Düşünce ve Kuram Dergisi

Orta Doğu, Yeni Soğuk Savaş ve Amerikan Hegemonyasının Sınırları 

Harun Ercan

Yüzyılı aşkın bir süredir devam eden, savaş ve şiddetle Türk devletinin yeniden ürettiği yapısal ırkçılık bir yandan toplumsal anlamda derinleşip kökleşirken diğer yandan da coğrafi olarak bölgesel-emperyalizmle iç içe geçerek genişliyor. Kürt hareketinin ve müttefiklerinin ortaya koyduğu mücadele sonucunda Türkiye’deki siyasi rejimin ırkçı karakteri dönemsel olarak (2001-2015) geriletilmişti. Lakin etnik-ulusal hiyerarşiyi tarihsel dengesine yeniden oturtmak amacıyla yeni iktidar teknikleri sahaya sürülmüş durumda. Gezi ve Kobane ayaklanmalarının ayrıksı ortaya çıkışları sonucu ayakta kalma imkanı bulan AKP, Rojava Devrimi’nin radikal anlamda dönüştürücü etkilerini sınırlayabilmek adına Türkiye’nin yeni ve eski siyasi elitlerini bir araya getirdi ve karşı-devrim örgütleyerek otoriter bir rejim inşa etmeyi başardı. Savaşa ve devlet şiddetine yaslanan bu karşı-devrim hamlesi, AKP-MHP ittifakının hegemonya krizini derinleştirirken karmaşık sonuçlara da yol açmış görünüyor: Kürt Özgürlük Hareketi tasfiye edilmeye çalışılırken Kürtlerin Türkiye’nin siyasi geleceğini tayin etme noktasında kilit bir konuma gelmiş olması ve Rojava Devrimi yok edilmeye çalışılırken Kürt/Kürdistan meselesinin tarihinde hiç olmadığı kadar uluslararası bir boyut kazanmış olması Türk devleti açısından çelişkili sonuçlardan bazıları.

Kürt meselesinin bölgesel bir etnik-ulusal sorun olmaktan çıkıp uluslararası siyasetin ve aktörlerinin parçası olduğu çok boyutlu bir denkleme dönüşmüş olması, ulus-devlet sınırlarına sıkışan metodolojilerle meselenin yeni boyutlarını kavramayı oldukça zorlaştırıyor[1] Artık Kürt meselesinin güncel durumunu doğrudan şekillendiren uluslararası ve bölgesel dinamikler söz konusu. ABD’nin dünya hegemonyasının içinde bulunduğu kriz, çok kutuplu bir dünya düzenine dair artan talepler ve Rusya’nın Ukrayna işgaliyle başlayan Yeni Soğuk Savaş dinamiği Orta Doğu’daki güç dengelerini de yeniden şekillendirmekte. Bu konuları ele almadan önce, Kürt/Kürdistan meselesinin yakın zamanda geçirdiği niteliksel dönüşümü iki başlıkta incelemekte fayda var.

Birincisi, AKP iktidarının her yıl derinleşerek etkisini hissettiren ekonomik krizin siyasi etkilerini soğurmak ve jeopolitik krizleri yönetmek adına giriştiği karşı-devrimci ve bölgesel-emperyalist bir devlet inşa etme süreci öncelikli olarak Kürt meselesinin militarist bir çerçevede ırksallaştırılmasına yaslanıyor. Bu yeni etnik-ırksal proje,[2] Türklük ve Müslümanlık arasındaki tarihsel gerilimi en aza indirirken sınırları yeniden tanımlanan Türk ulusal kimliğinin varoluşsal ötekisi olarak Kürtleri kodluyor. Çıkarları birbirlerinden ayrışan siyasi ve ekonomik elitleri bir arada tutmak, çekingen muhalifleri iktidara eklemlemek, rejime slogan atarak itiraz edenlerin sesini kısabilmek için gereken  “ideolojik çimento”,[3] Türk devletine ve ulusuna yönelik varoluşsal bir tehdit olarak kodlanan Kürtler üzerinden karılıyor. Askeri mobilizasyon, zora dayalı birikim ve Türklerin etnik-ırksal üstünlüğü temelinde kurulan bu yeni siyasi projenin merkezinde politik alanı tam anlamıyla bir savaş düzlemi olarak gören bir yaklaşım var. Liberalizmin normatif savaş/barış ikiliğini reddeden bu iktidar stratejisi, sürekli savaş tezlerini kucaklayarak muadili yeni sağcı popülist-otoriter rejimlerden ayrışıyor. Karşı karşıya kaldığı krizlere ve yapısal kırılganlıklarına rağmen 2015 yılından bu yana hala ayakta.[4] İşin doğrusu, AKP-MHP iktidarı toplumsal olanı militarist, ırkçı ve patriarkal bir temelde yeniden inşa etme konusunda eleştirel yaklaşımların öngördüğünden çok daha ileri bir noktaya halihazırda mücadele cephesini taşımış durumda.

İkincisi, savaş ve ambargo koşullarına rağmen Rojava’da temelleri atılan radikal demokrasi projesinin yaslandığı düşünce ve pratiklerin Orta Doğu koşullarında devrimci anlamda dönüştürücü ve bulaşıcı bir potansiyeli var. AKP’nin ilk dönemini bir model olarak Orta Doğu’ya sunan Batı ülkelerinin liberal İslam projesi Arap Baharı ile gürültülü bir şekilde çöktü.[5] Bu bölgedeki hemen her ülkenin siyasi ve ekonomik elitleri Arap Baharı sonrası harıl harıl karşı-devrimi örgütlerken toplumsal hareketleri ise ideolojik ve örgütsel bir kriz içinde. Devlet iktidarını merkeze alan siyasal İslamcılığın ne devrimci ne de reformist formları kendilerini yeniden üretme konusunda pek dirayetli görünmüyorlar. İran ve Rojhelat sokaklarında aylardır yankılanan Jin, Jîyan, Azadî sloganları tam da toplumsal olanı yeniden tanımlamaya dair kitlesel bir talebin en beklenmeyen yerlerde ve en umulmadık zamanda nasıl yükselebildiğinin göstergesi. Kürt Özgürlük Hareketi, Orta Doğu’nun umutsuz yığınları adına hem ideolojik hem de örgütsel bir krize cevap olduğu için bölgesel-emperyalist planlar yürütme kapasitesi olan devletler için karşı-devrimin referans noktası. Daha etraflı bir şekilde bakıldığında, son on yılda yaşanan bu değişimler ABD hegemonyasının Orta Doğu’da aşama aşama eridiği bir sürece denk düşüyor. Hemen her siyasi aktörün 1990’lı yıllarda tartışılmaz ve sarsılmaz bir süper güç olarak gördüğü ABD’nin 2008 Finansal Krizi sonrası hızla aşınan hegemonyası yeni bir global sistemik kaosun kapısını aralamış durumda.[6] Dünya geneline yayılan Occupy Wall Street eylemlerinden Arap Baharı’na, Rojava Devrimi’nden Güney Kürdistan’daki bağımsızlık referandumuna, yükselişteki sağcı popülist/ırkçı hareketlerden 2019 yılında patlak veren toplumsal adalet isyanlarına uzanan yeni toplumsal hareketlenmeler, küresel kapitalizmin ve ulus-devlet sisteminin aşınan hegemoyasının doğrudan sonuçları. Bu sürecin politik arka planında ise ABD’nin 2000’li yılların başından itibaren küresel hegemonya inşa edemeden tahakküm kurmaya yaslanan stratejisi yatıyor.[7] 

 

Küresel Hegemonya, Kriz ve Savaş 

2.Dünya Savaşı sona erdiğinde kapitalist dünya-sistemine önderlik etme bayrağını İngiltere’den devralan ABD’nin küresel hegemonyasının iniş ve çıkışlarını belirleyen üç temel faktörden bahsedebiliriz.

Birincisi, düşmanlarına karşı zor, müttefiklerine ise rıza ve himaye temeline yaslanan küresel hegemonya stratejilerini ABD’nin jeopolitik düzlemde ne kadar etkili organize edebildiği.

İkincisi, aşırı birikim, rekabet ya da finansal genişleme sonucunda ortaya çıkan kapitalist sisteme içkin yapısal kriz dalgalarının yol açtığı toplumsal muhalefeti soğurabilme ve bu krizlerin politikleşmesini engelleyebilme kapasitesi.

Üçüncüsü, ABD’nin kendi içindeki ekonomik elitler, savaş/güvenlik bürokrasisi ve toplumsal muhalefet grupları arasında süregiden iktidar mücadelesinin küresel ve bölgesel yansımaları. Hegemonya kavramı sol literatürde yaygın şekilde zorun rolüne dayanan tahakküm veya egemenlik anlamında uzun bir süredir kullanılıyor. Dünya-sistemleri analizinin kurucu isimlerinden Giovanni Arrighi, hegemonya kavramını baskın bir iktidarın ‘ahlaki ve entelektüel önderlik’ yapabildiği için rıza üretebilme kapasitesinden doğan ilave/tamamlayıcı güç olarak kavramsallaştırıyor.[8] Bu yaklaşımın izinden gidecek olursak, istikrarlı bir dünya hegemonyasının sürdürülebilir olması için lider ülkenin sadece zor kullanma kapasitesine sahip olması değil aynı zamanda rıza üretebilmesi de gerekmekte. Diğer bir ifadeyle, egemen güç, dünya sistemine yön verirken sadece kendi ulusal çıkarları adına değil ittifak içerisinde yer alan (ve alabilecek) diğer ülkeleri de kapsayarak genel çıkarlar adına hareket ettiğine dair inandırıcı bir iddia ile siyasi ve ekonomik bir vizyon ortaya koyarak hegemonyasını koruyabilir.[9] Soğuk Savaş Dönemi (1945-1991) sonrasında gerçekleştirilen küresel demokratikleşme ve insan hakları açılımı ABD hegemonyasının 1990’lı yıllar boyunca sürmesine yardımcı oldu. Lakin 2000’li yıllarda dünyanın en büyük ekonomilerinden birine dönüşerek Doğu Asya’da Amerikan hegemonyasına karşı alternatif bir bölgesel hegemonya kuran Çin ile ABD’nin başa çıkabildiğini söylemek zor.

Amerika’nın 11 Eylül saldırıları sonrasında başlattığı “Terörle Mücadele” seferberliği çerçevesinde Afganistan’dan sonra Irak’ı işgal etmesi, ABD’nin dünya genelinde ‘meşru himaye sağlayan süper güç’ payesini yitirmesinde önemli bir rol oynadı. Irak’ın işgali, Orta Doğu’daki en köklü müttefiklerinin (Suudi Arabistan ve Türkiye) bile desteğini alamadan, uydurulmuş kitle imha silahları iddialarıyla gerçekleşti. Her ne kadar soykırımcı Baas rejimini hızlı bir şekilde tasfiye etmiş olsa da, ilerleyen yıllarda ABD’ye karşı kontrol edilmesi zor bir isyan dalgası başladı. Sadece ABD’nin dünya genelinde askeri anlamda en üstün güç olduğu fikri ciddi bir darbe almakla kalmadı; doğrudan öz kaynakları yağmalayan, yıktığı siyasi sistemleri onaramayan ve Orta Doğu’nun tarihsel standartlarını bile aşan bir düzeyde kaos yaratan süper güç imgesi perçinlendi. Bu işgalin politik ekonomisini de not düşmekte fayda var. Henüz Afganistan ve Irak işgalleri ABD için siyasi bataklıklara dönüşmemişken, Giovanni Arrighi, ABD’nin yürüttüğü “Terörle Mücadele” seferberliğinin gerçek kazanının Çin olduğu yönünde bir tespitte bulunmuştu.[10] Bu tespitin doğruluğu zamanla daha da berraklaştı. Bu işgaller için harcanan yaklaşık 8 Trilyon Dolar, sadece Amerikan devletinin vergi gelirlerinden değil, aynı zamanda Çin’den alınan borçlarla karşılandı.

DAİŞ’e karşı Suriye ve Irak’ta yürütülen mücadeleye gelene kadar, ABD’nin Orta Doğu’da giriştiği ve büyük bölümü başarısızlıklarla sonuçlanan siyasi-askeri hamleleri üç başlıkta toparlayabiliriz.

Birincisi, AKP’nin öncülük ettiği Türkiye modeli üzerinden İslami liberalizmi piyasa ekonomisiyle uzlaştırıp Orta Doğu genelinde Batı yanlısı rejimler inşa etme planları yakın tarihin tozlu sayfalarına karıştı. İkincisi, Irak, Libya ve Suriye’deki otoriter rejimleri çökertme çabaları, Rusya başta olmak üzere, bölgesel-emperyalist planlar yürüten İran, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelere tarihlerinde hiç görmedikleri kadar geniş bir siyaset alanı açtı.

Üçüncüsü, dünyanın hemen her yerinden dehşetle izlenen bir terör dalgası yaratan DAİŞ’in etkisizleştirilmesi, ABD’nin Orta Doğu’da neredeyse evrensel bir düzeyde meşru görülen koruma sağladığı yegane süreç oldu. Donald Trump’ın 2019 yılında Türkiye’nin Rojava’ya yönelik saldırısına onay vermesine sonrası hem Amerikan kamuoyunun hem de ordusunun yüksek sesle tepki göstermesinin ardında yatan sebeplerden birisi de ABD’nin Orta Doğu’daki başarısızlık karnesiyle ilişkiliydi. Amerika’nın DAİŞ’in askeri olarak yenilmesi için Suriye Demokratik Güçleri’ne sağladığı askeri destek, bugün hala Orta Doğu’da gerçekleşmesine doğrudan katkı sunduğu az sayıdaki başarı hikayelerinden biri.

Orta Doğu jeopolitiği son yıllarda ABD’nin küresel çıkarlar sıralamasında önceki yıllara kıyasla çok daha geriye düşmüş durumda. Joe Biden’ın başkan olduğundan bu yana izlediği genel strateji, Orta Doğu’da doğabilecek yeni çatışmalardan kaçınma ve siyasi/askeri yük oluşturabilecek sorun alanlarını diplomatik yollarla yatıştırma yönünde oldu. Türkiye’nin Rojava’ya yönelik olası kara operasyonu tehdidi artarak devam ederken, ABD’nin bu gibi çatışmalara hakiki çözümler üretmek için esaslı bir çaba ortaya koyduğuna dair elimizde pek kanıt yok. Bu durum bir yandan ABD’nin Orta Doğu’daki sınırlı hegemonik kapasitesine işaret ederken diğer taraftan bu stratejik doğrultu eksikliği Türkiye’nin Kürt meselesini araçsallaştırarak bölgesel-emperyalist ajandasını büyütmesine kapı aralıyor. Güncel duruma bakılacak olursa, Rusya’nın Ukrayna işgali sonrası Suriye sahasında etkinlik kapasitesinin görece azalmış olması, Türkiye karşısında daha zayıf bir konuma itilmesini de beraberinde getirdi. Türkiye’nin demokratik özerlik projesini boğmak ve Mayıs 2023 seçimlerine yeniden milliyetçi bir dalga yaratmak amacıyla Rojava’ya bir kara operasyonu düzenlemesi durumunda, Amerikan küresel hegemonyasının savaşla test edildiği tek yer sadece Ukrayna değil aynı zamanda Rojava olacak.

Yeni Soğuk Savaş, Yeni Hegemonya?  

Dünya kapitalist sisteminin potansiyel lideri olarak Çin’in öncülüğünde yeni bir dünya düzeninin kurulması, iki temel şartın yerine getirilmesi durumunda söz konusu olabilir. İlk olarak, Çin liderliğindeki bir iktidar bloğunun ABD hegemonyasının geride bıraktığı sistemik-seviyedeki sorunlara dünya-sistemi düzeyinde çözümler önerebilmesi gerekir. İkincisi, eğer hegemonya devri savaşlar sonucu ortaya çıkacak bir felaket senaryosu ile değil daha barışçıl bir şekilde gerçekleşecekse, ABD’nin öncülük ettiği Batı medeniyetinin dünya-sistemi hiyerarşisi içinde bugünkünden daha az muteber bir konuma razı olmaları şart.[11] İçinden geçtiğimiz sürece bakıldığında, barışçıl bir hegemonya devri pek olası görünmüyor. Rusya’nın Ukrayna işgaline ABD’nin ve Batı ülkelerinin verdiği cevap, bu jeopolitik krizi görece barışçıl yollarla çözmek değil yeni bir dünya hegemonyası projesi inşa etmek adına yapısal bir siyasi fırsata dönüştürmek oldu.

ABD’nin çerçevesini çizdiği Yeni Soğuk Savaş, ideolojik düzlemde demokratik ve otoriter rejimler arasında. Her soğuk savaş sürecinde olduğu üzere, büyük güçlerin daha keskin kararlar alarak ittifaklarını netleştirmek ve derinleştirmek isteyecekleri orta vadeli bir sürece girildi. ABD’nin Batı öncülüğündeki ittifaka demokrasi savunuculuğu üzerinden ahlaki ve entelektüel önderlik rolü biçmiş olması, kuşkusuz kendi iç siyasetinde patlak vermiş olan sağ popülizm depreminden bağımsız anlaşılamaz. Donald Trump dönemi boyunca uygulanmaya çalışılan uluslararası politikalar, özünde, ABD’nin hegemonya üretmeyen tahakküm krizini zirveye taşımıştı. ABD ordusunu bir özel güvenlik şirketi gibi gören, ABD’nin sağladığı koruma karşılığında müttefiklerinden doğrudan maddi karşılık isteyen, ekonomik getiri sağlamayan bölgeleri siyasi ve insani sonuçlarını düşünmeden terk etmeye çalışan bu yaklaşımın sınırlarını Donald Trump sonuna kadar zorladı. Joe Biden döneminde gerçekleşen Afganistan’dan geri çekilme sonucu ortaya çıkan siyasi ve insani tablo hatırlanacak olursa, yukarıda özetlenen yaklaşımın Donald Trump yönetimine indirgenemeyecek derecede yapısal faktörlerle şekillendiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte, ABD’nin başını çektiği savaşların politik ekonomisini ele almadan, Ukrayna’da sürmekte olan savaşın izlediği seyri anlamak zor.

Charles Tilly, Örgütlü Bir Suç Olarak Savaşmak ve Devlet Kurmak isimli makalesinde ‘meşru görülen himaye’ ile ‘haraç güdümlü himaye’ arasındaki ayrımı şu şekilde yapar: “Himaye sözcüğünün akla getirdiği imgenin hangisi olduğu, esas olarak bize yönelik tehdidin gerçekliğini ve dışsallığını nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır. Kişi hem tehlikeyi, hem de bedeli karşılığında ona karşı korumayı sağlıyorsa, bir haraççıdır. Gereksinilen korumayı sağlayan ama tehlikenin belirmesi üzerinde çok az denetimi olan biri, meşru bir hami olarak nitelenir (…)”.[12] Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, NATO’nun Doğu Avrupa’daki genişleme politikalarının sonucu olarak gerçekleşti. Haliyle, başta Ukrayna olmak üzere Avrupa ülkeleri için Rusya’nın askeri ve siyasi bir tehdit olarak sivrilmesinde ABD’nin doğrudan payı söz konusu. Bu yüzden, meşru himaye söylemleriyle ABD’nin küresel hegemonya krizini Ukrayna üzerinden aşabilmesinin yapısal sınırları var. Diğer yandan, Ukrayna’daki savaşın Amerikan burjuvazisi için sağladığı sermaye birikiminin sınırlarını belirlemek ise oldukça zor.

Ukrayna için savaşın 2022 yılındaki toplam maliyetinin büyük bölümünü (113.4 Milyar Dolar) ABD karşıladı.[13] Sadece ABD’li şirketlerinin savaş sonucu artan petrol fiyatları nedeniyle elde ettikleri ek gelir ise 200 Milyar Dolar tutarında.[14] Daha da önemli olan gelişme, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlığının ABD ile yer değiştirmiş olması. 2022 yılı sonu itibariyle tarihinde ilk defa Amerikalı enerji şirketlerinin Avrupa ülkelerine sattığı sıvılaştırılmış doğal gaz miktarı Rusya’nın sağladığı miktarı aştı. Nihayetinde, halkların ödediği vergilerin ve yüksek ücretlerin Amerikan ekonomik elitleri için sermaye birikimine dönüştüğü bir savaş yaşanmakta. Rusya’nın, bu noktadan itibaren askeri zafer elde etmesi durumunda bile yaptırımlar yüzünden Batılı kapitalist dünyadan dışlandığı bir süreç yaşanacak. Putin’in otoriter rejimini içeride ciddi bir siyasi istikrarsızlıkla karşılaşmadan sürdürebilmesini sağlayan en önemli etkenlerden birisi, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere küresel enerji piyasasında Rusya’nın elde ettiği gelirlerdi. Rusya’nın askeri ve ekonomik kaynaklarını tüketen bu sürecin hemen her olası senaryoda Orta Doğu’daki manevra kabiliyetini de zayıflatacağı aşikar.

Ocak 2023 itibariyle bakıldığında, ABD ve Avrupa’nın Ukrayna’da yürüttüğü vekalet savaşı şiddetlenerek sürecek gibi görünmekte. Gittikçe uzayan ve net bir galibi olmayacak bir Ukrayna-Rusya savaşı senaryosundan en karlı çıkacak olan aktörün Çin olacağına şüphe yok. Rusya’nın net mağlubiyeti ile sonuçlanacak bir olasılık ise, ABD öncülüğündeki Batı ittifakını Tayvan üzerinden Çin’in bölgesel hegemonyasını kırmak için yapacağı girişimleri cesaretlendirecek. Ukrayna’daki savaşın sonucuyla belirlenecek olan bir küresel hegemonya mücadelesi, çok kutuplu dünya düzeni ihtimaline ve olası alternatiflere ilişkin sistem-karşıtı hareketlerin nasıl tutum alması gerektiğine dair bir tartışma yürütmeyi gerekli kılıyor.

Çok Kutupluluk ve Anti-Emperyalizm 

Uluslararası ilişkileri sadece ulus-devlet sistemi içerisinde yer alan “meşru” aktörler arasındaki etkileşimler toplamı olarak gören liberal ve otoriter yaklaşımların ortak noktası, halkları değil ulus-devletleri referans almaları. Uluslararası ilişkilerin yeni bir yaklaşımla demokratikleşmesini sağlamak adına; eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi veren toplumsal hareketlerin hem teoride hem de pratikte enternasyonalist bir siyasi tutum sergilemeleri ve ulus-devlet odaklı perspektiflere eleştirel yaklaşmaları gerekiyor. Aksi halde, tarihte örneklerini çok defa gördüğümüz üzere, sistem-karşıtı hareketlerin siyasi ve ekonomik elitlerinin çerçevesini çizdiği milliyetçi, sağcı ve faşizan siyasi projelerine eklemlenip sönümlenmeleri veya tamamen tasfiye edilmeleri olası.

Bugün birçok sol hareketin ABD öncülüğündeki tek kutuplu emperyal bir düzen yerine çok kutuplu bir dünya talebini Soğuk Savaş dönemine benzer bir yaklaşımla dillendirdiği aşikar. Lakin anti-emperyalist siyaset demokratik değerlerden ve barış talebinden bağımsız düşünüldüğünde karmaşık iktidar ilişkilerini tek bir düzleme indirgediği için emperyal ilişkilerin farklı bir düzlemde yeniden üretilmesinin önünde engel değil. Tam da bu noktada çarpıcı olan, çok kutuplu dünya düzeni talebinin Rusya tarafından Ukrayna’yı işgalini meşrulaştırmak adına bir gerekçe olarak kullanılıyor olması. Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerin kendi bölgesel-emperyalist çıkarlarını ilerletmek için çok kutuplu bir dünya istediğine ilişkin elimizde yeterince veri var. Bu ülkelerin başka coğrafyalarda eşitlik, özgürlük ve adalet isteyen toplumsal hareketlerle -grupsal aidiyet ilişkisinin olmadığı durumlarda- geliştirdikleri bir dayanışmanın kaydı yok. Küresel Sol’un anti-emperyalizm adına bu ülkeleri doğrudan savunan bir noktaya savrulmasının en önemli nedenlerinden birisi ise bu devletlerin egemenliği altında sürekli soykırım tehdidi altında yaşayan halkları görmezden gelmeleri.[15]

Çok kutuplu dünya düzeni talebi bugün Hindistan’dan Türkiye’ye, Suudi Arabistan’dan Macaristan’a, sağ-popülist veya otoriter rejimleri yöneten siyasi elitlerinin de söylemlerinde önemli bir yer kaplıyor. Tesadüf değil. Türkiye örneğinde yakından görebildiğimiz üzere, özünde demokrasiye karşı verilen savaşın emperyalist güçlere karşı verilen bir savaş gibi perdelenmesi gayet mümkün. Devletlerin kamplaşması üzerinden yapılan sığ anti-emperyalizm analizleri, savaşın söz konusu olduğu karmaşık siyasi denklemler söz konusu olduğunda açıklayıcı gücünü tümden yitiriyor. Rojava örneğinin gösterdiği üzere, Suriye Demokratik Güçleri ve ABD gibi siyasi ontolojileri çatışan güçler, IŞİD gibi İslamiyet dinini faşist bir düzlemde yorumlayan yapılar karşısında askeri işbirlikleri kurabilirler. Küresel kaos döneminden geçtiğimiz bu süreçte, sadece çok kutuplu değil aynı zamanda demokratik mekanizmalarla işleyen, siyasi ve ekonomik elitlerin değil halkların çıkarlarını önceleyen ve her çatışma olasılığında barışı ilkesel olarak önceleyen bir dünya-sistemine ihtiyaç var.

 

 

 

 

 

[1] Kürt meselesinin değişen niteliği ile alakalı daha geniş bir tartışma için: Harun Ercan, “Authoritarianism from Above and Below: Exclusive Nationalism and the Turkish-Kurdish conflict.” The Commentaries 1, no. 1(Nisan 2021): 75-83.
[2] Michael Omi ve Howard Winant, Racial Formation in the United States (New York Routledge, 2014), 13.
[3] Antonio Gramsci, Selections From the Prison Notebooks (New York: International Publishers, 1971), 328.
[4] Bu yapısal kırılganlıkları derinlikli şekilde ele alan, Erdoğan’ın Rojava işgal girişimleri ile Türkiye’nin politik ekonomisi arasındaki ilişkiye dair detaylı bir inceleme için: Şahan Savaş Karataşlı, “The Political Economy of Erdoan’s Syria Gamble”, Middle East Report, no. 292/293, (Güz/Kış 2019): 56-62.
[5] Cihan Tuğal, The Fall of the Turkish Model: How the Arab Uprisings Brought Down Islamic Liberalism. (United States: Verso, 2016).
[6] Beverly J. Silver ve Corey R. Payne. “Crises of World Hegemony and the Speeding up of Social History,” Hegemony and World Order: Reimagining Power in Global Politics içinde, ed. Piotr Dutkiewicz, Tom Casier, Jan Aart Scholte (New York: Routledge, 2020), 17-31
[7] Detaylı bir analiz için: Corey R. Payne ve Beverly J. Silver, “Domination Without Hegemony and the Limits of US World Power”, Political Power and Social Theory 39, (Aralık 2022): 159–177.
[8] Antonio Gramsci’ye referansla yapılan bu hegemonya tanımı için: Giovanni Arrighi, Adam Smith in Beijing: Lineages of the Twenty-First Century. (London: Verso, 2007), 261
[9] Giovanni Arrighi ve Beverly J. Silver, Chaos and Governance in the Modern World-System. (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1999), 26–8
[10] Giovanni Arrighi, Adam Smith in Beijing: Lineages of the Twenty-First Century. (London: Verso, 2007), 261.
[11] Silver ve Payne. Crises of World Hegemony, 18.
[12] Charles Tilly, “War Making and State Making as Organized Crime”, Bringing the State Back In içinde, ed. Theda Skocpol, Dietrich Rueschemeyer, Peter B. Evans (Cambridge: Cambridge University Press,  1985), 170-17.
[13] Doug G. Ware, “US has given $113B in aid to help Ukraine in its war with Russia, oversight report says”, Stripes, 19 Ocak, 2023, https://www.stripes.com/theaters/us/2023-01-19/ukraine-funding-congress-military-russia-8822450.html
[14] Myles McCormick, “US Oil Producers Reap $200bn Windfall From Ukraine War Price Surge”, Financial Times, 5 Kasım, 2022, https://www.ft.com/content/0d84255c-84ba-4462-b80a-8593352852e2
[15] Kavita Krishnan, “Why the Left Must Question the Language of ‘Multipolarity’”, Lausan Collective, 14 Ocak, 2013, https://lausancollective.com/2023/left-must-question-multipolarity/
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.