Düşünce ve Kuram Dergisi

Kendilik Bilinci (Xwebûn) ve Özgürleşme

Mahmut Yamalak

Toplumsallık, insanın tür olarak kendisini güvenceye alabildiği alandır. Ahlaki önermeler, duygular, ölçü ve normlar oluşturan insan, inşa ettiği bu “üst varlık” sayesinde ayakta kalabilmiştir. İnsan tür olarak özelleşip yeni bir toplumsallığa geçtikçe, doğadan kopup yabancılaşma ve yok olma riskini yaşamaktan kurtulamadı. Bu yeni yaşam tarzı yeni bir doğa olarak şekillendi. Tekil insanın toplumla kurduğu ilişki de, bu çıkış karakterine uygun olarak gerilimlidir. Bunu özgürlük-bağımlılık gerilimi tarzında ifade edebiliriz.İnsan kendinden farklı bireylerin ve hayat tarzlarının ayırdına vardığında, bilincinde “ben ve öteki”, “biz ve onlar” kavramları şekillenir. Kendilik ve ötekilik bilinci iç içe gelişse de, bu süreç esas olarak “kendilik” bilincini edinme ya da “kendin olma” (xwebun) sürecidir. Burada “ötekini anlama” denilen şey de son tahlilde kendini anlama çabasının bir tezahürüdür. Bu açıdan “kendin olma” ve özgürleşme süreçleri de iç içedir. Kendimize ait gerçeklere ulaştıkça: Birincisi, bilmemekten kaynaklanan propagandalardan kurtularak özgürleşiriz, ikincisi, farklı olanı tanırız. Tek başına “kendilik” bilinci oluşmaz. Tek başına kalan bireyin kendilik bilinci yetersizdir. Hegel’ in kavramlarıyla buna “kendinde bilinç” diyebiliriz. Bu, ham bir bilinçtir; kendi farkına değil, güdüsel yaşamı devam ettirmeye yarayan bir bilinçtir. Kendi olma (xwebun) bilinci ise “kendi için bilinç” kavramıyla ifade edilebilir. Özgürlük de “kendi için bilinç” ya da “kendi olma bilinci” ile bağlantılıdır. Birey olamayan, kendilik bilincine ulaşamayan birey özgürleşemez. Toplum ile birey arasındaki gerilim ilişkisine benzer bir ilişki sistemi toplumsal bütün ve ona bağlı özerk birimler arasında da görülebilir. Birey veya grup, toplumsal bütünle ikili bir paylaşım yaşar. Bunlardan ilki zıtlıktır. Birbirlerine karşıt olarak varlık edinirler; ikincisi de simbiyotik ilişkidir. Bu da farklı birey veya grupların birbirlerinden beslenmesine işaret eder. Birey veya özerk gruplar toplumsal bütüne bağlıdır. Bütünden ayrı düşenin yaşama şansı da zayıftır. Toplumsallık, bir arada yaşama eğilimi olarak somutlaşmaktadır. En yaygın davranış yaklaşan ortak bir tehlikeye karşı ortak tavır almaktır. Bir arada yaşamanın sonucunda acılar, sevinçler, kaygılar da ortaklaşadır. Böylece salt fiziki koşulların paylaşımı değil, manevi ihtiyaçların karşılanması da sağlanmış olur. Zor koşullarda dayanışmak, insana yalnız olmadığını, acıya zorluğa birlikte katlanacağı birilerinin olduğunu gösterir. Toplumsallaşan insan ahlakı üretir. İnsan toplumlaşma zorunluluğunu görüp grup olarak bir arada yaşamaya başladığından itibaren birlikte yaşamanın normlarını da oluşturdu. Bu norm ve ölçüler insanın yaşamını güvenceye almakla birlikte ona sınırlar da çizdi. Vicdan, fedakârlık, feragat etme, yardımlaşma, zorlukları paylaşma gibi olgularla insan türünün diğer üyelerine öncülük verdi. Bu bir temel ilkeyi de oluşturdu: bir arada yaşamak için hem kendilik bilincine ulaşmalı hem de kendi bireyselliğinden gönüllü olarak tavizler vermeliydi. Toplumsallık insana ayakta kalmayı, paylaşmayı ve kendisi olmayı öğretti. İnsan yalnızlıktan kurtulduğu gibi bir arada yeni ve daha üst bir kimlik edindi. Bu durum ona, kendisiyle başkaları arasında optimal bir denge yakalayarak yaşama zorunluluğu da getirdi. Artık insanın tek başına yaşamını sürdüreceği koşullar yoktu.

 

Ulus İçin Kendilik Bilinci

Bir ulusun ya da halkın kendisini diğerlerinden izole edip yaşayacağı siyasal-toplumsal bir alan veya koşullar yoktur. Esasen böyle grupsal veya bireysel izolasyon alanı veya zamanı hiç olmamıştır. Ulus-devlet projesinin bir ulusu bir devlet sınırları içine hapsetmesi de bir demagojiden öteye geçememiştir. Ulusun izolasyonu değil: bir devlet sınırları içerisindeki bir ulusun diğer ulus ve gruplar üzerindeki hâkimiyeti hedeflenmiştir. Dolayısıyla toplumsal-tarihsel zeminde var olan ortak yaşam kültürü bir grubun devlet zoruyla ortaya çıkarılmasıyla dinamitlenmiştir. Ulus-devletin özellikleri de bunu göstermektedir. Yasama, yürütme ve yargının bir merkezde toplanması; bir ulusun diğerlerinden üstün tutulup devletin de ona dayandırılması ve son olarak da devletle ulusu özdeşleştirmesi… Bir ulus için xwebûn (kendi olma), özgürleşme ve kendilik bilinci toplumsallaşma sürecinde ve iç içe oluşur. Kendilik bilinci iki temel ilkeye dayanır: Birincisi, var olmak için kendi kendine yetebilme, kendinde yaşama ve gelişme dinamiklerini barındırma ilkesidir. “Varlık” denilen mefhum basitten karmaşığa, tekilden genele bu ilkeye dayanarak oluşur. Ulus da kendi temel karakterini edinerek oluşur. Ulusun kimliği ve “kişiliği” oluşum sürecindeki çelişkilerle boğuşarak gelişir; var olma (varlık) ve yok olma (yokluk) arasındaki gerilimden doğar ve oluşur. Ulusu oluşturan özün belirlenmesi süreci, onun kültür, folklor, ahlak, inanç gibi kategorilerinin de oluş sürecidir. Ulusu diğerlerinden ayıran bu öz tekil bir farklılığa sahiptir. Örneğin Kürt ulusu taşıdığı tüm paylaşım ve etkileşim özelliklerinin yanında, kendine ait olan ayırt edici özelliklere sahip olduğu için “Kürt ulusu” dur. Onu diğer tüm uluslardan, halklardan ayıran belirgin özellikleri ne kadar güçlüyse ayakta kalma ve devam etme gücü de o oranda güçlüdür. Onun ayırt edici yanı dili, kültürel formları, tarihsel-toplumsal dayanakları ve deneyimleridir; coğrafik yapıdan kaynaklanan yaşam ve davranış özellikleridir ve en önemlisi de edindiği toplumsal bilinçtir, kendilik bilincidir. İkincisi ise biraradalıktır. Bu noktada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik ulus ilkesinin tarihsel-toplumsal gerçekliği karşımıza çıkar. Toplumsal kimlikler-gruplar için bir arada yaşamanın anlamı demokratik ulustur. Konumuz itibari ile demokratik bir ulusun nasıl kendilik bilincini oluşturduğuna bakacağız. Var olmak için “kendi olmak”, “kendi bilincine varmak” ilkelerinin içeriği kavranabilir; ama günümüz dünyasında “başkalarıyla bir arada yaşamak” , “farklılıkların birliği” gibi olgular her durumda aynı açıklıkla kavranamaz. Çünkü var olmayı salt “kendi olma” ile sınırlandıran modernitenin ideolojik hegemonyası söz konusudur. “Birey olmak” ile kendi kişisel adasına hapsolmak aynı anlamlarda kullanılır. Bir ulus için “birey olma” ve xwebun ise milliyetçilikle, iktidarcılıkla özdeşleştirilir. Başkalarıyla bir arada ortak bir yaşam kurmak ise karşılığı olmayan bir düştür. Çünkü bu zihniyete göre, eninde sonunda biri diğerini etkisi altına alacak. O halde şimdiden kendi üstünlüğüne dayalı bir hegemonya arayışına girmek en iyisidir. Bu zehirlenmiş toplumsal-siyasal zeminde demokratik ulus projesi “kendi olma”, ama “başkalarıyla bir arada olma” arayışıdır. Başlangıçta ifade ettiğimiz kendini tanıma ve ötekini tanıma sonucunda kendilik bilinci edinme için Ortadoğu ve Kürdistan belki de güncelde en olumsuz koşullara sahip alanlardır. Bir arada yaşamak için tarihsel-toplumsal açıdan güçlü ama güncelde en zayıf bölge Ortadoğu’dur denilebilir. Bu zehirlenmiş zeminde bir arada yaşamayı savunma, grupsal intihar riski de taşımaktadır.

Kendi öyle de olsa xwebûn’ un gerçek zemininden uzaklaşılamaz. Oluşmak isteyen, varlık olarak kendini gerçekleştirmek isteyen bir ulus, var olmanın bu temel ilkesine ters düşemez.

 

Bilincin Kolektif Oluşumu ve Demokratik Ulus

Demokratik ulusun temeli ortak zihniyettir. Tanım olarak… “Ortak zihniyet dünyasını paylaşan insanlar topluluğu” dur.[1] Ortak dil, kültür, tarih, din, pazar ve siyasi sınırlar ise oluşturulan zihniyet oluşumu, xwebun’ un da temelidir. Kendi varlığının bilincinde olmayan bir varlık henüz kendi olamamıştır. Toplumsallaşan insan ortak zihniyeti üretmeye başlar. Sevgi, acıma, nefret gibi duygular; dayanışmacılık, empati gibi özellikler karşılık bulduğu oranda gelişirler. Toplumun her bir üyesi bu toplumsal normlara göre davrandığı ölçüde toplum varlığını sürdürebilir.

Ortak zihniyetin gelişimi de belli özelliklere bağlıdır. Düşünsel olarak demokratik ulus yeniye, dayanışmaya, paylaşıma açıktır. Bu bir xwebun ilkesidir. Yerli yaşam tarzı ve davranış bütünlüğünü gerektiren bu özellikler, kimlik olarak toplumun var olmasını ve ayakta kalmasını sağlar. İnsan korunma, barınma, üreme, çevreye uyum gibi ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz; var olmak için başkalarına da ihtiyaç duyar. Bu bir toplum için de geçerlidir. Toplum ekonomik, sosyal, siyasal ihtiyaçlarının karşılanması için bulunduğu bölgeler ve dünyanın diğer bölgelerindeki toplumlara ihtiyaç duyar. Dahası, kendi içinde yaşayan inanç ve kimliklerle bir arada olduğunda, yapı itibari ile böyle bir var oluşa dayanmıştır. Toplum bedeninde değişik kimlik ve inançların uyumu vardır. İnanç bakımından tarih boyunca karşılaştığı din ve inançlardan miras edinerek gelişir. Bu inançlar her zaman o bedende senteze ulaşamayabilir; tarikat, mezhep, cemaat gibi farklı muhalif oluşumlara bürünerek varlıklarını sürdürebilirler. Aynı şekilde, bir toplumsal bedende farklı dinler de var olabilir ve farklı kimliklerde bir arada toplumsal bütünü oluştururlar. Farklı kabile ve aşiretler bir araya gelip daha üst bir kimliğe bürünürler; farklı halklar bir arada aynı tarihi ve toplumsal değerleri paylaşarak var olurlar. Tek bir kimliğe dayalı bir uluslaşma yoktur. Mezopotamya’da var olan kimliklerin gelişimi, senteze çok daha yakındır. Sosyolojik olarak bundan başka da kimliklerin gelişim dinamiği yoktur. Keza ulus-devletler açısından bu durum daha net gözükür. Ulus-devletçiliğin ilk geliştiği topraklardaki kavim uluslar olan Cermenler, Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler de farklı farklı boyların bir araya gelişiyle oluşmuşlardır. Örneğin Fransızların bağrında Latinler gibi Güney Avrupa toplulukları olduğu gibi Got’lar, Töton’lar gibi Kuzey Batı Avrupalı topluluklar da vardır.

Mezopotamya’da ise bu durum çok daha karmaşıktır. Her kimliğin belli dönemlerde dominant olduğu düşünülürse, mevcut kimliklerin-inançların birbirlerinden etkilenme düzeyleri de anlaşılır. Mezopotamya’da ve Akdeniz havzasında Dünya’nın her bölgesinde gelen toplulukların izine veya varlıklarına rastlanabilir. Bu bölgede bir toplumun veya inancın kendisini izole etme “şansı” yoktur. Bölge gerçekliği buna izin vermez. Tarihsel olarak bölge en güzel zamanlarını, atılım ve zaferlerini hep ortaklığını-birlikteliğini pratikleştirdiği dönemlerde yaşamıştır. Mısır sömürgeciliğine karşı Hurri-Mitanni ve Hitit dayanışmasıyla zaferi elde etmiş ve sonuçta Kadeş Barışı imzalanmıştır. Asur zulmüne karşı zafer kazanıp bölgeyi refaha kavuşturan Med organizasyonu bir aşiretler ve kimlikler konfederasyonudur. Selahaddin’e Eyyubi’nin ordusu tüm bölge halklarından oluşmuştur; henüz İslam’ın devlet güdümüne alınmadığı dönemlerde felsefi tartışmaların başını çeken İbn-i Sina, Farabi, El Kindi gibi filozofların her biri başka bir kimliğe-halka mensup olmasına rağmen, aynı konular üzerine tartışmalar yürütebilmişlerdir… Ne zaman ki bölge halkları kendi dar kimlikleri ve inançlarına gömüldülerse, en kanlı veya anlamsız savaşları yaşamaktan da kurtulamadılar.

Bu durum bizlere hem bölge hem de genel olarak demokratik ulus ve xwebun konusunda gerçekleri gösteren bir aynadır. Kendilik bilinci kolektif bir yaratım olarak demokratik ulusta ifadesini bulmaktadır.

Demokratik ulus bir arada, ortak ve daha üst bir xwebûn oluşturma sürecinin ürünü biçiminde oluşur. Varlık, başka varlıklarla içi içe oluşurken, hem kendi farkına varmakta hem de kendi dışındakileri de varlık olarak tanıyıp benimsemektedir. Farklılıklar varlığın oluşumuna sinerler. Kürdistan’da Kürt Ulusu birlikte bir tarihi yaşadığı ve aynı coğrafyayı paylaştığı diğer halkların varlığını benimseyip içselleştirerek varlık kazanmıştır. Keza her halk yaşadığı bölgede benzer bir etkileşim içinde oluşmuştur. Dolasıyla demokratik ulus bir temelin değil, halkların, ulusların gerçekliğinde var olan bir ilkenin örgütlendirilmesidir. Özellikle Mezopotamya demokratik ulus gerçekliğine göre oluşan kimlikleri barındırmaktadır. Buna uygun davranan halklar gelişmeyi yakalamışken; tersi davranış içinde olanlar bölgeyi kan ve ateş çemberine çevirip toplumsal varlığı dinamitlemişlerdir. İnsan, bir arada yaşamanın zorunluluğunu hissettiği andan itibaren bunun normlarını da oluşturmaya başladı. Bu normlar toplumu güvenceye aldı. Aynı oranda da insanı toplum ve diğer bireyler lehine sınırladı; kendi varlığı kadar diğer varlıkları da gözetmeye zorladı. Bu, kendi var oluşunu toplumsallığa ve ötekinin varoluşuna bağlamak demektir. Yani insanın varoluşu biraradalığa bağlılık temelinde oluştu. Demokratik ulus da fiziki biraradalıktan çok ortak değer yargıları, normlar ve ahlaki ilkelerin etrafındaki biraradalık olduğundan, bunu talep etmek toplumun ana ilkesinin güncelleşmesini istemek demektir. Kimlik bilinci kolektif bir bilinçtir. Bu da bu kolektif kimlik oluşumunun somut bedenleşmesini ifade eder.

 

Xwebûn ve Bedensel Oluşum

Bedensel oluşum bir mekana ihtiyaç duyar, kendine özgü biçimler üretir. Varlık soyut bir olgu değil, kendine özgü biçimi olan bir şeydir. Bunun somutlaştığı alan da, toplum için kurumsallık ve inşadır. Varlık olarak ulus, üzerinde yaşayacağı bir coğrafik zeminde kendini bulur. Bunu “yurt” kavramıyla ifade edebiliriz. Yurt kolektif oluşumun mekanıdır; bir yurt üzerinde yaşayan topluluklar zaman içinde ortaklaştıkça benzerleşirler. Egemen güçlerin tüm ayırıcı politikalarına rağmen Mezopotamya’da Arap, Fars, Kürt, Ermeni, Asuri, Beluci gibi tüm kimlikler bir birlerinden etkilenmiş, belli kültürel değerleri paylaşmışlardır. Bu paylaşımın oranı mekânsal uzaklığa, çatışma veya barış dönemlerine göre değişse de, hiç kesilmeden devam eder. Demokratik ulus kendi bünyesindeki kimlik ve inançların etkileşimiyle oluşur. Mekan olarak aynı yurdu paylaşanların zihinsel, kültürel ve maddi aynılıkları fazladır. Bu toplulukları ayrıştırmaya çalışmak bir bedeni organlarına bölüp her organın kendi başına yaşayacağını beklemeye benzetilebilir. Her kimlik bir mekanda ve aynı mekanı paylaştığı diğer kimliklerle yan yana oluşmuştur. Dolayısıyla bir mekândaki kimliksel oluşumları aynı kültürel harman içinde gösterebiliriz. Mezopotamya’daki kimlik ve inançlar, Mezopotamya’nın özgün kültürel bütünlüğüne bağlıdırlar. Örneğin Kuzey Avrupa veya Güney Çin bölgeleriyle aralarında kültürel sembol ve yaratım farklılığı vardır. Mekân kültürü, kültür de mekânı etkilemiş, aralarında varlıksal bir bağ oluşmuştur. Aynı mekanı paylaşan kimlik ve inançlar devletçi bakış açısıyla mekanı bölümlemeye kalkıştıklarında mekan ve beden arasında gerilim başlar.

Beden, üzerinde oluştuğu mekanın ufak parçalara bölünmesi ve sahiplenilmesine göre kendisini uyarlayamaz. Örneğin Mezopotamya’da yalnızca bir ulusa ait olabilecek bir mekan arayışı bu gerilimi büyütmüştür. “Kürtlere ait bir mekân ve bu tarihsel olarak da toplumsal kimliği belirlemiştir. Ancak bu mekân yalnızca Kürtlere ait değildir; Kürtlerle iç içe yaşayan ve oluşumuna katkı sunan diğer kimlik ve inançlara da aittir. Kürt kimliğini orada dominant oluşu, o mekânı salt Kürde ait kılmaz. O mekânda Kürt kimliği ve kültürüyle birlikte onlarca kimlik ve kültür de şekillenmiştir. Keza orada var olan ve varlığını sürdüren kuşların, böceklerin ve diğer canlıların da yurdudur. Dolayısıyla yurt çoklu kimliklerin mekânı olarak anlam bulmaktadır.

Bu da farklı kimliklerin biraradalığına dayanan demokratik ulusa uygundur. Bu nedenle “ortak yurt” kavramı içerik ve kapsam olarak demokratik ulusun mekanına işaret eder. Tıpkı mekân gibi, kurumsal yapı da çok kimlikliliğe bağlı olarak gelişir. Toplumsal kurumlar, yönetsel kurumlar, özsavunma kurumları biraradalığa uygun olarak anlam kazanırlar. Ancak böyle gelişirse kendilik bilincine dahil olabilirler. Çünkü aynı mekânı ve tarihi paylaşan topluluklardan birinin lehine ve diğerlerin aleyhine gelişen her kurum sürgit çatışmalı bir ortamı besleyecektir. Bu nedenle kurumsal yapılar;

1-Her türlü kültür ve inanç grubunu özgür ve eşit katılımını,

2-Bu toplumsal grupların işleri denetleyebilmesini,

3-Sonuçlardan eşit oranda yararlanmasını gerektirir.

Demokratik ulus bünyesinde bu, radikal demokrasinin işlev kazanmasıdır. Zihinsel ortaklaşmayı yakalamış toplumsal grupların buna bağlı olarak yapmaları gereken şey kurumsal oluşumu düzenlemektir. Aralarındaki ilişki zihni, fikri ve duygusal yanlarla sınırlı kalmaz; pratikleşir, kurumlaşır ve böylece işlev kazanır.

 

Kendilik Bilinci Özgürleşmedir

Xwebûn ile özgürlük arasındaki ilişki direkt bilinç üzerinden sorgulanabilir. Kendilik bilinci var olma, orda olma, bir tarihi yaşama ve mevcut halini koruyup geleceğe nasıl yöneleceğini kavrama bilincidir. Sokrates’in “kendini tanı” düsturu, “kendi varlığını, tarihini, mekânını tanı” biçiminde somutlaşmaktadır. Herhangi bir toplum zekâ, kültür ve akıl gücü olarak kendini ne kadar yoğunlaştırmışsa o kadar özgürlüğe yatkın kılmıştır demek yerinde bir söylemdir.”[2] Bir toplumun özgür olmasının ölçüsü, onun maddi, manevi yaratımlarının ve bunlara sahip çıkabilecek iradesinin olmasıdır. Varlık kendi fiziki ve anlamsal bütünlüğüne sahip olduğu oranda kendisi gibi davranabilir. Özgürlüğü varlığın kendilik bilinci ile anlamlandırmak onu varlığa dahil etmektir. Eş deyişle eğer varlıktan söz edebiliyorsak, onun özgürlüğünü de kabul ediyoruz demektir. Buna, varlık ve özgürlüğün bir ve aynı şeyler olduğunu söyleyerek açıklık getirebiliriz. Sözü edilen özgürlük kısıtlanabilir, hatta varlık fiziki olarak esaret altına alınabilir. Ancak eğer kendine ait olan değerleri savunabiliyor ve geliştirebiliyorsa, yani varlığını bir nebze de olsa sürdürebiliyorsa, esaret altında da özgürlüğünü koruyabilir. Varlığın özgürlüğü salt mekana dayalı değildir; esas olarak zihne ve bilince dayalıdır. Kendilik bilincine sahip olan varlık, içinde bulunduğu mekânı da özgürleştirmeyle uğraşır. Mekân baskı altına alınınca veya kendisi esir edilince özgürlüğü tümden sona ermez; özgürlüğünün sona ermesi, onun bilincinin esaret altına alınmasıyla gerçekleşebilir. Özgürlüğün bir yanı da, onun kültür, bilinç ve mekân gibi paylaşılıyor olmasıdır. Tek başına özgürleşmek yoktur. Bir başkasının esaretine ve baskılanmasına dayalı bir “özgürlük” de olamaz. Bunu Marks, başkalarını ezen bir sınıfın kendisi de özgür olamaz biçiminde ifade eder. Bireyin veya topluluğun özgür davranabilmesinin belli sınırları vardır. Onun özgürlüğü bir başkasının alanını ortadan kaldırdığında, tehdit ettiğinde veya etkilediğinde engellenir. Bir toplumda davranış kodları da bir arada yaşayabilmenin optimal dengesi üzerine kuruludur. Bu, ötekine göre kendini ayarlama, ama kendi varlığını da korumadır. Demokratik ulus bünyesindeki ilişkiler de, özgürlüğün bu karşılıklı bağımlılık ilkesine göre oluşur. Birlikte yaşamanın herkesin yararına olacak şekilde düzenlenmesi zorunluluğu, özgürlüğü de paylaşılır kılar. Paylaşanların arasında hükmetme ilişkisi gelişirse bu paylaşım sona erer. Çünkü paylaşmak güvene dayalıdır.

Özgürlüğün bir diğer özelliği de çoğullaşma ve farklılaşmadır. Farklılaşmayı özgürlüğün oluş serüveni olarak ifade edebiliriz. Çoğullaşmanın bir yanı kendini tür olarak yaşatmak için üremeyken, diğer bir yanı da aynı değerleri paylaşabileceği, daha fazla birey ve kimlikle buluşabilmedir. Çoğullaşmanın temeli kendi varlığını sürdürme arayışıdır. Verili bir birey veya kültürden oluşan her yeni birey veya kültür aynı zamanda kendi farkını da oluşturur. Dolayısıyla çoğullaşma aynı zamanda farklılaşmadır. Ancak kendilik bilincine sahip bir varlık özgürleşebilir. Özgür bir varlık, kendine ait değerlere ve maddi gerçekliğe bunları paylaşacak bir yaşam anlayışına sahip çoğullaşma, farklılaşma yeteneğine ve iradesine sahip bir varlıktır. Toplumsal düzlemde özgürlüğün somutlaşması için de demokratik ulus benzeri yapılanmalara ihtiyaç vardır. Özgür iradeleriyle bir araya gelmiş toplumsal gruplar için temel koşullar da bu özelliklerde gizlidir.

Toplumun ortak aklı, zihniyet dünyası ve maddi yaşamı ortaklaştığı oranda özgürlükten söz edilebilir. Ortak yaşam “ben ve öteki” bilincinin iç içe oluşmasıyla bağlantılı olduğunda, kendisi kadar başkalarının da haklarının bilincine varmak esastır. Bu durumda toplumsal bir kimlik ötekinin ezilmesi, geriletilmesi veya inkâr edilmesi üzerinden kendi varlığını inşa etmeye kalkıştığında kendisi de özgürleşemez. Türk ulusçuluğu daha baştan bunu yapmaya kalkıştığından, hem sürekli gerilim ve çatışmaya bağlı olarak yaşamak zorunda kaldı, hem inkâr ettiği her kimlik yeni sorunları doğurarak karşısına dikildi; hem de kendi doğal kimliksel gelişimini de sekteye uğratarak kendi bünyesini her çeşit “enfeksiyona” hazır hale getirdi. Sonuçta Türk kimliği de çarpık oluştuğu gibi, sürgit çatışma zemini de giderek yükseldi. Tersi bir sonuç oluşamazdı; yani Türk kimliği başlangıçta içerdiği bu özellikleri nedeniyle kendisi de özgürleşemezdi.

Toplumsal bir kimlik yalnızca kendini güvenceye alarak diğer kimlikleri birer tehdit olarak algılayan bakış açısıyla özgürleşemez ve asla “kendi” de olamaz. Başka kimliklerin zorla geriletilmesine dayanan bir kimliğin kendilik bilinci oluşamaz. Kendilik bilinci “ben ve öteki”nin birlikte, eşit düzeyde kavranmasına dayalıdır. Oysa bu örnekteki bilinç ötekinin reddine, geriletilmesine dayalı oluğundan düşmancadır, rekabetçidir, çatışmacıdır ve kaçınılmaz olarak kendi inkârcısını (mezar kazıcısını) yaratır. Düşmanları eksik olmaz, sürekli rekabetten kurtulamaz ve eninde sonunda başka kimliklere karışmaktan kurtulamaz. Özgür bir uluslaşma demokratik, farklılıklara dayalı, çoğulcu ve paylaşımcıdır. Bu nedenle demokratik ulusun, biriken sosyal problemler için yeni ve özgün bir model olarak tartışılmasına ihtiyaç vardır. Demokratik ulus kendilik bilincinin toplum ve birey lehine özgürce oluştuğu bir sosyal zemindir. Bunu “kendi olma” ve “kendini oluşturma” ile somutlaştırabiliriz. Demokratik ulusta bu çoklu kültür ve kimlikler bileşimiyle gerçekleşmektedir. Her kültür ve kimlik değerlerinin varlığını bilerek, onlarla ortaklaşıp paylaşarak oluşur. Özgürleşmenin geniş kolektif anlamı da budur.

 

 

 

 
[1] Öcalan Abdullah, Demokratik Uygarlık Çözümü, cilt3. S. 36 Amara yayınları,2015, İstanbul
[2] A.g.e.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.