Düşünce ve Kuram Dergisi

Semavi Dinlerin Mitolojik Kökenleri

Zeynep Beydağı

“İnsanlık kendi öyküsünün derin hafızasına sahiptir ve bunu kolayca terk etmez. Toplumların kutsal din kitaplarına bağlılığı, sanıldığının aksine, soyut bir tanrıdan ve bazı ritüelleri teşkil etmesinden ötürü değildir. Kendi yaşam öykülerinin anlamını ve izini bu kitaplarda bulacaklarını sezdikleri için büyük saygı duyarlar. Bir nevi yaşayan toplumun hafızası rolünü oynadıkları için bu kitaplar vazgeçilmezler arasındadır. İçindeki olaylar ve kavramların doğru olup olmaması ikinci planda kalan ayrıntılardır”. Abdullah Öcalan

İslam, Hristiyanlık ve Musevilik farklı mezhep, tarikat ya da yorumlarla birbirinden farklı biçimde de olsa insanlığın büyük çoğunluğunun inancı olmayı sürdürüyor. Tek tanrılı dinlerin ve onların kutsal kitaplarının insanları “afyonlama aracı” olduğunu, söylediklerine kendileri de inanmayan din adamlarının yalanları olduğunu düşünenler; dinin anlamını çözemeyen, insanlığın anlam arayışı ve metafizik yanının farkında olmayanlardır. Kutsal kitaplar, bu tespitleri yapan sosyologların yazdıklarından daha fazla rağbet görmüştür. Ancak kutsal kitapların ve inançların sorgulanamaz, üzerinde sosyolojik ve felsefi yorumlar yapılamaz hale getirilmesi de insan zihniyetini dumura uğratmış, ibadet ve sözlerin anlamlarından ziyade biçimsel ele alınmasına yol açmıştır. İnsanlığın bunca bilgi-birikimine rağmen, boyunlarında cennet anahtarlarıyla kardeş halkları katletmeye gidenler, İslam adına savaştıklarını düşünüyorlarsa bunda dinin yorumlanış tarzında yeni arayışların gerekli olduğu açıktır.

Bilindiği gibi kutsal kitaplara konu olan her olay, konu ya da kavram binlerce yıllık toplumsal birikimin izlerini taşır. Bu nedenle dinlerin dünyanın oluşumu, insanın ortaya çıkışı, acıların ve sevinçlerin kaynağı, yaşam ve ölüm konusundaki cevaplarının hala insanların anlam arayışına yanıt oluşturmasını, insanlığın kolektif hafızasını temsil edebilmelerinde aramak doğru olacaktır. Arkeolojik veriler ve tarih araştırmaları bahsettiğimiz bu kolektif hafıza konusunda bize bolca kanıt ve örnek sunmaktadır. Dünyadaki jeolojik değişimin sonucu olan tufandan, çobanlık ile tarım kültürü arasındaki ilişki ve çelişkilere, ana kadına dayalı yaşam karşısında erkek egemenliğinin ve devletli uygarlığın ortaya çıkışından bunlara karşı gelişen direnişlere kadar birçok tarihsel, sosyolojik olay önce mitolojilerde ardından da yaşanan dönüşümün etkilerini de barındıracak biçimde kutsal din kitaplarında yer bulmuştur.

Kutsal kitaplarda yazılanların büyük bölümünün Mezopotamya-Mısır-Hint mitolojilerinde yer almasını pozitivist temelde yorumlayanlar bunları, dinlerin sonunu getirecek, yalanlarını açığa çıkaracak ve tanrının olmadığını ispatlayan veriler olarak ele almışlardır. Din teologlarının dogmatik yorumlarının da etkisi ile bu yorumlamalar ve veriler dini inancı olan insanlarda tepkilere yol açmış, dinlerin bu kaynaklara dayalı olarak daha derinlikli yorumlanmasının önü alınmıştır. Dini çevrelerin bu verileri yorumlama tarzı ise oldukça savunmacı, bu metinlerin kutsal kitapları doğruladığı yönünde bir kısır tartışma ile karşılanmıştır. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın bu konudaki yaklaşımı “tarihçiye düşen, gerçekte olduğu gibi, “Kim, kimden, neyi, nasıl, hangi amaçla aldı, nasıl kullandı?” gibi temel sorulara doğru yanıtlar vermektir” biçiminde ifadeye kavuşmuştur ve bizlere dinlere mitolojinin etkilerini değerlendirme ve bundan günümüz sorunlarına da yanıt oluşturacak değerlendirme yapma olanağını sunar.

Tek tanrılı dinlere mitolojinin etkileri konusundaki ilk araştırmalarda Tevrat’ın en eski metin olduğunu kanıtlama arayışı ağırlıktaydı. 18.yy başlarında özellikle Yahudi kökenli aydınlar bu inançla seçilmiş kavim Yahudilerin soy çizgilerinin geçmişte olduğunu ispatlama çabası içine girdiler. Bunlardan A.H. Anquetildu Perron (1731-1805) Tevrat’ta yazılanların doğru olduğunu kanıtlamak için Hindistan’a gider ve Surat şehrinde Avesta metinlerini 1771 yılında ilk defa Batı dillerine tercüme eder. Dönemin yazarları bu gelişmeyi “Anquetil’den önce gezegenimizin uzak geçmişine ilişkin malumat sadece büyük Latin, Yunan, Yahudi ve Arap yazılarında aranırdı, uyanış Avesta çevirisi ile başladı” biçiminde değerlendirmişlerdir. 1872’de George Smith, Ninova’dan Londra’ya getirilen çivi yazılı tabletler arasından, ayrıntılarına varıncaya dek Tevrat’takiyle aynı olan ama ondan daha eski bir Tufan Öyküsü’nü ortaya çıkarmıştır. Yapılan araştırmalar Tevrat’ta yer alan birçok olay ve kişiye dair daha eski metinlerin olduğunu ortaya çıkardı. Bu ilk adımların ardından hala devam etmekte olan arkeolojik kazılar ve ortaya çıkan tabletler insanlığın ortak hikayesine dair bağlantıları daha da güçlendirecek ve bizleri aydınlatacak veriler sunmaya devam ediyor.

 

Tek Tanrı: EL, Elohi, Yaweh, Rab, Allah

Tek tanrılı dinlerin kökenine ilişkin birçok tartışma olsa da genel kanı İbrahim peygamberin putları kırarak tevhid (birlik) adı altında geliştirdiği sisteme dayandığı yönündedir. Tevrat’ta tanrı birkaç farklı isimle anılır. Bunlar El, Elohim, Yaweh, Rab’dır. El, İbranilerin daha önceki inançlarında öne çıkan bir tanrıdır. Eloh sözcüğü ruh ya da tanrı anlamında kullanılan ruhların tümü anlamına gelen Elohim olarak yer bulur Tevrat’ta. Yaweh “bu o’dur” anlamına gelen ve Musa peygamberin çölde karşılaştığı bir çalılığın ardındaki ateş ya da ışıkla kendisini gösteren tanrıya verilen isimdir. Efendi anlamına gelen Rab ise Hristiyanlıkta da kullanılır.

Allah isminin kökenine ilişkin yapılan yorumlarda birçok tanrı ve tanrıça ile birlikte İslam öncesi Arabistan’daki el-Lah isimli tanrıdan alınmış olacağı yönündedir. Kâbe’ nin bu eski inancın hac yeri olması ve İslam’daki bazı ibadetlerin de bu inançların devamı olduğu yönünde değerlendirmeler vardır.

Tek tanrı fikrinin kökenlerinin firavun Akheneton’un rahiplerle olan çelişkileri nedeniyle bir reform denemesi olarak ortaya attığı tek tanrı Aton inancına dayandıranlar da vardır. Özellikle Musa’nın Mısırda olduğu dönemde bu inançtan etkilendiği belirtilmektedir. Ancak gerek Sümer gerekse de Babil panteonunda tanrıların sayısının giderek azalması, özellikle Babil’in şehir devletinden krallığa geçişi ile paralel biçimde Marduk’un öne çıkışı ile bunun İbranilere etkisi daha belirleyici olmuştur. Marduk ana tanrıça inancının yenilmesi anlamına gelen Tiamat’ı öldürdüğünde, tıpkı Allah’ın 99 isime sahip olmasına benzer biçimde 50 isim alır. Bunlar onun korkutucu, güçlü özelliklerini simgeler.

Tekleşen tanrıların aldığı isim ve semboller de dikkat çekicidir. Hem mitolojilerde hem de kutsal kitaplarda kendilerine atfedilen özellikler bakımından ağırlıklı olarak fırtına, şimşek, güneş gibi özellikleri taşırlar. Öfhelenince fırtınalar, şimşekler çaktıran, ateşle her şeyi yakıp yıkan tanrılardır. Mısır’da Ra, Yunan mitolojisinde Zeus, Babil’de Marduk, Asur’da Assur, Sümer’de Enlil, Kenan’da Baal fırtına tanrılarıdır. Tevrat’ta Baal, Aşera, Aştoret, göğün fahişesi, Babil fahişesi biçiminde ifadeye kavuşan tanrıçalarla yoğun bir mücadele halinde anlatılır. Efendi, sahip, koca anlamlarını taşıyan Baal, Kenanlıların daha önceki tanrıça inancında Astarte (İştar) olarak bilinen tanrıçanın kocasıdır ve fırtına tanrısıdır. Baal ve Astarte tapınmasının bir bölümü kurban sunumuyla ilgilidir. Baal için çocuklar Baal putunda ateşte yakılırdı. İbrahim’in bu tanrılara karşı kendi tanrısını ortaya koymasında bu acımasız geleneğe karşı çıkışı da önemli bir ol oynar.

Kürt halk önderi Abdullah Öcalan bunu şu sözlerle değerlendirir; “Hz. İbrahim geleneğinde görülen oğlu İsmail’i kurban etmekten vazgeçmesi de devrimci nitelikte bir uygulamadır. Fenike inançlarında kendi çocuklarını Tanrı Baal’e kurban etmek oldukça yaygın bir dinsel ibadettir… Hem çok vahşi hem de zorunlu ve yaygın olan bu adete karşı çıkmak, o dönemin koşullarında bir dinsel devrim niteliğindedir… Öyle anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim sadece bu iki önemli devrimi geliştirmekle, yani dönemin iyice tutuculaşan ilkel puta tapıcılık ve çocuk kurban törenlerine karşı çıkmakla yetinmez. Kenan’ın El’ini (bu El ve İl kelimeleri de kaynağını İlah El’den alsa gerek), gök tanrısı El’i kabul eder. Ama bunu kendi kabile önderliği gerçekliğiyle uyumlu hale getirerek yapar”.

Tevrat, İncil ve Kuran’daki tek tanrı, şeytan, cennet-cehennem tanımlamalarının, dünyanın ve insanın yaratılışı, Adem-Havva, cennetten kovulma, Tufan olayı, Nuh-Eyüp-İsa-Yusuf-Musa-İdris-İlyasHızır peygamberlerin hikayeleri, Hristiyanlıktaki haç, Meryem ana kültü, bir çok bayram ve ritüelin kökenlerinin Sümer, Mısır ve Hint mitolojilerinde birebir aynı biçimde yada bazı değişikliklerle büyük benzerlikler taşıdığı ortaya çıkmış durumdadır. Bunları karşılaştırarak örnekleyebiliriz;

 

Mitoloji ve Dinlerde Yaratılış, Başlangıç

Mitoloji ve dinlerde dünyanın ve insanın yaratılışı konusunda kullanılan temalar büyük oranda ortaktır. Başlangıçta bir kaos, su ya da karanlık vardır. Bu kaos dişidir ve her şey bu ana tanrıçadan yaratılır. Bu kaosun içinden yükselen dağ, yumurta ya da bu kaosukaranlığı bölen ya da aydınlatan ışığın içinden yaratılır dünya.

Sümer mitolojisinde her tarafı kaplayan, uçsuz bucaksız deniz; Tanrıça Nammu’dur. Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkarır. Bu dağın tepesi gök, alt kısmı yerdir. Gök Tanrısı An ve Yer Tanrıçası Ki’nin (Ninhursag) birleşmesinden oğulları Hava Tanrısı Enlil meydana gelir. Enlil gök ile yeri ayırır. An göğü, Ki de Enlil ile yeri alır. Enlil ile Bilgelik ve suların tanrısı Enki, yeri, bitkiler, ağaçlar sular ve hayvanlarla donatır. Tanrı Enlil ile tanrıça Ninlil’den ay tanrısı Nanna olur. Ay tanrısı Nanna ile tanrıça Ningal’in birleşmesinden de güneş tanrısı Utu ve bereket tanrıçası İnanna doğar.

Babil Yaratılış destanı olarak bilinen Enuma Eliş’te (“bir zamanlar yukarıda” demektir. Her hikâyeye bir varmış bir yokmuş diye başlanmasına benzer biçimde hikâyenin giriş cümlesine atfen bu isim verilmiştir) : Evrende ilk önce üç türlü su vardır. Tuzlu su Tiamat, tatlı su Apsu ve Mammu. Tiamat ile Apsu karı-kocadırlar. Gök tanrısı Anu (Sümerde An), yer veya bilgelik tanrısı Ea (Sümerde Enki) onların çocuklarıdır. Tanrılar çoğaldıkça işleri ve dolayısıyla gürültüleri de artar. Bu da Tiamat ve Apsu’yu rahatsız eder. Apsu ve Mammu, Tiamat’a bunların yok edilmesini önerir. Bunu haber alan Ea’nın Apsu’yu zararsız hale getirmesinden sonra, Tiamat bir deniz ejderi Kingo ile evlenir. Marduk Tiamat’ın öldürülen kocası Apsu’dan yaratılmıştır. Tanrılar ikiye ayrılıp savaşa hazırlanır. Ea ile onun taraftarları Tiamat’a karşı duramazlar. Hiçbir yaratıcı sıfatı yokken en büyük tanrı haline gelen Marduk’un yüceltilmesi için yazıldığı düşünülen Enuma Eliş’te, diğer tanrıların baş edemediği bir deniz ejderi ve yıkıcılık-kaos-düzensizliği de simgeleyen Tiamat’a karşı savaşma cesaretini Marduk gösterir. Ancak bir şartı vardır “eğer Tiamat’ı yenip sizin hayatınızı kurtaracaksam bana özel bir kader yapın, öyle ki ben kendi kaderimi kendim yapayım. Benim yaptığım yıkılmasın. Dudaklarımın arasından çıkan geri alınmasın” der. Tanrılar bunu kabul edip onu rüzgâr ve şimşekle donatırlar. Tiamat Marduk’u yutmak üzere ağzını açtığında Marduk rüzgârı içine doldurur ve üzerine ağ atar. Ok ile kalbini parçalar ve vücudunu ikiye böler. Tiamat’ın yarısı gök, yarısı yer olur. Bundan sonra göğe güneşi, ayı, yıldızları koyar.

Mısır mitolojisinde ilk önce bir ruh şeklindeki Ra geniş bir boşluğa yayılmıştır. Bir zaman sonra Ra kendisinin benzerini görür ve ona “Amon” der. Bu evrenin ışığı ve bilinci olur. Onun yaratma gücü ile hava tanrısı Shu ve ateş tanrıçası Tafnat oluşur. Hava tanrısı Shu, uçsuz bucaksız su olan Nunu’dan yumurta şeklinde çıkan tepeyi ikiye bölerek üstü Tanrı Nat adı verilen gök, altı Geb adı verilen tanrıça haline getirir. Bundan sonra Amon-Ra yer altı tanrısı Osiris ile sevgilisi ve bereket veren tanrıça İsis’i var eder.

Zerdüşt inancında Ahura Mazda iki ruhu olan bir tanrıdır. Ruhun biri Spenta Mainyu (iyi)”, ikincisine “Angra Mainyu (kötü) denilir. Bu tanrı önce göğü, sonra suyu, sıra ile dünyayı, bitkileri, davarı, insanı, son olarak da kendisini yaratır. Gök bir yumurta şeklinde parlak bir madendir. Tepesi sonsuz aydınlık olan gök, sanki bir ev veya kale gibidir. Her şey bunun içinde yaratılıyor. Gök bir yere dayanmıyor. Yer yumurtanın sarısı gibi onun içinde. Göğün özünde su yaratılıyor. Bu suyun içinde de yer. Sonra madenler, dağlar yerden yükseliyor. Sonra bitkiler çıkıyor.

Hint Vedalarında yaratılış şu sözlerle anlatılır: “Önce ne varlık vardı ne de yokluk, ne hava vardı ne de ötedeki gökyüzü, neydi onu saran? …Ölüm de yoktu, ölümsüzlük de. Geceye ya da gündüze ait olan herhangi bir belirti yoktu, Karanlık vardı, her şeyi saran bir karanlık ve her şey ayrışmamış haldeki Ummandı o zaman, boşluğun sakladığı o, gayrete geldi ve var oldu. Başlangıçta ilahi aşk meydana geldi, Gönül’ün ilksel tohum hücresini oluşturdu, Rişiler gönüllerinde araştırma yaparak keşfettiler varlığın yokluktaki bağlantısını. Belli belirsiz bir çizgi varlığı gayri varlıktan kesip ayırdı…” Burada da tanrı kozmik bir sudan göğü ve yeri yaratıyor. İndra da bu sudan var ediliyor. İndra, Sama adlı bir içkiyi içerek güçleniyor, öyle büyüyor, genişliyor ki, bitişik olan gök ve yer ayrılarak birbirinden uzaklaşıyor. Arayı İndra kaplıyor ve tanrılar yaratılıyor.

Tevrat’ta 6 gün süren yaratılış sürecinin ilk iki gününde yaşananlar şu sözlerle ifade edilir; “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu”.

Işık, gece ve gündüz yaratılır. Daha sona suların ortasında yükselen kubbe suları birbirinden ayırır ve gök kubbe yaratılır. İkinci gün, karalar ve denizler yaratılır. Ardından da tüm bitki ve meyve ağaçlar yaratılır.

Kur’an’da yaratılışı anlatan surelerden bazıları ise şöyledir;

Enbiya suresi 30: İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?

Bakara suresi 164: Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller vardır.

Mitoloji ve dinlerin yaratılışa ilişkin hikayesi ortaktır ve hepsinde başlangıçtaki su, kaos-karanlık ışık tarafından aydınlatılır, yer ve gök birbirinden ayrılır. Ayrıca Tevrat’tın Yaratılış bölümünde ifade edilen ilk okyanus Tehom sözcüğüyle ifade edilir ve bu sözcük etimolojik olarak Babil mitolojisinde denizi-kaosu temsil eden Tiamat’ la aynı kökten gelir. Tanrının altı günde dünyayı yaratıp 7. Gün dinlenmesine ilişkin de Sümerlerde okul tabletlerinde yazanlar arasında bağlantı kurulur. Sümerlilerin okul tabletlerine göre 6 gün çalışma, 7. Gün dinlenme vardır. On emirde “sabbat”ı düşün, onu kutsal gün olarak gör!” deniliyor. 6 gün çalışıp yedinci günü tanrıya adanmış bir dinlenme günü oluyor. Bu günün cumartesi olması da Babillilerden geçmiştir. Babilliler her ayın 7. Gününde (Şapatu) bir kutlama yaparlar. Saturday (cumartesi), Satürn gezegeninden gelen bir gün adıdır. Satürn kötü güçlerin temsilcisidir. Yahudiler bu günün anlamını değiştirerek, tanrıya dua ederek ve kitaplar okuyarak çeşitli eğlencelerle geçirirler ve en ufak bir işe el sürmezler.

 

İlk insanın yaratılışı

İnsanın yaratılışı konusundaki Sümer mitolojisinde insanın kökenini açıklayan en az dört anlatı vardır. Bir mit, ilk insanların ot gibi yerden bittiklerini anlatır. Bir diğer versiyona göre, insan bazı tanrısal zanaatkârlar tarafından kilden yoğrulmuştur; daha sonra tanrıça Nammu kalbini biçimlendirmiş ve Enki de ona can vermiştir. Başka metinlerde insanların yaratıcısı olarak tanrıça Aruru gösterilmektedir. Dördüncü versiyona göreyse, insan kendisini yaratmak için öldürülen iki tanrının, Lagma’ların kanından oluşturulmuştur. Sümer versiyonlarının ikisine göre, ilk insan bir anlamda tanrısal özü paylaşıyordu: Enki’nin can veren soluğu veya Lagma tanrıların kanı. Ancak insanın yaratılışının ana teması tanrıların çoğalınca kendi işlerini yapamaz hale gelişi ve baş tanrılara durumlarından yakınarak onlara hizmet etmesi için insanın yaratıldığıdır.

Babil yaratılış efsanesinde ise insanın, Marduk’un Tiamat ile birlikte öldürdüğü Kingo’ nun kanı ve damarlarından yaratıldığını anlatır. Burada da insanlar tanrıların işlerini yapmak üzere yaratılmıştır.

Mısır’da Amon-ra her çeşit canlıyı çift çift yaratıyor. İnsanlar da onun gözyaşlarından meydana geliyor. Bir başka efsaneye göre ise Khnum adındaki tanrı insanları çamurdan yaratıyor.

Zerdüştlükte Göğün ışığı ve tazeliğinden de insan ve boğa yaratılıyor. Ahura-mazdanın ilk yarattığı insan Gayomart, güneş gibi parlıyor ve uzunluğu ile genişliği eşit. Bunun tohumundan kadın ve erkek var oluyor. Fakat gayomart kötü olan Ehriman tarafından öldürülüyor. Ölünce tohumları 40 yıl yer altında kaldıktan sonra bitki gibi, kadın, erkek olarak yerden çıkıyor. İnsan şekline gelince Ahura-mazda onlara “siz insan ve yerin annesi babasısınız. Aklınızla doğrulukla çalışın, düşünün, konuşun ve ne iyi varsa onu yapın, cinlere ibadet etmeyin” diyor. Onların da 50 yıl sonra çocukları oluyor.

Kuranda insanın yaratılışı birçok ayette ifade ediliyor. Bunlardan bazıları; el-HİCR Suresi: 26. And olsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. el-MÜ’MİNÛN: 12. And olsun biz insanı, çamur dan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. es-SECDE: 7. O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. SÂD: 71. Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım.

Tevrat’ta insanın yaratılışına ilişkin çelişkili bulunan iki anlatım yer alır. Bunlardan birinde kadın ve erkek birlikte yaratılırken bir diğerinde ise kadın yani Havva erkeğin yani Adem’ in kaburgasından yaratılmıştır. Tekvin 1: 27’de “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı… İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı” denilirken Tekvin 2: 7’de ise “RAB Tanrı Adem’ i topraktan Yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi… Sonra, “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir Yardımcı Yaratacağım… Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir Yardımcı bulunmadı… RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı… Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi… Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir” dedi, “Ona İşşa ( İbranice Kadın) denilecek, Çünkü o İş’ten (İbranice adamdan) alındı… Adem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi” denilmektedir.

Bu farklı anlatımlar nedeniyle iki kadının yaratıldığı bunlardan birinin Adem’e itaat etmediği için lanetlenen Lilith, diğerinin de Havva olduğu belirtilir.

Tevrat’ta Lilith sadece bir yerde cin olarak geçer. Ancak Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metin Talmud’ta Lilith’e daha geniş yer ayrılmıştır. Lilith aynı zamanda Gılgameş destanında İnanna’nın bahçesindeki ağacın içindeki cin olarak tanımlanır. Etimolojik köken olarak da Lilith kelimesi Sümer ve Babil metinlerinde; Lil: Hava. Örneğin baş tanrı, fırtına tanrısı Enlil’in adı En (tanrı) ve Lil (hava) sözcüklerinden oluşmuş. Lilitu: Ruh, spirit (çoğul). İ.Ö 2400 tarihli Sümer kralları listesinde ve Semitik dil konuşan Mezopotamya halkları arasında Lil adlı yıkıcı fırtına ve rüzgârların tanrıçası olarak çıkıyor karşımıza.

İbranice’de toprak sözcüğü “adamah”dır. Balçık ise ӑdӑm. Adem isminin buradan geldiği ifade edilir. Yine İbranice havvah etimolojik açıdan, “hayat’ anlamına gelen kelimeyle aynı kökten türemiştir. Bu kelimenin anlamı da “yaşayan her şeyin anası” dır.

Kadının erkeğin kaburgasından yaratılması, yılanın telkiniyle yasak meyvenin yenmesi hikayesi de yine Sümer mitolojisi kökenlidir; Adem ile Havva’nın başlangıçta cennette olmasına benzer biçimde Sümer mitolojisinde tanrıların cenneti olarak tarif edilen Dilmun’da ne hastalık ne de ölümün olmadığı yerdir. Tabletlerde Dilmun’da “hiçbir aslan öldürmez, hiçbir kurt kuzuyu kapmaz parçalamaz… Yaşlı erkek ben yaşlıyım demez… Yaşlı kadın ben yaşlıyım demez” denilmektedir. Daha sonra Enki’nin isteği ile Dilmun’un koruyucu tanrıçası Ninsikilla bol su ve tarlalar bahşeder Dilmun’a. Tıpkı kutsal kitaplarda cennetin altından nehirler akan, bol sulu, meyveli, bahçeli bir yer gibi tarif edilmesine benzer biçimde Dilmun’da sulak bir yerdir. Sümer tanrıçası Ninhursag (doğa anası) 8 bitki yetiştirir. Bunlar ağaç otu, bal otu, yabani ot, apasar otu, diken otu, kebere otu, amharu otu ve ismi okunamayan diğer ottur. Merakına yenilen Enki’ye yanında bulunan sukkalı İsmud bu bitkileri sunar. İsimud’un bu rolü Tevrat’ta yılan, Kur’an’da şeytana atfedilmiştir. Henüz yazgıları belli olmayan bitkileri yiyen Enki’nin her seferinde bir organı zayıflayarak yavaş yavaş ölüme doğru gider.

Bunu duyan Ninhursag ise Enki’ye kızarak ona bir daha gözü ile bakmayacağını söyler. Fakat Enki güçlü bir tanrıdır ve sonunda kardeşini ikna ederek kendisini tedavi ettirir. Ninhursag Enki’nin her organı için kendi iyileştirici gücünü organa verecek tanrı ve tanrıçalar yaratır. Bunlardan 5’inin tanrıça olması kadınların doktorluktaki uzmanlıkları biçiminde yorumlanmaktadır. Kaburga’ya gelince ise Enki “kaburgam canımı yakıyor” der ve tanrıça ise “bunun için tanrıça Ninti’yi yaratacağım” diye yanıtlar. Ninti isminin anlamı “kaburganın hanımı” veya “yaşamı oluşturan hanım” dır. Çünkü nin hanım anlamına gelir, ti kaburga. Ti’nin bir anlamı da hayattır.

Cennetin tarifi konusunda Tevrat ve Kur’an anlatımlarında cennet Aden bahçesi adıyla anılır. Burası her türlü meyvenin yetiştiği altından nehirlerin geçtiği bir yerdir. Tevrat anlatımında Adem oraya konulmuş ve ona “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin… Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” denilmiştir. Kur’an’daki cennet tarifi “İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır…” (Muhammed Suresi 15).

Kur’an’da da Adem ve eşine cennet nimetlerinden faydalanmaları ancak o ağaçtan yememeleri söylenmiştir.

İnsanın oluşumu konusunda mitoloji ve dinlerin anlattıklarını çok yabana atmamak gerekir. Yapılan araştırmalar RNA ve DNA’nın yapısına giren nükleik asitlerin zannedildiği gibi, okyanuslarda değil, kıyılarda, kumsallarda oluşan geçici sığ gölcüklerde (lagünlerde) ; gündüzleri kuru ve sıcak, geceleri nemli ve soğuk olan, bir kuruyup bir ıslanan bataklık gibi yerlerde doğduğunu ortaya koymuştur. Bu ortamlarda kuvars ve balçık vardır; uzun molekül zincirleri bu maddelerin içinde tutulup kalmış ve birbirlerine bağlanmıştır.

 

Cehennem ve sırat köprüsü

Yahudilere Babil tutsaklığından sonra Persler’in etkisiyle, Zerdüşt dininden ölülerin tekrar dirileceği, cennet, cehennem ve sırat köprüsü gibi inançların alındığı düşünülür. Zerdüşt dininde ölünün ruhu üç gün durduktan sonra korkunç Sinvat köprüsünden geçiyor. Kişi dünyada iyi işler yapmışsa güzel bir kız onu karşılıyor. İlk adımda cennetin iyi düşüncesine, ikinci adımda iyi sözüne, üçüncü adımda iyi olaylarına, dördüncüde parlak sonsuz bir ışığa girer. Eğer insan iyi değilse, cesedi bırakmayan ruhu, bir cin tarafından Sinvat köprüsünden geçirilir. Onu fena bir kadın alır; fena söz, fena düşünce, fena olaylardan geçerek fena cinlerle karşılaşır. Diğer bir anlatıya göre de ölüler canlanıp ruhlarıyla birleşiyorlar. Hepsi içinde kurşun kaynayan bir kazana atılıyor. İyi olanlara bir ılık süt gibi geliyor. Üç gün sonra hepsi oradan çıkarılıyor. Ölümsüzlük içkisi veriliyor. Ölümsüz oluyorlar.

Burada sinvat köprüsü ile tek tanrılı dinlerdeki Sırat köprüsü ve cehennem tarifi arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir.

 

Tufan

Mezopotamya kökenli mitolojiler başta olmak üzere birçok inançta bir sel felaketinin her şeyi yuttuğu tufan hikâyeleri yaygın biçimde bulunur. Bunun nedeninin nehir taşkınları olma ihtimali yüksektir.

Yine jeologlara göre Karadeniz’de büyük bir tufan olmuştur. Buzullar erimeden önce Karadeniz Boğazının tabanı 85 metre derinlikteymiş ve Marmara’nın suyu Karadeniz’e akıyormuş. 11 bin yıl önce buzullar eriyince denizler birdenbire yükselmiş ve sular, Boğaz’dan büyük şelaleler halinde denize boşalmış. Bu boşalma ile deniz kıyıları su altında kalmış. Bundan kurtulanlar veya bu felaketi görenlerin Mezopotamya’ya göç ettiği ve yaşananları aktardıkları da düşünülmektedir. Tufan olayları genelde tanrı ya da tanrıçaların yozlaşan, bozulan düzeni ortadan kaldırmaları ya da kendilerine tanrılara karşı çıkan, onları rahatsız eden insan soyunu yok etmek için uyguladıkları bir ceza olarak ifade edilmiştir. Sümer metinlerinde iki ayrı tufan hikâyesi bulunur. Ancak birçok tablette tufana atıfta bulunan metinler bulunmuştur. İlk bulunan Gılgameş hikâyesi Akadca yazılmıştır ancak isimlerin hepsi Sümercedir. Bu da araştırmacılara bu hikâyenin Sümerliler tarafından yazıldığını düşündürür. Daha sonra Philadelphia Üniversitesi müzesinde bulunan yarısı kırık bir tablete tufan hikâyesi Sümerce ve şiir tarzında yazılı biçimde bulunur. Burada tanrılar insanlara kızarak bir tufan yapmaya karar veriyorlar. Ziusudra isimli birine Enki tarafından bu durum bir duvar arkasından bildiriliyor. Bu satırlar şöyle: “alçakgönüllü, saygılı olan/Her gün tanrısal görevlerine dikkat eden/Ziusudra’ya Tanrı Enki,/Duvardan bir söz söyleyeceğim, sözümü tut/Kulak ver söyleyeceklerime!/Bizden bir tufan kült merkezlerini kaplayacak/İnsanlığın tohumu yok olacak/Tanrılar meclisinin sözü karardır/An ve enlil’in emirleri ile/Krallık hükümranlık son bulacaktır”. Tabletin bundan sonraki kısmı kırıktır. Burada geminin nasıl yapılacağı bildirilmiş olmalı. Metnin okunan diğer kısmında tufanın bütün şiddeti ile memleketi kapladığı, 7 gün, 7 gece sürdüğü bittiğinde, Ziusudra’nın tanrılara kurbanlar sunduğu yazılıdır. “sonunda Ziusudra, kral/Tanrı An ve Enlil önüne attı kendini/Onu sevdiler, bir tanrı gibi yaşam verdiler, ona,/Bitkilerin adını, insanlığın tohumunu koruyan/Ziusudrayı güneşin doğduğu yere,/Dilmun ülkesine yerleştirdiler.

Gılgameş destanının son kısmını oluşturan hikâyede, tufandan kurtulup tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen Utnapiştim tarafından Gılgameş’e anlatılan hikâye ise şöyledir; insanlar öyle çoğalmıştı ki, tanrılar onların gürültü ve şamatasından uyuyamaz olmuşlar. Dört büyük tanrı, bu insanları bir tufan ile yok etmeye karar veriyorlar. Bilgelik tanrısı (Enki), yarattıkları insanların ortadan kaldırılmasına çok üzülüyor ve Utnapiştim’in evinin duvarından seslenerek tanrıların bu tufan yapmaya karar verdiklerini, bir gemi yapmasını söylüyor. Geminin tarifini veriyor. Utnapiştim gemiyi 7 günde tamamlıyor. Utnapiştim geminin içine ailesini, akrabalarını, sanatçıları, kırların evcil ve yaban hayvanlarını dolduruyor. Geminin kapısı kapanır kapanmaz şiddetli bir fırtına ile birlikte yağmur boşalıyor. Sular yalnız gökten boşalmakla kalmıyor. Yer tanrıları da yerden fışkırtıyor suları. Tufan öyle azgınlaşıyor ki, onu yaptıran tanrılar bile korkuyor. Bu kıyamet 6 gün, 6 gece sürdükten sonra yedinci gün gemi Nisir dağına oturuyor. 7 gün bekledikten sonra Utnapiştim bir güvercin salıyor dışarı. O konacak yer bulamadığı için geri dönüyor.

Daha sonra bir kırlangıç gönderiyor, fakat o da geri geliyor. Son olarak uçurduğu kuzgun geri dönmeyince dışarı çıkıyorlar. Utnapiştim dağın tepesine kurbanlarla içkiler sunuyor. Altlarında çeşitli ağaçların odunları yanan ocaklara 7 kazan konarak kurban etleri pişiriliyor. Onların tatlı kokusunu duyan tanrılar üşüşüyorlar. Tufanı yaptıran tanrı Enlil gelip gemiyi ve insanları görünce çok kızıyor, kim bunları kurtardı diye. Bilgelik tanrısı ona karşı çıkarak, günah yapanı, kurallara karşı geleni cezalandır ama bu kadar ağır ve ölümcül olma diye onu yatıştırıyor.

Böylece Utnapiştim ve karısı ölümsüz bir yaşam ile nehrin ağzındaki tanrılar bahçesine yerleştiriliyorlar.

Kur’an’da da birçok yerde Tufan ve Nuh peygambere ilişkin anlatımlar vardır. El-ANKEBÛT 14 Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi. HÛD 40 Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh ‘a dedik ki: “(Canlı çeşitlerinin) her birinden iki eş ile (boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışındaaileni ve iman edenleri gemiye yükle!” Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.

Tevrat’ta Tufan diye uzun bölüm bulunur. Burada yeryüzünün bozulup zorbalıkla dolduğu, Tanrı’nın Nuh’a, “İnsanlığa son vereceğim” dediği anlatılır.

Tanrı Nuh’a gofer (Ne çeşit ağaç olduğu bilinmiyor. Selvi ağacı olduğu sanılıyor)ağacından bir gemi yapıp içini dışını ziftle kaplayıp, içeriye kamaralar yapması söylenir. Devamında detaylarıyla geminin nasıl yapılacağı anlatılır. Daha sonra tufanla tüm canlıların öleceğini söyler tanrı. Fakat Nuh’la bir anlaşma yapacağını onun ailesi ile gemiye binmesini ve sağ kalabilmeleri için her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye almasını öğütler. Nuh Tanrı’nın bütün buyruklarını yerine getirdikten yedi gün sonra tufan kopar.

Tufanın yeryüzünü yok edişi ve ardından sona erişi anlatılır. Tufan sona erince olanlar şöyle anlatılmıştır; “Kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı. Kuzgunu dışarı gönderdi. Kuzgun sular kuruyuncaya kadar dönmedi, uçup durdu.

Bunun üzerine Nuh suların yeryüzünden çekilip çekilmediğini anlamak için güvercini gönderdi. Güvercin konacak bir yer bulamadı, çünkü her yer suyla kaplıydı. Gemiye, Nuh’un yanına döndü. Nuh uzanıp güvercini tuttu ve gemiye, yanına aldı. Yedi gün daha bekledi, sonra güvercini yine dışarı saldı. Güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağıyla akşamleyin geri döndü. O zaman Nuh suların yeryüzünden çekilmiş olduğunu anladı. Yedi gün daha bekledikten sonra güvercini yine gönderdi. Bu kez güvercin geri dönmedi. Nuh altı yüz bir yaşındayken, birinci ayın birinde yeryüzündeki sular kurudu… Nuh RAB’ be bir sunak yaptı. Orada bütün temiz sayılan hayvanlarla kuşlardan yakmalık sunular sundu. Güzel kokudan hoşnut olan RAB içinden şöyle dedi: “İnsanlar yüzünden yeryüzünü bir daha lanetlemeyeceğim”.

 

Yaşam-Ölüm-Yeniden Diriliş

Kökleri çok eskilere dayanan ana tanrıça geleneğinde yaşam döngüsü yaşam-ölüm-yeniden doğum olarak kurgulanmıştır. Sonbahar ve kışın ölen her şey baharda yeniden doğar. Tohum toprağa ekilir çürür yeni bir bitki yetişir o da ölüp toprağa tohum olur. Ay ışığı doğar, büyür birkaç gün görünmez sonra yeniden doğar. Bu nedenle bahar hep bir kutlama ile karşılanır. Baharda yapılan yeni yıl kutlamaları

Sümer-Babil-Asur’da 12 gün sürer ve onun sonunda kutsal evlilik törenleri yapılır. Sümerlerin kutsal evlilik törenleri de bu dönüşümü ve bereketi sembolize eder. Burada da ölüm ve yeniden dirilme vardır. Yağmurun toprakla birleşmesi gibi bu kutsal evlilik törenlerinde baş rahibenin tanrıça adına kralla evlenmesi ve kralın ölerek öte dünyaya gidişi ve yeniden dirilmesinin beklenmesi ile bereketin gelmesi ritüeli vardır.

Sümer’de İnanna-Dumuzi, Babil’de İştar-Temmuz, Mısır’da İsis-Osiris, Kenan’da Astarte-Temmuz evliliğinde ortaya çıkar. Hititlerde Kumarbi, Fenike mitolojisinde ise Adonis-Afrodit ve Persephone (Kore), Yunan mitolojisinde Demeter-Kore hikâyeleri aynıdır. Her şeyin özellikle de Temmuz ayında ölerek yer altına inişi ve baharda yeniden dirilişinin mitolojik anlatımlarıdır. Kutsal evlilik töreni o kadar etkili bir kültürdür ki bu törende İnanna için söylenen ilahi, Tevrat’ın Süleyman’ın Ezgilerin Ezgisi’ nde neredeyse aynı cümlelerle yer almıştır. Hristiyan yorumcular İsa’yı seven, kiliseyi sevilen, İbraniler ise Yahve’yi seven, İsrail’i sevilen olarak yorumlamışlardır. Muazzez İlmiye Çığ bu kültün İsrail’e Mezopotamya’dan doğrudan doğruya ve Suriye yoluyla geçtiğini söyler. Hıristiyanlar arasında İsa’nın yeryüzüne çıkması, bereket getirmesi inancına dayanan ve yumurtalarla kutlanan, Almanya’da Ostern, İngiltere’de Easter yortusuyla, İslam’da ise Hızır ile İlyas Peygamber’in birleştiği düşünülen Hıdrellez şenlikleri bu kutsal evlenme töreninin bir uzantısıdır.

Temmuz-Dumuzzi isminin kökeni olan Tam/Dam kökünün Sümerce’ deki anlamı “oğul” dur. Hristiyanlıkta İsa’nın tanrının oğlu olarak adlandırılması ve İbranice oğul anlamına gelen “mos” sözcüğünün Musa’nın ismi olması da bunlarla bağlantılıdır. İsa’nın ölümü ve yeniden dirilişi, Mesih olarak beklenmesinin kökenin de bu inançlarla yakından bağlantısı vardır. Asa, haç sembollerinin de temmuz inancı ile bağlantısı olduğu yönünde değerlendirmeler vardır. İnanna-Dumuzzi mitolojisinin semavi dinlerdeki yansımalarına birkaç örnek daha verebiliriz. Hikâyenin Sümer versiyonunda İnanna’nın evlenmek için çiftçi (Enkimdu) ve çoban(Dumuzzi) arasında seçim yapması anlatılır. Enkimdu ve Dumuzzi’nin kendi ürünlerini övmeleri ve tanrıçanın Dumuzzi’yi seçişi anlatılır. Tevrat’ta Adem’ in ilk çocukları Kayin çiftçi, Habil ise çobandır. Burada her iki kardeş tanrıya ürünlerini getirirler ve tanrı çobanınkileri kabul eder. Buna öfhelenen Kayin kardeşini öldürür. Bu aynı zamanda ilk kavga ve ölüm anlamına gelir. Kur’an’da ise Adem’in iki oğlunun ismi Habil ile Kabil’dir. Ancak çoban ve çiftçi olarak dile getirilmez. Adem’in iki oğlunun Allah’a birer kurban takdim ettiği bunlardan birisinden kabul edildiği, diğerinin ret edildiği dile gelir. Bir başka Sümer anlatısında da Emeş (yaz) ve Enten (kış) hava tanrısı Enlil’e kendi ürünlerini getiriyorlar. Kış çeşitli hayvanları, yavrularını, yağ ve süt getiriyor. Yaz da ağaçlar, bitkiler taşları getiriyor. Burada da Enlil kışı beğeniyor. Bu anlatımlardaki ortak nokta Mezopotamya’da semitik kabilelerin yoğunlaşması ile çoban kültürünün giderek baskın hale gelmesidir.

İnanna’nın isminin Babil’deki karşılığı olan İştar’ın Kenan Mitolojilerinde Astarte’ ye dönüşümü ile Tevrat’ta farklı biçimlerde yer bulur. Burada da rahim anlamına gelen “astar” kelimesinden türeyen Astarte çoban Temmuz’la evlenir ve birçok tanrıçanın sembollerinden biri olan hilal şeklinde bir taç takar. İbranice utanç anlamına gelen “bohset” ile astarte kelimesi birleştirilerek Ashtoret ismi türetilmiş bu da Tevrat’ta şeytanın isimlerinden biri olmuştur. Astarot olarak da ifade edilen şeytanın cinsiyeti erkek haline getirilirken Astarte’nin hilal şeklindeki tacı da şeytanın boynuzları olarak tasvir edilmiştir. Astarte bereket tanrıçasıdır ancak bakiredir. Bu inanç Hristiyanlığı da etkilemiştir. Bakire Astarte’nin 25 Aralık’ta güneş güneyden kuzeye doğru hareket ettiğindegüneşin en alçak olduğu varsayılan gündürGüneşi doğurduğu söylenir. Bakire Meryem de o gün İsa’yı doğurur. Astarte’nin bahar festivallerinde çörekler yapılır çünkü bu tanrıçaya yaşamın ekmeğini veren yaşam ekmeği olarak tapınılırmış. Hristiyanlığın en eski ve önemli bayramı olarak adlandırılan paskalya İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. gündeki dirilişinin kutlanmasıdır. Doğu-Batı kiliseleri arasında farklılıklar olmakla birlikte Mart sonundan Nisan sonuna kadar olan dönemde kutlanan bu bayram Kıyam Yortusu, Diriliş Pazarı ya da Diriliş Günü olarak da adlandırılır. Bazı Batılı dillerde (Almanca) Paskalya yerine kullanılan Easter, Ostern kelimesinin Astarte ile etimolojik yakınlığı ve paskalya çöreği ile tanrıça için çörek yapılması geleneğindeki benzerlik de dikkat çekicidir.

 

Peygamberler-melekler-azizler

Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere geçişle birlikte eskiden ölümün, yaşamın, fırtınanın, suyun, güneşin tanrı ya da tanrıçası olarak adlandırılan tanrılar tümden ortadan kalkmamıştır. Her üç kutsal kitapta yer alan peygamber, melek ve azizler tanrı olarak tanımlanmamış da olsa doğaüstü özellikler taşırlar. İslam’da melekler özel görevleri ile anılırlar diğer yandan peygamberlerin de hikmetleri vardır. Hıristiyanlıkta da azizlere atfedilen doğaüstü özellikler vardır.

Enki’nin diğer tanrılarla insanlar arasında aracı olması nedeniyle peygamberlerle benzer özellikler taşıdığı yorumları yapılır. Yunan mitolojisinde Hermes, Mısır’da Thoth, Yine Tevrat’ta Hanok ve İdris peygamber habercilik, aydınlatıcılık, rehberlik ve aracılık özellikleri ile tanınırlar.

Eyüp peygamberin tüm acılara katlanması ve sabrı hem Tevrat’ta geniş bir biçimde Kuran’da ise dört yerde yer alır. İkisi İstanbul Arkeoloji müzesinde, dördü de ABD Philadelphia üni. Nippur koleksiyonu bölümünde bulunan 6 tablette de buna benzer hikayeler bulunur. Bu tabletlerden birinin ismi “insan ve onun tanrısı”dır. Tablette iyi bir insan olmasına rağmen felaketlerle karşılaşan birinin yalvarışları ifade edilir; tanrım beni var eden babam, yüzünü kaldır/ne zamana kadar beni ihmal edecek, beni korumayacaksın/ne kadar zaman beni rehbersiz bırakacaksın/bir doğru söz söylüyor akıllı bilginler/asla günahsız bir çocuk annesinden doğmaz/günahsız bir genç en eski zamandan beri yoktu” devamında tanrısı bu kişiye acır ve onun üzerinden felaketleri çekerek adamın üzüntülerini sevince döndürür. Kuranda (EnbiaSuresi 81) ifade edilişi ise şöyledir; Biz de onun duasını kabul edip kendisinde dert namına ne varsa gidermiştik. Tarafımızdan bir rahmet ve kullukta bulunanlar için de bir ibret olmak üzere ona ailesini ve onlarla beraber bir mislini daha vermiştik.

 

Sonuç olarak

Uygarlığı yaratan birçok kavram ve kurumun kökeni Sümer mitolojilerinde bulunmuştur. Ancak Sümerler bunları Mezopotamya’nın kadim halklarından almışlardır. Sümer ve Mısır mitolojisinin etkileri olmakla birlikte tek tanrılı inanç İbrani kabilelerinin birlik oluşturma, artık inandırıcılığı kalmamış mitolojik anlatımları aşarak yeni bir düzen kurma arayışını ifade eder. Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan, bunun ayrı bir koldan versiyonlaştığını ve Zerdüştizm, Yunan felsefesi gibi yan kolları da katarak Musevilik, İsevilik ve Muhammedî türevleri doğurduğunu ifade etmektedir. Fakat ne din teologları ne de sosyologlar bu gerçekliği çözümleme çabasına girmezler. Sosyologların ve bilimcilerin toplumu olaylar ve kurumlar toplamından ibaret gören ve uzun süre kavramını görmezden gelen sosyoloji anlayışı toplumsal tarihi açıklayamamakta hatta oldukça yanlış sonuçlara yol açmaktadır. Bilimsel araştırmalar ile dini birbirinden ayrı ya da karşıtlaştıran temelde ele alma dinde güncelleme, felsefi tartışmaların önünü alırken insanı da metafiziksiz, anda yaşayan robotlara dönüştürür. Aynı tarih ve kültürün şekillendirdi inanç grupları ve halkların birbirine bunca düşman hale getirilmesi de buradan kaynaklanır. Dinler tarihinde de bu yönlü çabalar kısa zamanda ortadan kaldırılmıştır. İslam’da içtihat kapısının kapanması, Hristiyanlıkta sapkınlık adına ortadan kaldırılan mezhepler bu arayışın ifadesidir. Dinlerin toplumsal, ahlaki değerlerini ret ederek onları boş inançlar olarak yargılayan Avrupa merkezli bilim anlayışı maneviyattan ve geçmişinden kopan, yaşama anlam veremeyen insanlar çıkarmıştır açığa. Tarihsel bağlarından, felsefeden koparılan dinler de biçimselleşerek binlerce yıldır karşısında mücadele ettiği tefeci düzenin yedeğine düşmektedirler. Pozitivist bilimin ve dogmatik dinciliğin yarattığı katliamlara karşı en anlamlı direniş din ve felsefe-bilim arasında, tarih ile sosyoloji arasındaki bağları yeniden kurmakla gerçekleşir. Bu aynı zamanda inanç ve halklar arasında da geçmiş mirasımıza layık olacak bağların kurulmasını sağlayacaktır.

 

Yararlanılan Kaynaklar
  • Sümer Rahip Devletinden Demokratik CumhuriyeteAbdullah  Öcalan
  • Özgürlük SosyolojisiAbdullah Öcalan
  • Sümerlerin Kurnaz Tanrısı EnkiSamuel Noah Kramer
  • Dinsel İnançlar ve Düşünceler TarihiMircea Eliada
  • Kuran, Tevrat, İncil Mealleri
  • Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sümerdeki Kökeni-Muazzez
  • İlmiye Çığ
  • Ortadoğu Uygarlık Mirası-Muazzez İlmiye Çığ
  • Ana Tanrıça Şeytan-Elvin Azar Süzer
  • Dünyanın En Güzel TarihiHubert Reeves, Joel de Rosnay, Yves Coppens, Dominique Simonnet
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.