey ortaya çıkarmıştır.

Liberalizmi, toplum karşıtı olduğu için bireyi en fazla güçsüzleştiren ve birey karşıtı olan ideoloji olarak ele almak daha yerinde bir değerlendirme olur. Liberalizm bireyi topluma karşı kışkırtarak, toplumu bireye kemirterek toplumu zayıf düşürür. Peki, buna neden ihtiyaç duyar? Çünkü her egemen gibi kapitalizm de örgütsüz, dağınık, birbiri karşısında sorumluluk duymayan, ortaklaşamayan toplulukların daha rahat yönetilebileceklerini çok iyi bilir. Egemenler açısından her zaman en büyük tehlike toplumun örgütlü olmasıdır. Çünkü örgütlülük güç demektir. Egemenler karşılarında güçlü bir toplum görmek istemediklerinden dolayı tarih boyunca en fazla toplumu nasıl örgütsüz bırakacakları üzerinde durmuşlardır. Bunu günlük Kürt halkına ve özgürlük mücadelesine karşı uygulanan politikalarda da görmek mümkündür. Kürtleri sömürmeye devam etmek isteyenlerin en fazla üzerinde yoğunlaştıkları konu, Kürtlerin birlik olmaktan çıkarılması, tek ses haline gelmelerinin engellenmesi vb. hususudur.

Tüm bu nedenlerden ötürü, öyle belirtildiği gibi liberalizm bireyi güçlendirmez, zayıf düşürür. Sığırlaştırılan, sürüleştiren insan gerçekliği en fazla da insanlara özgürlük getirdiği iddiasında bulunan liberalizm döneminde gerçekleşmiştir.

 

Liberalizm Özgürlük Değil, Kölelik Getirir

Liberalizmin daha başından beri dilinden düşürmediği en temel kavramlardan biri de özgürlüktür. Kendisini özgürlük getiren ideoloji olarak takdim eder. Ona göre kendilerinden önceki tüm sistemler baskıcı, zorba rejimlerdir. Kendileri de her türden baskıya ve bütün’e karşı bireye özgürlük getiren tek sistemdir.

Liberalizm, özgürlük anlayışını bireyin dıştan gelen müdahalelere karşı korunmasına oturtur. Liberalizme göre birey özgürdür, iradelidir. Dışarıdan herhangi bir müdahaleye gerek duymadan yaşayabilecek durumdadır. Bu nedenle de dışarıdan gelen her türden müdahale, özü itibariyle özgürlüğü kısıtlar ve baskı altına alır. Bu nedenle de birey, bu müdahalelere karşı korunmalıdır.

Liberalizm, mevcut bireyi zaten özgür saydığından ve bireyin de doğal hukuk gereği haklarının olduğunu savladığından ona ek olarak farklı özgürlüklerin verilmesi gerekmez. Daha çok onun müdahalelere karşı korunması gerekir. Bu nedenle de liberalizmin özgürlük anlayışına negatif özgürlük denmektedir. Yani bir şeye özgürlük değil bir şey’den özgürlük. ‘Özgürlükte esas olan bireye bir şey sağlanması değil, onun dış baskı ve zorlamalara maruz bırakılmamasıdır.’ Liberalizme göre, ‘birey, davranışlarına, hareketlerine diğerleri tarafından müdahale edilmediği sürece özgürdür.’

Birey anlayışı toplum öncesi ve toplum dışı olduğundan liberalizm özgürlük anlayışını da bireyin sınırında tutmuştur. Birey kavrayışı, toplumsallığı dışladığı için bireyin tek başına da yaşayabileceği görüşündedir. O nedenle zaten birey kendine yetmektedir, özgürdür ve doğuştan da getirdiği hakları vardır. O halde birey tamdır ve kendisine müdahale edilmemesi gerekendir. Doğal toplum insanının özgür olduğundan bahsedilebilir, ancak onun özgürlük anlayışı toplumsaldır. Çünkü doğal toplum insanı toplumsallıkla vardır. Toplumun dışında bir var oluş hali söz konusu değildir. O nedenle de doğal toplum insanı özgürdür, ama en fazla müdahale edendir ve müdahale edilendir. Müdahale etme ve müdahale edilmeyle özgür olma birbirinin karşıtı olan şeyler değildir. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu onu müdahale eden ve edilen bir konuma otomatik olarak getirir. Toplumsal doğanın özünü oluşturan politika, herkesin birbirinin yaşamına kendini katarak müdahale etmesiyken, ahlak toplumun zora dayanmayan, gönüllüce yapılan, işleyen en temel kurallar sistemi olarak başlı başına müdahale etme ve edilme halidir. Öcalan ahlakı ‘özgürlüğün katılaşmış hali’ olarak tanımlarken de bu hususu dile getirmiş oluyor. Ahlak toplumsallığın baskısı ve gücü olduğundan, liberalizm tarafından hep özgürlüksüzlük ve baskıcılık olarak ele alınmıştır. Bu nedenle de liberalizm, çok özel olarak ahlaksız olmaya özen göstermiştir. Zira ahlak toplumsallaşma anlamına gelmektedir. Liberalizm de en toplum dışı ideoloji olarak bireyciliğin ideolojisi olmaktadır. Gerçekte ise ahlakın yarattığı baskılama, insanın özgürlükten sapmamasını sağlamayı amaçlar. Burada kastedilen ahlak, insan ve toplum olmanın özünü oluşturan ahlaki-politik toplumun ahlak anlayışıdır. Yoksa hiyerarşik devletçi sistemin çıkarlarına endekslenmiş ve yoldan çıkarılmış ahlak anlayışından bahsedilmemektedir.

Dolayısıyla insan hakikati müdahale etme ve edilme halidir. Bu nedenle liberalizmin iddia ettiği gibi insanları müdahaleye kapatmak insan türü için varoluşsal olarak mümkün değildir.

Peki, gerçekten de liberalizmin iddia ettiği gibi insanlar özgür müdür? Liberalizm neye özgürlük demektedir? Liberalizmin bireyi özgür ise ve özgür toplumlarda sorunlar olmuyorsa o halde bunca toplumsal sorun da neyin nesi? Liberalizm günümüz insanını birey olarak ele alıp onu özgür ilan ederken gerçekte ne yapmayı amaçlamaktadır? Köleleştiren bir sistemin ideolojisinin özgürlük getirmesi söz konusu olamaz. Kapitalizm, güncelleşmiş hiyerarşik devletçi sistemin en güçlü temsili olarak kendisi özgürlüğün canına okuyan, toplumu köleleştiren bir sistemdir. Tüm toplumsal sorunların yaratıcısı olan bir sistemin kendisini özgürlükçü ilan etmesinin yalandan ve kendini maskeleme ihtiyacından başka bir anlamı olamaz.

İnsanın ve toplumun inşa edilmiş gerçeklikler olduğu gerçeği bilindiğinde ve yine inşa edicilerin kötü eller olması ihtimali dikkate alındığında, yaklaşık olarak yedi bin yıldan beridir insanların neden özgürlükten koparılmaya çalışıldığı daha iyi anlaşılır. Bu nedenledir ki başından sonuna hiyerarşik aşama da dâhil tüm merkezi uygarlık sistemi tamamen bir ‘kölecilik’ sistemidir. İşte bu köleci sistem içinde doruğu temsil eden dönem kapitalizm olmaktadır. Liberalizm de bu kölecilikte doruğu temsil eden dönemin ideolojik mimarıdır.

İnsanın özgür ilan edildiği bir mekan ve zamanda herhangi bir özgürlük arayışına gerek kalmaz. Çünkü özgürlük zaten vardır. Yeter ki bu özgürlük anı ya da mekanında birey engellenmesin. Bu da mevcut sistemin olduğu gibi devam etmesi anlamına gelir. Egemenlik altına alınmaya çalışılanların tarih boyunca her zaman egemenlikçi sisteme karşı özgürlük mücadelesi verdiği gözetildiğinde, kapitalizm bu argümanla bu tarihi arayışların da sonuna gelindiğini iddia etmiş oluyor. Zaten ‘tarihin sonu’ tezinin altında yatan gerçeklik biraz da bunu ifade etmektedir. Dinamizmini, arayışlarını bitirmiş birey, sürdürülebilir mevcut sistem demektir.

 

Liberalizm Güçsüz Değil, Güçlü Devlet İster

En fazla propagandası yapılan tespitlerden biri de liberalizmin devlete de karşı olduğudur. Liberalizme göre ‘özgürlüğe olan en büyük tehdit devlettir. Devletin, bireylerin özgürlüğünü hiçe sayan, yok eden bir despot olması önlenmelidir. Bunun yolu da devletin hareket alanını sınırlamak, onu bazı kurallarla bağlamaktır.’ Liberalizm, doğal hukuktan kaynaklanan hakları güvenceye almak ve korumak için gerekli bir kurum olan devlet, bu hakların kullanımına engel olduğunda ona karşı mücadele içine girmek gerekir der.

Ama liberalizmin devlet karşıtı olması, özünden dolayı mümkün değildir. Zira devlet, egemen kesimlerin bir örgütlenmesidir. Ve tarih boyunca egemen olmak isteyen, iktidarlaşmayı hedefleyen tüm kesimlerin en fazla istediği devlettir. Dikkat edilirse burjuvazi de egemen olmaya çalışan bir sınıf olarak, güçlenmenin yolunun devletten geçtiğini çok iyi bilmektedir. Aristokrasiyle içine girdiği iktidar mücadelesi de zaten bu nedenledir.

Devlet dışı ve devlet karşıtı olan esas olarak halk kesimleridir, yani toplumdur. Bu hem özsel olarak hem de günlük pratik yaşamda böyledir. Toplumun ahlak ve politikaya oturan her türden edimi devlet dışılık anlamına gelirken, egemenlerin her türden edimi ise devlet içi ve devlet içindir. Dolayısıyla egemen olmak isteyen bir sınıfın ideolojisi olan liberalizmin devlet karşıtı olması mümkün değildir. “Devletsiz liberalizm sahipsiz bahçe gibidir.” Yaşanılan sistemin kapitalizm ve bu sistemin de ideolojisinin liberalizm olduğu gerçeği gözetildiğinde eğer liberalizm devlet karşıtı ve küçük devlet istemli olsaydı, bu durumda günümüz devletlerinin küçültülmüş ve güçsüz olmaları gerekirdi. Halbuki klasik liberalizm sonrası dönem, -burjuvazinin devlete hakim olmasından sonraki dönemdevletler güçten düşmemiştir, tersine devletler daha da güçlenmiştir. Gelinen aşamada da dünya imparatorluğunu kuracak denli genişlemiştir. Liberalizmle yönetilen bu dünya imparatorluğu ve onun ekleri dünyada her şeyi kendi denetimlerine almayı isteyecek kadar da müdahaleci ve tekleştiricidirler. Bugün özellikle de Ortadoğu’da gerçekleşenler, ideolojisi liberalizm olan kapitalist sistemin kendi dışındaki dünyaya yaklaşımını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla liberalizmin devlet karşıtı olmasından çok devletin, katı aristokratik yapısına dönük bir karşıtlıktan söz edilebilir. Burjuvazinin denetiminde olan, onun ürünü olan bir devlete liberalizmin karşıt olması, söz konusu bile olamaz. Zira Öcalan’ın deyimiyle “ulus-devletin anası da babası da liberalizmin kendisidir.”

Yine bağlantılı olarak, daha çok da ‘ekonomik liberalizm’ başlığı altında ele alınan bir husus vardır ki o da devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğidir. Klasik liberalizm döneminde daha çok Adam Smith tarafından dile getirilen görüşler de tıpkı siyasal liberalizmdeki gibi yanlış ve tarafgirdir. Bu görüşlere göre ekonominin kendisi de doğal bir organizmadır ve kapitalist “ekonomi” insan iradesinden bağımsız yasalar tarafından yönlendirilmektedir. Serbest rekabet bu doğal ekonominin adıdır ve ekonomik yaşamda herhangi bir aksamanın olmaması için tüm ekonomik faaliyetler bu serbest rekabet içinde gerçekleşmelidir. Serbest rekabet ve işbölümüne dayalı ekonomik faaliyette üreticisinden tüketicisine kadar her birey, kendi çıkarları temelinde pratikleşirken aynı zamanda genele de hizmet etmiş olmaktadır. ‘Homo economicus’ (ekonomik insan) nitelemelerinin özünde işte bu kendi çıkarları için uğraşırken, topluma hizmet ettiği iddia edilen birey tasarımı vardır. Zaten özgür, bilinçli ve iradeli olarak kabul edilen birey kendi çıkarının nereden geçtiğini en iyi kendisi bildiğinden, ona kimsenin yol göstermesine veya ona müdahale etmesine gerek yoktur. Tam da bu noktada devletin de müdahalesi engellenmelidir. Zira her şey kendi doğal akışı içinde sürmektedir. Devletin müdahalede bulunması “en çok sayıda kişiye en yüksek düzeyde mutluluk’ ilkesinin gerçekleşmesini sağlayacak” olan bireye engel olmak demekti. O nedenle de devlet piyasanın ve ekonominin dışında olmalıydı.

Barındırdığı teorik ve ideolojik yanlışlıklar bir yana, devletin ekonomiye müdahale etmediği tespiti tamamen bir saptırmadır. Bu tespit, daha çok ilk dönem burjuvalarının kendilerine alan açmak ve henüz ele geçirmedikleri devlete karşı kendilerini korumaya alma amaçlı yapılmıştır. Yoksa devlet her zaman ekonomiyi yapan değil, ekonominin üzerine çöreklenen ve her şeyi kendinde tekelleştiren bir gasp ve talan sistemi olmuştur. Bunu en fazla da liberalizmin ideolojik öncülüğünü yaptığı kapitalizm ve ulus-devlet yapmıştır. Bunun içindir ki özel şirketler her önemli krizden ancak devlet desteğiyle çıkabilmişlerdir. Bunu en son ABD merkezli çıkan ve dünyanın tümünü etkisi altına alan, kimi ülkelerin tümden iflasına neden olan dünya ekonomik krizinde de gördük. Egemenliğin yönü her zaman için devlete dönük olduğundan dolayı bir egemenlik ideolojisi olan liberalizm devletsiz yapamaz. Öcalan “Liberalizmin esas anlamı, devleti tamamıyla ekonomik tekelciliğin hizmetine sokmak, siyasi devleti ekonomik devlet yapmaktır.” derken, liberalizmin devlet yaklaşımını ortaya koymuş oluyor.

 

Liberalizm Zenginlik Değil, Tekliktir

Herkese özgürlükten bahseden ve herkesi özgür ilan eden liberalizm, bununla güya en katılımcı ideoloji olduğunu göstermek istiyor. Böylece de, kendisine herkesin ifade özgürlüğü temelinde kendini kattığı bir sistemin ideolojisi görüntüsü vermiş oluyor.

Bu anlayıştan yola çıkan liberalizm, ‘görüş enflasyonu’ oluşturarak esasında kendi ideolojik hegemonyasını kurmak istemektedir. Bu durum aslında aşırı göreci bir gerçeklik yaratarak herkesin üzerinde uzlaşabileceği, hakikat diyebileceği gerçeklerin olmadığını iddia etmektir. ‘Ne kadar çok kafa, o kadar düşünce’. İşte bu gerçek, liberalizmin günümüzdeki durumunu ortaya koymaktadır. Sisteme çok güçlü eleştiriler getirmesine karşın post modernizmin liberalizmin yeni yüzü olarak değerlendirilmesinin altında yatan gerçeklik de budur. Buna göre insanların tümünün üzerinde anlaşabileceği şeyler yoktur. Nesnel, dizgesel şeyler bir dayatmadır. Çünkü Protagoras’ın dediği gibi ‘insan her şeyin ölçüsüdür.’ Bu yaklaşımda herkesi mevcut haliyle bir renk, bir farklılık olarak değerlendirmek vardır.

Doğanın ve onun bir devamı mahiyetindeki ikinci doğa olarak insan ve toplumun da farklı renklerden, farklılıklardan oluşan çoklu bir yapı olduğu açıktır. Doğanın dilinde ve işleyişinde teklik söz konusu değildir. İnsanlık hiyerarşik devletçi sistem eliyle bu denli düşürüldükten ve doğasından koparıldıktan sonra topluluklar-bireyler farklılıklarını kaybetmiştir. Kendi potansiyeline ve özüne göre olana ve buna göre pratikleşene renk, fark denir. Halbuki bugünkü varılan sınırsızlığı ile insanlar köleleştirilmiştir. Kölenin veya kölecinin rengi, farklılığı olamaz. Zira her iki statü de insanlıktan bir düşme halini ifade eder. Düşünce zenginliği, farklılık işte her şeyin kendi özüne uygun gerçekleştiği hallerde gelişir. Yoksa liberalizmin özünden koparttığı ve toplumu kemiren (aslında kendi var olmasını kemiren) bencil birey ve onların oluşturduğu topluluklardan hiçbir zenginleşme çıkmaz. Çünkü toplumsallığı dağıtılmışların zenginlik oluşturmaları mümkün olamaz. İşte liberalizm bu safsatalarla insanları uyutmaktadır. İnsanları toplumdan, tarihten kopartarak sadece o bireye ait kılarak önce gerçeklerden kopartıyor, sonra da bir şekilde etkilediği düşünceleri söyleterek, her şeyde olduğu gibi düşünce alanında da bir enflasyon yaratıyor. Her kafadan bir sesin çıktığı bol görüşlü ama bölük pörçük, toplumsallaşma açısından hiçbir değeri olmayan bir ortamda da kendi görüşlerini hâkim kılıyor. Böylelikle de ideolojik olarak en özgürlükçü gibi görünüp en hegomonik güç haline geliyor. İdeolojik, ekonomik tekeller de bu temelde oluşuyor.

Yanı sıra liberalizmin tekçiliğini ve soykırımcı yapısını en iyi onun örgütlenme biçimi olan ulus-devlette görebiliriz. Liberalizm o kadar ‘özgürlükçü’ bir ideolojidir ki tarihin gördüğü en gaddar ve tekçi bu devlet biçimini yaratmıştır. Tarihin hiçbir döneminde devlet liberalizm dönemindeki kadar totaliter, tekçi ve farklılıkları yok eden bir karakterde olmamıştır. O çokça kötülenen imparatorluklarda bile farklı kimliklerin, etnisitelerin, dinlerin, dillerin özcesi ötekilerin yaşamalarına kendi özgünlükleriyle birlikte var olmalarına karışılmamıştır. Sonu faşizme varan bir motivasyonla ulus-devlet sınırları içinde dil-kültür, inanç ya da etnik kimlik anlamında bir unsur hâkim hale getirilerek geriye kalan tüm farklar yok edilmiştir. TC’nin Rumlar, Ermeniler, Asurîlerin vb. başına getirdiği gibi fiziki olarak, o şekilde yok edemediklerini de Kürtlerde olduğu gibi ekonomik, kültürel, siyasi, sosyal vb açılardan ortadan kaldırma örneği tüm ulus-devletlerin en temel özelliği olmuştur. Bu fiziksel ya kültürel soykırımlara halkların direnmesi karşısında da çok barışçıl geçinen liberalizm, en kanlı savaşların mimarı olmuştur. Onun için ‘savaşsız kurulmuş tek bir ulus-devlet yoktur’ belirlemesi de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Yine tüm insanlık tarihi içindekileri kat be kat aşan bir sayıda insan kaybına neden olan iki dünya savaşının mimarı liberalizm ve onun örgütlenme modeli olan ulus-devlettir. Tüm bunlar bir yandan liberalizmin ne kadar farklılıkların düşmanı olduğunu gösterirken, diğer yandan da liberalizmin kanlı tarihini ortaya koymaktadır.

Liberalizm, tüm karşıtlarını içine alıp kendi hizmetinde kullanarak ideolojik hegemonyasını kurmuş gibidir. Bundan dolayıdır ki artık tarihin ve ideolojilerin sonuna gelindiği propagandası yapılmaktadır. İşte liberalizm bu hegemonyasını kendisinin her özgün duruma göre versiyonu olan milliyetçilik, dincilik, pozitif bilimcilik ve cinsiyetçilik yolu ile gerçekleştirmektedir.

Eğer dikkat edilirse liberalizmin ideolojik hegemonyasını kurmak için kullandığı milliyetçilik, dincilik, pozitif bilimcilik ve toplumsal cinsiyetçilik bir tür parçalama yöntemi olmaktadır. Bir milleti diğer milletlerden, bir dini diğerlerinden, oluş’un bir yönünü diğer yanından, bir cinsi diğer cinsten üstün tutmak bu parçalama tarzının merkezine oturmaktadır. Bu, bir zihinsel tekel oluşturma-egemenlik kurma tarzı olmaktadır. Tüm egemenlikler böyle kurulur. Zaten hiyerarşik devletçi sistemin üzerine kurulduğu zihniyet de tam anlamıyla budur. Dolayısıyla liberalizmin kullandığı bu varyantların mucidi olarak kapitalizmi görmek doğru olmaz. Kapitalizm bunları sıfırdan yaratmamış bunların üzerine yeni şeyler katarak bunları kendi çıkarları temelinde kullanmayı bilmiştir. Şimdi kapitalizmin bu varyantlar üzerinden yaptıklarına kısaca bakalım:

 

1-Liberalizm Milliyetçilikten Yararlanmıştır

Liberalizmi kendi ideolojileri olarak geliştiren burjuvazi, yukarıda da belirtildiği gibi devlete ortak olmak, dahası hâkim olmak isterken aristokrasinin çıkarları temelinde düzenlenmiş olan parçalı devletin aşılmasını istemiştir. Bunu ekonomik çıkarlarını koruma ve siyasi olarak güçlenmek için zorunlu görmüştür. Bu iktidar yürüyüşünde feodal beylerle merkezi krallıkların aralarındaki çelişkilerde her zaman için merkezi krallıklardan yana tavır koymuşlardır. Yer yer de merkezi krallıkları prensliklere karşı harekete geçirmişlerdir. Amaç parçalanmış devlet yapısından merkezi devlete geçiş yapmaktır. Dolayısıyla da aristokrasinin yerine kendisini hâkim sınıf haline getirmektir.

İktidar mücadelesinin böylesine gerçekleştiği bir konjonktürde, burjuvazinin elini en fazla güçlendiren ve ona büyük fırsatlar sunan gelişme ise, bir toplumsal form olan uluslaşmanın da aynı dönemlere denk gelmesidir. Burjuvazi, herhangi bir yaratım çabası olmadan normal seyrinde gelişerek oluşan toplumsal formu yani ulusu sanki kendi yaratımıymış gibi kendisini ulusun sahibi haline getirmiştir. Ulus bir toplumsal form olarak var olan farklılıkların daha üst düzeyde birlik oluşturması anlamına gelir. Bu nedenle de kendinden önceki toplumsal formlara göre daha bütün’dür. Toplumsal tarihte toplumlar bir dönem nasıl ki klan, kabile, aşiret, milliyet tarzında yaşamışsa, gelişen toplumsallıkla özellikle 12. yüzyıldan itibaren de ulus şeklinde yaşamaya başlamışlardır. Bu yönüyle uluslaşmada bir anormallik, bir yaratılmışlık durumu yoktur. Son derece doğal ve normal bir süreçtir yaşanmakta olan. Burjuvazinin devlet modeli olan merkezi devlet de, kendinden önceki feodal prensliklere, derebeyliklere ya da krallık veya imparatorluklara göre daha bütün’dür. Burada eğilimi bütün olma yönünde ilerleyen bu iki olgunun bir konjonktürde birleşmesi gerçekleşiyor ki, bu da burjuvaziye çok büyük olanaklar sunuyor. Burjuvazi bu konjonktürü çok iyi değerlendirerek ulusu devleti oluşturuyor. Yani ulusu devlete ait kılıyor. Böylece kendisi bir toplumsal örgütlenme olan ulus formu, tepeden tırnağa kendisini inkâr anlamına gelen devletle birlikte anılır hale geliyor. Bunun teorisi de oluşturularak, o dönemden sonra ulus olmanın yolu devletleşmeden geçer deniliyor. Yani ulus olabilmek için devlet olmak bir zorunluluk halini alacaktır. Özellikle de yirminci yüzyılda tüm ulusal kurtuluş hareketlerinin ulus sorununu çözme ve emperyalizmden kurtulma yolu olarak kendi ulus-devletlerini kurma isteminin altında yatan gerçeklik işte budur.

Burjuvazi bu şekilde ulusu tekeli altına alarak, merkezi devletin adını ‘ulus-devlet’ olarak koyarak, devletin tüm ulusun olduğu propagandasını yapacaktır. Hâlbuki ne ulus-devlet ne de herhangi bir başka devlet biçimi tarihin hiçbir döneminde toplumun veya halkın tümünün olmamıştır. Her devlet sadece birilerindir. O birileri de her zaman için egemenlerdir. Ezilenlere ait olduğu dönemde bile ezilenleri egemenleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu durum devletin genetiğinden ve özünden kaynaklanır. O bir egemen sınıf örgütlenmesidir ve topluma ait olması bu yapısından ötürü de mümkün değildir. Onun için Ulus-devlet tastamam güçlü-kurnaz adamın zirveye çıkmış temsili anlamına gelmektedir. Hegel boşuna onun için ‘tanrının yeryüzüne inmiş halidir’ dememiştir.

Burjuvazi toplumu kendi çıkarları temelinde manipüle ederken, en çok da ulusun öğelerini aşırı derecede öne çıkararak, hitap ettiği ulusun diğer uluslardan daha önemli, değerli vb. olduğu propagandasını yapmaktadır. Ulusun doğal ve her ulusta olan öğelerine aşırı vurgu yaparak diğer topluluklara karşı kendi ulusunu güya her zaman zinde tutmaktadır. Örneğin Yahudiler ‘tanrıyla güreşecek’ ve ‘onunla evlenecek’ kadar ona yakın dururken, Araplar kendilerini ‘kavm-i necip’ olarak tanımlayarak en üstün halk olduklarını iddia edecek, Türk milliyetçiliğini geliştirenler de ‘bir Türk dünyaya bedeldir’ diyerek kendilerini dünyanın en seçkin halkı olarak adlandıracaklardır. Yine Hitler seçkin Alman ırkını tüm dünyanın efendisi kılmak için dünya savaşlarına girişecek kadar gözü kara hareket edecektir.

Yine liberalizm ya da kapitalist sistem, tüm krizlerini milliyetçilikle aşmaya çalışmakta, iç sorunlarının tümünü milliyetçiliğin hatırına aşar hale gelmektedir. Liberalizmin siyasi organizasyonu anlamına gelmek üzere ulus-devletler zihniyetleri gereği demokratik olamaz. Zira ulus-devlet farklılıkların ‘tek’ içinde eritilmesi yani yok edilmesi üzerine kuruludur. Yani ulus-devlet, farklılıkların eşitlik temelindeki birliğine değil, farklılıkların tek içinde eritilmesine, tek’leştirilmesine dayanır. Zaten bu zihniyeti nedeniyledir ki, iç ya da dış savaşsız kurulan neredeyse tek bir ulus-devlete rastlanmaz.

 

2-Liberalizm, Dincilikten Yararlanmıştır

Kölecilik açık bir baskı rejimidir. Köle sahibiyle köle arasındaki ilişkiler ve uygulanan sömürü açıktır, herhangi bir gizliliğe ihtiyaç duymaz. Meşruiyet zeminini mitoloji-din karışımı zihniyet aracını kullanarak gerçekleştirir. Aynı şey feodalizmde de mevcut olmakla birlikte nispeten daha gizlidir. İnsan yine üretim aracıdır, ama toprak da önemli bir üretim aracıdır ve insan toprağa bağımlı hale gelmiştirgetirilmiştir. Toprağa bağımlı hale getirilen insan, artık bir hayvan gibi pazarda alınıp-satılmamakta, toprakla birlikte alınıp-satılmaktadır. Burada feodalizmin meşruiyet ihtiyacını da din karşılamaktadır. Kapitalist sistem bu sömürü düzeninin üzerine bir perde örtmüştür. Bu perde emeğini satma özgürlüğüdür. Bununla sömürü ve baskı yokmuş gibi gösterilir. Zorla işe koşturulan ve pazarlarda alınıp-satılan kölenin ya da toprakla birlikte alınıp-satılan serfin yerini, emeğini “özgürce satma hakkı”na sahip proleter almıştır. Böylece sömürü daha derinleştirilmiş ve genelleştirmiştir.

Emeğini satma özgürlüğü, işsizlik ve açlıktan ölme özgürlüğüdür. Bu sistemin de meşruiyet ihtiyacı vardır ve bu ihtiyacı da pek çok şeyin yanında din de karşılar. Dikkatle izlenip değerlendirildiğinde, dinin bir baskı ve egemenlik aracı olarak tüm karşıtlığına rağmen en fazla kapitalist modernite tarafından kullanıldığı görülür.

Kapitalizmin gelişmeye başladığı ilk dönemlerde kapitalizmin öncüsü olarak burjuvazi kilise ile bir çatışma içinde olmuştur. Daha çok dini reddeder pozisyonda görünmüştür. Bunun temel nedeni, burjuvazinin hâkim olmak istediği devletlerin Avrupa Katolik dünyası çapında Papalığa bağlı olmasıdır. Öyle ki papanın elinden krallık tacını giymeyen kral, krallık için icazet almamış oluyordu. Çünkü egemenliğin kaynağı tanrıdır ve kilise de tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Bu yönüyle kilise ulusal sınırların ötesinde etkilidir. Yani ümmet anlayışı hâkimdir. İşte burjuvazi, ulusal devlet kurma yolculuğuna çıkarken ilk önce kilisenin bu etkisini kırmak zorundadır. Bunu da ulusal kiliselerin gelişmesini destekleyerek başardı. Reformasyon süreciyle birlikte kilisenin dini tekeli kırılarak yerine ulusal kiliselerin geçmesi burjuvazi açısından önemli bir olanaktı. Bu olanağı ulusal kiliselerin kendi çıkarları için kullanarak değerlendirdi.

Diğer yandan burjuvazi, ‘laisizm’ adı altında din ile devlet ilişkilerini birbirinden ayırarak kilisenin etkinlik alanlarını sınırlamış ve mülklerine de el koymuştur. Ancak iktidarda tam bir hâkimiyet sağladıktan sonra din olmadan sistemi sürdürmenin mümkün olmadığını anlamıştır. Toplumu, kutsallık yüklenen metafizik kavramlarla en fazla sistemin yönetimine hazırlayanın din olduğunu, birçok konunun olduğu gibi yöneticiliğin temel kavramlarının da buradan ödünç alındığını görmüştür. Bunların yanı sıra gelişen toplumsal muhalefetin, dinin katkısı olmadan etkisiz duruma getirilemeyeceğini anlayınca da, dini başköşeye oturtmaktan çekinmemiştir. Denilebilir ki, dinin iktidar organları tarafından en çok kullanıldığı, toplumun en fazla kullaştırılarak sistemin yedeği ve ‘uysal eşeği’ haline getirildiği dönem, en çok din karşıtı olduğunu söyleyen kapitalist-modernite dönemidir. Dinin vazettiği mutlak düzen fikri tüm iktidar sistemlerinin de amacıdır. Bu da ancak toplum kullaştırılarak gerçekleştirilebilir.

Milliyetçilikle halkın ulusal duygularını, dincilikle de toplumun dini-manevi duygularını suiistimal eden kapitalist sistem sürekli bu ikisini birleştirerek kullanır. Yahudilerin başta Araplar olmak üzere diğer halklarla yaşadığı sorun bu görünümdedir. Yahudilerde din ve milleti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Yine Türk-İslam sentezi veya tersinden İslam-Türk sentezi aynı özelliğe sahiptir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, tüm materyalleri Arapça olan İslam dinine mensuptur. Ama bu dini metinleri vaaz ederken ve ibadetin pek çok şeklinde Türkçe kullanılmaktadır. Aynı dine mensup olan Kürtler de ibadetlerini kendi dillerinden yapmaya kalkıştıklarında buna yasaklar getirilmektedir. Kürtçe vaaz veren imamlar görevden alınmakta, haklarından mahrum bırakılmaktadır. Sadece bu örnek bile din ile milliyetçiliğin nasıl da iç içe yürütüldüğünü göstermeye yeterlidir. Bugün özellikle de ülkemizde Kürtlere karşı geliştirilen soykırım politikalarının temel yürütücü gücü AKP ve başta Gülen cemaati olmak üzere tarikat-cemaat örgütlenmeleridir. Bu cemaatler ve siyasi parti eliyle Kürtler toplum ve halk olmaktan kaynaklanan haklarından alıkonulmak, asimile edilmek ve her açıdan soykırıma tabi tutularak Türkleştirilmek istenmektedir. Bu soykırım politikalarının en etkili aracı olarak da cemaatler kullanılmaktadır. Bu cemaatler eliyle halkın dini duyguları istismar edilerek halk egemenlikçi, sömürgeci sisteme taşınmak istenmektedir.

 

3-Liberalizm, Pozitif Bilimcilikten Yararlanmıştır

Ortaçağın düşünüş tarzı olan dini dogmatizmin yerini özellikle de Rönesans döneminden başlamak üzere bilimsel düşünüşün almaya başladığı bilinmektedir. Tüm bilgiyi, hakikati tekeline almış olan kilisenin karşısında, gittikçe aklın gücünü daha fazla kullanmayı esas alan bir anlayış hâkim oluyordu. Nihayetinde kilisenin tanrı kelamı diye herkese kabul ettirdiği tespitlere karşı, o günün koşullarında bilimsel değeri yüksek olan yeni tezler ileri sürülüyordu. Eski ile yeni arasındaki bu mücadele ile Bruno gibi düşünürlerin yaşamına mal olsa da, güçlü çıkan ve kazanan bilimsel düşünce olmuştur. Gelişen bilim anlayışı, biraz da dinin durumu metafizikle açıklamasına bir tepki olarak her şeyin deney konusu olup olmadığına yani duyu organları tarafından algılanıp algılanmadığına bakarak açıklamaya çalışmıştır.

Olan biteni görüngülerle açıklayan, duyu organlarının kapsamı alanına giren şeyleri bilimin konusu olarak belirleyen, bilgiye ulaşma yolu olarak da deney ve gözlemi esas alan bu anlayış pozitivizmdir. Böylece kendisini ifade eden pozitivizmin maddi uygarlık şeklinde örgütlemiş olan kapitalizme çok büyük katkılar sunması kaçınılmazdır. Maneviyatı, hissiyatı, ahlakı, sezgiyi, bir bütün olarak metafiziği bilimin dışına itmiş olan pozitivizmin yapısal ve özsel olarak tam da kapitalizmle örtüştüğü ve kapitalizmi oldukça güçlendirdiği açıktır.

Bilim, bilme, tanıma, anlama yoluyla hakikate var olması gerekir. Tam da bu noktada pozitivizmin bilim adına yaptığı tespitlere bakıldığında, oluş’u parçalayarak sadece maddeye indirgeyen pozitivizmin hakikati veremeyeceği, ona yakınlaştıramayacağı görülür. Kapitalizmin pozitivizmle yaptığı, “bilimi iğdiş edip, onu ahlak ve inanç dünyasının karşısına çıkarmak”tır. Bir insan nasıl ki sadece beden değilse, yani sadece kabuktan oluşmuyorsa ve insanı anlamak, tanımak için onun hem görünen (madde) hem de görünmeyen (maneviyat, ahlak, moral, inanç, sevgi, duygu, bir bütün olarak metafizik yönü vb…) yanını birlikte ele almak gerekliyse, doğadaki herhangi bir şeyi anlamak için de aynı şekilde yaklaşmak gerekmektedir. Çünkü bilimsel düşünüşte ulaşılan en yüksek düzey olarak tanımlanan kuantumun sunduğu veriler ışığında, bugün madde ile enerjinin (görünen ile görünmeyenin) özünde aynı şey olduğu, hepimizin, her şeyin enerjinin çocukları olduğu ve bunların her an birbirine dönüştüğü, bunların birbirinin alternatifi veya karşıtı değil de bütün’ü oluşturarak birlikte var olduğu tespitlerine ulaşılmaktadır. Bu da felsefe tarihinde yürütülen materyalizm-idealizm ikilemini oluşturan tartışmalarının özünde oluş’un gerçeğini bilememekten kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla pozitivizmin kaba maddeci yaklaşımıyla gerçeğe ulaşmak mümkün değildir. Çünkü o kabukla ilgilidir, görünenle ilgilidir, görünen üzerinde adeta belirleyici olan görünmeyeni görmez, dikkate almaz ve bilim dışı sayar. Her şeyi görüngüye indirgeyen bu yaklaşımın vardığı nokta Auguste Comte’un toplum için kullandığı ‘fizik toplum’ tespiti olacaktır. Hem fizik hem de metafizik olan insan ve toplum gerçekliği nasıl olur da sadece fizik yasalarla açıklanabilir? Bilim adına ulaşılacak tespitler bu durumda ne kadar gerçeği yansıtacaktır?

Öcalan’ın pozitivizmin en büyük günahının ‘toplumsal gerçeklikleri fiziksel gerçeklikler olarak görmeleri’ olduğunu belirtir. Bu, insanı, toplumu, suyun, kayaların, ağaçların vb. fiziki oluşların hareket ve yasalarıyla açıklamak gibi bir şeydir. Hâlbuki insanın ‘ikinci doğa’, ‘mikro kozmos’ olan özelliği onun evrimsel akışta kendisinden daha geride olanlarla açıklanamayacak denli donanımlı ve yetkin olduğunu gösterir. Her oluşun kendisine kadarki tarihin bir toplamı olduğu gözetildiğinde, insan öncesinde insanın olmadığı anlaşılır. Bu da insan öncesiyle insanın ve onun var oluş tarzı olan toplumun açıklanamayacağını kanıtlar. Ancak insan kendisinden öncekileri de kendi içinde barındırdığından -zaten bu nedenledir ki kendisine mikro kozmos denilmektedirinsanda diğerlerini tanımak mümkündür. Özcesi insan ve toplum pozitivizmin ele aldığı gibi salt pozitif bilimlerin yasalarıyla açıklanamayacak kadar karmaşık, donanımlı bir yapıdadır. Bu nedenle de pozitivizmin insan ve topluma dair tespitleri yanlıştır, insanı-toplumu nesneleştirmedir ve bu yanlış tespitlerle doğru bir yaşamın kurulması mümkün değildir.

Pozitivizmle hiyerarşik-devletçi sistemin kendisini üzerine kurduğu özne-nesne zihni kurumlaşması bu defa da bilim adına sürdürülür. Pozitivizm özünde hiyerarşik devletçi sistem için bu işlevi görmektedir. Çünkü sistem başta toplum olmak üzere her şeyi parçalayan ve bu parçalardan her zaman için birini özneleştirirken, diğerini nesneleştiren bir zihni yapılanmaya sahiptir. Ve her sistem gibi kendisini beyinlere kazımak ister. Bu işte de bir dönem mitolojiyi, dini ve felsefeyi kullanmıştır. Ama gelinen aşamada artık dini düşünce, yerine din haline getirilen pozitivist düşünüş hâkim olmaktadır. Sistem de kendisini bu yolla devam ettirmek ve meşruiyetini korumak istemektedir. İşte tam da böylesi bir ihtiyaç hâsıl olduğunda devreye özne-nesne ayrımını bu defa da bilim adına yapan pozitivizm girmektedir. O nedenledir ki pozitivizm hiyerarşik devletçi sistemin kapitalist çağda sürdürülmesine meşruiyet sağlamaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Yani pozitivizm her ne kadar bilim adına hareket ettiğini söylese de toplumu devlet karşısında değil devleti toplum karşısında güçlendirmiştir. Çünkü hakikatle oynamıştır, ondan kopmuştur.

Pozitivizmin öncüleri bilim adına en olmadık şeyleri ileri sürmüşlerdir. Galileo oluşu parçalayarak madde ve zihni birbirinden ayırır. Erkenden bir deneyci gibi davranarak metafiziği bilimin dışına iter. Bacon bir Engizisyon savcısı olarak doğa ile kadını özdeşleştirerek, insan-doğa, erkek-kadın birliğini tümden tahakkümcü bir ilişkiye tabi tutarak kapitalist sistemin vahşetinin temellerini iyiden iyiye döşer. ‘Bilim güçtür’ tespitinden yola çıkarak tüm bilgileri bağrında tutan ve cimriliğinden dolayı vermeyen doğaya karşı tam bir işkenceci olarak saldırmaya davet eder insanoğlunu.

Descartes mükemmel bir makine olarak gördüğü evreni herhangi bir şeyi bıçakla ikiye böler gibi madde ve ruh diye ikiye böler. Maddeyi mekanik yasalara göre işleyen, yer kaplayan ama düşünmeyen olarak tanımlarken; ruhu mekanik yasalara göre işlemeyen, yer kaplamayan ama düşünen olarak tanımlar. Ve en kötüsü Descartes’e göre bu ikiliyi evrende sadece ama sadece insanda görmekteyiz. Bu şu anlama gelir: evrende canlı olan sadece insandır. Doğal toplum insanının hissederek bildiği, kuantumun da bilimsel yöntemlerle ispatladığı canlı evren anlayışı bir tarafa, Descartes capcanlı olan herhangi bir hayvanda bile bir canlılık görmez. İnsanı bir saat düzeneği gibi ruhsuz bir mekanik aygıt olarak ele alan Descartes, hayvanlarda, bitkilerde herhangi bir hisse dolayısıyla canlılığa rastlanılmadığına inanır. Evreni bilim adına makine gibi gören bir anlayışın, doğaya engelsiz ve kar amaçlı yayılmak için can atan kapitalist sistem için bulunmaz bir nimet anlamına geldiğini kestirmek zor değildir. Sonuç ortaya çıkan ekolojik yıkımdır.

Dikkat edilirse bilim adına aslında bir olan bütün parçalanıyor ve parçalardan biri diğerine göre daha baskın, hakim, güçlü, önemli olarak ele alınıyor. Hiyerarşik-devletçi sistemin yarattığı bu ikiliklerden birbirini tamamlayan bir ilişki değil, egemenliğe taşıyan bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Tüm bunlar da toplum-devlet ikilisinde devletin hakimiyetine, egemenliğine teorik meşruiyet kazandırmak içindir. Mitoloji, din ve sonrasında pozitif bilimcilik döneminde türetilen ikiliklerin esas amacı tüm doğa dışı ve egemenliğe taşıyan ikiliklerin babası olan devlete (bağlantılı olarak iktidar, egemenlik, hiyerarşiye vb.) meşruiyet kazandırmaktır. İşte pozitivizmden kapitalist sistem bir de böyle yararlanmaktadır.

 

4-Liberalizm Cinsiyetçilikten Yararlanmıştır

İkinci doğa olarak gerçekleşen insan türünün var oluş hali olan toplumsallık, esas olarak olarak anakadın etrafında gerçekleşir. Toplumun yeni doğan üyesi ana tarafından eğitilir, topluma alıştırılır, terbiye edilir. Bu gelişim seyri, kadını özellikle de neolitik dönemde yaşamın adeta merkezi haline getirir. Kürtçede kullanılan ‘jin-jiyan’ tanımları bu gerçekliği en özlü şekilde ifade etmektedir. Milyonlarca yıl süren ve daha çok da kadın etrafında gerçekleşen toplumsallıkta kadın-erkek birbirini tamamlayan ve özünde insan türünün bir’ini oluşturan bir şekilde yaşamışlardır. ‘evrenin en mükemmel ikilisi’ olarak tanımlanan kadın ve erkek arasında bu dönemde cinsiyetten kaynaklanan herhangi bir sorun söz konusu değildir. Birbirini tamamlama, toplumun varlığı için birlikte var olma en temel yaşam felsefesidir. Bu anlayış aynı zamanda insanlık tarihinin ilk sistemi anlamına da gelmektedir.

Ana-kadın etrafındaki bu toplumsallaşmaya ve yaşam tarzına karşı, öncülüğünü yaşlı bilge, şaman ve güçlü avcının kendi arlarında kurduğu kutsal ittifakla yeni bir örgütlenme içine girilir. Bu nedenle de tarihte doğal toplum ile devlet arasındaki ara süreç anlamına gelen hiyerarşik aşamayı yaratan bu örgütlenme, erkek egemenlikçi zihniyet ve buna bağlı bir yaşam tarzına dayanır. Yani gelişen yeni sistem, erkeği egemen kılmaya çalışan cinsiyetçi bir sistemdir. Böylelikle ‘cinsiyetçilik’ diye tüm köleliklerin ve egemenliklerin merkezine oturan bir hastalık türetilmiş olur.

Köleliği derinleştiren ve yaygın hale getiren kapitalist modernitenin zaten kölelik-iktidar denklemi üzerine kurulu olan toplumsal cinsiyetçilikten yararlanmaması, bunu daha da azgınlaştırmaması düşünülemez. Bu anlamda toplumsal cinsiyetçilik salt cinsler arasındaki bir eşitsizliğe vurgu yapmaz. İnsanları cinsine göre toplumda konumlandırmaktan kaynaklı bir eşitsizlik gibi görünse de özünde devlet-toplum ikiliğine kadar götüren tüm egemenlik üreten ikiliklerin kaynağıdır. Kadını egemenliği altına alan, onu iradesizleştiren, mülkleştiren bir sistem kadını karılaştırmış demektir. Kadını karılaştıran egemenlikçi sistem, karılaştırma işini kadınla sınırlı tutmayarak tüm topluma yayacaktır. Sonuçta kendine yetmeyen, sorunlarını çözemeyen, iradesizleştirilmiş, güçsüzleştirilmiş, cellâdına muhtaç kılınmış bu yönüyle de karılaştırılmış bir toplumsal gerçeklik ortay çıkmıştır. Bu açıdan toplumsal cinsiyetçilikle sadece kadın köleleştirilmemekte, onun izdüşümleri biçiminde toplumun tümü de köleleştirilmektedir. Bu nedenle toplumsal cinsiyetçilik cinsler sorununun ötesinde bir kapsamda ve derinliktedir.

Devlet kendi büyük iktidarına toplumsal cinsiyetçilik kapsamında erkeğe de küçük iktidar olma hakkı vererek toplumda kendine ortaklar yaratmış olmaktadır. Erkek bu küçük iktidarını kadın üzerinde gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla da kadın ile erkek arasındaki doğal ve birbirini tamamlamaya endeksli olması gereken ilişki, bir iktidar ilişkisine dönüşmektedir. Bu ilişkide erkek her zaman için iktidarı temsil ederken, kadın da iktidara maruz kalan, köleleştirilen pozisyondadır. Kadının bu şekildeki varlığı her zaman için erkek açısından iktidarını gidereceği, kendisini iktidar sayacağı ya da iktidar olduğunu hatırlayacağı bir nesne konumunda olacaktır. Bu yönüyle kadın, erkeğe iktidar olduğunu hatırlatan ve erkeğin iktidarını her zaman için tahrik eden bir nesne gibi olacaktır. Bu da yaşamın tümden iktidar-kölelik denklemi içine alınması anlamına gelecektir.

Egemenlikçi sistem tarihin hiçbir döneminde kapitalist modernite dönemi kadar toplumu düşürmede kadını kullanmamıştır. Kadının tarihsel-toplumsal açıdan oynadığı merkezi yapısından da yararlanarak onu toplumu düşürmenin en etkili aracı haline getirmiştir. Erkeğin cinsellik güdüsünü her zaman canlı tutarken, kadını da bunun giderilmesi için ‘metaların kraliçesi’ olarak pazara sürmektedir. Rahatlıkla denilebilir ki sisteme ekonomik olarak en fazla kazandıran sektör, kadının cinsel meta olarak kullanıldığı sektördür. Hem erkek egemenlikçi zihniyeti cinsel alanda da kamçılayan hem de kadını bir meta olarak piyasaya süren sistem kârına kâr katmaktadır. Kurduğu bu insanlıktan düşüren denklemi canlı tutmak için de kadını erkeğin beğeni ölçülerine göre ayarlamaya özen gösterir. Bunun için de bu defa daha çok da kadınlara hitap edecek şekilde kozmetik denilen bir sektör oluşturacaktır. Tüm bunlardan çıkan sonuç, daha güçlü bir insanlaşma kesinlikle değildir, güdülerinin yönlendirmesi altında gerçekleşen hayvanca bir yaşamdır. Yaşananın insanlıktan bir düşme hali olduğu açıktır. İşin tuhaf ve ürkütücü tarafı yaşananın özgürlük adına ve ilericilik adına yapılmasıdır. Zaten liberalizmin sömürüyü derin köleliği gizleme ustalığı da burada ortaya çıkmaktadır.

Liberalizm kadını kapitalist modernitenin sınırlarında tutmaya azami özen gösterirken, sisteminin bekasını sağlamak için de gerektiğinde kimi haklar tanımaktadır. Liberal ideoloji yaşamı eşitlemeden, özgür kılmadan kanun önünde kadın ile erkeği eşit ilan ediyor, yaşamın her alanında kadının kendisini katmasının önündeki engelleri ortadan kaldırıyor vb. Bunun çok yönlü olarak propagandasını yaparak kadına özgürlük getiren bir sistem olarak kendini sunuyor. Nasıl ki felaket boyutlarındaki ekolojik sorunları birkaç çevresel tedbirlerle aşmaya çalışıyorsa, yine nasıl ki ezilen sınıflara daha fazla maaş vererek onlarla yaşadığı sınıfsal çelişkiyi nötralize ediyorsa, kadına da kimi haklar tanıyarak onunla yaşadığı çelişkileri unutturmaya, onu sisteminin en etkili vurucu gücü haline getirmeye çalışmaktadır. Liberalizmin kapitalist moderniteye yönlendiren bu tutumunun çok önemli ölçüde kabul gördüğü ve bu konuda çok ciddi bir özgürlük yanılsamasının yaşandığı bir gerçektir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.