Düşünce ve Kuram Dergisi

Türk-Kürt İlişkilerine Tarihsel Bir Bakış: Süngü Kardeşliği

Nesimi Aday

Dünden bugüne Kürt-Türk ilişkilerine bakıldığında ‘Kardeşlik’ duygusu, ‘komşuluk’ ilişkisi, siyasi ‘İttifak’ ya da ‘din kardeşliği’ mefhumlarının öne çıktığı görülür. Peki iki halkı yan yana getiren, savaştıran, barıştıran, birlikte yaşamaya olanak yaratan sosyal, siyasal koşullar nelerdir? Bu iki halka, manevi anlamda ‘kardeş halklar’ diyebilir miyiz? Acıda ve sevinçte, ölüm ve doğumda yan yana durabildiler mi? Kardeşleşme bağı yaratacak dostane ilişkilere sahipler mi? Ya da iyi komşu olabildiler mi? Kürt-Türk ilişkilerinde bu ve benzeri alt sorular çoğaltılabilir. Olguya tarif bahşetmek ve anlam diyalektiği kurmak zor. İki halkın girift ilişkisi her halükârda kavram kargaşasına neden oluyor. Kolay değil. Bu ilişkinin indeksinde yüzyılları aşan, orantısız çatışmalı bir süreç de var. İsmail Beşikçi, Kürtlerin bu kavram dışı durumunu ‘‘sömürge bile olamayan halk’’ olarak açıklıyor. Çünkü Kürtlerin statüsü, Kürt realitesinin tanındığı 1990’lı yıllara kadar, sömürgeden bile aşağıdaydı. Sömürge olan bir ülkenin adı, o ülkede yaşayan milletin de bir adı varken, Türkiye’de Kürt de Kürdistan da yasaklandı, yok sayıldı, ithal bir ontoloji esbabı giydirilmek istendi.

Türkiye Cumhuriyeti’nde durum böyleyken, Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasi, politik koşullar neydi peki? Kürtlerin kendi egemenlik sahalarında, Mirlik statüleriyle (Alevi ve Ezîdîler hariç) yüz yıllarca, görece özgür yaşadıkları söylenebilir. Savaşa asker yolladıkları ve Saraya vergilerini düzenli ödedikleri sürece, statü problemleri olmadı. Fakat coğrafyanın jeopolitik, jeostratejik yapısı Kürtlerin statüsünü sürekli tehdit ediyordu. Onun için de merkezle olan ittifak için sürekli lojistik sağlamak gerekiyordu. Aksi halde iç ve dış etkenler bu ittifak yapısının sarsılmasına, hatta 2. Mahmut döneminde olduğu gibi yıkılmasına neden oluyordu. İttifakın ihtiyaç duyduğu yapı harcını Akkoyunlu, Safevi ve Osmanlı saraylarında çalışmış, hatta bir zamanlar Şah İsmail’e övgü dolu mektuplar yazmış ve ondan karşılık da görmüş bir âlim olan, Bitlisi İdris bulmuştu. İdris-i Bitlisi; Safeviler’in baskılarından yılmış Kürtleri, Yavuz Selim üzerinden Osmanlıya ‘İslam kardeşliği’ akidesi ile bağlamıştı.

İdris-i Bitlisi’nin Kürtlerin siyasal hayatına döktüğü İslam harcı, taşıttığı tevhid bayrağı, Kürt-Türk ilişkilerinde yüz yıllara varan bir birlik motivasyonu sağladı. Bu ittifak 2. Mahmut’un merkezileşme siyasetiyle akim kalsa da din kardeşliği duygusu kırılmadı ve bu güçlü bağ yüzyılın başına kadar devam etti. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Kürtlerin desteğine ihtiyaç duyan İttihatçılar da bu din motivasyonu, bir taktik olarak Kürtlerin inanç diskine update ettiler. İttihatçılar, savaş sonunda bu kullanışlı argümandan kazanç elde etmiş, Kürtleri ekarte ederek paylarına düşeni almışlardı.

Kürtler; günümüzde ise yüzyılın başında kaderlerini tayin hakkını, kardeşlik ve din mefhumuna tercih edenler dahil; ideolojik-politik farklılıklarına rağmen ulusal tasarrufta fikir birliğine varmış görünüyorlar. Kürt nüfusu gerek savaşlardan kaynaklı gerekse kadim Kürdistan’ın dörde bölünmesinden kaynaklı olsun otokton bir sosyolojiye sahip olamadı ama son yüz yılda bedellerini ağır şekilde ödedikleri hayat bilgisiyle hem anavatanlarında hem de diasporada yüksek politik bir diskurda, özgür geleceklerini kurmak için siyaset üretiyorlar artık.

Bu makalede Kürt-Türk ilişkilerinin bin yıllık geçmişine, muktedirlerin imhacı politikalarına özetle  değinip,[1]  yüz yılını dolduran Cumhuriyet sürecine kısa bir projeksiyon tutmaya çalışacağız. Bu makalenin, bu yönüyle, günümüzde ilişkileri pek de ‘hoş’ olmayan bu iki ‘kardeş’ halkın, gelecekte; geçmişin bilgisini de kullanarak, barışçıl ve eşitlikçi bir ilişki geliştirmesine optik oluşturacağını düşünüyoruz.

 

Malazgirt, İttifak ve Komşuluk

Geleneksel Türk tarihi, Türklerin Orta Asya’dan göçünü kuraklık, salgın hastalık, nüfus fazlalığı gibi birkaç başlık altında toplar, ifade eder. Doğal koşulların yaşama elverişsiz hale gelmesinden kaynaklı olarak yeni yurt arayışına giren Türkler, atlarını batıya doğru sürerek, Kürtlerin desteğiyle Bizans’ın egemenlik sahasında yeni bir yurt edindiler.

Türklerin ve Kürtlerin buluşmasının tarihi daha eskiye dayansa da Kürt-Türk ilişkilerini inceleyen, bunun üzerine cümle kuran çoğu araştırmacı ve tarihçi, iki halkın ilk Kürdistan ve Anadolu topraklarındaki siyasi ilişkilenmesini 1071 Malazgirt Savaşına bağlar. Çünkü Türk-Kürt ittifakı ile Anadolu kapılarının Türklere açılması Malazgirt Savaşı ile tarihlendirilir. Biz de bu anonim bilgi üzerinden devam edeceğiz.

Malazgirt’te başlayan Kürt-Türk ittifakı 1514 Çaldıran Savaşı’nda iyice pekişir, Türkler egemenlik sahasını genişletirken, Kürtler de Amasya Sözleşmesi ile kendi özerk yapılarını mühürlemiş olurlar. 1516 Mercidâbık ve 1517 Ridaniye (Memlûk) Savaşlarında, Osmanlı Paşası Yavuz Selim’le birlikte savaşıp ‘zafer’ kazanmaları ve Hilafet’in Osmanlıya geçmesi, ilişkinin karakterini de belirler. Böylece Suriye ve Mısır seferlerinden sonra Yavuz Selim’e aldırılan Hilafet armağanı, Kürtlerin, Türklerle ‘İslam kardeşliği’ bağının hayır duası olur.[2]

1830 yıllara kadar Kürdistan özerk Mirlikler ile yönetilir. Statü ve egemenlik sorunları çoğunlukla olmaz. 2. Mahmut’un İmparatorluğu merkezileştirme çalışmaları başlayınca, Kürt beyliklerinin tahtları sallanmaya başlar. Botan, Soran, Baban gibi büyük beylikler, otonom yapıları bozulacağı için Sarayın bu revizyonunu kabul etmez. Osmanlı merkezileşmesine Botan Miri Bedirhan Bey, Revanduzlu Kör Mehmet Paşa, Said Bey ve Soran Miri Mir Muhammed olmak üzere çok sayıda mir isyan eder.[3]

1514 Çaldıran Savaşı, 1517 Ridaniye Savaşı, 1919-1921 Kurtuluş Savaşı, Kürt-Türk ilişkilerinin özerk statüsünü belirlerken, 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Osmanlı bakiyesi üzerine Türkiye Cumhuriyeti inşa edilir. ‘’Tek Devlet, Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Dil, Tek Din’’ esasları üzerine kurulan yeni devlet, Kürt-Türk ittifakında kırılmalara neden olur ve iki halkın ilişkilerinde çözülme başlar. Osmanlı çoklu bakiyesi üzerine kurulan tekçi Türkiye Cumhuriyeti, bir yüzyıl boyunca bu tekçi paradigmanın sancılarıyla yaşadı. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girdiğimiz şu günlerde, birinci yüzyılın çözülmemiş sorunlarının sancısı yoğun olarak hissediliyor.

Lozan Antlaşması ve Aldatılan Kürt Kardeş

Osmanlı İmparatorluğu düşme ve dağılma eğrisine girdiğinde, Sarayla ilişkileri adeta pamuk ipliğine bağlı halklar birer birer müstakil devletlerini kurmuşlardı. İmparatorluktan parça parça kopan halklar 60’tan fazla devlet kurmuş,[4] devletsiz halk Kürtler ise tercihlerini kardeşlikten yana yapmıştı.

Birinci Dünya Savaşında dünya haritası yeniden şekillenirken, savaş galibi İtilaf Devletlerinin öncüsü İngiltere ve Fransa, Mezopotamya’da derin siyaset yapmış, Kürdistan’ı parçalara bölmüştü. Arapları irili ufaklı devletlere bölen emperyalistler, Mezopotamya’nın kadim halkı Kürtlere statüsüz bir gelecek bıraktı. 1923’te imzalanan ve yüzüncü yılını dolduran Lozan Antlaşması, Türkiye’de yaşanan Ermeni[5] Rum[6], Yahudi[7] halkları ‘Müslüman olmayan azınlık’ statüsünde tanımlarken, Lozan’da bulunan ve aslında Türklerin tayin ettiği Kürt temsilcileri ulusal haklarını, kardeş gördükleri Türklerle birlikte yaşamaya tahvile etmiş, Kürt halkının ne haklarını ne de adını herhangi bir maddede ya da cümlede telaffuz ettirememişti. Günün sonunda ise fena halde yanıldıklarını anlamış, politik öngörüsüzlüklerinin ‘suçunu’ İsmet İnönü’ye[8] yıkmaya çalışmışlardı. Kürtlerle ilgili çok sayıda nefret içerikli beyanı bulunan İnönü kendi işini yapmıştı oysa!

 

Azınlığa Verilen Hak Çoğunluğa Verilmedi

Bu arada Kürtlerle aynı coğrafyada yaşayan, coğrafi anlamda kaderleri benzer olan Asuri halklar da (Süryani-Keldani) ‘azınlık’ statüsünde görülmemişti. Lozan’a katılan Kürt delegeler ve Kürdistan’ın ahalisinin bir bölümü, sözde, kurulan yeni vatana ortak oldukları için özel bir tanıma ihtiyaç duymamıştı. Diğer halklar azınlık da olsa tanımlanmış,[9] Kürtler ise bu uluslararası sözleşmede herhangi bir madde kapsamına alınmamıştı. Ermeni, Rum, Yahudi azınlığa verilen haklar, çoğunluk olan Kürtlere verilmemiş ve bu siyasetle de Kürt-Türk tarihindeki en büyük kırılma dinamiği devreye alınmıştı.

Peki Lozan’ı Destekleyen Kürtler Nasıl Aldanmıştı? 

İsmet İnönü Lozan görüşmelerinde ‘Türkiye’de Türkler ve Kürtler eşittir, kurucu halklardır’ derken, Mustafa Kemal de Kürtlere teminat olsun diye ‘1921 Anayasası’na göre Kürtlerin özerkliği olduğunu’ söylüyordu. Bu arada 10 Şubat 1922 tarihinde meclisteki bir gizli oturumda Kürtlere özerklik teklifi görüşülmüş, 64 ret oyuna karşı 373 evet oyuyla özerklik kabul edilmişti.[10] Kürtlerin bir millet olarak ‘bu’ topraklarda her türlü hakları kabul ediliyor ama kurulacak yeni devlette kurucu olmaları engelleniyordu oysa. Bir takım Kürt siyaset insanları; Türk liderlerin ‘kardeşiz, birlikteyiz’ yaklaşımını kıymetli bulup, verilen güvencelerle, yeni kurulacak olan ortak vatanda yaşamayı savunuyor, çıkan özerklik yasasını güvence olarak görüyor ve Bağımsız Kürdistan isteyenleri maceracılıkla suçluyordu. Dönemin etkili Milletvekillerinden Bitlisli Yusuf Ziya Bey ve Dersimli Hasan Hayri Bey, Lozan görüşmeleri sürdüğü esnada, mecliste İngilizlere karşı, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde beraber olduklarına dair ateşli konuşmalar yapmışlardı. Bu iki şahsiyetin bu bağlamda yaptıkları ‘hizmet’ ve bunun adeta ödülü (!) olarak idam edilmeleri, Kürt-Türk ilişkileri açısından ibret vericidir.

‘Türkleri Zorda Bırakmak Kürtlere Yakışmaz’

İmparatorluğun gün be gün toprak kaybettiği yıllarda, Ermenileri büyük bir katliamla hayatın ve siyasetin dışına iten Türklerin Kürtlerden başka dayanak alacağı gücü de ‘kardeşi’ de kalmamıştı. Bu kardeşlik tutumu aslında Kürtler için hazırlanmış zehirli bir ekmekti. Bu ekmeği yiyen, üstte de bahsettiğimiz gibi ana akım bir Kürt aydın grubu da mevcuttu. Bu grup; ‘İslam Ümmeti’ olarak yüzyıllarca nasıl birlikte yaşanmışsa, aynı şekilde yaşanabileceğini ‘ortak vatan’ tasavvuruyla savunup, rıza üretmeye çalışıyordu. Seyid Abdülkadir gibi gelenekçi-ümmetçi Kürtler, umut bağladıkları Padişah ile özerk bir yönetim altında yaşamaktan yana tavır gösteriyordu. Danıştay Başkanlığı ve Senatörlük de yapan Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyid Abdülkadir, Türklerin zor bir dönemden geçtiğini, onları yalnız bırakmamak gerektiğini savunuyordu. Aslında Kürdistan Teali Cemiyetinde iki anlayış vardı ve bu anlayışların çatışma halinde olduğu biliniyor.

Kürdistan Teali Cemiyeti’in genç üyesi Nuri Dersimi, Kürt gençler arasındaki milli kaynaşmanın dikkat çekici boyutta olduğunu, yapılan toplantılarda gençlerin, bağımsız Kürdistan’ın ilan edilmesi ve Kürdistan’daki yabancı güçlerin ülkeden çıkarılması yönünde fikir beyan ettiklerini, ama KTC Başkanı Seyid Abdülkadir’in bu fikre karşı muhalefet geliştirdiğini ‘‘Türklerin şu düşkün zamanında onlara darbe indirmekliğimizin Kürtlük şiarına yakışmadığını ileri sürüyor, şimdilik Türklere yardım etmekliğimiz lüzumunda ısrar ediyordu’’ diyerek tepki gösterdiğini aktarır.[11]

Seyid Abdülkadir grubu Türklerle yaşamayı savunurken, birlikte yaşama şansının kalmadığını savunup, ayrı devlet kurmak için harekete geçen bir ‘Jön Kürt’ grubu da vardı ve KTC’de bağımsız Kürdistan istediklerini yüksek sesle dile getiriyorlardı. Avrupa ülkelerinde eğitim görmüş Bedirhani, Cemilpaşa ve Baban ailesinin üyeleri, çoğunlukla bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasından yanaydı.

Seyit Abdülkadir[12], Hasan Hayri[13], Yusuf Ziya[14] gibi şahsiyetler, Lozan Anlaşmasından sonra bu fikirlerinden cayacak ama tarihin bu momentini de ıskalamış olacaklardı. Oysa aynı Seyid Abdülkadir, babası Şeyh Ubeydullah ile Osmanlı taraftarı olarak Ruslarla, Kürdistan için de hem İran hem de Osmanlı ile savaşmış, deneyimi bir siyaset insanıydı. Ama tüm bu deneyimleri onun, dünya yeniden yapılanırken başarılı olmasına yetmeyecek, neticede savunduğu kardeşliğin bedelini, oğlu Seyid Mehmed ile darağacında ödeyecekti. Hatta tutuklandığında ‘beni idam ederlerse, hükümet milletin başına büyük gaile açar, Kürtler hep kıyam eder,’ dediği de rivayet edilir.[15] Dediği gibi devlet ve hükümetler her Kürt idamı ve cinayetinden sonra memleketin başına büyük dertler açtılar. Kıyamlar da hiç bitmedi. Yüz yıl sonra da bu mesele yeni biçim ve olgularıyla can yakmaya devam ediyor.

 

Verilen Sözler Unutuluyor

Lozan’da Türk-Kürt kardeşliğinkinden bahseden ve Kürt-Türk temsili adına masaya oturan İsmet İnönü 1925’te ‘‘Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır,’’ diyerek, Lozan’daki tutumunun aksine tekçi paradigmaya uygun cümle kuracak, Kürt ‘kardeşlerini’ yok sayacaktı.[16]

Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da Kürtlere ihtiyaçları kalmadığı 1930’da basına şu açıklamalarda bulunuyordu: “Türkler bu ülkenin tek ve yetki sahipleridirler. Saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir hakkı yoktur; onlar sadece ve sadece hizmetçi ve köle olma hakkına sahiptirler. Bu gerçeği dost, düşman, herkes, dağlar bile bilmek zorundadır.”[17] Kürtler devletler arası bölünmüşlükleri ve esaretlerini; ‘dağlardan başka dostumuz yok’ sözü ile teselli bulurlar. Mahmut Esat bu sözlerle o ara tekrar dağlara meyil eden (Ağrı Ayaklanması) Kürtlere kendi ‘gerçekliklerini’ duyurmak istiyor.

Sevr Antlaşmasında toprakları parçalansa da bir statüleri olan Kürtler, Paris Barış Konferansından sonra, ki coğrafya için bağlayıcı olan, Lozan Antlaşmasında ‘sömürgeden daha aşağı’ bir statüye düşürülünce direnişe geçtiler.

1921 Koçgiri Hareketi ile başlayan[18] Kürt direnişi 1925 Şeyh Said Hareketi ile 1930 Ağrı Dağı İsyanı arasında irili ufaklı başkaldırı ve katliamlar yaşadılar. Bu zaman diliminde kitlesel Zilan Katliamı dahil olmak üzere Sason, Nehri, Milli, Hazro, Mutki, Tendürek, Reşkotan, Raman, Broyê Heskê Têli, Beşiri, Bişarê Çeto, Savur, Oramar, Çemişgezek/Kocan, Pülümür direnişleri ve katliamları, Dersim 38 Soykırımına kadar sürdü. Türk Genelkurmayının ’29. Kürt İsyanı’ dediği PKK ile ‘isyan’ süreci günümüze taşındı.

 

Kürtlerin Özgürlük Metinleri: Memorandumlar

Osmanlı İmparatorluğunun dağılma eğrisine girdiği yıllarda, Kürtler de siyasal, toplumsal değişim geçiriyordu. Özellikle Avrupa ülkelerinde yüksek eğitim görmüş Kürt gençleri dünyadaki değişimlerden etkileniyor ve bu değişimleri kendi toplumlarında yaşanması için motor güç olmaya çalışıyordu. Kürtlerdeki bu sosyo-ekonomik ve sosyo-politik birikim sivil toplum alanının da gelişimine olanak sağlıyordu. Bu yıllarda bir millet olarak varlıklarını bilince çıkaran Kürt ileri gelenleri, milliyetçi fikirlerle siyasal alanı domine ediyordu. Kürt aydın ve siyaset insanları ulus-devletlerin kurulduğu bu ortamda, tarihin ve zamanın gerisinde kalmamak için başkent İstanbul’da okul açıyor, banka açmak için girişimde[19] bulunuyor, gazete ve dergi çıkarıyor, Kürdistan Teali Cemiyeti örneğinde olduğu gibi siyasal alana müdahale edip, Kürt halkının da diğer milletler liginde yerini alması için çalışıyordu.

Yüzyılın başında ulusal fikirleri yükselen Kürtlerin uluslararası düzeyde ilişki, destek arama çabaları da başlar. O yıllarda revaçta olan mektup yollama ya da isteklerini mektuplar aracılığıyla dile getirme revaçta olduğu için Kürtler de memorandum mektup yöntemini kullanır.

Tarihi önemi olan bu memorandumların en önemlisi Şerif Paşa’nın Paris Barış Konferansına sunduğu metin sayılabilir. Şerif Paşa’nın Fransızca yazdığı ‘‘Memorandum sur les revendications du peuple Kurde-Kürt Halkının Talepleri Üzerine Nota’’ memorandumu kadim ve kararlı Kürt halkının geleceğini Kongrenin adaletine bıraktığını, Wilson Prensiplerine göre Kürtlerin uzun vadede bağımsız bir devlete kavuşturulması gerektiğini, Kürtlerin özellikle Ermenilerle olan sınır anlaşmazlığının da uluslararası bir komisyonla belirlenmesini, Kürdistan kurulunca da Kürtlerle birlikte yaşayacak olan halkların ‘geleneklerine uygun özel bir statünün uygulanabileceğini’ deklare eder. Görüldüğü gibi Kürtler, henüz bağımsız devletlerine kavuşmadan bile kendi ‘azınlıklarının’ statüsünü garanti etmişler.

Yine aynı dönemde Dersimli (Koçgiri dahil) toplum önderlerinin yazdığı 1920 tarihli mektupların tarihsel önemi büyüktür. Çünkü Barış Konferansı sürerken Mustafa Kemal ve ekibi ‘yandaş’ aşiret reisi ve inanç önderi (Alevi-Sünni) eliyle karşı mektup ve telgraflar yollatıp, Şerif Paşa’nın Kürdistan Mümessilliğini boşa düşürmeye ve İstanbul merkezli Kürdistan Teali Cemiyetinin meşruiyetini sorgulatmaya çalışıyordu. Dersim-Koçgiri-Malatya Kürtleri adına Alişêr Efendinin yazdığı mektuplar Kürdistan’ın tesisi için Şerif Paşa ve Kürdistan Teali Cemiyet’inin yetkili olduğunun ilan ediyordu. 7 Mart 1920 tarihinde gönderilen memorandum mektupta Kürt hakları ikirciksiz, net olarak dünyaya ilan edilir. Şöyle diyor mektup: ‘‘Bu yoldan ulusal geleceğimize engel olmak isteyenlere karşı Tanrı’ın yardımıyla ulusal varlığımızı gösterecek ve hakkaniyet kılıcıyla haklarımızı elde edeceğimize emin isek de, uygar dünyaca kınanan ve insanlığa zararlı olan savaş ve insan öldürmeyi uygun görmediğimiz için ılımlı tutumumuzu sürdürerek, Türkiye’nin seçim ve ulusal yapısına karışmayarak, ancak saygıdeğer Genel Barış Meclisi’nde ortaya çıkacak kararla her milletin kendi kaderini kendi özgür iradesiyle tayini ve koruması hakkındaki birçok hakkaniyetli açıklamalarınız üzerine, biz Kürt milleti dahi Allah’ın izniyle kendi kaderimizi ve ulusal bağımsızlığımızı tayin için bütün dünyaca bilinen Kürdistan’ın doğal sınırı bulunan Erzincan’ın kuzeyindeki dağlarla Kızılırmak kaynağı ve güney havzasını teşkil eyleyen Zara, Koçgiri ve diğer bölümleriyle büyük bir kitle, ezeli vatanımızın Kürdistan olarak tanınması konusunun kayıt ve tespitle karar altına alınması yönüne müsaade buyurulması ile bu konuda hak ve adalet kalemlerinin çekilmesi [imzalanması yönündeki] isteklerimizi, bütün Kürt ve Kürdistan milleti namına övünçle arz ederiz.’’

Bu muhtıra mektupta her ne kadar ‘‘Kürdistan milleti’’ adına cümle kurulsa da daha çok Alevi Kürt coğrafyası tarif ediliyor. Bunun asıl sebebini bugünkü bilgilerle anlamak zor olsa da, öyle anlaşılıyor ki Kürdistan’ın diğer bölgelerinden ‘din kardeşliği’ fikriyle yazılan ve esas olarak da bağımsız Kürdistan’a karşı çıkan ve Türklerin organize ettiği bilinen muhtıra mektup ve telgraflara karşın taktik siyaset yapılmış. Alişêr’in yazdığı bu mektuptaki dar gölge tarifi, en azından bu bölgede (Erzincan’dan Zara’ya..) ulusal taleplerinin tanınması, Kürdistan’ın, bu bölgede de olsa tesis edilmesi için yapılmış olabilir.

Dersim-Koçgiri’nin bu memorandum mektuplarından sonra, Kürtlerin çeşitli istek ve destek metinleri dolaşıma girer. 1 Ekim 1924 tarihinde Kürt Ligi adına, Halil Rahmi Bedirhan ve M. Cemil Salim imzalarıyla, Musul özelinde Kürt halkının haklarının tesis edilmesi için, diplomatik nota olarak Milletler Cemiyetine yani bugünkü adıyla Birleşmiş Milletlere verildiği biliniyor. Bu memorandumda Lozan Anlaşmasında ‘bilinçli olarak unutulan’ Kürt halkının varlığının özgürce gelişmesi için Uluslararası Yüksek Adalet ve Barış Teşkilatının desteğine ihtiyaç duyulduğu ifade edilir.

 

Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye Gönderilen Mektuplar

Demokrat Parti eski Milletvekili Mustafa Remzi Bucak 1965 yılında New York’tan İsmet İnönü’ye bir muhtıra mektup yazıp, Kürdistan’a federasyon talep eder. Bucak o aralar Kıbrıs Türkleri için konuşulan federasyonun Kürtler için de tatbik edilebileceğini iletir İnönü’ye. Şöyle diyor Bucak: ‘‘Kısaca zatı devletiniz, alt tarafı seksen bin Kıbrıslı Türkçe konuşan zümre için düşünüp uygun gördüğünüz şekli idarenin, yani federatif bir tarzı idarenin, bizzat Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde yaşamakta bulunan sekiz milyonluk Kürt camiası için de kabul ve tatbiktir’’ diyor.[20]

Kürtlerin Türklere yolladığı önemli muhtıra mektuplardan biri de Celadet Bedirhan’ın 1933 yılında Mustafa Kemal’e yazdığı muhtıra mektuptur. Cumhuriyetin 10. Yılının kutlandığı günlerde kurumlaşan Kemalizm’in ve Türkçülüğün, Türkiye’ye büyük zarar vereceğine, Türk Ocakları ve benzi organizasyonların gelecekte karşıtlığını yaratacağına dikkat çekip, bu oluşumların Türklere ‘Türkçü’ yetiştireceği gibi, Kürtlere de ‘Kürtçü’ yetiştireceği uyarısında bulunur.[21]

Kürdistan’ın Üstüne Örtülen İslam 

Kürdistan’ı parçalayıp yönetenler, İslam’ı; Kürt ulusal haklarını gizlemek için adeta bir örtü olarak kullanmışlardı. Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenlik sağasından, Kürdistan hariç, toplam 66 devlet çıkmıştı. Üstelikte hatırı sayılır bir kısmı da Müslüman kardeşti. Ama Kürtler ‘kardeşlik’ ve ‘din’ mefhumuyla içerde tutulmuştu.

Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle birtakım Kürtleri örgütlemiş, kendi gelecek tasarımında kullanmak için argümanlaştırmıştı. Ayrıca Kürt şeyh ve aşiret liderlerine yazdığı mektuplarla Kürtleri, İmparatorluktan ayrılan diğer halklar gibi kopuştan alı koymayı hedeflemişti. Doğrusu Kürtleri bölerek, coğrafi olarak parçalayarak (Musul gibi) Türkiye işinde tutmayı da başarmıştı. Türkiye’nin batısında ‘Türkleri kurtaran adam’ imajı ile lanse edilen Mustafa Kemal; Sünni Kürtlere ‘İslam kardeşliğini kollayan adam’ ve ‘Mehdi’, Alevi Kürtlere ve genel olarak Alevilere de ‘Bektaşi evladı’ olarak sunulmuştu. Özellikle Kürt inanç önderlerine yolladığı taktik ve stratejik mektuplarla[22] zaten yekpare olmayan Kürt toplumunda bölünmelere neden olmuştu.

Mustafa Kemal yazdığı taktik mektupların yararlarını gördükçe çoğaltır. 1919’da Hacı Kaya ve Şadzade Mustafa Ağa, Norşinli Şeyh Ziyadeddin, Bitlisli Küfrevizade Şeyh Abdulbaki gibi toplumsal karşılığı yüksek olan kişilere mektuplar yazarak, Kürt-Türk kardeşliğinin önemine vurgu yaptıktan sonra, ‘padişahı ve hilafeti İslam birliği’ adına koruyacağını, kendisinin bu meyanda bir din savaşı da yürüttüğü imajı yaratarak dindar Kürtlerin kalbini kazanacaktı.

Malatyalı Hacı Kaya ve Şadzade Mustafa Ağa’ya yolladığı mektuptaki şu satırlar, onun gizili ajandasının ipuçlarını ele verir. Şöyle diyor: ‘‘Padişah ve millet hainlerinin yalanlarına kapılarak, Allah korusun, İslamlar arasında kan akıtılması ve günahsız zavallı Kürt kardeşlerimizden birçoğunun devletin askerleri tarafından yok edilmeleri gibi dünya ve ahiret için çok ağır bir sonucun meydana gelmemesi için yaptığınız çalışmalar, gösterdiğiniz vatanperverlik örnekleri Sivas Kongresi Genel Kurulu’nca büyük bir takdirle karşılanmıştır. Sizler gibi dil ve namus sahibi büyükleri oldukça, Kürt ve Türk’ün birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş olarak yaşamaya devam edeceği ve Hilafet makamı etrafında sarsılmaz bir vücut halinde dahil ve hariç düşmanlarımıza karşı demirden bir kale halinde kalacağı kuşkusuzdur.’’ [23]

Bu yılların canlı tanığı Ekrem Cemil Paşa, Paris Barış Görüşmeleri yapıldığı esnada Mustafa Kemal’in Kürtleri nasıl ‘aldattığını’ şöyle anlatıyor: ‘‘..her şeyini din için fedaya hazır Kürt’ü kolaylıkla aldatmasını biliyorlardı. Mustafa Kemal 1917-1918 kışında Diyarbekir’de ikinci ordu kumandanı Nihat Paşa’yı hakimi mutlak olarak yine Diyarbekir’e göndermişti. Her cuma günü Camii Kebire cuma namazına geliş merasimi, Sultan Hamdi Cuma selamlıklarından daha debdebeliydi. Bando, müzika, borazanlar, süvariler, süslü yaverler…’’ Ekrem Cemil idealist Kürtler dışındaki ahalinin ‘lal ve dilsiz olarak’ Nihat Paşa’nın etrafında toplandığını ve bu ‘‘kurnaz paşanın’’ İslam’ı kullanarak Mustafa Kemal’i kurtarıcı olarak göstermeye çalıştığını, hatta amcası Cemilpaşazade Mustafa’nın ‘hakiki Mehdi olduğuna iman ettiğini’ yazar.[24]

 

Gizli Açık İmha ve Eritme Yasaları 

Bugüne değin Kürtlerin imhasını ya da asimilasyonunu öneren çok sayıda açık gizli kanunlar ve belgeler yayınlandı. Bu kanunlar ve belgeler incelendiğinde devletin resmî kurumlarının dışında sivil toplum kuruluşlarının da bu programların hazırlanışında ve uygulanmasında aktif görev aldığı görülür. Burada yeri gelmişken Devlet Planlama Teşkilatı’nın da (DTP) asimilasyon amaçlı kullanıldığını belirtelim. Henüz yayımlanmamış ‘‘gizli’’ ibareli belgelerde bu kurumun yetkilileri ve çalışanlarının açık cümlelerle Kürtlerin asimilasyondan bahsettiğini ve bu yönlü çalıştığını biliyoruz. Bu bilgiyle bile değerlendirildiğinde, sadece aşağıda bahsedeceğimiz kanun ve belgelerle Kürtler eritilmek istenmemiş, günümüzde de benzer bir faaliyetin açık ve gizli olarak yürütüldüğünü söyleyebiliriz.

Kürtlerin etnoside tabi tutulmalarının en önemli resmi kanun belgesi hiç kuşkusuz 1925 Şark Islahat Planı’dır.  Bu gizli belgeye göre Kürt nüfusunun büyük bir kısmı Batı’ya göçertilip, asimilasyona tabi tutulmalıdır. Aynı yıl çıkan 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile Şeyh Said Hareketi hedef alınmış, Kürtler için bir çeşit imha yasası olarak ‘hizmete’ sunulmuştu. Yine aynı dönem içerisinde Şark İstiklal Mahkemeleri (1925-1927) ile Kürdistan davası güdenler, ki sayıları hala bilinmiyor, idam edilmişti.

1934 İskân Kanunu, Ağrı İsyanından sonra çıkarılmış, temelde Ağrı Hareketi hedef alınmış, 1935 Tunceli Kanunu ile de Dersim’in idam fermanı kanunlaşmış, 1937-1938 yıllarında soykırım yapılmıştı. Yine Umûmî Müfettişlikler ile (1927-1952) Türkiye’deki tüm halkların Türkleştirilmesi hedeflenmiş, esas olarak da Kürt diye bir milletin ve Kürdistan diye bir yerin artık olmadığını, onların aslında Türk olduğunu Güneş Dil Teorisi paradigması çerçevesinde işlemişti.

1930’lu yıllarda Ermenice, Rumca, İspanyol Yahudicesi konuşan Azınlıklar hedef alınmış ‘‘Vatandaş Türkçe Konuş’’ kampanyasıyla tüm halklar asimilasyona tabi tutulmuştu, 1949 İl İdaresi Kanunu ile Türkçe olmayan yer isimleri değiştirilmişti. 1972 Nüfus Kanunu da adından anlaşılacağı gibi demografik yapıya müdahale olarak kurgulanmış, 1983 yılında çıkarılan ve 1991 yılında kaldırılan 2932 sayılı yasa ile de Türkçeden başka diller (aslında Kürtçe; Kurmanci-Kirmanckî) yasaklamış, 2015 yılında ifşa olan gizli Çökertme Eylem Planı ile başta Diyarbakır/Sur, Şırnak, Cizre, Nusaybin gibi kentler olmak üzere, Kürt nüfusu yerinden göçertilmişti. Yani bu bağlamda Şark Islahat Planı 2015’te güncellenmişti.

Kürt ontolojisini kendi ideolojik prospektüsüyle okumaya çalışan kurucu Kemalist akıl, bunları yaparak, aslında kendi ontik sorunsalını ifşa ediyordu. ‘Türk milleti’ kavramının halkın dimağına enjekte edilmesinin bir yan etkisi olarak, Celadet Bedirhan’ında vurguladığı gibi ‘Kürt milleti’ kavramının antitez olarak yeşereceğini hesaplamamış olmalılar. Bu bağlamda ilk metinleri yazan başta Hasan Reşit Tankut olmak üzere tüm asimilasyoncu ekibin, Kürtlerin bugünkü sosyo-politik durumuna bakarak büyük yanılgı yaşadığını söyleyebiliriz.

Devletin bu tür kanun ve kararnameleri dışında, askeri ve sivil görevlilere hazırlattığı sayısız Kürt Raporu da var. Osmanlı’dan Cumhuriyete hemen her dönem Kürtlere dair birkaç rapor hazırlanmış ve Dersim raporlarında olduğu gibi, çoğunlukla da Kürtler, bedende bir çıban olarak görülüp, kesilip atılmak istenmiş; ‘’Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter’’ söylemi, Kürtlere yönelimin sloganı haline getirilmişti.

Etno-dinsel arındırmadan geriye kalan ve Türk ulus-devletine direnen en büyük halk grubu olan Kürtler; ‘Müslüman Kardeş’ olarak görülseler de gizli-açık operasyonel kanunlar, genelge, gizli planlarla elimine edilmesi mutlak görülen toplumsal kesim oldu. Kurucu Kemalist akıl, kimi Kürtlerce anlaşılmasa da hep net siyaset yaptı aslında. Kürtleri ne pahasına olursa olsun ya asimile edecek ya göçertilecek ya da yerinde ‘etkisiz hale’ getirecekti. Bu yapıldı da. Devlet ve hükümet faaliyeti olarak, çoğunlukla muhalefet ve diğer toplumsal yapıların da (kimi Müslümanlar ve kimi Komünistler dahil) rızasıyla yapılan bu imha ve eritme programları sonucu Kürtler nüfus olarak çoğunlukta yaşadıkları Sivas (Koçgiri bölgesi), Maraş, kısmen Malatya, Antep, Erzurum, Erzincan gibi kentlerde azınlık durumuna düşürüldüler.

Yazar Mehmet Bayrak, yukarıda kısaca anlattığımız bu operasyonel faaliyetleri ‘‘7 Uğursuz T’’ ile kavramlaştırır. Bayrak 7 T’yi; Te’dip (askeri yöntemlerle edeplendirme, hizaya getirme), Tenkil (cezalandırma), Taqtil (katletme), Tehcir (göçertme), Temsil (asimile etme), Temdin (medenileştirme ve Tasfiye (ortadan kaldırma, etkisizleştirme) olarak formüle eder.[25] 

Bayrak, bu formül ile, adeta, Türk devletinin Kürtlere dair siyasetinin prospektüsünü çıkarır. Gerçekten de siyasal pratik bu şekilde yaşandı, yaşanıyor. Kürtler; önce askeri yöntemlerle ‘hizaya getirilmek, boyun eğdirilmek’ istendi. Bu yöntemlerle başarı elde edemeyince de sırasıyla; önce katliam dinamiği devreye alındı, akabinde; kalanlar sürgüne gönderildi, ya da yerinde asimile etmek için Türkçe ve Türki eğitim programları uygulandı, toplum etkisizleştirilmek istendi. Bu konuda yüzlerce belki binlerce bilgi, belge, doküman olduğu biliniyor. Dolayısıyla binlerce sayfa metin yazılabilir. Kısa bir özetini geçtiğimiz yüzyıllık Türk politikası; 2013-1015 Çözüm Sürecine kadar aralıksız böyle devam etti.

Çözüm Süreci ve Barış Umudu

Görüldüğü gibi Türkiye’de uygulanan inkâr, asimilasyondan ve katliam siyasetinden kaynaklı, halklar ve inançlar hiç huzur bulmadı. Sosyolog Mesut Yeğen, Lozan’dan sonra başlayıp günümüze kadar gelen süreci ‘Kürtlerin 1924 ile 1990 arası, Türkleşme potansiyeli taşıyan yurttaşlar olarak görüldüğü, buna dair inancın zayıfladığı zamanlarda ise sistem açısından, imha edilmesi gereken yurttaşlara dönüştüğü bir Sarkaç metaforuyla açıklar. Yeğene göre ‘’Bu sarkaç 1990’lardan sonra tanınma ve asimilasyon arasında salınmaya başlandı.’’[26] Mesut Yeğen’in bahsettiği ve daha çok devlet tarafından sarkıtılan siyasi sarkaç, 2013-2015 yılları arasında yürütülen Kürt-Türk barış görüşmeleriyle umuda ve özgürlüğe de sarkıtıldı ama bu süreç yürümedi. Devletin ‘milli birlik ve beraberlik’ dediği ‘’Çözüm Süreci’’ bir barış mutabakatının da (Dolmabahçe Mutabakatı) hazırlanmasına rağmen çeşitli faktörlerin[27] devreye girmesiyle, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle ‘’Buzdolabına Kaldırıldı.’’ Barış umudunun yok olması akabinde sert kırılmalar yaşandı.

Barış görüşmelerinin ve hazırlanan mutabakatların ‘buzdolabına’ kaldırılmasından sonra şiddet ve asimilasyon mekaniği de tekrar kaldığı yerden devam etti. Güncel Türkiye siyaseti; Kürtlerin, dünyanın neresinde[28] ve olursa olsun, elde edeceği kazanımları akamete uğratmak, etnik, inanç, siyasal haklarını baskı ve şiddetle bastırmak üzerine inşa ediyor kendisini. Kürt haklarının inkârı konusunda, Türk müesses nizamı ile İran, Irak, Suriye’nin, reel politik ayrışmalara rağmen, ittifak halinde olduğu gözlemleniyor. Bu dört devlet; Kürt ulusal başkaldırı ve direnişlerinde, zaman zaman yumuşama emareleri gösterseler de günün sonunda, Kürtlere karşı ittifak halinde hareket ediyorlar.

 

Bir Kürt Liderinden Türklere Tarihsel Uyarı

Kürt-Türk ilişkilerinde belirleyici bir unsur olan mermi (savaş) olgusunun değerlendirmesini, Koçgiri ve Dersim Kürt ulusal hareketlerinin önemli aktörlerinden Nuri Dersimi’ye bırakalım. Türk devlet insanları ve ileri gelenlerine ‘’Kürdistan Faciaları Harekâtından Kim Zarar Gördü?’’ sorusunu 1952 yılında, Halep’te bastırdığı kitabında soran Dersimi; Kürt-Türk ittifaklarının, Türklerin lehine geliştiğini, Türker’in tarihlerinin bu bölümüne bakıp, Kürtlerin alıkonulan ve inkâr edilen haklarının iadesinin ‘‘yüksek menfaattarını taktir eden, soysuzlaşmamış, yabancıya kulluk etmeye henüz karar vermemiş Türk halk kitlelerinin namuslu önderlerinin elinde’’ olduğunu söyler. Kardeş katliamı yaparak ekonomiye verilen zarara dikkat çeken Nuri Dersimi; ‘‘Bunun ağırlığını zavallı Türk köylü ve işçisi omuzlamaya mahkûm oldu. Türkiye iktisaden de zarar gördü’’ diyerek adeta bugün yaşanan ve savaştan kaynaklı olan ekonomik krizi öngörmüş.

Nuri Dersimi’nin çağrısının tarihselliği ve şimdiliğini birlikte okuyalım: ‘‘Gösterdiğim korkunç sonu önlemek, bu alın yazısının seyrini değiştirmek; yüksek menfaattarını taktir eden, soysuzlaşmamış, yabancıya kulluk etmeye henüz karar vermemiş Türk halk kitlelerinin namuslu önderlerinin elindedir. Çünkü, Kürdistan halkı ırki, milli hakları konusunda tatmin edilir ve Türk halkı tercihen Türkiye toprakları dahilinde bulunan tarihi Kürdistan’ın bağımsızlığını temin ederse (eğer) bu suretle hem geçmiş üzerine bir nisyan (unutma) perdesi çekilir ve hem de insanlığa, medeniyete karşı itibarını iade etmiş olur. Bu her iki milletin bağımsızlık ve mutluluğunun biricik yoludur ve bunun temin edilmemesi istismarcı devletlerin Türkiye’de siyasi ve iktisadi menfaatler sağlamasından başka hiçbir şeye hizmet etmez. Her Türk bireyi bu gerçeği iyiden iyiye kavrar, milli çıkarlarını, kişisel ihtiraslardan yüksek tutarak düşünür ve yalınız vicdanından ilham alarak hareket ederse; Kürdün değil, bizzat Türk varlığının yüce çıkarlarını korumuş olur. Aksi takdirde Kürdistan, Türk’e rağmen bağımsızlığını elde etmeye çalışacak ve buna muvaffak olacaktır. Çünkü Kürdistan da Osmanlı İmparatorluğunu teşkil eden Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan, Romanya ve Arabistan toprakları milletlerinin geçtiği tarihi yoldan geçecek ve hedefine eriştiği gün, yanı başında dost bir Türkiye değil, düşman bir milletle komşu olacaktır. Biz, bu akıbeti değil, kardeşçe ve belki konfedere bir şekilde teşekkül etmiş bir Yakın Şark Milletler Birliğini arzu ediyoruz.’’[29]

Görüldüğü ve yaşandığı üzere, devletin Kürt, Ermeni, Süryani, Ezîdî, Rum, Yahudi vd. halklarla olan ilişkilerin bozulmasının maddi manevi faturası bu topraklarda yaşayan tüm halklara kesildi. Hükümetlerin yaşadığı siyasi ve ekonomik krizler, devlet içinde suç odaklarının konsolidasyonuna yol açtı. Kürtlerle savaşa harcanan ekonomik kaynaklar ile savaşta yitirilen insanların toplumda yarattığı maddi, manevi kriz; adalet terazisinin bozulmasına, ahlaki-politik yapıda kırılmalara neden oldu.

Kürt-Türk ilişkilerinin tarihsel seyri bize göstermiştir ki ne zaman eşitlikçi bir temelde bir ittifak kurulmuşsa her iki halk da ‘kazançlı’ çıkmıştır. Aksine ne zaman anlaşmazlık ya da yüzyılın başında olduğu gibi bir taraf kendini bu ilişki ve ittifaklar üzerinden iktidarlaştırmışsa çatışma çıkmış, ağır bedeller ödenmiştir. Türk ulus-devletinin birinci yüzyılı bu yüzden savaş ve yıkım ile geçti. İnkâr, direniş ve kırım sarmalında bir yüzyıl heba edildi. Toplumsal, siyasal ve ekonomik yıkım ile geçen Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yüzyılının aksine; yeni yüzyılda, tekçi ulus-devlet paradigmasında ısrar edilmez, 1921 anayasasından daha geri bir pozisyona düşmez ise halklar ve kültürler bahçesi olan bu coğrafya huzura kavuşabilir. Aksi halde bu inkâr ve asimilasyon sarmalı gelecek kuşakları da heder ve heba edecektir. O halde inkâr ve imha siyasetinden caymak, yerine onurlu birliktelik, toplumsal özgürlük gibi bir sistematiğin toplumsal mutabakat ve anayasal güvence altına alınması elzemdir.

 

 

 

 

 

[1] Yazıdaki ”Türk” kavramı ile bu egemen kesim kast ediliyor
[2] Burada küçük bir şerh düşme ihtiyacı var: ‘İslam kardeşliği’ ittifakını aslında Sünni Kürtler kurmuş Alevi Kürtler ile bilindiği kadarıyla Ezîdî Kürtler bu ittifakta sıcak bakmamış çoğunlukla yer almamışlardır. Nuri Dersimi, Kürt egemenliğinde olan Kemah (Dersim) Kalesi’nin Osmanlı orduları tarafından düşürülmesi ve akabinde yapılan katliamı İdris-i Bitlisi’ye fatura eder. ‘‘Hayin’’ olarak yaftaladığı İdris-i Bitlisi’nin, Kürdistan muhtariyetine zarar gelmeyeceği, sadece İran egemenliğinden Osmanlı egemenliğine geçileceği vaadiyle Kürtleri Yavuz Selim’e yedeklemekle kötülük yaptığını söyler. Dersimi’ye göre; ‘’Dersim bu ittifakın altındaki hileyi sezmiş ve ittifaka girmeyi reddetmiştir. Bu ittifaktan sonra Yavuz Sultan Selim, çoğunluğunu Kürdistan’da sağladığı büyük bir orduyla Mısır seferini yapmış ise de Dersim bu sefere de iştirak etmemiştir.’’ (Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, Sf. 73, DAM Yay.)
[3] Reşit Paşa’nın koleradan ölmesi üzerine, bölgeye (1537) Hafız Paşa gönderilir. Avusturyalı General Moltke’nin askeri stratejileri doğrultusunda hareket eden Hafız Paşa, Sincar dağında binlerce Ezîdî’yi katlettikten sonra, dönüş yolunda Malatya’nın Akçadağ ilçesi (Arga) Alevi Kürtlerini kılıçtan geçirir, açlıktan ölümüne sebep olur.
[4] Osmanlı Devleti’nin egemenlik alanında 60’tan fazla devlet vardı. Ama fiilen 45 devlete hükmetmiştir. Bu 45 devletin 27’si Asya, 13’ü Avrupa, 5’i de Afrika Kıtasındaydı.
[5] Ermeniler 1915 Soykırımıyla azınlık durumuna düşürülmüştü.
[6] Rumlar 1912-1922 yılları arasında Pontus Kırımı ve 1923-1930 yılları arasında Mübadele ve 6-7 Eylül 1955 olayları ile (Ermeni ve Yahudilerle birlikte) azınlığın azınlığı durumuna düşürüldüler
[7] 1934 Trakya Olaylarında Yahudiler hedef alınmış, bir çeşit etnik arındırma yapılmıştı.
[8] Mustafa Remzi Bucak, Lozan görüşmelerine katılan Diyarbakırlı Zülfü Bey’in, azınlık hakları teminat altına alındığı gün, İsmet İnönü’nün telkiniyle ‘başım ağrıyor’ diye görüşmelere katılmadığını, İnönü’nün Kürtleri ve Türkleri temsilen masaya oturduğunu sandığını ama aldatıldıklarını, aldatıldıklarını şu sözlerle ifade eder: ‘’Sağırın o kadar bedbaht olacağını tahmin edemedim.’’ Mustafa Remzi Bucak, Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup, Doz Yay. Sf.61
[9] İsmet İnönü azınlıklar meselesinde zorluk yaşadığını, hatta barışın sağlanamayacağından korktuğunu anlatır: ‘’Mütareke devrinde İstanbul hükümetleri ile düşman milletler gerek Ermeniler ve gerek Rumlar yüzünden eski Türk idaresini o kadar kötülemişlerdi ki, bizim sulh için en çok müşkülat çekeceğimiz konulardan birinin bu propagandalar olacağını zannediyordum. Böyle bir tesir altındaydık. Konferansta Ermeni davası ve Rum davası yüzünden yapılan propagandalar, tecavüzler vesaire sebebiyle, bir aralık İngilizlerin sulh yapmak isteyip istemediklerinden ciddi olarak şüpheye düşmüştüm.’’ (https://www.ismetinonu.org.tr/lozan-antlasmasi.htm)
[10] Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Öz-Ge Yay.
[11] Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim, DAM Yay. sf 104-105
[12] Kürt-Türk birlikteliğini önemli savunucularından KTC Başkanı Seyit Abdülkadir, Senatörlük ve Danıştay Başkanlığı gibi makamlarda görev yapmış olmasına rağmen; 1925 yılında, üstelik oğluyla birlikte idam edilmişti.
[13] 1921 Koçgiri Kürt Ulusal Hareketi’ne destek verme konusunda ikircikli davranan ve Lozan Görüşmeleri esnasında meclise Şal û Şepık giyip giden, Türklerin ve Kürtlerin birlikteliği için heyecanlı konuşmalar yapan, Mustafa Kemal’den ‘çılgınca alkış’ alan Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey, dönemin popüler kardeşlik tiradının kurbanlarından olur. Hasan Hayri Bey idam edilirken; ‘’Ey Kürt gençleri benden ibret alınız ki dünyada verilmiş en şerefsiz söz Türklerin* (bazı kaynaklara göre Kemalistler) verdiği şeref sözüdür’’ diyecekti.
[14] Yusuf Ziya Bey: Arkadaşlar; ben Kürdüm. Fakat Türkiye’nin tealisini, Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin terakkisini temenni eden Kürtlerdenim (Alkışlar) Es babı ise lisanım, bana şeref veren lisanım okur yazar olmaklığımdır. Bu ise kendi kavmim olan Kürtlerin değil, Türklerindir. Bunun için Türklerin tealisini isterim. Türklerin şereflenmesini isterim. “Türk ile Kürt teşriki mesai ederek yaşamazlarsa, ikisi için de akıbet yoktur.” Bağımsız Kürdistan’a karşı ortak vatanı savunanlardan biri de Yusuf Ziya Bey olur. Bu fikir ve duygusunun ‘bedelini’ 1925 yılında asılarak öder.
[15] Enver Yalçın, Bir Siyasetçi ve Lider Olarak Seyid Abdülkadir, Avesta Yay. Sf.158
[16] 27 Nisan 1925 Vakit Gazetesi. Aktaran Mehmet Bayrak; Kürt Diplomasisi, Öz-Ge Yay. Sf. 485
[17] Milliyet Gazetesi 19 Eylül 1930
[18] Mele Selim’in 1914 Bitlis ‘isyanı’ gibi lokal hareketler olsa da yüzyılın başındaki asıl ulusal hareketin Koçgiri olduğu söylenebilir
[19] 12 Ocak 1909 tarihli (sayı 161) Tanin Gazetesi, bankanın adı ‘‘La Türki’’ olduğunu ve Dersaadet’te yaşayan 35 bin Kürdün, 200 bin lira sermaye ile bankayı kurduğunu haber verir.
[20] Mustafa Remzi Bucak, Age, Sf. 96.
[21] Celadet Bedirhan, Bir Kürt Aydınından Mustafa Kemal’e Mektup, Doz Yay. Sf. 22.
[22] İsmail Beşikçi Mustafa Kemal’in yedi kişiye toplam 12 mektup yazdığını söyler ve Devletlerarası Sömürge Kürdistan kitabında, mektupların detaylarını verir.
[23] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri IV, s. 63. Aktaran İsmail Beşikçi, Kürdistan Üzerine Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi 1915-1925, Yurt Yay.
[24] Ekrem Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Beybun Yay. Sf. 51.
[25] Mehmet Bayrak, Dersim-Koçgiri, Özge Yay.
[26] Mesut Yeğen, Kıraathane Konuşmaları, Youtube, 2020.
[27] Oslo Görüşmelerinin ifşası, Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledildiği, Paris Katliamı vb.
[28] Bu konuda Federe Kürdistan Bölgesi’nin ablukaya alınması, baskılanması ile Rojava Kürdistan’ının işgal edilmesi, İran ile Rojhılat Kürdistan’ının mücadelesinin ezilmesine dair ortak siyaset belirlenmesi gibi çokça örnek mevcuttur.
[29] Nuri Dersimi, Age. Sf. 257.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.