Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Modernitenin Yapısal Krizi ve Hegemonyal Kapışmalar

Metin Yamalak

İktidarın-devletin oluşumuyla beraber hegemonya da insanlığın yaşamına bir olumsuzluk olarak dahil olan bir olgudur. İktidar kurumsal yapıların oluşturduğu, spesifik alanıyla sınırlanmış, bir idari sisteme bağlanmış, sınıflara dayalı bir olgu iken; hegemonya iktidarları, devleti de içine alan elinde bulunduran bir veya birden fazla güç kaynağının oluşturduğu kaçınılmaz basınç, sınırlandırma ve belirleme kapasitesiyle çevresini, kendisine tabi kıldığı bir durumdur. Elde edilmiş artık ürün mal ve sermaye oluşturulmuş bilgi tekeli, askeri güç, politik güç ve bunlar gibi sayılabilecek bir çok şey tekele alınıp belli şart ve karşıtlıklarla diğer insanların kullanımına açıldığında hegemonya oluşmuş oluyor.

Andre Gunder Frank: “ Hegemonya politik birimler, devletler ve onları oluşturan sınıflar arasında zor aracılığıyla oluşturulan artı birikim hiyerarşisidir. Hegemonik merkez devlete ve onun yöneticisi mülk sahibi sınıflarına ayrıcalıklı bir pay ve bu payı alabilmeleri için politik, ekonomik güç sağlayan bir birikim ve yönetim merkezleri hiyerarşisi kurulur.”[1] şeklinde ekonomi temelli bir tanımlama yapmaktadır.

I.Wallerstein:” 500 yıllık mevcudiyetinden sonra dünya kapitalist sistemi ilk kez gerçekten sistemik bir kriz içindedir ve biz kendimizi bir geçiş çağında buluyoruz.”[2] kapitalist modernite istemini özel olarak beşyüz yılla sınırlamaktadır.

Abdullah Öcalan: “Uygarlık sistemlerinin üç özelliğini yeniden hatırlarsak; birincisi rekabet-hegemonya, ikincisi merkez-çevre ve üçüncüsü inişli-çıkışlı döngüsel karakteridir. Temelinde ise iktidar ve ekonomiye yönelik tekellerin kendi aralarındaki mücadelesi yatar.[3] Sadece son 200 yıllık ulus-devletçikler çözülmemekte, 5000 yıllık uygarlık, iktidar geleneği de çökmektedir.”[4] demekte, bütün iktidar ve devlet yapılarının tarihsel olarak bir çöküş içine girmiş olduğunu belirtmektedir.

İktidar ve devlet tarihi boyunca, halkaların birbirine bağlanması gibi yerellerde oluşan hegemonyaların daha geniş alanlara yayılmış, hegemonyalara bağlanması, onların devletler düzeyinde hegemonyalara bağlanması, dünya üzerinde kıtasal hegemonyalar ve nihayetinde küresel merkezi hegemonya olarak dünyayı işgal etmiş durumdadırlar.

 

Devlet Sınıflara Dayanır

Kapitalist modernite küresel merkezi hegemonya olarak varlığını sürdürmektedir, ancak ömrünü tamamlamış zirveye ulaşmış bir güç olarak kriz ve kaos içindedir. 3. Dünya Savaşı da bu krizden kurtulmanın arayışı içerisinde meydana gelen olaylar bütününü ifade ediyor. 3. Dünya Savaşının karakteri, Birinci ve İkinci dünya savaşlarında olduğu gibi sömürge kapma ve kendi hegemonyal blogunu oluşturma biçiminde değil, iç içe geçmiş hegemonyal sahaların, hegemonyalarının birbirini kabul etmesi, birbiriyle bir hesaplaşma sonucunda herkesin kapasitesinin işgal edeceği alanın, hükmedeceği piyasaların, mekânsal ve güç kapasitesinin sınırlarının yeniden belirlenmesiyle yeni bir dengenin oluşturulmaya çalışılması biçiminde yaşanmaktadır.

1990’lardan beri 3. Dünya Savaşı’nın içindeyiz. Bu savaş 1. ve 2. dünya savaşlarına benzemiyor. Süper devletler bütün askeri kapasiteleriyle birbirine doğrudan saldırmıyor, ancak dolaylı olarak sadece askeri güç değil, ellerinde ki bütün güçleri bu savaş meydanına sürmüş durumdadırlar. Eski savaşlara benzeyen benzemeyen birçok yanı vardır. Bu durum hegemonik güç merkezlerinin zıt ve çelişik yığınla açıklama ve hamleleriyle beraber büyük bir zihin bulanıklığı oluşturmakta, neyin ne olduğunu basit bir çabayla kavrayamaz hale getirmektedir. Kriz ve kaos durumunun genel özelliğidir, ancak çağın olanaklarıyla oluşan enformasyon kirliliğini de bu kavrayamama da göz ardı etmemek gerekir.

Soğuk savaş dönemi aynı sistemin iki ucunun birbirinin zıddıymış gibi davranarak yürüttüğü hegemonya savaşı dönemiydi. Kapitalist modernitenin toplumsal, siyasi, ekonomik, teknolojik, bilimsel devinimlerin yaşama kattıklarıyla olumlu-olumsuz sistemi yeniden kurgulayıp durmasıdır. Etnisiteleri, yoksulları, emekçileri, ezilen sınıfları farklı ve zıt görünümler altında sisteme bağlama ve yüzyıl boyunca hegemonyası altında tutup bir dengede sürdürme sürecidir. Sovyetler dağılınca soğuk savaşın iki kutbunu ifade eden hegemonyaların çöküş ve yıkım sürecine girdi. Kaos aralığı ve 3. Dünya Savaşı’nın da başladığı bir süreçtir. Kapitalist modernite güçlerinin itme-çekme hamleleri sonucu oluşan nicel birikimler zaman zaman patlamalara yol açarak ve yeni bir sistem kurma arayışı olarak günümüze kadar süregelen bir durumdur. ABD-Batı bloğunun BOP-GOP gibi isimlendirmelerle yaptığı girişinmler Körfez savaşları, birçok devlete yapılan müdahale ve işgaller, birçok hükümetin değiştirilmesi, hatta DEAŞ gibi bir belanın, insanlığın başına patlatılması da bu sistem arayışının, yani hegemonya kurma arayışının sonuçlarıdır.

Artık kapitalist modernite sisteminin sahipleri kendi kurumları olan NATO, BM gibi kurumların işlevlerini yitirdiğini, ihtiyaca cevap verecek fonksiyonelliği göstermediğini söylüyor. Yenisini arama, kurma çabalarını dillendiriyorlar. NATO, BM, IMF, Dünya Bankası, Lahey Adalet Mahkemesi, UNICEF, ILO vb. ve bunların farklı kıtalardaki taklitleri küresel kuruluşlar toplumları ve devletleri merkezi hegemonik sisteme bağlama araçlarıdır. Bunların bir benzeri karşı kutupta Varşova Paktı, Enternasyonal, Şangay Beşlisi vb. kurumlarla sağlanmaya çalışıldı. Bunlar artık yeterince deşifre olup dejenere oldu, yıprandı; ilgi, umut oluşturma yeteneklerini kaybederek işilevsizleşmeye başladı ve kapitalist modernitenin yapısal krizinin bir yanını bunlar oluşturuyordu.

Kapitalist modernite bir sistemdir. Ve dünya üzerinde var olan her dinamik ve unsuru kendine eklemlemek üzere refleks geliştirmektedir. Bunu yüzde yüz başarması doğa kanuna aykırıdır, ancak sağ ve sol unsurlarının hepsiyle küresel hegemonya kuracak kadar bunu başardığı da bir gerçektir. Asıl sorun bunun artık işlemez olup kaosa sürüklenmesi ile yeni dinamiklerin daha fazla ortaya çıkıp kontrol edilemez olaylara olumlu-olumsuz neden olmalarıdır. Bu durum kapitalist modernite için hayati tehlikedir ve 90’lı yıllardan bu yana kontrol etmeyi elde tutmaya uğraşarak önemli oranda enerji sarf ediyor.

Bir yandan Rusya, bir yandan ABD’nin ön planda olduğu soğuk savaşın aktörleri birbirinin elinden mal kaçırmaya çalışıyorlar. En güncel hali Ukrayna’da cereyan ediyor. Ama bu aktörlerin soğuk savaş döneminde de, şimdi de birbirinden öz olarak farkları yoktur. I. Wallerstein bunu altı temel konuda şöyle açıklıyor.

“İdeolojik düzeyde-Marksizm gerçek bir alternatiften çok Wilsoncu liberalizmin bir varyantı haline gelmişti. İki ideoloji aslında joe kültürün temel karinelerine bağlılığı paylaşmaktaydı. Kimi zaman biraz farklı bir dille ifade etseler de en azından başlıca altı programda ve dünya görüşünde hemfikirdirler:

1- Ulusların kendi kaderini tayini ilkesini desteklemekteydiler.

2- Tüm devletlerin ekonomik kalkınmasını savunuyorlardı, bununla tünelin ucundaki refah ve eşitlikle birlikte kentleşme, ticarileşme, proleterleşme ve sanayileşmeyi de kast etmektedirler.

3- Tüm insanlara eşit olarak uygulanan evrensel değerlerin varlığına ilişkin bir inancı dile getirmekteydiler.

4- Teknolojik gelişmenin tek rasyonel temeli olarak özellikle Newtoncu biçimdeki bilimsel bilgilerin geçerliliğine olan güvenlerini dile getirmekteydiler.

5- İnsanın ilerlemesinin hem kaçınılmaz, hem de arzu edilir olduğuna vb. ilerlemenin gerçekleşmesi için güçlü, istikrarlı merkezi devletlerin varolması gerektiğine inanmaktaydılar.

6- Halk yönetimine, demokrasiye inançlarına beyan ediyorlar, fakat demokrasiyi aslında akılcı reform uzmanlarının temel siyasi kararları almasına cevaz verilen bir durum olarak tanımlıyorlardı.”[5]

Soğuk savaşın iki kutbunun hegemonya kavgası bir alan kapma kavgası şeklinde gerçekleştiğini gösteriyor. İki kutupta da “ ulusların kendi kaderini tayin hakkı “ gerçek anlamda kültürel, siyasal olma değil, bir sınıfın elinde devlet olma şeklinde bir kader tayinidir. Bu bir ulusun kendini örgütleyip bağımsız, özgür kendi kendine yeten ve kendi kendini yöneten bir irade olmasını değil, devleti kendi elinde tutan bir egemen sınıfa burjuva-proletarya tabi olma şeklindedir. Devlet kaçınılmaz olarak sınıflara dayalıdır. Kapitalist modernite liberal ideolojinin savunduğu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” burjuvazinin egemenliğine verilmiş bir ulus-devlet ile toplumların ve onlara ait her şeyin merkezi hegemon sisteme bağlanması şeklindedir. Reel sosyalist ideoloji ve sistem savunduğu “ulusların kendi kaderini tayin hakkı “ ise proletarya egemenliğine verilmiş bir devlet olma şeklindedir. İki karşıt gibi görünen blok da aynı ilke üzerinden, gerçek bir özgürleşme eğilimine girebilecek halkları, burjuva veya proletarya egemenlikli devletlere zincirleyerek kendi hegemonya sahalarına dahil etmişlerdi. Onaylamadıkları hiç bir sınıf veya ulus-devlet olamamış veya kendine farklı bir yaşam kurma imkanı bulamamış, sürekli bu küresel ve onlara bağlı yerel hegemonya güçlerinin müdahelelerine uğramaktan kurtulamamışlardır. Devlet olan sınıflar, burjuvazi ve proletarya tabi oldukları merkezi hegemonya sayesinde devlet oldukları için karşılığında onların politikalarını sistemsel çıkarlarını korumak ve ona göre yönetmek, politika yapmak sorumluluğu altına girmişlerdir.

 

Neden Umutlanmayalım?

Merkezi hegemonya bağlanmış ulus-devletler, toplumu sürekli geleceği kurma vaadiyle avutup umutlandırarak yönetmişlerdir. Proletarya diktatörlüğü, kurulacak komünist toplum aşamasını işaret ederek kitleleri motive ederken, liberal devletler ise refah devleti demokrasi ve sürekli reform yapma vaadiyle kitleleri sisteme bağlı tutmuşlardır. Yukarıda Wallerstein’in altı şıkta vurguladığı gibi ister liberalistler, isterse sosyalist devletler (ikisi de kapitalist modernitenin hegemonya argümanıdır) egemenlikleri altında tuttukları toplumlara sanayileşme, eğitim seviyesinin yükseltilmesi, büyük üretim sektörleri örgütleme ile sosyal refahın, demokrasi, eşitlik ve özgürlüğün gelişeceğini vaat etmişledir. Fakat sanayileşme ve refah denkleminde konumlanmış sistem büyük bir ekolojik yıkım, güç yarışını yaşamın her alanına yayma, insanlığı yok edecek düzeyde astronomik nicelik ve nitelikte silahlanma gibi olumsuz gelişmelere, doğa ve toplumda kalıcı tahribatlara, daha fazla sefalet ve baskıcı sistemlere yol açtı.

Evrensel değerler ve bu değerler etrafında kurulmuş kurumların içte ve dışta her türlü sorunu çözeceği ve ayrım yapmadan herkes için var olacağı iddiasını toplumların bilinçlerine empoze etmişlerdir. Dünyanın her yanından, kendi halklarının devrim öncüsü olma iddiasıyla kurulan sosyalist, komünist parti ve örgütler, büyük bir sadakatle komünist blok karar vericilerinin belirlediği politikalar ekseninde hareket ettiler. Devrimin bütün dünyaya yayılacağı ve bir gün kendi ulusları için de bu gücün harekete geçip devrim yapacağı umuluyordu. Ama daha sonra tüm politikaların Sovyet Rusya devletinin çıkarları için seferber edildiğini anladıklarında demokratik uygarlık savunuculuğu inancı etrafında azınlıklara, uluslara umut pazarlanmıştır. Umutları canlı tutan NATO, BM, AB ve bunlara bağlı diğer uluslararası kuruluşlar, evrensel adalet, insan hakları vb. değerleri herkes için savunuyorlar görüntüsü altında çıkarlarını garantiye almak, hegemonyalarını geliştirmek için azınlık halkların değerlerini, acılarını, emeklerini, umutlarını en inceltilmiş yöntemlerle sömürmeyi esas almışlardır. Bu sebeple UNİCEF hiçbir zaman gerçek manada çocuk haklarını savunmadı, BM hiçbir zaman soykırıma uğrayan halkların, kültürlerin haklarını vaat ettiği gibi savunmadı.

İki blokta da bilim tek doğru ölçü kabul edildi, ancak bilim hegemonyal amaçlar için araçsallaştırılarak pozitivist yorumla yapılan toplumsal mühendislikler sonucu doğada ve toplumlar üzerinde sayısız soykırımlar gerçekleştirildi. Bir din gibi geliştirilen bilimcilik, dini dogmatizmlerden daha geri, köleleştirici işlev görmüştür. Toplumsal ahlakı parçalayan, özgür iradeyi yok eden, manevi değerleri tasfiye eden ve maddiyatçılığı öne alan her türlü sömürü, talan, işgal savaşını meşrulaştıran çağdaş fetva organı gibi işlemiştir.

İkilemenin ancak devletle ve devletli bir toplumda mümkün olabileceği inancını geliştirerek toplumların devletsiz düşünmsi ve devletsiz bir sistem kurmayı hayal edip ona yönelmesini engellemişlerdir. Benzer şekilde demokrasiyi de bir takım temsilci ve uzmanların geliştirdiği bir olgu olarak temsili sınırlarda tutmuşlardır. Toplum adına siyaset yapan temsilciler, toplumsal sorunların nasıl çözüleceğine karar verip akıl veren, her alanda uzmanlar kimin dost kimin düşman, neyin iyi neyin kötü olduğuna sistem için ve sistem adına kararlar vererek, halkların yaşamları hakkında karar veremediği sistemleri de demokrasi olarak tanımlayıp, refah devleti olarak sunmuşlardır. Bu devletler soğuk savaşın sağ ve sol kutuplarında yer alıp ezeli düşmanlar gibi konumlanmış olsalar da kapitalist modernitenin küresel hegemonyasına hizmet ettiler. Devletin olduğu yerde hep kaybeden halklar, ezilen ve sömürülen emekçiler, yoksullar, azınlıklar, kadınlar ve doğa oldu.

1989’da Sovyetlerin yıkılan sadece Reel Sosyalist blok olmadı, dengede durma olanağını yitiren kapitalist blok da yıkılış sürecine girdi. Yapısal yıkım için süreç işlemeye başladı. Bunu durdurmak için çeşitli hamleler, müdahaleler, projeler geliştirilse de bir çözüm bulunabilmiş değil. “1990’dan 2025-2050’ye varana kadar var olan dönemde çok büyük ihtimalle barış, istikrar ve meşruiyet kıtlığı çekilecektir.”[6] diyen, Wallerstein’in öngörüsü büyük oranda doğru çıkmıştır. Şuan yaşanan kriz-kaos ortamında yeniden hegemonya kurma ve sistem oluşturma arayışları her hegemonik gücün elindeki ekonomik, askeri, teknolojik, siyasal vb. güçleri bir silah olarak diğer rakiplere dayatarak hegemonya alanlarını yeniden belirleme ve garantileme çabasındadır. Bunun çok kutuplu olma ihtimali de var, ama o da yetmeyecektir.

Belki de ABD, Avrupa, Çin, Rusya, Hindistan, Afrika, Arap Birliği gibi kutuplar oluşacak, ancak bunlar devlete, iktidara dayalı egemen sınıfların konumlanması olacaktır. Ezilen sınıfların, etnisitelerin, kadınların her türlü toplumsal azınlık ve farklılıkların, bu kutuplara dahil olmayacağı, mevcut durumları gözetildiğinde büyük olasılıktır. Çünkü onları ikna edecek, inançlarını ve güvenlerini kazanacak, onları yeniden heyecanlandıracak, umutlandıracak bir şey sunulmuş değildir. Şuan ömrünü tamamlamış, iç karartıcı kapitalist modernist sistemin, giderek enkaza dönüşen gövdesi kalmıştır. Bunlar eskiyip çürümüş işlemez hale gelmiş büyük bir yük ve sorun haline gelmiş aletlerdir. Bunları tekrardan sunarak ezilen, sömürülen sosyal, siyasal, etnik, kültürel toplumları; kadınları tekrardan hegemonya altına alıp sisteme dahil etmek mümkün değil.

Kapitalist modernite sistemi çatırtıyor. Sarsılıp çatlıyor, azar azar yıkılıyor, ama çatlaklardan berrak bir gökyüzü, güneşli yeşil ovalar, dağlar, vadiler, ormanları görmeyi ummak gerçekçi değil. görünen sis ve toz bulutudur. Ortada dehşet düzeyinde bir doğa, toplum yıkımına çare ve çözüm olabilecek nitelikte alternatif modellere ihtiyaç var. Birçok alternatif çıkıyor, ancak henüz küresel sahnesini kurmuş değil. devletler, iktidarlar, egemen sınıflar dışında kalan bütün toplumsal kesimleri, bir anlamıyla insanlığı etkileyecek somut teoriyle pratiğin aynı anda kendini güncel ve reel koşullarda yaşanılır kılabildiği program, sistem ve örgütlenmelerle bu mümkün olacaktır. Dünyanın birçok yerinde bunu sunmaya çalışan birçok hareket, parti, komün vb. örgütlenmeler var. Bunlar değişik kuram, strateji ve taktik örgütlenmeleri ile alternatif olmanın sınavını vermektedirler.

Olumlu olumsuz bütün yaşamsal devinim ve gelişmeler nasıl ki iktidar-devlet eksenli hegemonyal güçleri dönüşüme uğrattıysa, hegemonların egemenlik altında tuttuğu bütün toplumları da dönüşüme uğrattı. Kapitalist moderniteyi krize sokan en büyük faktör de bu toplumsal değişimlerdir. Önceki çağlara göre insanlar şimdi, daha fazla ve derinliğine hegemonyal sistemin sunduğu bağımlılaştırıcı olanaklara bağlanmış durumdadır. Ancak önceki çağların insanlarına oranla hegemonyal sistemin gerçek yüzünü daha fazla görüyor, sırrını çözüyor, ona fazlasıyla aşina ve bilgi sahibidir. Bu durum bir paradoks gibi görünüyor. Çünkü insan hegemonyal sistem olanaklarına daha fazla bağımlı olup hem onu terk etmeyen, hem de onun doğayı, toplumu, ekolojik, ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal yıkıma uğratan güç olduğunun bilincinde daha fazla derinleşen bir insan vardır.

Bu aslında diyalektiğe aykırı değil. Çağın insanı, bütün önceki çağların insanlarına oranla daha fazla bireyci, ama kapitalist modernitenin onu içine çektiği bireyciliği önemli oranda deneyimlemiş, oryantalist, ilerlemeci, kalkınmacı sistem teorilerinin hepsinin hegemonyal çıkarlar için geliştirilmiş avutucu, aldatıcı teoriler olduğunun nispeten farkındadır. Ama kararsızdır, henüz bir alternatif arayışına girme kararı vermiş değil, kafası karışıktır. Sistemin krizi derinleştikçe yaşam alanları daralan bu bireyin, savunma refleksiyle içine gireceği tutum, karışık kafasında bazı kararların netleşmesine yol açacaktır. Bireyciliğin doğasında bu vardır ve bu, her olasılığa açık bir eğilimdir. “kendi başımın çaresine bakmalıyım” eğilimi, onu sisteme karşı ekolojik, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, demokratik alternatifler üretmeye zorlamaktadır. Kapitalist modernitenin sistemsel krizi, corona virüslü yaşamın, bütün alanlar da neden olduğu olumsuz gelişmeler, bunların sona ermeyeceği öngörülü insanları kendi alternatiflerini anlamaya en yakın olduğu aşama olabilir. Dünyanın her yanında kapitalist modernite sistemi ve hegemonyasına karşı olan örgütlenmeler bunun somut verileridir. İnsanlık birbirinden öğrendikçe ve deneyimledikçe hiç hesaplanmamış bir çok gelişmeyi de gerçekleştirecektir.

Ulus-devletler, kapitalizmi endüstriyalizmle tahkim edilmiş refah devletini halklara, uluslara bir kurtuluş olarak sunarak sisteme bağladı. Şimdi yeni bir şey sunamıyor, insanı ikna edecek şeyi bulamıyor ve kriz derinleşiyor. Yaşanan 3. Dünya Savaşının kriz ve kaos ortamında, toplumları yeniden aldatmak mümkün; ancak bu o kadar kolay olmayacaktır. İşte, bu aralıkta kapitalist moderniteye karşı olan alternatiflerin hızla gelişme ve var olan bütün hegemonyal aktörleri sınırlandırma olasılığı da güçlüdür. Bu olasılığı ABD, AB, Japonya, Çin, Rusya vb. hegemonyal kutuplaşmalarının öngördüğü ve dayattıklarının çok ötesinde boyutlar açacaktır.

Guy Debord; “ Dünya çoktandır bir zamanın düşünü görmektedir ama onu gerçek anlamda yaşamak için şimdiden bilince sahip olması gerekir.”[7] demektedir. Ve kitabın ilerleyen sayfalarında Sun Tze’den şu alıntıyı aktarmaktadır: “İçinde bulunduğunuz durum ve koşullar ne kadar tehlikeli olursa olsun umutsuzluğa kapılmayın; asıl her şeyden korkulacak durumlarda korkulacak hiçbir şey yoktur. Tehlikelerle kuşatıldığımızda bu tehlikelerin hiçbirinden korkmayın. Çaresiz kaldığınızda elinize ne geçerse ona güvenin; gafil avlandığınızda gidip düşmanı gafil avlayın.”[8] 3. Dünya Savaşı bir olumsuzluklar girdabı gibi görünmektedir, ancak halkların kendi alternatifini yaratması yönünden bunun tersi de doğrudur.

Kürdistan merkezli gelişen elli yıllık mücadelenin varmak istediği demokratik ulus, demokratik modernite halkların alternatifinin gelişmesi olanağına doğru atılmış önemli ve büyük bir adımdır. Dünyanın birçok yerinde insanlık böyle adımlar atıyor. 3. Dünya Savaşını yürüten güçlerin hegemonya savaşları içinde, yeni gerçek ve insanlığa ait olan bu adımlar hiç hesapta olmayan ya da dillendirilmeyen, gözlerden kaçırılan toplumun doğrudan öznesi olduğu hareketlerdir. Kendi küresel sahnelerini belki de daha fazla birbirlerine yaklaştıkça kuracaklardır. Bunun için neden umutlanmayalım!

 

[1]     Andre Gunder Frank, Dünya Sistemi
[2]     I. Wallerstein, 21. yüzyılda Siyaset, sy.11
[3]     Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, 4.Cilt
[4]     A.g.e
[5]     I. Wallerstein, Liberalizmden Sonra, sy.54-55
[6]     I. Wallerstein, Liberalizmden Sonra, sy.33
[7]     Guy Debord, Gösteri Toplumu, sy.134
[8]     Sun Tzu, Savaş Sanatı, sy. 174
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.