Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgür ve Demokratik Yaşam Politikayla İnşa Edilir 

Zeynel Günaydın

İktidarlar günlük yaşamda kullandığımız kavramları bile tahakküm altına almışlardır. Farkında olunarak konuşulmaz ve yaşanmazsa devlet bizzat dilimize, zihnimize ve ikili ilişkilerimize bile sızabilir. Örneğin Türkçe sözlükte sunulan politika tanımlarından biri, “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı, siyaset, siyasa” şeklindeyken, bir başka tanımı “yöntem”dir. Günlük yaşam kullanımına belki de en çok uyan mecazi anlamıdır. Aynı sözlükte, “Bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşamak, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanmak gibi yollarla işini yürütme” şeklindedir. Politika kavramı, içeriği, tanımlanması ve günlük dile, yazıya, eylemde kullanımına bakılmak istenirse tarihte geriye gidebilme sınırımız Antik Yunan olur ve karşımıza “devlet yönetimi, kent yönetimi” gibi devletçi tanımlar çıkar. Bu kavramın Batılı kökü ve kullanımıyken, günümüz Türkçesinde eşanlamlısı olarak kullanılan “siyaset” kavramı da gerçeğin bir yönünü gözler önüne sergiler niteliktedir: Siyaset, Arapça “at terbiyeciliği” anlamına gelen “seyis” kökünden türetilmiştir. Yani toplum, insanlar terbiye edilmesi gereken atlar/hayvanlardır. Elbette terbiyeci de devletin başındaki zattır. 

Özcesi kavramlar, kavramların tanımlanmaları, kullanımları ağır bir hegemonya altında. Peki, Antik Yunan’dan önce politika yok muydu? İnsanlar kendilerini yönetmiyor muydu? Yaşam nasıl düzenleniyordu? Antik Yunan’dan önce de kentler olduğuna göre o kentlerde yönetim nasıldı, yönetimin ismi, içeriği neydi? Antik Yunan’dan daha da geriye gittik diyelim, karşımıza “tarihin sıfır noktası” olarak bu kez de Sümerler çıkarılır. Peki, bu Sümerlerden önce insan yaşamında yönetim kavramı ve olgusu yok muydu? Kuşkusuz vardır; insan ve yaşam yönetimi anlamında politikanın kök hücresi diyebileceğimiz, tüm toplumsal yaşam, eylem, zihin dünyamızın da kökü anlamında ahlaki ve politik toplum gerçekliği vardır. Örneğin bir klan, günümüzün bir dağcı birliği, gerilla grubu kadar düzenli, disiplinli, planlı, duyarlı, yaşama ve coğrafyaya hâkim olmazsa kısa sürede yok olup gider, ki zaten böyle yok olup giden milyonlarca insan vardır. Daha iyi örgütlenen, beslenen, yaşamını ve eylemini düzenleyen, kendini korumasını bilenler, bugün ana-ata dediklerimizdir.

 

Ahlak ve Politika

Yukarıdaki tanımlardan da rahatlıkla anlaşılabileceği gibi devletli düzenden doğan politika tanımında sakatlıklar vardır. Bu politika tanımında ahlaki yön, toplumsal boyut yoktur. Çünkü devletli düzen süslü sözcüklerle de ifade etse, esas amacını gizlese, hakikati perdelemeye çalışsa da devlet(ler) aslında politika yapmazlar. Yapıyor göründükleri politika değildir, politikanın inkârıdır. Onlar politikaya karşıdırlar. Çünkü politika toplumun kolektif işleri iken onlar bir avuç asalak azınlığın yönetimidirler. Devletçi düzenin politika tanımlamasını düşmanlık yaptığı Kürtçe dilinden bir ek yardımıyla daha iyi ifade edebiliriz; iktidarcı, devletçi düzenin lügatinde politika aslında “dij-politika”dır (Dij: Karşı, karşıt). Bu tanımların doğduğu ahlaktan kopuk politik zihniyetin bizi getirdiği yer ortada. Politika dedikleri, politika olmayan, hatta politika karşıtı olandır. Bu durum, özünde ahlaki ve politik olan insanın devletçi sistem içinde neden politika ve politikacılardan uzak durduklarını da anlaşılır kılıyor… İnsan toplumsal olduğundan, ahlak da toplumsallık anlamına geldiğinden insan ontolojik olarak ahlaki bir varlıktır. Ahlak canlılar âleminde insanın “ne” olduğunu belirleyen ayırt edici özelliğimizdir. Bu anlamda insan denilen varlık, ahlaki ve toplumsal olduğu kadar insandır. Dolayısıyla onsuz insan olunamaz ve insan kalınamaz. Ahlaksız veya toplumsuz da olunabileceği anlayışı; toplumsallıktan kopmuş bireycilerin, sermayedarların toplumu ve insanı avlamak için uydurdukları bir safsatadır. Bireycilik de sonradan oluşturulan ve dilimize sokulan diğer “cilik”ler gibi (din+cilik, bilim+cilik, milliyet+çilik, cinsiyet+çilik vb.) özünde bir sapmayı, toplumsallıktan, dolayısıyla insanlıktan çıkmayı ifade eder (yargılananın birey olmadığını izaha bile gerek yoktur). Ahlaki ve toplumsal olmayana insani de denilemez. 

Toplumu bir arada tutan çimento durumundaki ahlak, kendisini hem koruma hem de geliştirme amacıyla yol, yöntem, stratejiler geliştirmiştir. Geliştirilen bu yaşamsal yol, yöntem ve stratejilere ise politika diyoruz. Toplumu harekete geçiren, toplumun varlığını sürdürmesi için gerekli ahlaki ilkeler temelinde toplumun gelişimini ve değişimini sağlar politika. A. Öcalan da “Politikayı toplumun özgürlük alanı, gelişmenin anlam ve iradece türetildiği yaratım alanı” olarak tanımlar (Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak-Demokratik Ulus Çözümü adlı eserinde). Politikanın nasıl yapılacağını, niteliğini ilkeler boyutuyla ahlak belirlerken, ahlakın da etkili ve anlamlı varlığını politika gerçekleştirir. İdeolojik ve politika arasındaki ilişkiye de benzetebiliriz, ahlak ve politika ilişkisini. Politika iyi ve doğru işleri belirlerken, ahlak o işleri güzel yapmanın sanatını ifade eder. Ahlak ve politika bu anlamda birbirinden koparılamayacak, biri olmayınca diğerinin de ciddi bir varlık gösteremeyeceği yaşamsal bir ikilidir. Burada kavranması gereken, ilk ve ilke olanın ahlak olduğu gerçeğidir. Ancak ahlak da salt varlık, söz, ilke, töre ve gelenek olarak kalırsa kurur, dogma halini alır, koruyucu ve geliştirici özünü yitirir, geriye çeker ve kaybettirir. Zaten bu nedenle de toplum ahlak ile birlikte politikayı da geliştirmiş, kendini yaratmayı ve yenilemeyi bilmiştir. İnsanlığın, toplumun temeli böylesi sağlam bir zeminde kurulduğu için binlerce yıllık devletli düzenin saldırılarına rağmen geriletilse, kenara itilse, bastırılmaya çalışılsa da halen en güçlü hukuktan daha etkili bir şekilde varlığını koruyarak günümüze kadar gelebilmiştir. Dolayısıyla entelektüel ve politik çalışmalar ahlaki yörüngeye oturtulmazsa gerçek anlamda başarılı olamazlar. Bu nedenle tüm toplumsal çalışmalarda ahlaki olmak en temel şart durumundadır. Çünkü ahlaki olan toplumsaldır, toplumsal olan da ahlaki ve politik olmak durumundadır. 

Politika, insanı insan yapan, nasıl yaşayacağını, neyi nasıl yapacağını belirleyen bir özgürlük sanatıdır. Kuşkusuz bu toplum ve toplumsal güçler için böyledir. Bu anlamda politika yapma, demokratik siyaset eylem ve etkinliklerinde bulunma, sadece bir hak değil, ertelenemez, başkasına devredilemez yaşamsal bir görevdir. İnsan politika yapmayı bıraktığı anda insan olmaktan da vazgeçmiş demektir. Klan-kabile toplumlarından devletçi uygarlığın doğuşuna kadar insanlar hep kendi yaşamlarını idame ettirebilmek için politika yaptı. Politikasının sınırlarını toplumsal ahlak kurallarıyla belirledi, bunun için de toplum, özü itibariyle ahlaki ve politik toplumdur, diyoruz. Ahlaki ve politik toplum dışında kalan toplum tanımlamaları bizi gerçeğe götüremez, çünkü eksik ve yanlış olur. Politika kolektif işler üzerine yaratıcı düşünme ve bilgi, birikim, ahlak ve toplumsal gelenek havuzu içinde hareket etmektir. Yani politika toplumun beynidir. Gerçek anlamda politika insana yaşama ve eyleme geçme bilinci verir. Hannah Arendt’in de belirttiği gibi, “Politikanın varlık nedeni özgürlüktür, deneyim alanı eylemdir. İnsan eylemde olduğu kadar özgürdür.” Dolayısıyla politik alandan çekilmek veya başkalarını kendine temsilci seçmek doğru ve mümkün değildir.Ancak elbette doğru temelde politika yapabilir olmak da şarttır. Politikanın topluma hizmet etme düzeyinde kalması için demokrasiyle güçlü bağlarının olması gerekir. Aksi halde toplumun özgürleştirici faaliyeti olan politika, devlet idaresi haline gelerek iktidara köleler yaratan bir mekanizmaya da dönüşebilir. Nitekim Öcalan “Özgürlük Sosyolojisi” eserinde, iktidar ve devletin temel fonksiyonlarını belirlerken, “Güçsüz ve savunmasız bırakılan toplumu tekel sömürüsüne hazır hale getirmektir” der, kendi politika kavramının ve içeriğinin rolünü belirler: “Özünde toplum için gerekli ahlaki kuralları sağlamak ve bununla birlikte toplumun temel maddi ve zihnî ihtiyaçlarını gidermesinin yol ve yöntemlerini sürekli tartışarak kararlaştırmaktır. Toplumsal politika, bu gerekçeler temelinde sürekli geliştirdiği tartışma ve karar gücüyle toplumu zinde ve açık görüşlü kılar; kendisini yönetebilme ve işlerini çözme yeteneğine kavuşturduğu toplumun en temel varlık alanını oluşturur. Politikasız toplum, başı kopmuş tavuk gibi daha can vermeden sağa sola savrulan toplumdur.”

Devlet, özellikle de ulus-devletler kendi zihinsel inşalarını gerçekleştirirken toplumu köklerinden sarsar. Toplumu dayanaksız bırakacak, ne yapacağını bilemez durumda tutacak “politikalar” geliştirirler. Devlet(ler) “toplumun ahlâkı yerine ‘hukuk’, politikası yerine ‘devlet’ idaresi adlı kurumları yerleştirir. Toplumu iki temel varlık stratejisi rolünü oynayan ahlâk ve politika gücünden alıkoyma, bunların yerine hukuk ve hükümranlık idaresini koyma, her dönemin temel iktidar ve devlet görevleridir.” Çünkü devletin arada, üstte, hakim olmadığı yerlerde toplum özüne uygun bir şekilde ahlaki ilkelerini belirler, yaşam alanını ona göre düzenler, ortaya çıkan sorunlarını da yine kendi ahlaki ilke ve ölçüleri temelinde çözüme kavuşturacak politik bilinç ve duruşu sergiler. Özellikle bunun olmaması ve iktidar güçlerine muhtaç, mahkûm ve bağlı kalınması için iktidarlar da medya, her tür istihbarat örgütü, değişik özel savaş kurumları ve ideolojik aygıtları, yöntemleri devreye koymaktadır. En ince gözeneklerine kadar sızdığı toplumu nefessiz bıraktığı, kendini tanıyamaz, hiçbir ahlaki ilkesini uygulayamaz, en temel ihtiyaçları için politik tartışma yapamaz ve karar (demokratik siyaset) alamaz duruma düşürdüğü çok açıktır. Tarihte hiç olmadığı kadar eğitim, öğretim kurumları, imkanları gelişmişken toplumsal sorunların bu denli ağırlaşmış ve adeta dünyanın sonunun getirilmiş olması ancak bununla izah edilebilir. Şimdi dünyada eğitim-öğretim grubunda yer alanların sayısı bir zamanların dünya nüfusundan bile daha fazladır. Toplumsal ahlak, toplumsallık dejenere edilmemişse neden bir tarafta iktidar güçleri/sahipleri milyarlarca dolarlık yolsuzluk yaparken, “görevlerinin başında” olmayı sürdürürken, aç kalmış bir-iki genç yiyecek “çaldıkları”(!) için onlarca yıllık hapis cezalarına çarptırılabiliyor. Kürdistan’da/Farqin’de (Silvan) bir bebek evinin elektriği kesildiği için ölüyor, toplumdan “çıt” çıkmıyor. Zindanlarda faşizme karşı tek başına bir genç kadın (Garibe Gezer) direne direne şehit olurken, ardından bıraktığı manifesto niteliğindeki mektubuna rağmen hala da bu ülkede en üst yönetimini de bırakın, hapishane müdürü bile görevinden alınmıyor ve bu “normal” karşılanabiliyor? Şimdiki gerekçelerimiz Bastille Hapishanesi’ni basanların gerekçelerinden daha mı az?

Devlet idaresinin, tahakkümünün baskın olduğu koşullarda, ülkemizde ve dünyada durum budur. Ahlaki ve politik toplumun hüküm sürdüğü bir toplumsal, siyasal zeminde böyle bir durum mümkün olabilir mi? Devletlerin idaresi hiçbir zaman toplumun özyönetimi demek olan ahlaki ve politik toplum yönetiminin yerini alamaz, çünkü doğaları, varoluş amaçları farklıdır.  Günlük yaşam deneyimlerimizden de çıkarsadığımız gibi devlet ne kadar genişler ve yoğunlaşırsa, politika da o kadar daralır ve gevşer. Öcalan’ın belirlemesiyle, “Devlet kural demektir, politika ise yaratıcılıktır. Devlet hazırı yönetir, politika ise oluşturarak yönetir. Devlet zanaattır, politika sanattır.” Ahlaki ve politik toplumun inşası için politika yönetir, devletler idare eder. Ahlaki ve politik toplum ilkeleri temelinde politika özgürleştirir, devletler köleleştirir. Ahlaki ve politik toplumda politika günlük yaşam ve eylemlerin nasılını hakikatine uygun olarak belirlerken, devletli düzende sınırlandırır. Buradan da Öcalan’ın “Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak-Demokratik Ulus Çözümü” adlı eserinde ortaya koyduğu belirlemelerin hayatiyetine ulaşıyoruz: “Hâlbuki politikanın olduğu toplumsal alanda geçerli olan toplumun hayati çıkarlarıdır; onun yapısal ve anlamsal esenliği ve gelişkinliğidir. Politikasız veya zayıf politikalı toplumlar ya dıştan bir imha ve sömürge iktidarının dehşetini ya da içten bir iktidar elitinin ve sömürücü sınıfın baskı ve sömürüsünü yaşamaktan kurtulamazlar. Bir topluma yapılabilecek en büyük iyilik, onu politik toplum seviyesine yükseltmektir. Daha da iyisi, onu demokratik siyasetin yirmi dört saat çalıştığı sürekli ve yapısal bir demokrasiye kavuşturmaktır.” Bu gerçeklik ışığında örgütsüz insan, özellikle günümüz kapitalist modernite koşullarında insan olmaktan çıkmış insandır, diyebiliriz. Kim aksini iddia ederse etsin, örgütsüz, bilinçsiz, iradesiz insan bireysel onuruna bile sahip çıkamayacak kadar zavallı ve insanlıktan çıkmış bir yaratık durumuna düşer. Özellikle yoğun savaşın yaşandığı Kürdistan açısından bu böyledir ki, daha kırk aşkın yıl önce bu hakikatin diyalektiği belirlenmiştir: Kürdistan’da örgütsüz yaprak kıpırdamaz! Örgütlü toplum, ahlaki ve politik toplumdur. Öcalan aynı eserinde, “Ahlaki ve politik toplumun olduğu yerde, iktidar ve hukuk gereksiz olmaktan da öteye, tahammül edilmesi güç bir yük haline gelir. Bir toplum ne denli ahlaki ve politik kılınırsa, o denli demokratik, özgür ve eşitlikçi, dolayısıyla iktidar eliti ve sermaye tekellerinin istismarına kapalı ve direngen kılınır” diyerek, çözüm ve çıkış yolunu da gösterir.

 

Demokratik Modernite İnşası 

Yalan ve talan düzeninin düzenbaz siyasetçileri nedeniyle on binlerce yıllık politika, toplumun akıl, ahlak ve özgürlük sanatıyken, sadece iki değil, yüzlerce yüzlü sahtekârların mesleği derekesine düşürüldü. Peki, çaresiz miyiz? Elbette değiliz. Binlerce yıllık tarihsel direniş bilincimiz ve tadına vardığımız özgür yaşam aşkımızla donanımlı, güçlü olduğumuzu biliyoruz. Günümüzden geçmişi çözümlemeyebildiğimiz gibi anda günceli ve geleceği nasıl özgürleştirebileceğimizin bilgisine de sahibiz. Neyi kaybettiğimizi bildiğimiz için ne kazanacağımızı da biliyoruz. Öcalan da “Uygarlık sürecinde ahlaki ve politik toplum aşındırılıp sömürü ve iktidar tekelinin sıkı egemenliği altına alındığında, toplumsal hakikat yitirilmiş demektir. Yitirilen, ahlâkî ve politik değerlerle birlikte yitirilmiştir. Tekrar bulmak istiyorsan, kaybettiğin yerde arayacaksın. Uygarlık ve moderniteye karşı ahlaki ve politik toplumu, onun gerçekliğini arayacaksın, bulacaksın. Bununla da yetinmeyeceksin; bu toplumun tanınmaz hale getirilen varoluşunu yeniden inşa edeceksin. O zaman tarih boyunca kaybettiğin altın değerindeki bütün hakikatleri tek tek bulduğunu göreceksin. Bu temelde daha mutlu olacaksın. Bunun da ahlaki ve politik toplumdan geçtiğini anlayacaksın” der.

Görevimizin hak ve hakikat olanı hakim kılmak olduğunu biliyoruz. Onun için de zihniyet çalışmalarında siyaset felsefesi, siyaset kurumlaşması, maddi hayat eylemleriyle iç içe aşkla örülmek durumundadır, diyoruz. Elbette, bu mücadele bugünden yarına hallolacak bir çalışmayla sonuçlanmayacağı gibi bilinmez yarınlara da ertelenemeyecek an’ın özgürleştirici mücadelesidir. Bu nedenle de her anı soluk soluğa mücadeleyle, inşayla, her anı kendini aşmakla yaşanacak bir özgür yaşamı inşa mücadelesi olacaktır. Bugün yaptığımız bize yarın yetersiz gelebilir, ancak bugün yaptığımız da yarın yapacağımız da ahlaki politik toplum gerçekliğine uygun olma iddiasıyla olacaktır. Çünkü biz ahlaki ve politik olmayana iyi, doğru ve güzel demiyoruz. Bunun için de inşa edeceğimiz yapıların sağlıklı işleyişi de şarttır. Göz organının fiziki olarak varlığı nasıl ki görmek için yeterli değil ve gözün sağlıklı da olması gerekiyorsa, ahlaki ve politik toplum ideali olanların da toplumları-halkları radikal demokratik temelde örgütlenmeleri, günlük yaşam yönetimine katılabilir kılmaları gerekmektedir. Aksi takdirde ahlaki ve politik toplum adına geliştirilebilecek kurumlaşmalara da iktidarcı, devletçi anlayış mikrobu sızabilir ve demokratik modernite kurumlaşmalarını içten içe çürütebilir. Bunun için de gerçek anlamda ahlaki ve politik yaklaşım, farklılıkların özgür birlikteliği ve demokratik zihniyet şarttır. Demokratik siyasetin hâkim olmadığı siyasal, toplumsal koşullarda ya despotik diktatöryal yaklaşımlar vardır ya da kaotik durum hâkimdir. Bu anlamda ahlaki ve politik toplum temelinde demokratik modernite inşası günlük yaşamda hava ve su kadar önemlidir, dolayısıyla bu temelde halkların yönetime katılmaları, politika yapmaları devredilemez bir özgür yaşam görevidir. 

 

Temsili Demokrasi Yalanı

Tarihsel olarak Antik Yunan ve Roma’ya dayandırılan temsili demokrasi sistemi “gelişmiş dünyanın” popüler makbul yönetim biçimi. 4-5 yılda bir gerçekleştirilen seçimler, seçilen vekiller, belirlenen parlamento aritmetiği, şekillenen kabineler ve halktan uzak, halka rağmen alınan kararlar… Nüfus çokluğu, coğrafik alanın genişliği, meclis binasına herkesin giremeyeceği (İngiltere) gibi gerekçelerle insanlara, “Temsilcilerinizi, vekillerinizi seçin ve öyle yönetime dâhil olun” denildi. Şekli, içeriği dillendirilen göstermelik amacı ne olursa olsun, bu fikriyatın ve yönetim biçiminin arkasında iktidarcı, devletçi sınıfsal bir bakış açısı vardır. Buna göre herkes siyaset yapamaz, herkes yönetici olamaz. Tercümesi; herkes insan olamaz! İnsan dediğin Batılı, erkek ve beyaz olandır. Sümer’de, Babil’de, Antik Yunan’da, Roma’da, Hindistan’da vb. sınıfların varlığı, izahı daha açık ve kaba yapılırdı. Bir sınıfın yoğrulduğu maden altından, kimisinin gümüşten, kimisinin hamuru demirdendi. Dolayısıyla herkes eşit olamazdı, bu tanrısal düzene de uymazdı. Halkların, özgürlük ve demokrasi güçlerinin binlerce yıllık mücadeleleri ve ödedikleri bedeller sayesinde iktidarlar artık bizi yönetmeyi tanrısal düzen, hamurlarındaki asalet ve ilahi buyruklarla izah edemeyeceklerini gördüler. Dolayısıyla da artık daha inceltilmiş gerekçe ve yalanlara ihtiyaç duydular. Yeri geldi “yönetici” kesimin arasına “bizden” de birilerini alır gibi oldular ki, aslında bu ayıbı örten asma yaprağıydı. Ancak hiçbir vekil, temsilci gerçek anlamda “ben/biz” olamayacağı gibi, bizim de özümüzde, doğamızda var olan, onunla insan ve toplum haline geldiğimiz ahlaki ve politik toplum insanı olduğumuz için düşünen, karar veren, eylemde bulunan insan gerçekliğimizi de, hiçbir gerekçeyle kimse elimizden alamaz. Şimdiye kadar sıraladığımız gerekçelerle de hiç kimse politika yapma hakkını, görevini bir başkasına devredemez. Bu kabaca herkesin bir parlamento binasına sığdırılması gerektiği anlamına gelmez. En küçük mahalle komünü, biriminden kent meclisine, bölge meclislerinden üstte halk kongrelerine kadar toplumun tümüyle demokratik siyaset yol ve yöntemleriyle yönetime dâhil olduğu bir sistemden söz ediyoruz. Bu sistemde kararlar bir kişinin iki dudağı arasına sıkışmaz ya da göstermelik 400-500 kişilik temsilci-vekil parmak demokrasileriyle de şekillenmez. 

Dolayısıyla “temsili demokrasi” adıyla toplumlar gerçek anlamda yönetime dâhil olmazlar. Temsili demokrasi, belki de demokrasi ve özgür yönetim adına tarihte geliştirilmiş en büyük demokrasi yalanı ve uydurmasıdır. Çünkü despotluğu, yönetimsizliği, anti demokratikliği, köleliği ve pasifliği demokrasi sözcüğüyle cilalayıp insanları uyutmaktadır. Özcesi tek adam rejiminin, despotluğun, diktatörlüğün alternatifi inceltilmiş kölelik sistemi olan temsili demokrasi olamaz. Tüm toplumsal sorunların özgürce, demokratik katılım, ahlaki ve politik toplum ölçü ve ilkeleri temelinde gerçekleştirilecek, küçük bir köy komününden en üstte halk kongrelerine ve küresel çapta “Dünya Demokratik Konfederal Birliği”nin gelişebileceği doğrudan demokrasinin inşası ve uygulamasıyla mümkündür.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.