Düşünce ve Kuram Dergisi

Yeni Osmanlılar, Beethoven, İttihat ve Terakki ve Modernite

Erkan Kurukavak

“Uygarlık” kavramı en yaygın biçimiyle, teknik kullanım, teknolojik düzey, bilimsel gelişmişlik, inanç ve din alanıyla olan ilişki, mahkeme ve muhakeme yeteneği ve biçimi, görgü ve terbiye kuralları; kadın erkek arasındaki hukuk ve ilişki biçimi, eğitim-hukuk-politika-ve sosyal adalet sistemleri için kullanıyor ve bu, bireyin bireysel yeteneklerini aşan, toplumu bir bütün içerisinde (ulusal bütünlük) ifade eden bir olgu olarak görülüyor.[1]

“Kültür” veya “kültürlü olma” durumu ise, uygarlık üzerinde yükselen, daha çok bireylere veya ailelere özgü, biz bunlara toplumsal alt grupları da ekleyelim, davranış biçimleri olarak değerlendiriliyor, onunla,  bireylerin yaşam kalitesi, oturduğu ev, sahip olduğu eşyalar, elbiselerin tarz ve modeli, belli bir kaliteyi içeren giyim-kuşama dair her şey, moda, dile hakimiyet, felsefe, sanat ve edebiyat alanlarındaki zenginlikle bir toplumun kültürel değerleri ifade ediliyor. Fransa için uygarlık kavramının daha yaygın kullanılması, Fransız Devrimi’nin yarattığı “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” üçlemesinden ileri geliyor. Ancak Fransız Devrimi’nden sonra, “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” şartlarında toplumsal ilerleme, yukarıda belirttiğimiz uygarlığın tüm meziyetleri gerçekleşebilmiştir. Almanlar için ise “kültür” kavramı daha makul görülüyor. Onlar Kant-Hegel-Marx üçlemesinden, Albert Einstein, Johann Wolfgang von Goethe, Beethoven, Mozart, Brahms, Bach ve tabi ki Hitler’in en sevdiği besteci Richard Wagner’le daha çok anılıyorlar. Mercedes Benz bütün dünyada bunların en tanınanı…

Benim de geldiğim “Doğu” toplumunda Batı hayranı bir solcu tiplemesi vardır, Beethoven’in 9. Senfonisini tanımayana pek yüz vermez, arabesk dinleyenleri hakir  görür, bir taşra kültürü olarak arabeski, teslimiyetçi, kaderci bir  tür çürüme olarak her fırsatta mahkum eder, arabesk dinleyenlerin devrimciliğinden şüphe duyardı. Devrimci müzik onun için, bir zamanlar Engels’in “insanlığın marşı” olacağını belirttiği 9. Senfoni, The Beatles, ABD’nin Vietnam’a saldırısını protesto etmek için gitarından savaş seslerini çıkartan Jimi Hendrix, Leonard Cohen, Joe Cocker, Bob Dylan ve diğerleriydi.

Hepsi bu kadar mı? Tabi ki hayır! Duvarda Claude Monet, rafta Kant, Hegel, Marx! Sonra, pek iç açıcı olmasa da, Picasso’nun “Guernica”sı[2], savaşın ve şiddetin ortalığı her bakımdan parçaladığı, çığlık çığlığa ve dehşet içinde canlıların ve objelerin ortaya saçıldığı, cansız gövdelerin birbirine karıştığı moderniteye belki de en iyi yansıtan. Fransız Devrimi üzerinde yükselmiş Batı uygarlığı kaçınılmaz olarak “Doğu”ya da intikal etmiş, toplumların özellikle belli sınıflarında yankı bulmuş, gelişmenin ve zenginliğin ölçüsü olmuş, ve buna bağlı olarak da insanların yaşam tarzlarına, tutku ve özlemlerine, inanç ve duygularına dolaylı veya dolaysız nüfus etmiştir. Batı uygarlığına dahil olmaya istekli, yüzünü Batıya çevirenler olduğu gibi, benzeri ama tam da tersinden gerekçelerle, geleneksel yaşam tarzına bir müdahale olarak onu her bakımdan tehlike ve tehdit olarak görenler de olmuştur.

 

Osmanlı’da Belirmiş Politik Güçler Günümüzde Devam Ediyor

Osmanlı İmparatorluğu’nun batış yıllarında bu toplumsal bölünme kendisini güçlü bir şekilde Jön Türkler,İttihat ve Terakki ve Yeni Osmanlılar arasında göstermiş, Osmanlı hanedanının yıkılışı, Cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanmış ama kavgası bitmemiştir. Osmanlı’da belirmiş politik güçler, cumhuriyet tarihi boyunca da devam etmiş, cumhuriyetin kuruluşundan neredeyse 100 yıl sonra bu kamplaşma Erdoğan’ın liderliğinde bir daha keskinleşmiş, yeni bir  toplumsal hezeyana dönüşmüştür. Yeni Osmanlılar Erdoğan liderliğinde 2023’te mutlak zaferlerini  ilan etmeye hazırlanıyorlar. Erdoğan’ın ömrü buna yeter mi, veya şu sıralar, “17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu”’ndan beri  oldukça fazla puan kaybetmiş Erdoğan, bunu kendi ve dolayısıyla Yeni Osmanlılar’ın lehinde sonuçlandırabilir mi bilmiyoruz ama bugünü anlamak için, tarihten gelen politik güçlere ve aralarındaki tartışmalara bir göz atmakta fayda var.

Çuvaldızı yukarıda solculara (bir bakıma kendimize) batırdıktan sonra ki, onlar gerçekten Batı kültürüne en yakın, modern dünyayı anlamaya en yatkın gruptu. Kendilerini bambaşka bir açıdan zamanın ihtilalcileri olarak gören, yüzünü Batıya çevirmiş 19. yüzyılın Jön Türklerine; İttihat Terakkicilere (Birlik ve Yenilik)  çevirelim. Bunu yaparken; İttihat ve  Terakkicilerin kendilerini nasıl gördüğüyle değil, karşılarındaki grubun, yani Yeni Osmanlılar’ın onları nasıl gördüğüyle ilgilenelim.

Kuruluşundaki asıl niyeti Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmak olan İttihat Terakki’nin karşısındaki grup, yine Osmanlıyı kurtarmak için kendini ortaya koyan Yeni Osmanlılar’dır. Aslında bir bakıma herkes Osmanlı’yı kurtarma peşindedir. Yeni Osmanlıların en tanınmış siması Namık Kemal’dir. İttihat Terakki’nin 20. yüzyılın başından itibaren padişah rejimini yıkmak için daha güçlü seslendirdikleri “Ya İstibdat ya Hürriyet!” sloganına karşın, Yeni Osmanlılar hala İmparatorluğu savunuyor, onun kurtululabileceğine inanıyorlardı.

“Namık Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan karışımın devam etmesini ve her grubun ayrı bir devleti olamayacağına göre hepsinin Osmanlı fikrine dayanan ‘Osmanlılık’  idealini ortaya atmıştı. Hatta Osmanlı devletinin kurtarılmasını ve yüceltilmesini sağlayacak bir Osmanlı ‘patriyotluğu’ nu (yurtseverliğini) kendine rehber edinmişti. ‘Vatan’, onun için Osmanlı camiasıydı.”[3]

Yeni Osmanlılar için Tanzimat (düzenleme), Jön Türk-İttihat Terakki paradigması içerisinde  Batının yüzeysel bir taklitinden öteye bir şey değildi:

“Yeni Osmanlılar, Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıklarını, bir ‘üst tabaka’ meydana getirdiklerini, kendi kültürlerini kösteklediklerini (şeriatı unuttuklarını) ve ancak yüzeysel anlamda ‘Batılı’ olduklarını ileri sürdüler. Tanzimatçıların Yeni Osmanlılar’a göre Batı’’nın ‘ruhunu oluşturan hürriyetçi ve parlamenter eğilimleri anlamadıkları da yüzlerine vuruluyordu.”[4]

Nurcuları yazdığı  “Bediüzzaman Said Nursi Olayı” adlı eserinde Şerif Mardin bunu bir daha vurguluyor ve şöyle ifade ediyordu:

“Tanzimat bürokratları, laikleştirici reformlarıyla hem İslam hukuku (fıkıh) bilginlerine (ulemaya) hem de halka yabancılaştılar; oysa geçmişte, ortak bir lehçe ve ortak davranış kuralları bu unsurları birbirine bağlamaktaydı. 1890’larda yeni kuşak kendi İslami köklerinden daha da uzak düştü.”[5]

“Evrensel Kavramlaştırma” (Ernest Gellner) ve ortak bir dil kullanmadan yoksun olarak, Tanzimat bürokratlarının düşüncelerinde  “İslami lehçe” ve “Pozitivizm” (modernlik) birbirleriyle bağdaşmıyordu.[6]

Modernleşmenin, toplumların aynı zamanda gittikçe farklılaştığı (sınıflara bölündüğü) ve merkezileştiği bir süreç olduğuna dikkat çeken Şerif Mardin,  Osmanlı idarecilerinin de bu yeni ideolojik bölünmeden kendilerini soyutladıklarını, yönetici sınıf olarak kendilerini modernlikten ayrı tuttuklarını, alt sınıfların düşünce ve yaşayışlarına gereken önemi vermediklerine belirtiyor, İmparatorluğun, burjuvazinin gelişmesi, sanayileşme ve siyasi haklarının nüfusun daha geniş kesimlerine yayılması, vatandaşlık kavramı, milli kültür, sosyal ve iktisadi yapı parçalarının birbirine bağlanması konularında sıkıntı yaşadığını yazıyor.[7]

Modernliğe ayak uyduramayan, onun karşısında çaresiz kalan İmparatorluktaki bu bölünmeyi, Karl Deutsch (“Toplumsal Seferberlik”) ve Talcott Parsons (Evrensellik) ve Max Weber (“Kadı Adaleti”) gibi burjuva ideologlarının tezleriyle açıklamaya çalışan Şerif Mardin, “Türk Modernleşmesi” adlı eserinde, Osmanlının Batıdaki gibi modernleşme sürecine ayak uyduramadığını, 19. yüzyılın başında küçük ve büyük kültürel geleneklerin İmparatorlukta bütünleşemediği bir daha vurguluyor:

“Bu devirde Batı tipi haberleşme, kitaplar, gazeteler, telgraf, Osmanlı İmparatorluğu’nda çoğunlukla yönetici sınıfların elinde idi. Zamanla haberler, daha az olmakla birlikte, diğer sınıflara da ulaşmaya başladı. Fakat en köklü değişimler üst sınıfların düşünce ve yaşayışlarında görüldü. Ne alt ne de üst sınıflar yeni bir iktisadi düzen içerisinde bütünleşemediler.”[8]

Osmanlı modernleşmesinden ve onun toplumsal seferberliğinin hızından tatmin olmayan Namık Kemal gibi toplum hareketlendiricilerinin ortaya çıkması, Osmanlı’nın bu hantallığı ve isteksizliği yüzündendi.[9] Osmanlı gerçekte modernleşmek değil, hanedanını kurtarmakla meşguldü ve yeni bir yol haritası çizmekte zorlanıyordu. Hanedan, yüzeysel bir Batı hayranlığından öteye gidemeyen İttihat ve Terakki ve tüm gücüyle Osmanlı’ya ayakta tutmaya çalışan Yeni Osmanlıların arasında sadece sıkışıp kalmamış, aynı zamanda bunların elinde can vermiştir. Halbuki imparatorluğun son padişahı II. Abdülhamid, bir o yana bir bu yana savrularak, kah Jön Türkler-İttihat ve Terakkiciler’le kah Yeni Osmanlı-Şeyh- ve tarikatlarla  neler yapmadı ki ayakta kalmak için!

Rönesans ve Aydınlanma’nın ve onlardan çıkan modernitenin tüm dünyayı olduğu gibi Osmanlı ve Türkiye toplumlarını da etkilediği tartışma götürmez ama 9/8’lik ritimle 9. Senfoni’nin temposu olan Allegretto  çalmaya kalkınca orkestra dağıldı, 850 yıl talan ve ganimet ekonomisinden yaşayan İmparatorluk çöktü. 1908 İttihat ve Terakki-Babıali baskınıyla Abdülhamid tahttan indirildi, sürgüne gönderildi ama İmparatorluğun ve onun mirasçısı cumhuriyetin kavgası bitmedi.

I.Tanzimat, II. Tanzimat derken, hanedanını kurtarmak için gösterdiği tüm çabalarına rağmen, Abdülhamid, beklenen dönüşümü gösteremedi, imparatorluğu yerle yeksan oldu. İşte eski ve yeni Osmanlıların kesinlikle kabul edemediği ve İttihat ve Terakkicilere diş ve kılıç bilediği husumet bu toplumsal ve siyasal değişim aşamasında ortaya çıktı, Cumhuriyet tarihi boyunca travmatik boyuta ulaştı. Sosyolog Şerif Mardin “Türk Muhafazakarlığı” ile “İlerici Kemalist Jakobenizm” arasındaki bu “tarafgirliği”,   görülmemiş, kimseye benzemeyen  (harikulade insan) olarak nitelediği, Nurcuların lideri Said Nursi’yi  anlattığı “Bediüzzaman Said Nursi” adlı kitabında, Türk Muhafazakarları arasında yaygın olan “İslami Lehçe” ve söylemleri, kişisel davranışlara rehber teşkil eden; ideal bir toplumun görünümünü veren ve  kültürel “haritalar” olarak işlev gören “Kök Paradigmalar” olarak tanımlıyor.[10] Şerif Mardin, İslami  lehçenin toplumsal hayatın bütün yönlerini kapsama anlamında nüfuz edici bir nitelik taşıdığının öne sürdükten sonra, böyle bir lehçenin paylaşılmasıyla İslami toplumlarda “Toplumsal Meşruiyet” denilebilecek bir olgunun geliştiği, ihtiyaç karşılamada bireyler tarafından hep bu aynı lehçenin kullanılması halinde, toplumsal sürecin de düzgün bir biçimde işlediğini, bunu aksatan her şeyin ise bu lehçeye göre gayrimeşru olacağına dikkat çekiyor. Buna örnek olarak, hak, özgürlük, eşitlik konularında en problemli toplumsal alan olan kadın konusunu seçmesi dikkatlerden kaçmıyor:

“Bu yüzden, kadınların daha önce bulunmadıkları yerlerde bulunmalarına, faaliyetlerini sürdürdükleri günlük mekânların değişmesine izin veren 19. yüzyıl Osmanlı reformcularının  bu girişimlerini (Radikal İslamcılar) anti-demokratik olarak değerlendirmişlerdir.”[11]

Gündelik hayatımızı düzenleme tarzımızın rastgele bir işlem olmadığına dikkat çeken Şerif Mardin, toplumdaki davranışlarımıza kılavuzluk eden kalıpların kültürel mirasımızın birer parçası olduklarını; hayatımızı şekillendiren kültürel çerçeveler kümesi içerisinde yiyip içtiğimizi, sevip öldürdüğümüzü ve düşündüğümüzü belirtiyor; içinde faal olduğumuz bu kültürel ortamı,  yabancı kültürler, dışsal güçler değiştirmeye zorladığında, bunun karşısında ne yapacağımıza karar verme zorunluluğuyla karşı karşıya kalacağımızı öne sürüyor, Müslüman  düşünür Said Nursi’yi bu dış müdahaleye tepki veren biri olarak görüyor.[12]

Cumhuriyet döneminin yakın tarihini temel alarak tartışmaya katılan, Modernitenin eleştirisi konularında zengin bir kaynağa sahip olan Ali Bulaç da, “Din ve Modernizm” adlı eserinde, benzer bir şekilde, modern dünyayı kavrayışımızın modern dünyayı tanımayanlar tarafından belirlendiğini, bize telkin edilenin sadece bir umut olduğunu ileri sürüyor, yoksul ülkeleri şaşkına çevirenlerin, onları amansız bir telkin ve hipnoz altında tutan yerli elitler olduğunu iddia ediyordu.

“Gelecekte, onlar gibi gelişmiş bir düzeye ulaşacağımız ve modernlerle, dünyanın fizik, ekonomi ve kültürel kaynaklarını paylaşacağımız hülyasını yaşıyoruz. Bu gerçekte hiçbir gerçeklik  temeli olmayan bir zümrüdü-ü Anka[13] düşüdür.”[14]

Modernitenin eleştirisinden hızını alamayan Ali Bulaç, belki de kaçınılmaz ve haklı olarak, ama birazda saf duygular içerisinde endüstri toplumunun eleştirisine geçiyor:

“İnsanın hayatını idame ettirmesi; gerçekte sadece toprakta yetişen ürünlere bağlı basit bir sürecin  adil, dengeli ve uyumlu yaşanmasıyla mümkün iken [varlığın en saf hali bu olmalı!], modernliğin ürettiği ve pazarladığı malların endüstriyel törensel kimliği, ilerleme, çağdaşlık ve uygarlık türünden en hafif deyimiyle saymaca, fakat aslında uydurma değerlerle birleşince pahalı bir maliyete dönüşüp uluslararası pazarda ulaşılması güç bir değer konumuna yükselir. Şu halde endüstrileşmenin bizatihi kendisi yoksulluğun gerçek nedenidir.”[15]

 

Şerif Mardin’e Göre S. Nursi Düşünceleri Denge Unsuru!

Şerif Mardin, İslami lehçeye modernlik arasındaki “tarafgirliğe” bir başka örnek olarak  gazi kavramını veriyor, bir gazinin yalnızca cesur ve yetenekli bir savaşçı olmadığını, daha önemlisi iman aşkıyla savaştığının altını çizdikten sonra, insanın gazi olabileceği birden çok savaş alanın olabileceği, gazvenin dış boyutu kadar iç boyutunun da bulunabileceği insan ruhuna dikkat çekiyor.

“O halde, gaziye özgü bir eylemlilik olarak gazvenin, dış boyutu kadar iç boyutuda bulunmaktadır. Cihad, bir başka deyişle dışa dönük olduğu kadar içe dönük bir hakimiyet için de verilen mücadele, insanın kendi benliği üzerinde denetim sağlaması anlamında daha sık kullanılan bir deyimdir. Türk kültüründeki özel yerine gelince; burada gazi, Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerini attıkları varsayılan iman savaşçılarını tanımlamada kullanılmaktadır.”[16]

Şerif Mardin’in anlattığı, modern çağın bu iman savaşçısı, Nurcuların efsanevi lideri, Fethullah Gülen’in hocası, Said Nursi’den başkası değildir. “Türk Muhafazakarlığı” ile “İlerici Kemalist Jakobenizm” arasındaki bu amansız savaşı “Nurculuk” üzerinden anlatırken, Şerif Mardin, bu tarikat hakkında gözlerden kaçmayan bir olumluluk sergiliyor ve Said Nursi’nin başarısını, Osmanlı reformcularının İslami lehçeyi değiştirme taktiklerine karşı, geleneksel lehçeyi yeniden canlandırarak vaat ettiği “yeniden demokratikleşme” olarak gösteriyor.[17]

Burada Yeni Osmanlılar’ın modernite eleştirisinden Nakşibendi menşeili “Nurcular” tarikatının Said Nursi nezdinde toplumsal-siyasal çözüm alanına geçiyoruz.

Bu yeniden demokratikleşme, gerçekte, İmparatorluğun dağılma sürecinde, Abdülhamid’in çırpınışları içerisinde,  Said Nursi’nin yetiştiği Bitlis ve çevre illerinde baş gösteren kaotik ortama da bir yanıt olarak, Osmanlıları esasen rahatsız eden, aşiret reisleri etrafında toplanan bir proto-milliyetçilik türüne karşı, İslâm dininin bayrağı altında yeniden saf tutma çağrısından başka bir şey değildi.

“Daha ilerde, 1908 Jön Türk darbesinden sonra Osmanlı başkentinde faaliyetlerini sürdüren Kürt özerklikçileriyle dost olmasına rağmen, Said Nursi sonunda tercihini İslami çözümden yana yapacaktı.”[18]

Şerif Mardin, kitabı boyunca bu proto-milliyetçiliklerin kimler olduğu ve bunların nasıl bir talep içerisinde oldukları üzerine kesin bir fikir vermiyor ama Osmanlı başkentini, Said Nursi’nin yetiştiği bölge olan Bitlis ve çevre illerini anlatırken, yer yer, parçacıklar halinde “özerklikçi” Kürtlerden, “ayrılıkçı” Ermenilerden söz etmeyi ihmal etmiyor. Bir yerde, 1887 yılında kurulan Hınçak Devrimci Partisinin amaçları arasında “Ermenistan’ın (… ) siyasal ve ulusal bağımsızlığı”’ da yer alıyordu, diye yazıyor, [19] bir başka yerde, Osmanlı kuvvetlerince önce yenilen ve Varna’ya sürgüne gönderilen, sonra ama Kırım  savaşında (1854-1856) doğu cephesinde Ruslara karşı askeri eylemlere katılmaları sağlanmak üzere serbest bırakılan Botan Miri Bedirhan bey ve akrabalarından söz ediyor[20]. Bölgenin karmaşık toplumsal grup ve eğilimlerini (Misyoner faaliyet içerisindeki Protestan ve Katolik Hristiyanlar, şeytana tapan Yezidiler, Rum Ortodokslar, Suriye Yakubileri, Keldani Katolikleri, ve tabii Müslümanlar, Kürtler, Türkler, Süryaniler, Kızılbaşlar vs.) anlatırken de, Şerif Mardin, liderlik ve karizmanın; şeyhlik önderliği ve milliyetçiliğin örnek bileşeni olarak Şeyh Said Ayaklanmasına değinmeden geçmiyor.[21] Şerif Mardin’in anlattıklarından hareket ettiğimizde, Yeni Osmanlılar ve İttihat ve Terakki’den sonra bir üçüncü  toplumsal-siyasi güç olarak, Osmanlı’nın kaos döneminde, şeyh ve tarikatlara karşı denge kuracak, İttihat ve Terakki ile Yeni Osmanlılar arasında arabulucu olacak, Nakşibendî tarikatından türeme Nurcular çıkıyor karşımıza  ve bunlar da hem Osmanlının batış döneminde hem de Cumhuriyet tarihi boyunca Şerif Mardin’e göre bir reform ve akıl  hareketi oluyor ve günümüzde de güncelliğini koruyor:

“Tabiat sisteminin materyalizme görülen bu merkezciliği, sonuçta Said Nursi’nin düşüncelerinde de yansıma buldu. (…) Said Nursi’nin tabiat problemine ilişkin düşünceleri, günümüz Nurcularının bu sistemi çağdaş bir yaklaşımla ele almalarına yardımcı olmuştur. (…) Böyle bir bakışı benimsemeleri, karizmatik bir önder bağlanmalarının,  fark edilmeksizin daha evrenselci bir anlayışa dönüştürülmesi anlamına gelir. (…) Üstelik bu yeni konum, Cumhuriyet okullarında ders olarak okutulan doğa yasaları fikrine de uymaktadır. (…) Ayrıca Nurcuların saflarında artık üniversite profesörleri de  görülmeye başlamıştır. (…) Bazı Nurcu entelektüeller, fiziki evrende var olan uyumu vurgulamaya başlamışlar. Astronomi ve modern biyoloji bu amaca yönelik değerlendirilmektedir.”[22]

Başka bir yerde: “Said Nursi’nin katkısı ise Kuran’da konulan normları, geleneksel müslüman davranış ve kişisel ilişki tarzını, gelişen bir sanayi ve kitle iletişim toplumuna yeniden sokacak biçimde yenilemiş (tecdit) olmasıdır (…) Bediüzzaman’ın toplum içi davranış ve ilişki konusundaki geleneksel Osmanlı lehçesini canlandırmada yaptığı katkının merkezi niteliği ve bu lehçenin bir çeşitlemesi olarak kendi söylemi, çağdaş Türkiye’de yarattığı etkiyi açıklar.”[23]

Şerif Mardin’in eserlerinde kendisini ortaya koyan ortak mesajı özetleyecek olursak:

1) İttihat ve Terakki, Batıyı idrak etmede kaba ve yüzeyseldi. Şerif Mardin, bunda haklı sayılır çünkü İttihat ve Terakki’nin mirasçıları, Cumhuriyet tarihinin entelijansiyası da Batıyı anlamakta ve onun yapılarını kurmakta hep zorlandı veya onu sakıncalı bularak reddetti. AB’ye katılım paketi olan “Kopenhag Kriterlerini” kabul edinceye kadar göbekler çatlamıştı.

2) Yeni Osmanlılar ve o çizgide olan Tarikatlar yapıcı ve olumluydu. Hatta “Nesnel ölçüler içinde çözümlendiğinde, Nurcu hareketin; adına modernizasyon denilen geniş, yetersiz tanımlanmış ve bir ölçüde muğlak süreç içinde kendine ayrık ve özgün bir yer açtığı fikrinin günümüzün Marksist, Kemalist ya da ‘liberal’ entelijansiyasının şiddetli itirazlarıyla karşılaşacağı kuşkusuzdur. Bu düşünceler Nurculuk hareketini, Türkiye Cumhuriyet’inde görülen gerici ve karanlık yetimler arasında en tehlikelilerinden biri olarak değerlendirmişlerdir. Bu kesimler nezdinde Nurcu hareket, yukarıdaki özellikleriyle birlikte, Nakşibendi tarikatı ile aynı safta görülmektedir.”[24] Şerif Mardin burada da kısmen haklıdır. Kemalistlerin bu konuda düşündükleri ve yaptıkları ambivalenz olabilir ama Marksistlerin, Tarikatları referans vermesi beklenemez. Ayrıca, Nakşibendi-Halidilerin “Din elden gidiyor!” kışkırtmasıyla, Kuleli Vakası (1859) diye adı geçen hükümete karşı darbe girişiminden 157 yıl sonra, bu sefer Nurcular 15 Temmuz 2016’da, kontrollü de olsa, yine bir darbe girişiminde bulunmadılar mı?

3) II. Abdülhamid, modernleşme yolunda elinden geleni yapmıştır ama buna muvaffak olamamıştır. Şerif Mardin’e hadi burada da hak verelim ama bir  kralın veya padişahın üzerinde bir baskı unsuru olmadan nerede reform veya devrim yaptığı görülmüştür? Şerif Mardin’in temel yanılgısı işte buradadır; çünkü kralların devrim yaptığına inanmıştır:

“18. yüzyıl Avrupa’sında bazı krallar teb’anın verimliliğini artıracak bir koruyucu tedbirler bütününü devletin olağan bir politikası haline getirmişlerdir. Kralı, otoritenin bir temsilciler meclisiyle paylaşılmadığı ülkelerde bile milli devlet kurmak isteyen hükümdarlar tebaanın haklarının garanti altına alınmasının zorunluluğunu anlamışlar, eğitimi halka yaymanın kendilerine getireceği faydayı algılamışlardı.”[25]

 

Batı Düşüncesinde Kişi  Kendine Egemen Midir?

Şerif Mardin’in eserlerinde sık sık Kemalistleri, bazende Marksistleri eleştirmesi dikkatlerden kaçmıyor. ”Türk Modernleşmesi” adlı kitabında Türk Marksistlerini; dünyadaki Marksist teoriye katkıda bulunanların en yetersiziydiler diye lanse ediyor.[26] Türk Marksistlerinin bir kısmının “Kuvayi Milliye”, dolayısıyla “ulusalcı” karakterinden dolayı bunda haklı olabilir ama, Şerif Mardin de, Aydınlanmayı ve Moderniteyi kavrama konularında bir hayli yüzeysel, skolastik kalmıyor mu? 18. yüzyıl Avrupa’sının reformist; devrimci kralları hülyasının yanı sıra, Şerif Mardin, kişi egemenliği konusunda da Batıdaki bireyi bir çırpıda egemen ilan ediveriyor:

“Konuyu bir başka açıdan ele alarak İslam medeniyetinde, kişi onuru, ilahi varlığın karşısında, ya da devlet ve cemaat karşısında davranış meşrulaştırıcı olarak değerini yitirir. Batı’nın 18. yüzyıl düşüncesinin en genel çizgisinde böyle bir yitirilme söz konusu değildir. Kişi egemendir.”[27]

Bu doğru değil. Kişi egemenliği;  kişi özgürlüğü Alman klasik felsefesinin veya modern sosyolojinin en çok meşgul olduğu konulardandır. Bunlardan sadece birkaçına ama en önemlilerine değinmekte fayda var.

Lutherci veya Kalvinist öğretiye göre Hıristiyan birey, düalist bir yapı içerisinde kendi iç dünyasında özgür, dış dünyada ise sadece basit bir hizmetçi, itaatkar bir kuldur: “Hıristiyan insan, her şeyin üstünde bir efendidir ve kimseye itaatkar değildir. Hıristiyan insan, her şeyin altında bir köle, herkesin kuludur”.[28] Birinci cümlede sözü edilen “her şey” cansız maddeler veya dini inançtan oluşma manevi dünyadır. İkinci cümlede sözü edilen “herkes” ise yukarıda hüküm süren efendilerdir. Luther’e göre veya  Kalvinizm’de aşağıdakilerin yukarıdaki sınıfa hizmet ve itaat etmesi bireyin kendi hayrınadır. Etmedi mi, bu yukarıdakilerin tüm şiddetiyle sağlanmalıdır.

Filozof Kant bu konuda daha insaflıdır. Evet orada da hizmet vardır ama bu daha çok gönüllü; bütünün çıkarları için bireysel tutku ve arzulardan vazgeçilmesi, bireysel özgürlüğün toplum lehinde dizginlenmesi, etik olarak (Kant Etiği) en yüksek yasaya; özel mülkiyete, ve tabi ki son duruşmada özel mülkiyetin “bekçisi” devlete  tabi olunması ve ona boyun eğilmesi olarak karşımıza çıkar. Eleştirel kuramın temsilcilerinden Herbert Marcuse, bireyin yukarıdakilere karşı bağımlılığını, kendi varlığı için devlet, özgürlüğü zorlayıcı yasalar temelinde inşa eder ve bu bireyler için gerçekte bir tür özgürsüzlüktür[29] diye tanımlar.

Diyalektik kuramın yaratıcısı Hegel ise özgürlüğün dürtülerden, duygulardan, eğilimlerden ve keyfiyetten çıkarılmasını, onun bilinçli bir gerçeklik, mutlak bir tin olarak kavranılmasını talep etmiştir. Hegel ile ilgilenenler onun “Mutlak Tin”in, diyalektik aşamalarındaki geçerek, reddin reddi (Negation der Negation) prensibiyle kendini adım adım yapan şu kıytırık “ulus-devlet” olduğunu bilir. Yani Hegel’e göre bireyin özgürlüğününün garantisi son tahlilde yasa yapıcı dayakçı devlettir.

Marks tüm bu filozofların en aykırısı ve en çarpıcı olanıdır ve dünyada hala bir hayalet gibi dolaşmakta, kendini gündem etmektedir. Ona göre burjuva toplumunda insan ne iç dünyasında ne de dış dünyasında özgür değildir ama kendini özgürleştirecektir. Marksizmi, sınıfları ve sınıf mücadelesini anlatma çabasına girmeden, yukarıdakilerin; toplumun egemen sınıflarının gerçek özgürlükten haz etmediklerini, çünkü gerçek özgürlüğün kendi fiziki varlıklarıyla yakından ilgili olduğuna kısaca değinip konumuza dönelim.

Şerif Mardin, tüm bilgi birikimi; zengin kaynakçalarına rağmen, gerçekte, Aydınlanma, Modernite, uygarlık, özgürlük gibi konularda aslında oldukça yetersiz kalıyor, yüzeysel bir bakış açısıyla toplumsal sınıfları ve tarihsel süreçleri skolastik bir okumayla açıklıyor.

 

2.Abdülhamid’in İttihatçılara Laneti!

İttihat ve Terakki ile Yeni Osmanlılar arasındaki kavga gürültüye dönecek olursak, yeni ulusalcı kesimlerin Jön Türk devrimi diye adlandırdıkları  II. Meşrutiyetin ilanının ardından 27 Nisan 1909 günü tahtından indirilen II. Abdülhamid,  1. Balkan Savaşı sırasında, 1912 yılında sürgünde bulunduğu Selanik”den güvenlik nedeniyle İstanbul-Beylerbeyi sarayına  getirildi. İttihat ve Terakki’nin iktidarı altında Beylerbeyi sarayında hapis hayatı sürdüren II. Abdülhamid ölüm döşeğinden İttihat ve Terakkicilere lanet okuyacaktı.

Necip Fazıl Kısakürek’in (1904-1983) 1965 yılında yayınlamış olduğu “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han” (1965) adlı kitabında geçen “Abdülhamid duası”nda, tahtsız ve bahtsız padişahın dramı şöyle ifade ediliyor:

“Allahım helal etmiyorum!
Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum! (…)

Ya Âdil!
Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere (İttihat ve Terakkicilere) parçalatıyorsun!
Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın?.. (…)

Ya Ma’bud !..
Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum!
Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!..
Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım! Eğer, yılları tesbih dizisince süren hükümdarlığımda Seni bir kere anabildim, Resûlüne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et!

Yâ Sübhan!
Şu titrek elleri, Kıyamet gününde sana “Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi “Milletim, milletim!”diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ “Ba’sü ba’de’l-mevtsiz” bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasib eyle!..
Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı.
Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allahım!
Ayakta duramaz, haldeyim!
Vadem ne gün dolacak Allahım?..”[30]

İttihat Terakki ve takipçileri ile yeni Osmanlılar arasındaki bugün hala devam eden bu korkunç husumeti anlayabilmek için Necip Fazıl’ın İttihat ve Terakki ile ilgili yazdıklarına bakmak yeter:

“36 Türk hükümdarı arasında belki en büyüğü ve tarihî hakkı muazzam bir zat mevzuunda Yahudi, dönme, mason, kozmopolit ve emperyalizmin ajanlarıyla el ele, İttihat ve Terakki eşkiyasının imal ettiği ve Cumhuriyet rejimi boyunca devamına şahit olduğumuz yalancı tarihe paydos!.. Dünyada her şeyin sahtesi görülmüş, fakat ilim ve tarihin devamlı yalancısına rastlanmamıştır.”[31]

Ermenileri parçalayan sahte kurtarıcıların İttihat ve Terakkiciler olduğunu anlamak pek zor değil ama gerçek kurtuluşu nasip edecek gerçek kurtarıcılar kim peki? Evet, işler tam istediği gibi gitmiyor ama şu an buna layık görülen tek kişi, Necip Fazıl Kısakürek’ten “üstad” diye bahseden, Yeni Osmanlıların en zirvedeki ismi Erdoğan!

1.Abdülhamit sürgün edildiğinde 3 yaşında olan Necip Fazıl Kısakürek bundan tam 61 sene sonra, 1965 yılında “Ulu Hakan II. Abdülhamid Han” adlı eserinde yer alan, bir duadan çok beddua niteliği taşıyan metin, siyasi bir çağrı niteliğindedir.

AKP’in, ve  içinde Gülen Cemaatininde yer aldığı tüm muhafazakar dünyanın büyük üstad diye andığı Necip Fazıl’ın, 2023’de hilafeti ilan etmeye hazırlanan AKP iktidari üzerindeki etkisi çok büyüktür. Necip Fazıl da Türkiye’ye ve dünyaya bakarken dünün tartışmalarının etkisi altındadır. Esinlendiği toplumsal ve siyasi düzen Osmanlıdır. 1965 yılında yazdığı “Ulu Hakan” kitabında Osmanlının son padişahı II. Abdülhamid’e atfettiği “Abdülhamid Duası” yeni Osmanlı nesilleri için ayrıca kutsal bir ayet niteliğindedir.

Necip Fazıl Kısakürek sadece bu değildir ama… En azından gençlik yıllarında, tam da sonradan düşman kesildiği İstanbul sosyetesiyle iç içedir.

6 yaşında Atatürk’le dans etmiş,  Halide Edip Adıvar, Nazım Hikmet ünlü şahsiyetleri tanımış, onlarla onlarca anısı olan Mina Urgan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, eserlerine sık sık başvurduğu Necip Fazıl Kısakürek’i şöyle anlatıyor:

“Necip Fazıl’ın içkisi ölçülüydü. Ama kumar tutkusu sınır tanımazdı. Eşref Şefik ile arasında geçen olayı, İstanbul’un yazar çizer takımında bilmeyen yoktu. Eşref Şefik, annemin çocukluk arkadaşı olduğu için, onun ağzından da dinlemiştik bunu: Eşref Şefik hastaymış; onu yoklamaya gelen Necip Fazıl’a ilaç alması için, bir miktar para vermiş. Necip Fazıl, ilaçları hemen alacağını söyleyip, evden çıkmış. Eşref Şefik beklemiş beklemiş, ne ilaçlar varmış ortada, ne de Necip Fazıl. (…) Necip Fazıl’ın yüzsüz bir yanı vardı. Başkalarının evinde kendi evindeymiş gibi davranırdı.Üvey babam Falih Rıfkı Atay, “günün birinde bir de bakacağım ki, bu herif benim pijamalarımı giymiş, yatağımda yatıyor” demişti.”[32]

Bahsi geçen kişi, hayatının belli bir aşamasından sonra Cumhuriyet’e muhalefet etmiş, Erdoğan’a kadar varan islamcı kesimlerin, muhafazakar, tutucu, Pan-İslamist, ve belki de bütün bunların ortak ifadesi olan “Yeni Osmanlıların” idolü olmuştur. Necip Fazıl din işine  henüz girmemişken, Mina Urgan’ın arkadaş çevresinde yer alırken solcu da değildir. Mina Urgan soyadının nereden geldiğini şöyle anlatıyor anılarında:

“Şimdi şu Urgan soyadını bana kimin önerdiğini söyleyince, küçük bir şok geçireceksiniz: Necip Fazıl Kısakürek! Evet, iyi bir şair ve yetenekli bir oyun yazarı bildiğiniz, henüz dinciliğe soyunmamış olan, bizim arkadaş grubundan Necip Fazıl Kısakürek! ‘Çalışkan’, ‘Erdemli’, ‘Ulugönüllü’ gibi manevi anlamlar taşıyan bir soyadı değil, içinde çok sevdiğim U harfi bulunan bir nesne adı istiyordum. Necip Fazıl, ‘Urgan’ı seç’ dedi.’Urgan da ne demek?’ diye sorduğumda, Anadolu’da ip anlamına geldiğini açıkladı ve kahkahalar atarak, ‘solculuğundan ötürü günün birinde nasıl olsa asılacağın için, bu soyadı sana ayrıca uygun’ diye ekledi.”[33]

Peki ne olmuştu da bu, yine Mina Urgan’ın anılarında ifade ettiği gibi, kendisini bir afet, bir erkek güzeli sanan Necip Fazıl, muhafazakar, Pan-İslamist, yeni osmanlıcıların idolü oluvermişti. Bunda şaşılacak ve yadırganacak bir yan yok aslında, her günahkar insan gibi o da tövbe etmiş, imana gelmiş olabilir. İnsanları gençlik yıllarında yaptıklarıyla yargılayamayız. Herkeste olabileceği gibi, bunu onun bir bireysel değişimi, politik- biyografik bir dönüşümü olarak anlamak mümkün ama, hayatının bir dönümünden sonra onun bir Osmanlı hayranı, Cumhuriyet karşıtı olduğu ve hayatı boyunca Osmanlı idealinin gerçekleşmesi için çalıştığı çok açıktır. Erdoğan’dan Gülencilere tüm muhafazakar dünyanın ondan üstat diye bahsetmesi bundandır.

Necip Fazıl Kısakürek’e Yeni Osmanlılar’ın Erdoğan ile yakaladıkları iktidarını yaşamak nasip olmadı, o 1983 yılında bu hayattan ayrıldı. Said Nursi’nin “İslami lehçesini” Yeni Osmanlılar’ın “Osmanlı ideali” ile buluşturan AKP’nin 17-25 Aralık “Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu” ile nasıl tuzla buz olduğunu maalesef göremedi. Ayakkabı kutularında dolarların ve para sayma makinelerinin ortaya nasıl saçıldıklarını, AKP’in iktidarı kaybetmemek, seçim kazanmak için Kürt şehirlerinin nasıl bombalattırdığını, ülkenin yarattığı önemli sermaye alanlarının, sahil ve koylarının, dere-tepelerinin  yabancılara nasıl satıldığını, bunları kimlerin idare ettiğini,  “Ananı al ve git”leri, “O kadın, kız mıdır kadın mıdır?”ları, kontrollü 15 Temmuz darbesini, en çokta başörtülü (Gülenci) bacılarına uygulanan cezaevlerinde çıplak aramaları, başta Demirtaş, Kavala, Baluken, Kışanak gibi tanınmış siyasetçiler, sivil toplum kuruluşları sözcüleri olmak üzere on binlerce insanın nasıl haksız yere, hukuksuz bir biçimde cezaevinde tutulduklarını, Londra’da, Paris’te, ABD’de alınan Villaları, yurt dışına kaçırılan dolarları…Görenlerin tepkisi ise oldukça rahat oldu.

 

Osmanlıdan Günümüze Rüşvet ve Yolsuzluk

Halbuki gerçeğe; sadece Gülenciler ve onların niyetleri açısından değil, tüm gerçeği görebilmek için Osmanlı’ya bakmak yeterliydi. Şerif Mardin’in Osmanlı’da servet, hediyeleşme ve rüşveti  anlattığı bölümden aktaralım:

“Oysa Osmanlı düzeninde servet; sosyal ve siyasal hizmetler görür. Örneğin, Servet tüketim ve yatırım için kullanılmasının yanında önemli bir oranda siyasi destek sağlamak için etrafına taraftar toplamak veya bağışta bulunup cami yaptırarak toplumda yer edinmek için bir araçtır.”[34] Şerif Mardin devam ediyor: “Yüksek memurların ailelerinden herkesin, hatta çocukların bile mücevher taktığına dikkat eden Moltke, bunun bir gösterişçi tüketim sayılmayıp, “Doğu despotizmi”nde kolayca baş gösteren felaketlere karşı bir sigorta şekli olduğundan söz etmiştir. (…) Gösterişçi şekilde hediye vermeler bütün Osmanlı tarihi boyunca görülür; bu devirlerdeki altınların, kürklerin, mücevherlerin hikayesi nefes kesicidir. Fakat bu lüks eşyalar, aynı zamanda bir vezirin atanması sırasında yapılan merasimlerin sınırında kalır; aslında bu verişler veya karşılıklı yollanan hediyeler hem sembolik bir mahiyet taşır, hem de rüşvetin en yakın eşdeğerleridir”[35]

yüzyıl hayallerini kurdukları Osmanlı-İslami lehçesinin, AKP iktidarında, tıpkı atalarında olduğu gibi, nasıl bir rüşvet ve yolsuzluk batağına saplandıklarını Necip Fazıl gibi Şerif Mardin de sonuna kadar göremedi. 2007’de, henüz AKP ile Fethullah Gülen’in kolkola olduğu, AKP’nin altın çağını yaşadığı yıllarda Ruşen Çakır ile bir söyleşisinde, “Marksizmden farklı olarak, Osmanlı Devleti’nde sınıflar olmadığını savunmuştum” diyen Şerif Mardin için de bu tarihin tekerrürünü yaşayamaması tabi ki büyük bir talihsizlik. En azından 17-25 Aralık sonrası gelişen süreci, yine toplumsal sınıflara hiç değinmeden, kendi yordamıyla izah etmesini beklerdik kendisinden.

İslam ile demokrasi arasındaki uyumsuzluğa dair oryantalist tezleri eleştirerek,  Gülenciler de dahil olmak üzere, cemaat ve tarikatları temize çıkartmakla eleştirilen, AKP kontrolündeki TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) tarafından onur üyesi olarak onore edilen; akademik hayatına zamanın Neo-Osmanlı Başbakanı  Davutoğlu’nun etkisindeki İstanbul Şehir Üniversitesi’nde devam eden Şerif Mardin, 2017’de hayata gözlerini yumdu ama tartışması bitmedi. Ulusalcı kanal OdaTV’ nin internet sitesinde “Bir Şerif Mardin Portresi” adı altında yayınladığı makalesinde Okan İrtem, CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Şerif Mardin’in cenazesine katılımını eleştiriyor, onun Tayyip Erdoğan, Davutoğlu, Nurcu Yeni Asya Gazetesi gibi Cumhuriyet düşmanlarıyla el ele  saf tuttuğunu ileri sürüyordu.[36]

OdaTv gibi oluşumları İttihat ve Terakki’nin Cumhuriyet’e yansımış görüntüleri olarak kabul edersek, bu tepkinin bir anlamı var ama bunun ne demokrasiyle, ne modernlikle, ne ilerleme ve uygarlıkla bir alakası yok. İttihat Terakki’nin takipçileriyle  Yeni Osmanlı nesiller, karşılıklı olarak  birbirlerine üretmekten başka bir işe yaramıyorlar. Kah birbirlerinin kafasını kırarak, kah aynı masaya oturup, bu sefer ebedi düşmanlarının (Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin, Hristiyanların, Alevilerin ve ayrıca bunların Marksistlerinin) canına kastederek iktidarlarını sürdürüyorlar.

7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına hükümet kuramayacağını anladıktan sonra Erdoğan, şimdiki ortağı Bahçeli ile anlaşmış, onunla birlikte adım adım, “Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek din vs.” konularında karın ağrıları belki de Erdoğan rejiminden daha fazla olan CHP’nin de defalarca onayı ve desteğiyle (“Yenikapı”, dokunulmazlıklar, kayyumlar vs.) tek adam rejimini ilan etmiştir.

MHP aracılığıyla AKP Ergenekon ile anlaşmıştır. Ergenekon’un önemli bir ayağı olan MHP, AKP’in iktidarda kalmasının bir aracı olmuştur. Tek adamlık konusunda Başbuğluk sistemiyle pek de çelişmeyen yeni Cumhurbaşkanlığı sisteminde AKP ve MHP “Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek din vs.” konularında bir sorun yaşamamaktalar. Erdoğan, İçişleri Bakanı Soylu üzerinden Ergenekon’u zayıflatmayı ve ekarte etmeyi denediyse de bunda başarılı olamayıp MHP’yle ittifak etmeye mahkum olmuştur. Bu MHP’nin de işine gelmiştir. MHP böylece hem iktidara ortaktır, hem de Erdoğan’ı kontrol etmektedir.

 

HDP Olmadan AKP Karşısında Millet İttifağı Bir Hiçtir!

17-25 Aralık“Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu”ndan sonra bir türlü toparlanamayan, ekonomik krizi yönetemeyen, gittikçe daha da batan AKP, düştüğü çukurdan kendi gayretiyle çıkamamaktadır artık. Erdoğan’ın temsil ettiği güçler ile onun karşısındaki muhalefet pat halindedir. Kendilerini “Millet İttifakı” diye adlandıran oluşum sıfatından dolayı bile sorunludur. Kendilerine “Demokrasi İttifakı” gibi toplumun tüm kesimlerini kapsayabilecek bir isim bulamamışlardır örneğin. Batının kötü bir taklitçisi, yüzeysel, son durumda “Turancı”, “Pantürkist”, biraz da İslam soslu  “Pan-İslamist” bir yapıdan ileri gidememektedirler. “Güçlendirilmiş Parlementer Sistem” diye adlandırdıkları seçim ittifakında yer alan siyasi partiler bunu gösteriyor: Davutoğlu, Babacan ve Karamollaoğlu, Yeni Osmanlı’yı; tarikat, cemaat ve şeyhleri temsilen, Kılıçdaroğlu ve Akşener İttihat ve Terakki’yi temsilen yerlerini almaktadırlar. Aralarında bir tek demokrat yoktur. DP temsilcisinin neden orada yer aldığı ise hala meçhuldür.

Yeni Osmanlı-İttihat ve Terakki-Tarikat üçlemesi darbeler konusunda da pat halindedir. Abdülmecid’i devirmeye yönelik girişilen Nakşibendi-Halidi menşeili darbe girişimini (Kuleli Vakası 1859), AKP’in kontrollü darbesini (15 Temmuz 2016), ve yine Erdoğan’ın parlementer sistemi lağvedip başkanlık sistemine geçişini daha kapsamlı bir darbe olarak kabul edersek, bu darbelere karşın üç Cumhuriyet rejimi darbeleriyle (1960, 1971, 1980) durum 3:3’dür. Şimdi hiçbir güç darbe yapacak kudrette değildir artık.

Türkiye’nin yeni siyasi konjonktüründe MHP olmadan bir hiç olan AKP gibi,  “Millet İttifakı” da AKP karşısında  HDP olmadan gerçekte  bir hiçtir. HDP konusundaki rahatsızlıklarını her fırsatta dile getiren “Millet İttifakı” aslında demokrasi konusunda sıkıntısını dile getirmektedir. Çünkü  demokrasi, en genel tanımıyla politik katılım demektir. Bu da toplumun tüm kesimlerini içerir. HDP’nin bu sürecin dışında tutulması 150 yıl geriden gelen “Yeni Osmanlı”, “İttihat ve Terakki“, Tarikat ve cemaatlerin iktidar paylaşımı demektir ve bu 150 yıl önceki noktadır.

Yaşadığı tüm baskılara ve ırkçı ayrımcılığa rağmen, HDP’nin programı bugünkü siyasi partilerin en demokratik ve tartışmaya açık olanıdır. Emek, eşitlik, özgürlük, barış oradadır… Orada   tüm toplumsal güçleri ve sınıfları bulabilirsiniz. Çevre, ekoloji doğa orada yerlerini alırlar… Kadınlar, gençler, çocuklar oradalar… LGBT orada… Emperyalizme, savaşlara, sömürüye, hegemonyacılığa karşı mücadele… Halklara ve inançlara eşitlik ve özgürlük için mücadele oradadır.

HDP, eşitlik, özgürlükler ve demokrasi alanında mücadele veren tek parti değildir ama Türkiye’nin bir sene gibi bir zaman diliminin yeni bir yol ayrımı olacağı düşünülürse, yüzde 10-15 arası değişebilecek bir oy potansiyeli ile buna etki edebilecek tek partidir. Ona sıkılan kurşun, demokrasiye, özgürlüğe ve tabi ki Türkiye’nin geleceğine sıkılmış olacaktır. Köhnemiş, rüşvetçi “Yeni Osmanlı”, “İttihat ve Terakki” ve Orta Doğu’nun başına her zaman bela olmuş tarikat ve cemaatlerden ya kurtulacağız ya da, sürekli birbirini üreten bu kötülük ittifakından bir 150 yıl daha çekeceğiz.

 

 

[1]      Bkz. Norbert Elias, Über den Prozeß der Zivilisation, s. 1.
[2]      Picasso’nun „Guernico“‘su İspanya iç savaşında Alman ve İtalyan faşistlerinin Franco’yu desteklemek için Guernico şehrinin bombalanmasının  dehşetini yansıtır.
[3]      Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 95
[4]      Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, Makaleler 4, s. 13.
[5]      Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 22.
[6]      Bkz. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 22.
[7]      Bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, Makaleler 4, s. 25-26.
[8]      Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, Makaleler, s. 27.
[9]      Bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s.28.
[10]     Bkz. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 12.
[11]     Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 18.
[12]     Bkz. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 20.
[13]     Zümrüd-ü Anka, efsaneye göre, bilgi ağacının dallarında yaşayan ve her şeyi bilen Simurg kuşudur.
[14]     Ali Bulaç, Din ve Modernizm, s.42.
[15]     İbid. s. 45.p
[16]     Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 13.
[17]     A.g.e………
[18]     Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 100.
[19]     Bkz. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s.103.
[20]     Bkz, Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 80.
[21]     Bkz. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı,  s. 88.
[22]     Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 66-67.
[23]     İbid. s. 27
[24]     İbid. s. 68.
[25]     Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 12.
[26]     İbid., s.185.
[27]     İbid., s.18.
[28]     Herbert Marcuse, Ideen zu einer kritischen Theorie der Gesellschaft, s. 59.
[29]     İbid., s.91-92.
[30]     Necip Fazıl, Ulu Hakan II. Abdulhamid.
[31]     Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdulhamid.
[32]     Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları s. 98.
[33]     Mina Urgan, Bir Dinazorun anıları, s 97.
[34]     Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 28.
[35]     İbid, s. 49-50.
[36]     Bkz.(https://odatv4.com/analiz/bir-serif-mardin-portresi-1609171200-123411).
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.