Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu’da Peygamberler Geleneği

Güler Özavcı Doğu*

“İnsanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyaçları kalmamış gibi davranıyorlar.” 
Amin Maalouf

 

Asur kökenli Nemrut adlı krallara karşı yerli kabilelerin direnişini temsil eden peygamber geleneği, Hz. İbrahim ile tarihi bir dönem başlatır. Bu gelenek, özünde köleci sisteme karşı özgürlüğünü korumak isteyen halkın ve kabilelerin direniş geleneğidir; bu geleneği temsil eder. Kabile totemciliğinden tek tanrıya doğru ideolojik dönüşüm, Sümer mitolojisinden de etkilenerek, tek tanrılı dinlerin gelişimi biçiminde evrim gösterir. Peygamberler esas olarak bu tarihi evrim sürecinin yaratıcısı ve temsilcisidir. Çıkışları, sınıflaşmaya tepkidir. Devlet organizasyonuyla dağınık kabile yönetimleri arasındaki ara dönemin ideolojik şekillenmesinde baş etkide bulunurlar. Yeni güçlerin ortaya çıkmasında bu geleneğin etkisi büyüktür. M.Ö 1000 dolaylarında kurulan ilk İbrani krallığı bu etkinin sonucudur. Tevrat ile ilk kutsal kitap haline gelen bu gelenek, daha sonra Eski Ahit olarak çok gelişir. Esas olarak Sümer ve Mısır’a karşı kabilelerin başıbozuk hareketlerini disipline etmeye çalışmaktadır. Hem Mısır hem de Sümer mitolojisinin derin etkisindedir. Bir nevi bu kültürleri kabile yapısına göre dönüşüme uğratmaktadır. Musa ile İsrail, kavim dinine doğru evrime devam eder. Hz. İsa ile sınıfsal bölünmeye uğrayan Yahudilik, Tevrat ve İncil veya Eski ve Yeni Ahit diye ikiye ayrılır. Eski Ahit, Yahudi kavminin dini kitabı iken; Yeni Ahit olan İncil, tüm ezilen insanlığın kitabı olarak düzenlenir ve iddia kazanır

Köleci ve feodal zorbalıkla yalan düzeni, kutsallığın içini boşaltmıştır. Bu yüce ve çok büyük anlam yüklü kavram, egemen ve sömürücü karakterleri sürekli gelişme gösteren lanetlilerin işgaline uğramıştır. Tersyüz edilmiş bir durum doğmaktadır. Kutsallığın gerçek içeriği lanetliler olarak damgalanırken, gerçek lanetliler de kutsallık sıfatına bürünmektedir. Emeğin sahipleri lanetli konuma düşürülürken, Nemrutların ardılları kutsallık postuna sımsıkı yapışmaktadırlar.

Nemrut, bir anlamda günümüzdeki kapitalist modernitenin temsilciliğini yaparken zorba, hegomonik, sömürgeci bir sistemi ifade ediyordu. Hz. İbrahim’in tek tanrı inancı tanrılaştırılan putları kırarak resmi uygarlık sistemini reddedip halkın, köleci sınıfın başkaldırarak bir nevi demokratik modernitenin temsiliyetini yaparak Nemrutların tanrı düzenine karşı çıkmaktı. Nemrutları, feodal dönemin egemenleri olarak mir, bey ve efendileri çok tanımış bir bölgedir. Nemrut’tan kalma mancınıkla ateşe atma olayı, bu şiddetli ideolojik ve ekonomik kökenli savaşımın bir simgesi olarak anlaşılmalıdır. Kendi kutsallıkları ve lanetleriyle 20. yüzyıla böyle gelen yeni anlatım kavramları gerekmemektedir.

Fakat en çarpıcı dönüşüm, kutsallıkla lanet arasında gelişmiş görünmektedir.

Aynı mücadeleyi Hz. Musa ve Firavun örneğinde de rastlıyoruz. Hz. Musa ve kardeşi Harun’un İbrani halkını Mısır’ın o günkü diktatörü olan Firavun’un köleleştirmesinden kurtarması dinin bir anlamda politik boyutunu ortaya koyuyor. Firavun kendini büyüklük kompleksine kaptırmış ve ülke halkını sınıflara ayırmıştır. Firavun Kur’an’da politik bağlamda kitlelerin özgürlüğünü elinden alan despot, totaliter politik iradeyi simgeler. Ayette geçtiği gibi [‘Firavun halkını küçümsedi ezdi. Onlarda yoldan çıkmış bir toplum oldukları için bu baskıya boyun eğip itaat ettiler (43-54)’] dikkat edilirse burada firavunun zulmüne başkaldırmayan, direnmeyen, kabullenen, itaat eden halkın politik tutumu yerilmiştir. Doğru yoldan çift taraflı bir çıkış olmadıkça uzun süreli bir zulüm süreci ve diktatörlük olamayacağı sonucu çıkarılıyor. Bu bağlamda Müslümanlar da Hz. Muhammed’e gelen din ile insanların sırtlarındaki ağır yükü kaldırmak ve boyunlarındaki zincirleri kırıp atarak özgür iradeleriyle özgürleştirmekle yükümlüdür. Hz. Musa Allah’tan aldığı mesajlarla özel bir haberci olarak Firavun’a giderek Allah’ın mesajlarını Firavun’a iletmekle görevlendirilir. Allah İsrailoğulları’nı kölelikten kurtulmaları için yardımcı olmak ve onları dine inanan bir toplum olarak öncüler kılmak istemektedir. Hz. Musa ‘nın firavun ve erkânının tehditlerine karşılık İsrailoğulları’na önerdiği teslimiyet ve çaresizlik psikolojisi değil yardım için Allah’a sığınmak ve dar günde sabır ve direniş göstermektir. Mısır’da İsrailoğulları’na ibadet edebileceği ve örgütlenebilecekleri mekânların oluşturulması telkininde bulunur ve nihayet moral güç olan Allah’ta kurtuluş müjdesini halkına iletmektedir. Hz. Musa önderi olduğu halkına ibadetlerini gereği gibi yapmaları için yol göstermekte ve halkı da buna uymaktadır. İbadet mekânları aynı zamanda örgütlenme mekânlarıdır. Ulusal kurtuluş ile ibadet aynı mekânda icra edilmektedir.

Hz. Muhammed’e geldiğimizde ise şunları görüyoruz. Egemen devlet anlayışından ziyade Arap kavmiyetçiliğiyle, etnik kimliğin öne çıktığı ve sınıfsal ayrımların olduğu bir toplumsal sistemle karşılaşıyoruz. Buna karşı Hz. Muhammed ‘Alemlere rahmet diye gönderildim’ ifadesiyle ümmetçilik anlayışını geliştirerek sınıfsal ve etnik ayrımcılığın önüne geçmiştir. İkna ettiği ilk kişilerden biri olan Hz. Hatice şahsında [Hz.Hatice aristokrat kesimden gelse de kadın kimliği ile tüm kadınları temsil etmektedir] ile ezilen kadını, Hz. Ali’yle dar klan ve aşiretçiliğe, köle olan Hz. Zeyit’i özgürleştirerek baskı ve sömürüye maruz kalan köle olgusunu, Mekke’nin ileri kesimden Hz. Ebubekir ile de sınıfsal ayrımları ortadan kaldırmak istemiştir. Hz. Muhammed döneminin en belirgin özelliği Medine camisindeki duruşuyla belirleyebiliriz. Burada çok net bir tavırla toplumsal sorunlar tartışılmaktadır. Cemaatte herkes kalkarak hatta yerinden kalkmadan tüm temel toplumsal konularda görüş beyan edebilir ve hesap sorabilirdi.

Kadınlar ve kölelerden her kavim ve etnik gruptan katılım olabilir. Örneğin Bilal-i Habeşi Afrikalı siyah bir köledir. Selman-i Farisi Fars kökenli bir sahabedir. Başlangıçta cinsiyet, kavim, sınıf ve kabile ayrımcılığı söz konusu değildir. Zaten bu demokratik katılımcılık olmasaydı o kadar kabilenin, yoksulun ve orta sınıfın hemen harekete geçmesi mümkün olmazdı. Hz. Muhammed örgütlenmeyi zor temelinde değil Allah aşkı adına geliştirilen bir örgütlenmeydi.

Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve diğer direniş örgütlerine baktığımız zaman ilk örgütlenmelerini hep ezilen, sömürülen halk kesimleri üzerinden yapmışlardır. Çünkü yok sayılanların, hiçleştirilenlerin kısa süre umudu ve inancı haline gelmeleri ezenezilen çelişkisini iyi yakaladıklarından kaynaklıdır. Ama onlardan sonra yaydıkları düşünceler dejenerasyona uğramış ve özlerinden boşaltılıp günümüze kadar süregelmiştir.

Eşitlik, adalet, kardeşlik Allah’ın hakimiyetini, Allah’ın ve toplumun sosyal özdeşliği ırka dayalı üstünlüğün şeytaniliği, takva dışında bütün değerleri reddetme, Tevhid bireyin özgürlüğü insani üstünlük ve misyon… Bunların hepsi sürekli tarihin devrimci bayraktarlığını yapan peygamberlerin ve önderlerin sembolleridir.

Hz. Muhammed döneminden sonra dört halife dönemi, hadislerin derlenmesi ve fetih hareketlerinin büyük hızla sürdürülmesiyle birlikte İslam’da ciddi çatlaklar görülmese de Asrı saadetten yavaş yavaş uzaklaşılmıştır.

Bu dönemden sonra Emevi ve Abbasi hanedanlıkları esas olarak Arabistan kabile Aristokrasisini iktidarlaştırıp, çeşitli devletler haline getirerek İslamiyet’e büyük darbeler vurarak tarihsel misyonlarını ve rollerini oynamışlardır. Bu dönemdeki yaygın kanaate göre Allah eşitsizliği takdir etmiştir. Yani kimimiz zengin, kimimiz fakir, kimimiz güçlü kimimiz güçsüzdür, kimimiz ezen erkek kimimiz ezilen kadındır, kimimiz şanslı ailelerde doğar, kimimiz varoşlarda sefalet içerisinde doğar. Bütün bunlar Allah’ın takdiridir. Külliyen yalan olmakla beraber bir Emevi propagandasıdır. Emevi düşünce sistemi ezilen halkı şuna inandırdı. Sizin başınızda bulunmamız Allahın takdiridir. Emevi saltanatı Allah tarafından takdir edilmiş bir kaza ve kaderdir. Kim buna isyan eder ve karşı çıkarsa Allah’ın takdirine karşı çıkmış olur ve kaderine isyan etmiş olur. Bu şekilde yeryüzünde var olan eşitsizlikler kader ile Allah’ın takdiriyle meşrulaştırılıyor.

Bu yaklaşım tarihsel süreç içerisinde ezen devlet ezilen toplum olgusunu büyüterek günümüz muhafazakârlığına getirmiştir.

Türkiye’de muhafazakâr AKP yapılanması daha düne kadar en büyük destekçileri olan dini cemaatler bir taraftan yerleşik seküler (yeni yaşam biçimi) statükoya karşı mücadele ederken küresel düzeydeki egemen ve fütursuz ekonomik, politik güç odaklarıyla ilkesiz bir şekilde işbirliğine girmekte ve herhangi bir sakınca görmemektedir. AKP ve cemaatsel oluşumlar kitlelerin muhafazakârlığını kendi siyasal ve ekonomik tahakkümü için bir araç olarak kullanırken emek ve özgürlük konusunda alternatif ve fırsat eşitliği yaratacak ileri adımlar atılamıyor. Canlı imanı itikada, şuurlu ibadeti rutin ve alışkanlığa dönüştüğü muhafazakâr bir dindarlık algısını geliştirmektedir.

Devletli uygarlık sömürünün baskının, köleliğinkulluğun başlangıcıdır. Sömürüyü kurumlaştırmak için dogmalara, kalıplara ve hurafe sözlere ihtiyaç vardır. Bunun için başlangıca dair bilgilerimizin olması gerekir. Olmadığı zaman tüm bilgilerimiz temelsiz, yanlış ve yanılgılı olacaktır. Nietzsche’nin dediği gibi yanlış inançlar hakikat düşmanları olarak yalanlardan daha tehlikelidir. Sözü tam da dogmatik düşünceler için verilen iyi cevaptır.

Amacımız ahlaki politik-toplum arayışı olduğuna göre bunun yöntemlerini doğru tespit etmemiz gerekecektir. Ahlak bir toplumda oluşmuş örf adetlerin, değer yargılarının, norm ve kurallarının biçimlendiği diyalektik bir bütünlüktür ya da günlük yaşamda bireyin, toplumun uyması gereken kurallar bütünüdür.

İster idealist bir düşünce tarzıyla Mevlana tarzıyla Allah’a ulaşmaya çalışalım. İsterse halkların özgürlüğü için kendi yaşamlarından, yarınlarından, inançlarından, aşklarından vazgeçen kahraman şehitlerin yaptığı gibi bir yola başvuralım. Sıraladığımız gibi iki yöntemde de ulaşılmaya çalışılan dünya nimetlerinden arınarak hayaller ve inançları uğruna tereddütsüzce yeniyi yaratmadaki çaba ve azim olarak nitelendirebiliriz.

Bugün Rojava’da gerçekleştirilmeye çalışılan yeni yaşam kurma arayışı da hakikate ulaşmadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Muhammed döneminden sonra dejenerasyona uğrayan İslamiyet adına sözüm ona yola çıkanların gerçekleştirilmeye çalışılan halkların kardeşçe bir arada yaşabileceği yeni yaşam arayışından rahatsız olanların sergiledikleri vahşi ve barbar tavrın gerçek Müslümanlar tarafından kabul görmediği bir gerçektir. Zafer ve yeni yaşam tarzı direnen adaletli insanların olacaktır.

 

*HDP Hazro Belediye Eşbaşkanı
Yararlanılan Kaynaklar
  • Urfa Savunması Abdullah ÖCALAN 
  • Ortadoğu Bunalımı ve Demokratik Modernite Çözümü -Abdullah ÖCALAN 
  • Hz. Musa ve Ezilen Halkın Ulusal Mücadelesi Yavuz DELAL

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.