Düşünce ve Kuram Dergisi

Alevilik Gerçeği

Şükrü Yıldız

Alevilik, sözlü gelenekten beslenen ve itikadın dilden dile, babadan oğla anlatılarak bugüne gelmiş olan, kendisini bugüne kadar getirmiş olan bir inançtır. Bu durum devletin kendisini en güçlü hissettiği ve Alevi yerleşim bölgelerin tümünün askeri olarak kontrol altına almasıyla sekteye uğratılmıştır. 1940’lar sonrasında hızla önünün alınarak geçmişle bağının bıçak gibi kesilmesinden kaynaklanan asimilasyonun vermiş olduğu tahribatlar üzerinden yaratılan egemen güçle bu tartışmalar sürmektedir.

Aleviliği İslam’ın bir mezhebi, Şiiliğin bir tarikatı gören yaklaşımlar, bir yaşam biçimi olarak sunan kesimler ve ayrı bir din olarak gören çevreler bulunmaktadır. Tüm bu yaklaşımlar birbirinden ayrı görülse de toplamda Aleviliğin nasıl ayrı bir inanç olduğunu ortaya koyması acısından önemlidir. Bununla birlikte Aleviliğin Şamanist veya Zerdüşti kökenli bir inanç olduğu bakış acısıyla da sorunu ele alan çevreler bulunmaktadır.

Tüm bu yaklaşımlar ve tüm bu yaklaşımların bileşkesi olarak Aleviliği anlatmak mümkündür. İşte bu mümkün olan Aleviliğin evrensel ortak değerlere sahiplenmesinden kaynaklanmaktadır. Varlığını değişim üzerinden, sorunları güncel değerler üzerinden sahiplenen Alevilik zaman ve dönemine göre yukarda bahsi geçen inançlardan, dinlerden sosyal ve kültürel topluluklardan kendisine değerler katmış bu değerlerin ortak savunucusu örgütleyicisi kimi zamanda militanı olmuştur.

Örneğin: Alevilerin inanç temelinin vazgeçilmezi olan ocakların güneşin ve ayın ateşin kutsallığı Zerdüştlük inancında karşılığını bulurken, hastaların iyileştirilmesi büyücülük keramet gelecekten haber vermek gibi Şamanist ritüelleri içine almış, Hıristiyanlıktaki Baba, Oğul, Kutsal Ruh üçlemesi, On İki havari gibi din vaizcilerinin karşılığını; Hak, Muhammet, Ali ve On İki imamlar biçiminde kendisinde resmetmiştir.

İslam’ın büyük komutanı, Hz. Ali’yi, onun boyun eğmeyen, mazlumların direniş timsali oğlu Hüseyin’i varlığını korumak için, yaşam kaynağı haline getirmiştir. Kerbela gibi olmuştur. Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin’i bir “Alevi” lideri olarak bağrına basmıştır.

Bu anlamıyla Alevilik Ortadoğu coğrafyasında bir ortak değerler toplamı olmaktadır. Ortakçı bir kültürün birlikte üretip, ortak paylaşıp hak ve adaletin rızalık kentinde örgütlendiği bir inanç olarak bugüne gelmiştir. Bugüne geliş sürecinde maruz kaldığı saldırılar onun eşitlikçi paylaşımcı bir dünya yaratmak için vermiş olduğu çabanın, emeğin ve direnişin ortadan kaldırılması içindir.

ALEVİLİKTE KOMÜNAL YAŞAM

Alevilerde Rızalık

Aleviliğin temelini oluşturan kuram rızalık üzerine kurulmuştur. Toplumun ihtiyaç duyduğu her şeyin birlikte üretilmesi ve rızalık gösterilerek paylaşılması olarak resmedilen bu durum, Rızalık Şehri ütopyasıyla anlatılır. Alevilerin yaşam felsefesinin temelini oluşturan bu durum “Yarin yanağından gayri paylaşmak her şeyi” diye şiirlere konu olmuştur.

Nasıl düşünüyorlarsa öyle yaşayan Aleviler, bölgesel komünal örgütlenmesini de bu felsefe üzerinden geliştirmiş, rızalık almayı cemlerin vazgeçilmezi haline getirmiştir. En üst örgütlenmesi ve temsili olan mürşit, pir, rehber ilişkisi rızalık üzerine alınan ikrar vermek üzerinden süreği bugüne getirmiştir.

Rızalık almayan Pir Cemde posta oturtulmamış, Cem yürümesine talip rıza göstermedikçe Cem başlamamıştır. Hakka yürümüş canların bedenleri rızalık verilinceye kadar dardan indirilememiştir. Kısacası kim olursa olsun rızalığı alınmadıkça, haklar hakikatle yoğrulmadıkça tek bir adım atılmamıştır. Ortak akılla, ortak kararların çıkması toplumsal “olmazsa olmazı” haline getirilmiştir.

Aleviler rızalığa üç temel merkezden bakmışlardır

Birincisi kişinin kendisi ile rızasıdır.

Kişinin Pir önünde, başı secdede iken kendi kendisiyle yüzleşmesi, kendi kendini yargılamasıdır. Yani Hallac-ı Mansur darındadır; hak ve hakikat darındadır. Kişinin kendi özü ile yüzleşmesidir. Hiç kimsenin tanıklığı, şikayeti olmaksızın kendi özünü yargılaması ve de kendi suçunu kendi gözü ile görmesidir. Bu dünyada piri kandırmak olasıdır ama Hakkı kandırmak olası değildir. İşte kişinin kendi kendisi ile rızası, kendi özü ile yüzleşmesidir.

İkincisi kişinin toplumla rızasıdır.

Bu, kişinin içinde bulunduğu toplumundan rızalık darına çıkmaktır. Bunun kuralları bellidir. Alevilikte kişinin eline, diline, beline sahip olması gerekir. Bu üç mühür kişiyi kötülükten uzak tutar. Kişi bunlara uymazsa, kendini bulamaz. Her türlü hukuki sorun burada çözülür. Kişinin işlediği hataya, suça göre toplumun dışına beli bir süre veya süresiz bir şekilde uzaklaştırma cezası olan düşkünlük burada işletilir. Toplum ondan, o da toplumdan razılık alamaz ise, toplumun dışında tutulur.

Üçüncü rıza, kişinin yolla rızasıdır.

Alevi can, rıza ile yola girer. Hiç bir zorlama, hiç bir baskı söz konusu değildir. Rıza ile yola giren canın Aleviliğin gereklerini yerine getirmesi gerekir. Giriş musahiplikle başlar. Musahipler arasında gerçek anlamda rıza olursa toplumun rızalığını alır. Toplumda rıza olursa kişinin özünde rıza olur. Böylece üç rıza birleşmiş olur. El ele, el Hakk’a ulaşır. Alevilikteki bütün canlıların aynı özden geldiğinin bilinci ve inancı ile birliğe (tevhit) ulaşma arzusu, tüm canlılar arasında barışçıl bir umut oluşturmaktadır. İnsan ve doğa arasındaki denge, ancak bunun farkına varan ve bilincinde olan insanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi sonucu korunabilir.

Rızalık Şehri

İşte tüm rızalıkların yaşanabilir olduğu yer, mekan Rızalık Şehridir. Rızalık Şehri Alevi itikadında önemli bir yer tutar. Alevilerce ideal yaşamın örgütlendiği yer olarak görülür.

“Rıza Şehrinde Dış Kapılar Kilitlenmez. Rıza Şehrinde Şiddet yoktur.

Rıza Şehrinde Mutluluk ve Acılar paylaştırılır. Rıza Şehrinde Zorlama yoktur.

Rıza Şehrinde Yalan, dolan, fesat, kin ve iftira yoktur.

Rıza Şehrinde insanlar eşit statüdedirler, kimsenin üstünlüğü ve önceliği yoktur.

Rıza Şehrinde her şey Rızalık ile olur, Rızalık ile sağlanır.

Rıza şehri tasa ve kıvançta birleşen insanların şehridir. Rıza şehrine yoksullar doyurulur, çıplaklar giydirilir, yüzler güldürülür.”

Caferi Sadık’a ait olduğuna inanılan Buyruk’larda Rızalık Şehri detaylı olarak anlatılır. Aleviler arasında İmam Cafer Buyruğu, Menakıb-ı Evliya, Fütüvvetname ve Menakıb-ül Esrar Behçet-ül Ahrar gibi adlarla da tanınan Buyruk Abdülbaki Gölpınarlı’nın verdiği bilgilere göre bugünkü nüshaları 16. yüzyılda yazılmıştır. Şu ana kadar ele geçen en eski nüshanın Şah İsmail’in (Hatai) oğlu Şah Tahmasb (1524-1576) zamanında Bısati tarafından yazıldığı sanılmaktadır.

“…

Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Sofu şehrin bu düzenini görünce şaşa kaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı:

-Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, Büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza Şehrinden değilsin. Dünyalı olmalısın, dedi.

Sofu: “Evet bu şehirden değilim” diye karşılık verdi.

Fırıncı: Hele belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler.

Bizim şehrimizde para pul geçmez dedi. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar.

İçlerinden biri: Meclise götürelim ulular karar versin dedi. Diğerleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu. İçinden “paranın geçmediği bir şehir. Görevliler. ulular meclisi, şimdide büyük ne görkemli yerdir gör ulular meclisi diye” kurdu. Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bu kez de şaşa kaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı.

Görevliler Uluları Selamladıktan Sonra: “Bu Dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. ne yapalım?” diye sordular.

Ulular: “ Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Onu konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın! diye buyurdular.

Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler.

Sofuya kentte ne yapması, nasıl yaşaması gerektiğini anlattılar.

“Burada para pul geçmez, Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın” dediler, yeter ki rızalık olsun. “bunu unutma” diye uyardılar.

Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediği yerde yiyip içiyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri Karşısında buldu.

Görevliler: “Gidemezsin!” dediler. “Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?

Sofu: “Kuşkusuz razı kaldım, sağ olun! “ diye karşılık verdi.

Görevliler: “Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın

Sofu: “O ki töreniz böyle çalışayım” diye kabul etti.

Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Her sabah işine gidiyor, akşama dek çalışıp evine dönüyordu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan “Sen dünyalı mısın?” oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı…” (Buyruk)

 

YOL VE İKRAR

Temelde rızalık şehri ütopyasıyla yol yürüyen Aleviler kendilerini tanımlarken yol bir sürek bin bir diyerek farklı yollardan Rızalık Şehrine ulaşabileceklerine inanmıştır. Yerel, bölgesel ihtiyaca göre kendisini düzenlemiş, hukukunu belirlemiş, sosyal ve kültürel yapısını şekillendirmiştir. Her ocak kendi içinde ihtiyaçlarını belirlemiş, çözümleri de bu ihtiyaçlar üzerinden üretmiştir. Ana bir merkez, merkezi bir otorite yaratmamış ve hiçbir otoriteye de boyun eğmemiştir. Onun içindir ki bugün Aleviliği değerlendirirken birçok farklı durumla karşılaşabilmekteyiz.

El ele, el hakka diye başlayan cümlenin kendisinde eşitlikçi bir akiller (ru ispîler) topluluğuyla karşılaşırız. Talibin pire, pirin mürşide, her mürşidin bir pire ikrar verdiği Alevilikte, iktidarlar zümresinin yaratılmaması esas alınmıştır. Üretimde ve paylaşımda da Pirlere, Mürşitlere, Rehberlere özel ayrıcalıklar tanınmamıştır. Özellikle Pirlerin, Mürşitlerin mülk edinmeleri son yıllara kadar hoş karşılanmamış, bunun alt yapısını oluşturacak ilişkilerse reddedilmiştir. Hakkulak, çıralık gibi taliplerin pirleriyleki pirlerde başka bir pirin talibidirlerpaylaştıkları değerler sistemi, ihtiyaç sahipleriyle bölüştürmek üzere oluşturulmuş bir dayanışma kurumudur. Bunun son yılların kapitalist modernist sosyal ilişkiler içinde farklı yorumlanması gerçekliğiyle bağını koparmaz. Bu dayanışma ve paylaşım kurumunu değersizleştirmez. Aksine Aleviliğin bugüne taşınmasında oynadığı rol itibariyle önemini daha fazla hissettirmektedir. Pirlerinin özgürlükçü duruşunu güçlendiren bir olgu olarak çözüm üreten bir işleve sahip olmaktadır.

Aleviliğin temel sorunları, değerlerinden uzaklaştırılmak üzerine kurulu olan baskılar karşısında giderek direncinin kırılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Onu var eden değerlerin giderek itibar kaybetmesinden ve karşıtlarına benzeşme üzerine yürütülen çalışmaların hakimiyetini daha çok hissettirmesindendir. Şehirleşme, kapitalist üretim ilişkileri vs. gerekçelerle beslenen bu olgular Alevili karşıtlığı üzerinden var olan yapıların geçmişten beri uyguladıkları ve her dönem için farklılıklar gösteren Aleviliği bitirme planların bir parçası olarak bugünde uygulanmaktadır.

Alevi yol ve erkanın dağıtılması, ilişki ve yaşam biçimlerinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen asimilasyon politikalarının geçmişle ilişkileri ise derindir. İlgilidir. Benzerdir.

Aleviliğin bugüne gelen toplulukları içerisinde farklı resmedilecek kesimleri görebilmekteyiz. Bu topluluklardan Kızılbaşlık, Bektaşilik, Hakikatçilik, Ehli Hakçılık, Kakailik ilk akla gelenlerdir. Faklı bölgelerde farklı mecralarda sosyal, siyasal ve kültürel farklılıklar çizen bu toplulukların temel değerler konusunda aynı olduklarını söylemek mümkündür.

Beslendikleri felsefi kaynaklar aynıdır.

Kimisinin siyasi çatışmalar sonrasında şekillenmesi de söz konusudur.

Bektaşilik böylesine bir sürecin ürünü olarak örgütlendirilmiştir.

Özellikle Hacı Bektaş ile bir ilintisi olmayan ve 300 yıl sonra oluşturmaya, şekil verilmeye başlanan Bektaşilik, bir siyasal akımın temsili olmaktadır.

Özellikle günümüzde Türk Aleviliği olarak örgütlenmeye çalışılan Bektaşilik, 16. YY’da Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman etrafında kümelenen Alevileri kontrol altına alma akımı olarak Osmanlı tarafından örgütlenmiş ve yeniçeri ocağı ile bağları kurulmuştur. Osmanlı’nın vurucu gücü olan Yeniçerilerin, Bektaşi Dergah ve tekkelerine bağlı oldukları ortak kabul gören bir görüştür.

Aleviler arasındaki en büyük çatışmaların yaşandığı bu dönem, aynı zamanda Aleviliğin en çok saldırılara maruz kaldığı dönem de olmaktadır. Bilinen Yavuz Sultan selim katliamları bu süreçte yaşanmıştır. Bu dönemde 40 bin Alevinin katledildiğine inanılır. Bu katliamların yaşandığı dönemde Bektaşi Dergahının başına Balım Sultan getirilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın ilk eşinden kaynı olan Sersem Ali Baba, Hacı Bektaş Dergahı’ndan bu dönemde hizmet görmüş, Balkanlardaki en büyük dergah olan Harabati’ye can ve nefes vermiştir. Siyasi iktidarla iç içe geçmiş olan bu tarikat, kendi içerisinde de bir bölünme yaşamış, Hacı Bektaş geleneğine sadık olanlar Kalender Çelebi önderliğinde başlatmış oldukları başkaldırı, Nurhak’ta Çelebi’nin başının kesilmesiyle son bulmuştur.

Kalender Celebi ve arkadaşlarının katledilmesi sonrasında Bektaşi Dergahı tamamen Osmanlı kurumu olarak hizmet vermiştir. Bazı dönemler merkezi Osmanlı iktidarlarıyla çelişkiler yaşasa da sonuçları itibariyle devlet kurumu olarak itibar görmüştür.

Aynı şekilde Abdal Musa, Hamza Baba, Harabati, Şahkul, Karacaahmet gibi dergah ve tekkeler Alevilerin Osmanlı ile olan ilişkilerin bir uzantısı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Daha çok Osmanlın askeri kanadının manevi örgütlenmesinde görev almış, Osmanlıyla Aleviler arasında vergi toplama görevini üstlenmişlerdir. Osmanlıyla çelişkileri ise genelde iktidar nimetleri, bunların paylaştırılması üzerinden olmuştur.

Buna karşın gelenekçi Kızılbaşlar direnişlerini sürdürmüş, ulaşılmaz mekanları yurt edinmiş ve ortakçı yaşamlarını bu alanlarda sürdürmüşlerdir. Öyle ki Osmanlının biat için kullandığı Bektaşi Dervişlerine biat edenler, Kızılbaş ocakları tarafından Alevilerdeki en büyük ceza olan, düşkünlük ile cezalandırılmış, aşiretlerinden, bölgelerinden, yurtlarından sürülmüşlerdir. Ve itikadın Osmanlı müdahalesine maruz kalmaması için önlemler almışlardır. Bu durum Yeniçeri Ocağının Osmanlı tarafından lağvedilmesi sürecinde, Osmanlının Bektaşileri hedef alan katliamlar karşısında, Alevilere sığınan Bektaşilerin korunmasına kadar sürmüştür. Katliamdan kaçan Yeniçeri Ocağı mensupları Kızılbaşlara sığınmıştır. Kızılbaşlar içerisindeki Bektaşiliğin etkileri bundan sonra başlamıştır. Osmanlı karşısında kendisi bir mağdur olan Osmanlı saraylarında eğitim görmüş olan bu Bektaşiler, kullandıkları dil ve söylem itibariyle Alevilere yakın idiler. 1960’dan sonra bu kesim tamamıyla Alevilerin temsilcisiymiş gibi algı yönetimi geliştirilmiş, Osmanlı’da olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde de Bektaşilik Aleviler içerisindeki devlet inancı haline gelmiştir. Alevilik hiçbir şekilde itibar görmezken bile Hacı Bektaş Törenleri, en üst düzeyinde Cumhurbaşkanlık düzeyinde katılımlarla onore edilmiş ve kamuoyunda Bektaşilik, Alevilik olarak sunulmaya çalışılmıştır. Bugün Aleviliğin Türkiye Cumhuriyeti Devleti nazarındaki kabulü Bektaşilik olmaktadır. Bektaşilik de Alevilik olarak sunulmaktadır.

Kızılbaşlık Ocaklarını hedef alan onları itibarsızlaştırıp, Bektaşi Dergahı etrafında toparlamak yönündeki politikalar ise yeni değildir. Kimi çevrelerce sunulan “Dergahta Birlik” adı altında örgütlendirilmeye çalışılan durum Yavuz Sultan Selim tarafından hayata geçirilmeye çalışılan Kızılbaş ocaklarının Bektaşi tekkesine biat etmesinin sağlanılması üzerinden Osmanlıyla ilişkilendirilmesi çalışmasının devamı olmaktadır.

Alevilikte piramit şeklinde bir örgütlenme olmamıştır. Osmanlı yıllarca bunu dayatmıştır. Zaten Osmanlıda Aleviliğin hedef alınmasının temel nedeni de bunu reddetmesidir. Halifelik gibi bir kurumun varlığını örgütleyecek bir felsefi yapıya sahip olmamasıdır. Büyümek isteyen Osmanlı için Alevi dünya bakış açısı bir engel olarak görülmüştür. Yayılmacılığı benimsemeyen Alevilerle büyümek, fetihler yapmak ve ganimetler toplamak mümkün görünmüyordu. Hilafet Osmanlıya yayılma imkanı vermekte idi. Mantığı da yeni fetihlerin tüm kapılarını açıyordu. Engel olarak görülen Aleviliğinde benzer bir yapı içine çekilmesi için Bektaşilik adına örgütlenme yapılması ve tüm ocakların burada toplanması ile tehlike olmaktan çıkarılması hedeflenmiştir. Bunu da bizzat Yavuz Sultan Selim örgütlemiş, Balım Sultan şahsında Bektaşi Dergahını gerçekliğinden koparmıştır. Ve günümüze kadar Aleviler içindeki ayrılıkların temelini attırmıştır. Devletin Aleviler içinde sürekli hareket etmesine imkan ve kanallar yaratmıştır.

Bu durum halen Aleviler tarafından doğru bir temelde ele alınmış değildir. Alevi tarikat ve topluluklarının Alevilerin kendi tarihlerini yazamamış olmaları ve devlet tarafından önü açılan veriler üzerinden tarih okuması yapması asimilasyonun derinleşmesine de vesile olmaktadır.

Bugün devletin yok emek istediği Kızılbaş Alevi Ocaklarıdır Sarız’ı, Elbistan’ı, Pazarcık’ı, Adıyaman’ı, Malatya’yı, Elazığ’ı, Dersim’i, Erzincan’ı, Kığı’yı, Karlıova’yı, Hınıs’ı, Varto’yu içine alan bölgeyi, günümüz Aleviliğinin temel taşlarını oluşturan Kızılbaşlığın hakim olduğu bölge olarak anmak mümkündür. Bugün bu bölge, ister Trakya’da, ister Akdeniz ve Ege sahillerinde olsun, yaşayan Alevi değerlerinin toplandığı bir merkezdir. Ağuçanlılar, Baba Mansurlar, Üryan Xızırlar, Sarı Saltıklar, Dede Garkın, Şıh Ahmet gibi köklü ocaklar, Düzgün Baba Munzur, Ana Fatma gibi ziyaretler, bu coğrafyada hayat bulur, kendini korur, doğası ile bütünleşir ve yaşamını coğrafyasıyla eşitler.

Ali Kutê, Elif Ana, Mistê Tazi, Ocaxê Bakê, Tacımê Gir, Kakê İvik…

Sazın ahengi burada yankılanır, cemlerde söylenen deyişlerin, duazların, mersiyelerin arşivi burada ölümüne korunur ve saklanır. Aleviliğin doğayı kutsayan, insanı yücelten, iktidar hırsından uzak yaşamı burada hayat bulur, Rızalık şehrinin inşa edilmek istendiği coğrafya burasıdır. Devletin hakimiyetini, askeri olarak sağladığı,1940 yıllarına kadar bu coğrafya bu ocaklar, hayatın ihtiyaç duyduğu tüm değerleri yaratmış, örgütlemiştir. Üretimin yapılması, üretilenin paylaşılması ve vuku bulan anlaşılmazlıkların çözülmesi tamamıyla yerel bir hukuk içerisinde ve rızalık akdiyle burada çözülmüştür. Herkesin yaşarken eşitlendiği, doğanın sonsuz bir yaşam kaynağı olarak kutsandığı bu coğrafyada her ağaç, her dal, her su kaynağı bir ziyaret olarak tanrısal bir rol oynamıştır. Doğasını, insanını, komşusunu hep birlikte korumak için cem olma kültürünü hayatın akışı içerisinde sağlamıştır.

Hızır burada anlam bulmuştur. Tabiatın yeniden uyanışı, zorlukların aşılması, Hızırda ifadesini bulmuştur. Her kaynak Xızır’dır. Yaşamın kaynağı da Xızır’dır.

Artı değeri reddeden, ihtiyacı olmayanı üretmeyen ve tüketmeyen bir topluluk olarak Kızılbaşlar her zaman saldırıların hedefi olmuşlardır. İktidar olmak, artı değeri elinde toplamak isteyenler, bu kesime yönelik çeşitli söylemlerle, gerekçelerle saldırıda bulunmuş ve yok edilmesini kimi zaman temel bir amaç haline getirmişlerdir.

Bugün hala Kızılbaş ocaklarının varlığını sürdürebiliyor olması bu felsefi yaklaşımın ne kadar güçlü bir geçmişe sahip olduğunu bizlere göstermektedir. İyi ile kötünün doğru ile yanlışın ebedi kavgasında haklının, hakikatin ayakta durmasıdır.

Bugün kapitalist üretim ilişkileri ve onun artı değer üzerinden kurguladığı dünyası Alevileri hedef almıştır. 1960 sonrası Alevi yerleşim bölgelerinin dağıtılmasıyla Kızılbaş Alevilik şehirlerde Bektaşi dergâhları ve anlayışı içerisinde tüketilmek istenmiştir.

Tekleştirme siyasetinin bir parçası olarak Aleviler içerisindeki tüm diğer tarikatlar ve topluluklar, ulusal kimlikler yok sayılmıştır. Temelde anadili Kürtçe olan Kızılbaş Alevilerin anadillerinde ibadet yapmaları engellenmiş, bu siyasetin bir parçası olarak Alevi deyiş, nefes, duaz ve mersiyeleri “Türk Halk Müziği” adı altında Türkçe ile sunulmaya başlanmıştır. Devletin müdahil olduğu bu durum sonrasında şekillenmeye başlayan Cemlerin dili ve biçimi değişmiştir. Tamamıyla öze bağlı bir hizmet olan Cemleşme, şeklen bir ritüele dönüştürülmüştür. 12 hizmet adı altında yürütülen cemlerde karşılığı olmayan ve emeklerini toplumsal değerlerde ortaklaştırmayanlara dualar verilmeye, gülbanklar ezberletilerek Aleviliğin itiraz ettiği şekille bürünmesine vesile olunmuştur.

Devletten beslenen bu durum özellikle kentlerde Aleviliği ciddi bir şekilde tehdit etmekte, kendisinden uzaklaştırmaktadır.

Bugün Türk-İslamcı asimilasyona karşı dergahların, ocakların yeniden kimlikleriyle buluşması gerekmektedir. Aleviliğin kendisini gelecek nesillere aktarabilmesi dergahların, ocakların etrafında Pirlik kurumunun korunmasıyla mümkün olacaktır. Kürt Alevilerin temel dayanağı topraklarındaki ziyaretler, dergahlar, ocaklardır. Bunların yeniden işlev kazanması Aleviliğin geleceği açısından hayatidir.

Sonuç yerine; Alevi asimilasyonuna karşı olabilmek!

Alevi asimilasyonu sadece Alevilerin inançsal anlamda kendilerine yabancılaştırılması biçiminde olmamaktadır. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan diğer halklara mensup Aleviler üzerinde mensup oldukları kimlik anlamında da derin bir asimilasyon uygulanmaktadır. Türkçü ve inkârcı bir yaklaşımla Aleviler kimliklerinden de koparılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’de özellikle Kürt kökenli Aleviler, Arap kökenli Aleviler ve Balkanlardan göç etmiş çeşitli uluslardan Aleviler Türk kimliği içerisinde ırkçı bir anlayışla tekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Cumhuriyet döneminde birçok Kürt Alevi bölgesi katliama tabi tutulmuştur. Bu Alevi yerleşim bölgelerinin her birinde bir katliam gerçekleştirilmiştir. Katliamın yapılmadığı bir Kürt Alevi yerleşim yeri, bölgesi kalmamıştır. Halk katliamlarla, korkutularak, göç ettirilerek Alevilikleri unutturulmaya çalışılmıştır. Koçgiri ve Dersim’in hafızamızdaki yeri biliniyor. Maraş vahşeti, Madımak yangını herkesin gözlerinin önündedir. Bu bölgelerde Alevi ziyaretleri, dergâhları, kutsal mekânları insanlarıyla birlikte yok edilmek istendi. Vahşetin boyutu belgelerle de ortadadır. Hal böyle iken günümüzde görülmüştür ki; direngen Alevi süreği hakikat yolcuları hala ayakta durmaktadır. Sır bugün bu bölgelerde kendisini tüm zorluklara inkâra ve imhaya rağmen dışa vurmasını becermiştir. Nesilden nesile, kulaktan kulağa geçen hakikat yolu asimilasyon, inkâr ve imhaya karşı var olma mücadelesine girişmiştir.

Kimliğini ve inancını savunmanın araçlarını yaratmak için çabalamaktadır.

Alevi kurum, kuruluş, dergah ve ocaklar hangi gerekçeyle olursa olsun Kürt Alevilere karşı sorumlukluları vardır. Ve bu sorumluluklarına sahip çıkmak zorundadırlar. Bilinmelidir ki, Kürt Aleviler Baba İlyas’tan, Kalender Çelebi’ye, oradan Seyid Rıza’ya kadar her yerde ve her zaman, Alevi hakikatinin, felsefesinin emekçileri var edenleri ve bu kadim inancın kadim üyeleri, kanlarıyla katık olanlarıdır. Emek sahibidirler. Bedenler ve başlar bu yol uğruna düşmüştür Mezopotamya coğrafyasında. Kendi dillerinde ibadet başta olmak üzere, Kürtçe’nin yaşatılması Kürt kimliğinin ve kültürünün asimilasyonun reddedilmesi gibi sorumlulukları vardır. Ocaklarımızın bağlılığı çok derindedir. Ocaklarımızın birbirine karşı sorumlulukları Pir ve Mürşit ilişkileri vardır. Bu ilişkiler, toplumsal saygı eşitlik üzerine kuruludur. Örneğin Türk kökenli Alevilerin en bildik ocaklarından Hubyar Sultan Ocağı’nın Mürşit kapısı Üryan Xızır ocağıdır. Üryan Xızır Kürt Alevilerinin ocağıdır. Baba Mansur, Ağucan, Derviş Cemal gibi… Onun için hak ve hakikat için eğer bugün Üryan Hızır Ocağı kimliğinden, kültüründen, kullandığı dilinden dolayı baskıya asimilasyona maruz kalıyorsa, Hubyar ocağının görevi, Mürşidine sahip çıkmaktır. Eğer sahip çıkamıyorsa hak olmayı inkâr etmiş olur ki; hakikat yolunun yolcularında inkâr söz konusu olamaz, düşkünlüktür.

Hakikat, Kerbela’da Hüseyin gibi yolun sahibi olmaktır. Hiçbir siyasi beklenti, neden, hakikatten ayrılmaya vesile, gerekçe olamaz. Onun içindir ki; Aleviler Hallacı Mansur gibi, Nesimi gibi, Şuhreverdi gibi canlarını verirken hakikatten taviz vermemişleridir. “Gönül kalsın, yol kalmasın” demişlerdir.

Eğer bugün Kürt Alevileri imha ve asimilasyonla karşı karşıyalar ise, Balkanlardan Karadeniz’e, oradan Arap yarımadasına tüm Alevilerin sahip çıkması bir hakikat görevidir. Bunun tartışılacak bir tarafı yok. Kürt Alevilerinin var olma mücadelesi, ayakta durma mücadelesi bu anlamda hakikate bağlılığımızın ölçüsü, terazisidir. Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” desturu, hakikatin mecburi bir yol kuralıdır. Onun için Kürt Alevi kimliğinin inkârı, asimilasyonunun önüne geçmek tüm Alevilerin boyun borcudur.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.