Ulus bugüne kadar, kapitalist modernitenin bir ürünü ve daha çok da yaratımı olarak ele alınmış olsa da özünde kapitalizmden bağımsız bir toplumsal form olmaktadır. Bu nedenle de ulusun gelişiminin kapitalist aşamaya denk gelmiş olması ulus açısından bir talihsizliktir. Bu “talihsizliği” ancak demokratik ulusun inşası talihe dönüştürebilir. Özgürlük mücadelelerinin nice bedellerle elde ettiği kutsallıkların iktidarla, sınıfla, devletle mayalandırılarak lanetlendirilmesi, aslında toplumsal varoluşa indirilmiş en büyük darbedir. Ulusla devletin, toplumla devletin özdeşleştirilmesi belki de insanlığın başına örülmüş en zehirli oyundur. İnsanlığın hafızasında yer edinmiş tüm tanım ve kavramları iktidardan boşandırmak, düşünceyi ilahlardan azade etmenin en temel yöntemi oluyor. Yanlış hayatlar kesinlikle yanlış düşünüş ve zihniyetlerin ürünüdür. Zihniyette yaşanılan sapkınlık ve başkalaşım, toplumsal sistemlere olduğu gibi sirayet etmektedir. Ulus- devlet Leviathan’ı da bu zihinsel sapmanın en hastalıklı imalatıdır.
İnsanlık tarihi toplumsallaşmayla beraber çok çeşitli toplumsal formlar biçiminde kendisini var etmiştir. Bu toplumsal şekillenişler birer kimlik olarak kendini tanımanın ve tanımlamanın araçları olmaktadır. İlk toplumsal biçimin klan olduğu bilinmektedir. İnsanlığın en uzun süreyle yaşadığı toplumsal biçim olan klan, toplumun kendi kimliğini oluşturma çabası olarak tanımlanmaktadır. Klanla beraber topluluk kendini tanımlamakta ve anlamlandırmakta, gerek kendi iç ilişkilerinde gerekse de diğer klanlarla olan ilişkilerindeki statüyü belirlemektedir. Bu da kendisi ile diğerleri arasındaki farkı belirgin kılmaktadır. Daha sonra gerçekleşen tüm toplumsal formlar bu çabanın bir ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Her yeni toplumsal şekilleniş genişleme, karmaşıklaşma yönünde özellikler gösterse de, özünde kendini tanımlama ve tanıtma yanı ağır basan bir ilerleme seyri izlemiştir. Toplumda sürekli olarak var olan bu toplumsal kimlik arayışları değişen üretim teknikleri ve tarzları, zihniyet yapıları, nüfus, coğrafik koşullar vb. unsurlara da bağlı olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu nedenlerden kaynaklı olarak da her insan topluluğu bütün toplumsal biçimleri aynı düzeyde yaşamadığı gibi her toplumsal biçimin bütün topluluklarda yaşandığı da iddia edilemez. Bu güne kadar insan topluluklarının yaşadığı klan, kabile, aşiret, kavim ve ulus biçimlerinin her toplumda aynı düzeyde ve aynı gelişim seyri içerisinde yaşanmadığı bir gerçektir. Toplumların kendi özgünlüklerini ifade eden koşullar içerisinde her topluluk bu toplumsal formları değişik süreçlerde ve farklı düzeylerde yaşamışlardır. Ulus, kavram olarak klan, kabile ve akraba aşiretlerin kavim, halk veya milliyet oluşumlarından sonra gelen ve kendini en çok dil ve kültür benzerliğiyle karakterize eden toplum biçimlenişidir. Kabile ve kavim toplumuna göre ulusal toplumlar daha kapsayıcı, geniş hacimli; bu nedenle de gevşek bağlarla birbirine bağlı insan topluluklarıdır. Genel bir tanımı yapılırsa ortak bir zihniyeti paylaşanların topluluğudur. Yani zihnen var olan bir olgudur. Sosyolojik anlamda doğru olan da bu tanımdır. Sınıf, cins, renk, etnisite hatta farklı ulus kökenliliğine rağmen en genelde yaşanan ortak bir zihniyet, kültür dünyasının oluşması ulus olmak için yeterlidir.
Toplumsal Doğanın Çeşitliliğine Göre Oluşan Kimlikleşmeler
Burada ilk elden yapılması gereken ulusu bir kimlik olarak tanımlamaktır. Doğadaki her varoluş gibi toplumsal varoluşun da kendini tanımlama ihtiyacı kaçınılmazdır. Bu güne kadar tüm toplumlar kendilerini bir kimlik etrafında tanımlamışlardır. Kimlik toplumun kişiliğini, maneviyatını, duygularını, düşüncelerini tarif etmesi, bunlar etrafında kendi bireylerini oluşturması, yaşam tarzını belirlemesidir. Kimliği bir toplumun anlam gücü ve ruhu olarak tanımlamak da mümkündür. Kimlik ne bir sınıfın, ne bir kesimin ne de bir zümrenin insafına bırakılabilir. Toplumsal bir kimliğin demokratik bir hal alabilmesinin tek yolu tüm topluma mal olması, tüm toplumu temsil etmesi ve onu oluşturan tüm unsurların kendilerini bu kimlik içerisinde bulmalarıdır. Kimlikleşmeler, toplumsal doğanın çeşitliliğine göre şekillenmek durumundadır. Öyle olmazsa toplumların yaşam damarları kurur. Yeşilden griye dönerler. Herkes bu kimlikle kendi yaşamına bir anlam biçer ve bu kimliğin gereklerine göre yaşamına bir doğrultu kazandırır. Kimlikler, toplumların farklılıklarını ifade eden künyeleridirler. Toplum, tüm bileşenleri ile kendisini bu kimlik içerisinde ifadelendirebildiği ölçüde kimliğin demokratikleştiğinden bahsedilebilir. Ulusal gelişmeye yol açan koşullardan da anlaşıldığı gibi toplumsal kimlik genişlediği, kapsayıcılığı arttığı ve daha fazla ortaklaşmaya olanak sağladığı oranda ulus formu gelişmektedir. Bir başka deyişle farklılıkların özgürlük temelindeki birliği, demokratik ulusun toplumsal ruhu ifade etmesinin ön koşulu olmaktadır. Bu kapitalizmin tek etnik grup üzerinden milliyetçiliğe dayalı uluslaştırma sürecine karşı aksi bir uluslaşmayı ifade eder. Tek tipleştirici değil çeşitliliklerin zenginliğine dayalı bir uluslaşma, demokratik uluslaşmanın oluşum temelidir. Ulus-devlet toplumu homojenleştirir, topluma mühendisvari yöntemlerle zorla elbise giydirmeye çalışır. Homojenleştirmenin özü kültür kırımıdır. Toplumların kimlikleri en fazla kültürlerine aks eder. Bir toplumun kültürünün tekleştirilmesi, o toplumun çoraklaşmasıdır. Her ulus-devlet, kültür erozyonuna neden olduğu için toplum kırımcıdır. Ulus-devlet, toplumsal sorunu bir iken bin yapar. Nedeni de iktidar aygıtını toplulukların kılcal damarlarına kadar yaymasıdır. İktidarın kendisi sorun üretir. Sermayenin zor biçiminde örgütlenmiş potansiyel karakterlerinden ötürü baskı ve sömürü olarak toplumsal sorun üretir. Ulus-devletin amaçladığı homojen ulus toplumu ancak iktidarla tüm uzuvları testereyle eşitlenmiş organları gibi yapay ve şiddet yüklü sahte eşit (sözde hukuken) yurttaş inşa eder. Kapitalist modernitenin ulus-devlet olarak örgütlenmesi, ekonomik tekel olarak örgütlenmesinden daha baskıcı ve sömürücü rol oynar.
Her Şeyin Özgür Bir Topluma Adanması
Demokratik ulus ise özgürlüğe ve eşitliğe en yakın ulustur. Bu tanımı gereği özgürlük ve eşitlik arayışı olan toplumların ideal ulus anlayışıdır. Kapitalist modernitenin ve esinlendirdiği sosyoloji biliminin demokratik ulus kategorisini işlememesi yapısallığı ve ideolojik hegemonyası gereğidir. Demokratik ulus, sadece zihniyet, kültür ortaklığıyla yetinmeyen, tüm üyelerini demokratik özerk kurumlarda birleştiren ve koordine eden ulustur. Belirleyici olan bu yönüdür. Demokratik, özerk yönetim tarzı demokratik ulus olmanın başta gelen koşuludur. Bu yönüyle ulus-devletin alternatifidir. Devlet yönetimi yerine demokratik yönetim büyük bir özgürlük ve eşitlik imkânıdır. Liberal sosyoloji, ulusu esas olarak ya kurulmuş bir devletle ya da devlet kurmayı amaçlayan bir hareketle özdeşleştirir. Reel sosyalizmin bile bu yönlü arayışı liberal ideolojinin gücünü gösterir. Marksizm’in ve genel olarak sosyolojinin ulus-devletteki baskı ve sömürü bağlantısını görememesi veya çok sıradan bir üst yapı kurumu olarak sunması temel bir eksiklik ve çarpıtmadır. Sınıf ve maddi sermaye tahlili ulus-devletten uzak, bağımsız yapıldığında en bayat, verimli bir toplumsal sonuç üretmeyecek soyut bir genelleme yapılmış sayılır. Reel sosyalizmin başarısızlığının temelinde bu soyutlama yatar.
Demokratik ulusun, alternatif modernitesi demokratik modernitedir. Tekelcilikten kurtulmuş ekonomi, çevreyle uyumu ifade eden ekoloji, doğa ve insan dostu teknoloji demokratik modernitenin, dolayısıyla demokratik ulusun kurumsal temelidir. Ulusal toplumlar için koşul olarak ileri sürülen ortak bir vatan, pazar olguları maddi birer unsur olarak ulusun belirleyici nitelikleri sayılmaz. Şüphesiz vatan ve pazar, devlet-ulusu için çok güçlü tahkim araçlarıdır. Vatan ve pazar uğruna tarihin en kanlı ve en çok savaşlarına yol açmışlardır. Vatan, mülk olarak ve pazar, kârın gerçekleştiği alan olarak çok değerlidir. Demokratik ulusun vatan ve pazar anlayışı değişiktir. Vatanı değerli sayar çünkü ulus zihniyeti ve kültürü için büyük bir imkândır. Anısında yer almadığı bir zihniyet ve kültür düşünülemez. Fakat kapitalist modernitenin fetişleştirdiği ülke-vatan kavramını toplumdan öncelikli kılmasının kâr amaçlı olduğu unutulmamalıdır. Her şey vatan için anlayışı faşist bir ulus anlayışından kaynaklanır. Her şeyin özgür bir topluma, demokratik bir ulusa adanması daha anlamlıdır. Bunu da tapınç düzeyine getirmemek gerekir. Asıl olan yaşamın değerli kılınmasıdır. Vatan, ulus birey yaşamı için sadece bir araçtır. İdeal değildir. Devlet ulusu homojen toplum peşinde olduğu halde demokratik ulus ağırlıklı olarak farklı kolektivitelerden oluşur. Farklılıkları zenginlik olarak görür. Yaşamın kendisi de zaten farklılıkla mümkündür. Tornadan çıkmış vatandaş olmaya zorlayan ulus-devlet bu yönüyle de yaşama terstir. Bu yönüyle aslında hiçliğe koşar. Demokratik ulusun vatandaşı, üyesi farklı olup, bu farklılığını farklı topluluklardan alır. Kabile ve aşiret varlıkları bile demokratik ulus için zenginliktir. Dil, şüphesiz kültür kadar ulus için önemli olmakla birlikte zorunlu bir şart değildir. Farklı dillerden olmak aynı ulustan olmaya engel değildir. Her ulusa bir devlet ne kadar gereksizse her ulusa tek bir dil, şive de gereksizdir. Ulusal dil gerekli olmakla birlikte olmazsa olmaz bir şart değildir. Farklı dil ve lehçeleri de demokratik bir ulus için zenginlik saymak mümkündür. Fakat ulus-devlet katı bir biçimde tek dil dayatmasını esas alır. Çok dilliliğe, hele resmi çok dilliliğe kolay uygulama şansı vermez. Ulus teorisi söz konusu edildiğinde önemle kritik edilmesi gereken husus kutsallaştırılmaması, tanrısallaştırılmaması gerçeğidir. Kapitalist modernite geleneksel din ve tanrı anlayışlarının yerine bizzat ulus-devlet tanrısallığını inşa etmiştir. Milliyetçilik ideolojisi ulus-devletin dinidir. Dolayısıyla kutsallaştırılmış vatan, ulus, pazar kavramlarıyla birlikte ulus-devlet kurumlarının benzer kutsallaştırılmasının temelinde kapitalist modernitenin azami kâr kanununu mümkün kılan ideolojik hegemonyası vardır. Çağımızda ulus-devlet sembollerinin temel sloganlarının tek bayrak, tek dil, tek vatan, tek devlet, üniter devlet biçiminde kulakları sağır edercesine, gözleri başka renkli bayraklardan alerji duyup küçümsercesine zihniyet dünyasını monolotik hale getirip sakatlarcasına, ulusal şovenizmin her gösteride özellikle spor ve sanat etkinliklerde şahlanırcasına ritüel haline getirilmesi, milliyetçilik dininin ibadetleri olarak yorumlanmalıdır.
Ulusal Kimlik Anlayışı Açık Uçludur
Demokratik ulus tüm bu hastalıkları en az yaşayan ulus modelidir. Yönetimini kutsallaştırmaz. Basit bir yönetim olgusu olarak günlük yaşamın hizmetindedir. Herkes gereklerini karşıladığında bir memur olarak yönetici olabilir. Yöneticilik değerlidir ama kutsal değildir. Ulusal kimlik anlayışı açık uçludur. Kapalı bir din üyeliği, müminliği gibi değildir. Bir ulusa mensup olmak ne bir ayrıcalık ne bir kusurdur. Birden fazla ulusa mensup olunabilir. Daha doğrusu iç içe geçmiş farklı ulusallıklar yaşanabilir. Vatan, bayrak, dil değerli olmakla birlikte kutsal değildir. İç içe ortak vatanı, dilleri, bayrakları zıtlıklar biçiminde değil dostluklar biçiminde de yaşamak sadece mümkün değil tarihsel-toplum yaşamının da bir gereğidir. Halkların kültürleri anonimdir, toprakları ortaktır, aşları birdir. Sınırlara tel örgüler çeken, kültürleri yok eden, ekmeği hepimizin olmaktan çıkaran ulus- devletin tanrılarıdır. Yoksa bu kadim topraklarda herkese yer var. Halklar binyıllarca birlikte yaşamışlar, birbirlerine kız alıp vermişler, beraber türkü tutturmuşlar, beraber halaya durmuşlar. Bu ahengi bozan tekçilik naralarıyla, milliyetçilik zehrini saçanlardır. Bu zehir ki bin yıllardır karabasan gibi üzerimize çökerek, toplumların vicdanlarını, ahlaklarını, en önemlisi de ortak yaşam kültürlerini bitirmektedir. Her gün birbirimizin yüzüne daha fazla bakamaz oluyoruz. Her gün aramızdaki nifak tohumları daha fazla büyüyor. Her gün birbirimize daha fazla yabancılaşıyoruz. Bu cehennemin tek çıkış yolu, yani cenneti her birimizin farklılığıyla birlikte bir ağaç gibi tek ve hür bir orman gibi kardeşçe yaşamasıdır.
İktidar Kaynaklı Tüm Hiyerarşik Yapılardan Kurtuluş
Çözümleyici bir model olarak demokratik ulus modeli, devlet-ulusçuluğunun mezbahaya çevirdiği toplumsal ilişkileri yeniden demokratikleştirip uzlaştırıcı, barışçı ve hoşgörülü kılar. Ulus-devletin demokratik ulusa doğru evrilmesi muazzam kazanımları beraberinde getirir. Öncelikle şiddet yüklü toplumsal algıları doğru bir toplumsal bilinçle yumuşatıp insancıl (akıllı ve duygulu empatisi olan insan) kılar. Şüphesiz bunda şiddet içerilmiş sömürü ilişkilerini tümüyle ortadan kaldırmazsa bile epey azaltarak; daha eşit ve özgür bir toplum olanağını ortaya çıkararak gerçekleştirir. Sadece kendi içinde barışı ve hoşgörüyü geliştirmez aynı zamanda dışta diğer uluslara karşı da baskı ve sömürü yüklü yaklaşımlarını ortak çıkarlara, sinerjiye dönüştürerek bu misyonunu gerçekleştirir. Demokratik ulus içinde toplumun iktidar kaynaklı tüm hiyerarşik yapılardan kurtarılarak, herkesin karar almada ve yürütmede söz ve eylem hakkının olduğu katılımcı, kolektif ve komünal bir yaşam tarzının tüm topluma hâkim kılınması, tüm birimlerin ahlaki ve politik toplum biçimine dayalı gönüllü katılması muazzam bir güç açığa çıkarır. Yine analitik zekâ ağırlıklı gelişen ataerkil, cinsiyetçi yapıların yıkılarak analitik ve duygusal zekânın dengesine dayalı bir anlayışla kadının, toplumsal yaşamdaki duyarlı, yapıcı ve üretken özellikleri üzerinden toplumsal yaşama öncü konumunda katılımının gerçekleşmesi, topluma muazzam bir güç kazandırır. Doğanın salt bir nesne olarak algılanması sonucu ortaya çıkan tahakkümcü yaklaşımlara son vererek doğayla iç içe, uyumlu, faydalandığı ölçüde doğaya karşı sorumluluklarının da bilincinde olan ekolojik bir yaşam tarzının tüm topluma hakim kılınması bu sistemle sağlanır. Dil, inanç ve etnisiteye dayalı bütün farklılıkları tehlikeli ve tehdit edici unsur olarak algılamaktan vazgeçerek, çeşitlilikleri özgürlüğün en temel bir gereksinmesi biçiminde ele alıp, onları ortadan kaldırmak yerine yaşatma, ilerletme ve açığa çıkarmaya dayalı çabaların en temel demokratik faaliyetler olarak yaşam bulması, demokratik uluslaşmayla mümkündür. Toplum içerisinde iktidar sonucu oluşan her türlü sınıf, tabaka, zümre vb. kategorize eden yapıları reddederek ilgi, yetenek ve ihtiyaca dayalı toplumsal işbölümünün esas alınması, toplumu oluşturan her bireyin bu çerçevede toplumsal yaşama, üretime ve örgütlenmeye katılması bu formda gerçekleşir.
Özgürleşen Kadın Özgürleşen Toplumdur
Demokratik uluslaşma sürecinde kadın özgürleşmesi büyük önem taşır. Özgürleşen kadın özgürleşen toplumdur. Özgürleşen toplum ise demokratik ulustur. Toplumun köleleştirilmesi kadının köleleştirilmesiyle başlamıştır. Bu en derin, en katmerli, en eski kölelik çözülmeden, ne kölelik, ne de özgürlük tanımlanabilir. Tarihin en eski sömürgesi olan kadının kurtulmasıyla, toplum özgürleşecektir. Salt sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması mücadelesiyle özgürlüğün gerçekleşmediğini, insanlığın mücadele tarihi bize fazlasıyla öğretmiştir. Araçların amaçların yerine geçmesi toplumların başına felaketler getirmiştir. Özgürlük uğruna mücadele edenlerin bu tuzağa girmeleri, bu tuzağın handikapları içinde sistemlerini örmeleri ise tam bir benzeşme halini ortaya çıkarmıştır. Devletçi uygarlığın karşısında olmak, ona karşı mücadele etmek, binlerce hatta milyonlarca bedel ödemek, bu ceberut sisteme karşı olunduğu anlamına gelmez. Karşıtlık alternatif olmayı, özgürlükçü bir sistem kurmayı amaçlamıyorsa, madalyonun diğer yüzü olmanın ötesine geçilemez. Amaca aynı yollardan yürünülürse eğer gidilecek yer de aynı olur. Yollar sadece amaca giden hatlar olmuyor. Yolcu yol ve yolun amacı arasındaki ilişki tek bir bedende bütünleşmek zorundadır. Amacın temiz, yolun puslu ve kirliyse yolun sonunda ütopyalarının yerine kırılan hayalleri ve umutları görürsün. Reel sosyalist hareketler de devletçi- iktidarcı paradigmayı aşamadıkları için bu ölümcül girdabın içinde ya yok olmuşlar ya da en kötüsünden bir benzeşmeyi yaşamışlardır. Kadın sorunsallığını da hep devrimin sonrasına ötelemişlerdir. Devrimlerin başarısızlığının en temel nedenlerinden biri de özgürlüğü devlet kurmakla özdeşleştirmeleri, toplumsal kurtuluşu ise kadın özgürlüğünün dışında aramalarıdır. Ulusun devletsiz düşünülmemesi kadının kocasız düşünülmemesi gibidir. Bu zihniyet yapısı kümülatif bir halde rahibin tapınağından, panteona, tek tanrılı dinlerden, ulus devletin dinleri olan milliyetçiliğe, bilimciliğe, kadar sürüp gelmiştir. Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü, iktidarın genetiğini oluşturur. İktidarın soy kütüğünün başında kadının evine giren hırsız görülmezse, iktidar ne çözümlenir, ne de aşılır. Doğanın, toplumların, kültürlerin, sömürülmesi bu gen üzerinden yükselmiştir. İşte o yüzden en dipteki nefes almalı, kanatlanmalı, uçmalı ki, toplum da gün yüzüne kavuşabilsin, güneşe selama dursun. İktidarların donmuş aklının çemberini kırarak, toplumsal aklına ve duygusuna erişsin.
Zihniyetin Fikir Babası Aynı Kaynaktır
Toplumsal kurtuluş en eski sömürge olan kadının kurtuluşuyla gerçekleşecektir. Toplumsal varoluşun tüm gözeneklerine sızmış, topluma içerlenmiş bu kölelik biçimini tanımlamadıkça, aşmadıkça, alternatifini oluşturmadıkça, özgürlüğün sağlanamayacağı aşikârdır. Milliyetçilik nasıl toplumsal çeşitliliği öldürmüşse, cinsiyetçilikte toplumsal ilişkilerin oluşturanı olan kadın erkek ilişkilerini öldürmüştür. Özneleştirilen erkek, nesneleştiren kadın ikilemi üzerinden oluşturulan toplumsallıkla (aslında yok edilen toplumsallık) tam anlamıyla toplum kırım gerçekleşmiştir. Dolaysıyla cinsiyetçilikte bir çeşit milliyetçiliktir. Daha doğrusu toplumun genetiğini bozan bu üç ideolojik fethin özü aynıdır. Bu ideolojik fethin ilişki biçiminde, farklılığını var etme üzerinden bütünleyen, tamamlayan, besleyen bir ilişki düzeneği yoktur. Uluslar, dinler ve cinsler arası ilişkilere damgasını vuran iktidarcılıktır. Aslında ilişkinin mayası karılaştırmadır. Kadın erkek ilişkilerindeki egemenlik ve kölelik ikilemi yaşamın her alanına indirgenmiştir. Tek ulus, tek bayrak, tek vatan safsatası erkek aklının ürünüdür. Tekçilik milliyetçiliktir, dolayısıyla cinsiyetçiliktir. Kadını ezen, hiçleştiren bir zihniyet yapısı ulusları da yok sayar, ötekileştirir, kimliksiz bırakır. Bu zihniyet formunu aynı fabrikadan çıkan defolu mala benzetmek de mümkündür. Zihniyetin fikir babası aynı kaynaktır. Bu kaynak toplumları çoraklaştırır, birbirine düşürür, yaşamı yaşanılmaz hale getirir. Her fethin uygulama alanları farklı olabilir fakat ektikleri birdir. Ekilenden renksizliğin, tekçiliğin ve egemenliğin biçildiği aşikârdır. Bu bağlamda cinsiyetçilik tarih boyunca da uygarlık sistemlerinin en çok kullandığı (ahlaki ve politik topluma karşı) silah olmuştur. Kadının çok amaçlı sömürgeleştirilmesi bunun en çarpıcı örnek anlatımıdır. Zürriyet üretir, ücretsiz işçidir, en kahırlı işlerin sahibidir, en uysal köledir. Cinsel arzunun süreklileştirilmiş nesnesi durumundadır. Reklâm aracıdır. En değerli metadır, metaların kraliçesidir. Erkeğin sürekli tecavüz aracı olarak iktidarını gerçekleştiren fabrikası görünümündedir. Güzellik, ses (süs) nesnesi olarak, erkek egemen toplumun manevi olarak da sürdürücüsüdür. Kadın tüm bu yönleriyle erkek toplumun içindeki konumuna azami olarak ulus-devlet yapısı içinde kavuşur. İlahe olarak ulus-devlet toplumundaki imge kadın (ortak kadın kimliği, tasavvuru), görünüşte bir tapınç malzemesidir. İlahe olarak kadın, en hakarete uğramış ve alçaltılmış kadındır. Ulus-devlet toplumundaki cinsiyetçilik bir yandan erkeği azami iktidarlaştırırken, kadın şahsında toplumu en dipteki sömürge haline dönüştürür. Bu anlamda kadın ulus-devlette en geliştirilmiş, tarihsel-toplumun sömürge ulusu konumundadır.
Nüfus sorunu cinsiyetçilik, aile ve kadınla yakından bağlantılıdır. Daha çok nüfus, daha çok sermaye demektir. ‘Ev kadınlığı’ nüfus fabrikasıdır. Sisteme çok ihtiyaç duyduğu en değerli malları, ‘dölleri’ üretme fabrikası da diyebiliriz. Maalesef tekelci egemenlik altında aile bu duruma sokulmuştur. Tüm zorluklar kadına çıkarılırken, malın değeri ise sisteme en değerli hediyedir. Artan nüfus en çok kadını mahveder. Hanedanlık ideolojisinde de böyledir. Modernitenin en gözde ideolojisi olarak ailecilik, hanedanlığın vardığı son aşamadır. Tüm bu hususlar fazlasıyla ulus-devletçiliğin ideolojisiyle de bütünleşmektedir. Ulus-devlete sürekli evlat yetiştirmekten daha değerli ne olabilir? Daha çok ulus-devlet nüfusu, daha çok güç demektir. Demek ki, nüfus patlamasının altında sıkı sermaye ve erkek tekellerinin hayati çıkarları yatmaktadır. Zorluk, kahır, hakaret, acılar, suçlamalar, yoksulluk, açlık kadına; keyfi kazancı ise ‘bey’ine ve sermayedarınadır. Tarihte hiçbir çağ günümüzdeki kadar kadını çok yönlü bir istismar aracı olarak kullanma güç ve deneyimini göstermemiştir. Kadın ilk sömürge ulus, ilk ezilen sınıf olarak tarihinin en kritik anını yaşamaktadır.
Toplumsal Aşk ve Kadın Yoldaşlığı
Hâlbuki köklü özgürlük, eşitlik ve demokratlık yüklü bir felsefeyle kadınla düzenlenecek yaşam ortaklığı; güzelliği, iyiliği ve doğruluğu en mükemmel düzeyde sağlanabilir. Fiziki çoğalmadan ziyade zihinsel ve ruhsal güçlenme toplumsal aşkın doğasını sağlar. En güç olan ilişki, cinsiyetçiliği aşmış kadın dostluğu ve yoldaşlığıdır. Kendini ideolojik ve politik olarak üretmesi, fiziksel çoğalmayı değil zihinsel ve ruhsal güçlenmeyi sağlaması erkek açısından demokratik modernitenin inşa gücü olmayı getirecektir. Kadını anne, eş, kız kardeş ya da dost, ahbap, sevgili potansiyeli olarak görmek aşılması gereken bir bakış açısıdır. Tüm bu tanımlamalar cinsiyetçilik eksenli gelişen yaklaşımlardır. Bu aşıldığı oranda kadınla yoldaş olunabilir. Kadınla yoldaş olmanın temelinde kadınla felsefi temelde ilişkilenme vardır. Kadınla düşünce düzeyinde bir ilişki geliştiremeyen, hakikat bütünlüğünü paylaşamayan, anlık zevklerin ya da adı dahi konulmayan gizli tatminlerin konusu yapan yaklaşımların aşılması devrimseldir. Bunlar aşıldıkça demokratik modernite gelişebilir.
Bu ilişki düzeneği aşılırsa, toplumlar güzelleşir, farklılıklar yeşerir, yaşam özüne kavuşur. Yaşam bu ilişkinin çarpıtılmasıyla bozulduğu için yeniden örülüşü de bu ilişkinin düzelmesiyle gerçekleşecektir. Eğer hayat böyle oluşursa ne toplumların kültürleri, ne inanç dünyaları, ne de ilişkileri çarpışır. Egemen-ezilen ilişkisinin yerine, birbirini özneleştiren, birbirini bütünleyen zihniyet örgüsü kurulursa, çatışmanın yerini uyum ve ahenk alır. Birbirini bitirmenin bitmesi, birbirini yaşatmanın zeminine dönüşür. Kadın ve erkek ilişkilerinin özgür eş yaşam ölçüleri ekseninde yeniden düzenlenmesiyle toplumsal ilişkiler de verimlilik oluşur. Bu ilişkinin kadın eli, duygusu ve aklıyla kuruluşu, demokratik ulus toplumsallığını tanımlar. Bu toplumsallıkta kadın sadece ve sadece kendi kendisinin (Xwebûn) olmalıdır. Hatta sahipsiz olduğunu, tek sahibinin kendi kendisi olduğunu bilmelidir. Bu sağlanırsa kadının gücü ve enerjisi, sinerji olup, topluma akar. Erkek egemenlikli sistem kadını her yönüyle güçsüzleştirdiği, hapsettiği için kadın kendini tanıyamamakta, varlığını tanımlayamamaktadır. Toplumsallaşmanın, insanlaşmanın öznesinden, kaburga kemiğinden yaratılana indirgenmesi, cennetten kovulması, şeytanlaştırılması, cadılaştırılması, sonrasında da hiçbir mahremiyetinin bırakılmayıp, sere serpe her yönüyle metalaştırılması, eril tarih akışı içinde bu düşüşün, cinsiyetçilikle yoğrularak, sürekli derinleştirilmesi kadını kendine yabancı hale getirmiştir. Başlangıçtaki ‘BEN’in tanrıça güzelliği ve bilgeliği üzerine dincilikle derinleştirilmiş cinsiyetçi operasyonlar düzenlendiği için kadının kendine ait hafızası, benliği dumura uğramıştır. Kadın kapitalist sistem içinde de daha korkunç bir kullanım nesnesi haline getirilmiştir. Her yerdedir, her şeyin üstündedir, sunandır, sunulandır. Özcesi metalaştırmanın en temel öznesidir. Kendisinden çıktığı, kendisi olmadığı için her yerdedir. Bu yüzden her şeyden önce kendisini bilmeye, kendisinin olmaya ihtiyacı vardır. Böyle olursa özgürlüğün toplumsallığı gelişir. Kadın zihnindeki evcil çitlerden bilincini ve ruhunu azad ederse, toplumsal kurtuluş içindeki rolünün farkına erişebilir. Kadın köleliği öylesine derinleştirilmiş, kanıksanmış, içselleştirilmiş ki, sahibi olmadığında bile ruhunda o kölecil duygunun izlerini yaşar. Bunun için her şeyden önce kendine ait bir odasının, kendisine ait bir anlam ve ruh dünyasının oluşması gerekir. Kadın ulus devletin kutsal ailesinin zürriyetini sürdüren, aile reisi ve çocukların bakıcısı değildir. Zaten ömür boyu kadının boynuna asılmış, mezara kadar onun işi olarak görülen fakat işten sayılmayan, görünmeyen, ölçülmeyen, tartılmayan bu kutsal alınterinin hikâyesi de analık kadar eskidir. Kapitalist modernitenin, atomize olmuş, başkalaşmış, güdülerin pençesinde kıvranan toplum kırımının aracı da değildir. Cinselliğin şahlandırıldığı bu kırımda bitirilen ahlakın baş aktristi olmaktan sıyrılmadıkça, bu sistemin sürdürücüsü olacaktır. O yüzden kendisinin olabilmesi için verili olanın dışına çıkması, sistem dışılığı yakalaması gerekir. Verili olan erkek egemenlikli sisteme ait olandır. Bu karşı duruş sadece kocadan, çocuktan, sevgiliden, evden, namusundan kopuş değildir. Bu tahakkümcü sistemin her şeyini ama her şeyini sorgulamak, cinsiyetçi kodlarını çözümlemek, bilgi epistomojilerini, sosyolojik argümanlarını, bilimini, sanatını, felsefesini jineolojik bakış açışının süzgecinden geçirmedikçe ve bu alanlarda kendimizi var etmedikçe, verili sistemi aşamayız. Toplumsal kurtuluş ve özgür yaşamdaki öncü rollerimize sahip çıkamayız. Cinsiyetçilik yaşamın her alanına nüfus etmiştir. Bilimi adamla, tarihi insanoğluyla,‘kadın eksik ya da sakat doğmuş erkek’ diyen felsefeyle, yüzleşmezsek, cinsiyetçi tüm bilgi, bilme yapılarıyla hesaplaşmazsak, kendimiz olamayız. Onun için Jın Jiyan Azadi sihirli formülü (kadın- yaşam- özgürlük) için ‘Xwebun ve Xweda’(kendin olmak ve kendi kendini oluşturmak)olunmalıdır.
Demokratik Ulus Kadın Modernitesiyle Örülür
Kadınlık ve erkeklik inşa edilmiş olgulardır. ‘Kadın doğulmaz, kadın olunur’ denilir ya. Cinsiyetçi kültür de zaten kendini toplum içinde kadın ve erkeğe verilmiş roller üzerinden var eder. Bu roller o kadar keskin normlarla belirlenmiştir ki, her birisi adeta kutsal ayet parçaları gibidir. Özne-nesne ayırımına dayalı bu ilişki düzeneğinin değişmesiyle toplum yeni bir çehre kazanacaktır. Bunları kadınlık ve erkekliğin salt biyolojik öğeler olmadığı, toplumsal formlar olduğunu belirtmek için ifade ediyoruz. Dolayısıyla bu ilişki ne kadar özgürlükçü ölçüler ekseninde şekillenirse toplumda o kadar inşa edilecek ve özgürleşecektir. Toplumlarda kadınlaştırılmışlardır. Cinsiyetçi kültürün kadına karşı gerçekleştirdiği operasyonların aynısının tıpkısı topluma karşı da uygulanmıştır. İradesizleştirme, kişiliksizleştirme, kimliksizleştirme, mallaştırma, özcesi nesneleştirme gibi kırımcı politikalardan toplumlar da nasibini almışlardır. Toplumların öz güçleriyle, kendileri hakkında karar almaları, kendi kendilerini yönetmeleri, yaşam alanlarını öz yeterlilik ekseninde, kendi kaynaklarıyla örgütlemeleri, demokratikleşmeyi getirecektir. Bu aynı zamanda ulusun da özgürleşmesi anlamına gelir. Demokratikleşmeyen, kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılamayan, kimliğinin farklılığını yaşamayan, bir ulusun varlığından söz edilemez. Ulusun demokratik bir temelde örgütlenmesi öncülük gerektirir. Hiçbir şey ol deyince olmuyor. Bu her anlamıyla topluma hükmetmiş, toplumun tüm hücrelerine sızmış, dokunulmadığı, bozulmadığı bir yeri kalmamış olan ulus-devlet toplumsallığının karşısında, demokratik ulus her yanıyla kendini var etmek zorundadır. Bir ahtapot gibi toplumu sarmalayan, sarmaladıkça kendine bağımlı hale getirdiği toplumun kurtuluşu, şüphesiz kendiliğinden olmayacaktır. Demokratik ulus kadın modernitesiyle oluşacak, bir toplumsal formdur. Uluslaşma eğer özgür birey ve özgür topluma evrilmiyorsa, devletçi uluslaşmalardan bir farkı olmayacaktır. Eğer biz kadınlar devletsizliğe, iktidara, tahakküme, sömürüye, doğanın, toplumların ve insanlığın sömürülmesine karşı çıkıyorsak, o zaman elimizi hamurdan çıkarıp, toplumu özgürlükçü ölçüler temelinde yeniden kurmaya, inşa etmeye çalışmalıyız.
Kolları Sıvama Zamanı
Demokratik ulus bu dünya içinde ‘başka bir dünya kurulabilir’ in adresidir. Başka bir dünyayı kadının eliyle, diliyle, duygusuyla, sezgisiyle ve aklıyla, dayanışan, ortaklaşan, bir bedende var edebiliriz. İçimizdeki duvarları yıka yıka, ruhlarımıza sirayet etmiş kölelik bentlerini aşa aşa, hem kendimizi hem toplumumuzu var ede var ede tam bir coşku seli gibi işlerimize koyulursak, başaramayacaklarımız kalmayacaktır. Köyümüzden, dağlarımızın eteğinden, derelerimizin kıyısından, uçsuz bucaksız ovalarımızdan, adımımızı attığımız her yerden, mekândan, yolumuz nereye düşüyorsa, ibadet edercesine emeğe koşmak, emekle var olmak ve kendi yaşam alanlarımızı oluşturmaktan sorumluyuz. Bir yerlerden başlamazsak, bir yerlerden beklersek, birilerine havale edersek, yaşamımızı kendi kendimize yok etmiş oluruz. Özgürlük geleceğe atfedilemez, ütopyalaştırılamaz, an an, gün gün, adım adım inşa edilecek bir gerçekliktir. Bir kadın veya erkek gerektiğinde eşinden, çocuğundan, annesinden, babasından, sevgilisinden vazgeçmeli, ama demokratik toplumu kurma rolünden asla vazgeçmemelidir. Demokratik ulusun inşası için kolları sıvayıp, köy komüncülüğünden başlayarak, mahalle kent komünleri, konseyleri oluşturmak ve çalıştırmaktan daha özgürleştirici ne olabilir ki… O yüzden demokratik ulusun tüm boyutlarının kadın öncülüğünde örgütlenmesi olmazsa olmaz kabilindedir. Demokratik ulusun boyutları yaşamın her alanına dairdir. Ekonomiden, özgür yaşamların kurulmasına, kültüre, diplomasiye, hukuka, öz savunmaya, demokratik özerk yapılara, politikaya kadar uzanır. Her bir boyutun toplumcu (toplumcu olan kadıncıdır), ekolojik, toplumsal özgürlüğü esas alan bir ruhla, bedenleşmesi gerekmektedir.
Alınteri
Örneğin ekonomi ev yasasıdır, kadının işidir. Ekonominin ekonomi olmaktan çıkmasının nedeni erkek aklıdır. Toplumun en komünal, en demokratik bir şekilde yapması gereken, ihtiyaçlarını karşılama faaliyetinin bu denli karmaşıklaştırılması, bilinmez, sayılmaz, ölçülemez kılınması, borsa oyunlarına, fahiş fiyatlara boğdurulması, finans kapitale indirgenmesinden toplum sorumlu değildir. Kadın zaten bu sahadan tamamen dışlanmıştır. Ya ucuz işgücüdür, ya da azami kârı sağlayan metaların kraliçesidir. Bu alanın erkeğin eline bırakılması toplumu dipten çökertmiş, yozlaştırmış, insanı insanın kurdu haline getirerek, doyumsuz, tanınmaz bir hale koymuştur. Buraya mutlaka kadın eli değmeli, alınteri karışmalıdır. Elbette demokratik komünal bir zihniyetle…
Kravatların Dışında
Kültür, diplomasi, hukuk boyutu da, ulus-devletin devletçi paradigmasından arındırılarak, toplumcu paradigma temelinde örgütlendirilmelidir. Diplomasiyi pragmatizmin dehlizlerinden, savaşın silahsız yapılan halinden çıkarıp, halkların ortak çıkarları için ittifak oluşturan, renkli bir alana dönüştürmek gerekmiyor mu? Buz alan kadınların hemen hemen hiç olmadığı bir alandır. Olan kadın da erkekleşmiş bir haldedir. Soğuk, resmiyetin, kravatlıların yoğunca biriktiği, yaşamın sanallaştığı, hesap kitabın döndüğü bir alandır. Halklar lehine bu alanı renklendirmek, dayanışma zeminlerine dönüştürmek, barışın, hoşgörünün, kültür geçişlerinin yaşandığı sıcak bir alana dönüştürmek, en elzem olandır. Bu alan halklar adına hep başkalarının karar aldıkları, başkalarının akıl verdikleri, argümanları ağdalı, dili gerçekleri örten yalanlarla dolu bir alandır. Bu yalanların maskesini düşüren toplumsal direnişlerin, gerçekler sosyolojisine dayalı yaşamlarının da ilişkisi ve ittifakları geniş bir yelpazede, ortak akılla yapılmalıdır.
Ezgi
Kültür alanı tam bir kültürsüzlük hareketine dönüşmüştür. Kapitalist sistemin endüstrileştirdiği bu sahayı yaşamla buluşturma, ulus-devletin çoraklaştırdığı, yozlaştırdığı ya da kendi hanesine yazdığı halklara ait kültürlerin kapsamına giren tüm anlam ve duygu dünyalarını, yeniden gerçek sahipleriyle yâd etme, demokratik ulus toplumsallığında gerçekleşir. Halkların öz kültür taşıyıcıları kadınlardır. Egemen erkek zihniyetinin bir yeri işgal ettiğinde ‘önce kadınları vurun’ demesinin altında yatan gerçeklik, kadının kültür hazinesi olmasıdır. Kültür elbette sadece söylenen, sergilenen, oynanan, okunan, izlenilen, inşa edilen değildir. Bir toplumun nasıl düşündüğü ve nasıl yaşadığıdır. O zaman toplumun kültürleşmesi gerekiyorsa öncelikle egemen erkek zihniyetinin hiçleştiren, fakirleştiren, kategorileştiren, ötekileştiren kültüründen kurtulmak gerekir. Bu zihniyet tüm güzelliklerin üzerine ölü toprağı serpmiştir. İlk önce kadının ezgisiyle bu toprağın yeniden sulanması, yeşertilmesi, çiçeklenmesine ihtiyaç vardır.
Özgürlüğün Kalkanı
Tüm bunların vücut bulması özgür eş yaşam alanlarının oluşturulmasıyla ilgilidir. Hiçbir yaşam alanı eş yaşam alanı kadar temel ve belirleyici özelliğe sahip değildir. Ekonomiyi, devleti temel ilişki saymak kapitalist modernite sosyolojisinin bir saplantısıdır. Ekonomi de, devlet de sonuçta eş yaşamın araçları konumundadır. Eş yaşamlar ekonominin, devletin, dinin hizmetinde olamaz. Tersine devlet, din ve ekonomi eş yaşamın hizmetinde olmak durumundadır. Eş yaşamlar kadının belirleyiciliğinde olmak durumundadır. Kadının yaşamla bağı, yaşamı kurucu özellikleri daha ön plandadır. Elbette yaşam savunmasız olamaz. Ciğeri kediye emanet edemeyiz. Özgürce varolmak için öz savunma şarttır. Öz savunmasız toplum yenilmeye, yutulmaya mahkûmdur. Hele hele kadınlar neredeyse her gün erkek terörüne maruz kalmaktadır. Savunma sadece fiziki bir olgu değildir. Her yönüyle savunma. Demokratik ulus ekseninde her alanda örgütlenmek savunmanın ta kendisidir. Öz kültürün, öz ekonominin, özgür eş yaşamın, öz politikanın ve diğer boyutların öz kaynaklar üzerinde örgütlenmesi, öz savunmanın kapsamıdır.
Tüm bunları yapabiliriz. Buna dirayetimiz, imanımız ve gücümüz var. Önümüzde her derde deva muhteşem devlet dışı bir paradigma var. Muazzam olanaklar ve birlikte kuracağımız yaşam için kendini her gün adayan, milyonlarca yürek atıyor. Yeter ki başlayalım, zaten aradığımızı yoktan var etmeyeceğiz. Var olanı ele ele, beraberce, türküler eşliğinde, alınterimizi sile sile yeniden canlandıracağız. Yeniden modern zamanlara kavuşturacağız. Ne duruyorsun elini at, at ki egemenlik sarsılsın, yıkılsın, halklar ve kadınlar zamanlarına kavuşsun. Görülüyor ki, özlemlerin ve umutların sınırı olmadığı gibi, gerçekleştirilmesi için bireyin kendisinden başka önünde ciddi bir engel de yoktur. Yeter ki biraz toplumsal namus, biraz da aşk ve akıl olsun!
Kaynakça
Öcalan Abdullah, Kürt Sorununda Demokratik Ulus
Çözümü, Cilt 5, Amara Yayın. 2015. İstanbul
Yoruma kapalı.