Düşünce ve Kuram Dergisi

Like-Dislike Sarmalında Teknoloji ve  Ahlâk Üzerine

Nesimi Aday

İlk insanların tarihinde üç şeyin çok yaşamsal olduğu söylenebilir. Başat olan bu üç şey hiç kuşkusuz; beslenme, barınma ve soy devamlılığıdır. Ama ille de beslenme. Karnını doyuramayan insanın yatacak yer arama ve soyunu sürdürme düşüncesi ve isteği güçlü olmasa gerek. Canlıların temel reflekslerinden biri olan beslenme, yaşam sürmenin de dinamiğidir çünkü. Yemek yerken ‘şükretmek’ geleneği, bu avcı toplayıcı çağlardan kalmış olmalı. ‘Ekmeğin aslanın ağzında olduğu’ koşullarda karnı doyduğunda şükür eden insan, yiyecek bulmakta daha az sıkıntı çektiği ve karnı doyduğu günümüzde artık şükretmiyor. Dünyadaki varlığı pamuk ipliğine bağlı olan ölümlü çağ insanı; iklim değişikliği, doğal afetler, kendisinden daha güçlü olan canlıların saldırı badirelerinden geçip serüvenini ortalama bir düzeye taşımayı başardı; o düzeye de ‘uygarlık’ deniliyor.

M.İlin ve E. Segal’in yazdığı “İnsan Nasıl İnsan Oldu” kitabı “Bu dünyada bir dev var” şiiriyle başlar. “Dev” olarak betimlediği şey ise insandır. İnsanın doğaya karşı verdiği mücadeleyi abartılı bir şekilde anlatırlar:

Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir. 

Bu devin öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir. 

Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir. 

Bu devin öyle yüzgeçleri var ki, su altında balıklardan daha iyi yüzebilir. 

Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki, görülmeyeni görür, başka bir kıtada konuşulanları işitir. 

Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve doludizgin akıp giden suları durdurur. 

Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir, ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular. 

Kimdir bu dev? 

Bu dev insandır.”

SSCB sürecinde yazılan ve emeği yüceltmesi ‘telkin edilen’ bu kitap, doğayı dize getirmeyi marifet sayan, insanın doğaya müdahalesini ‘gelişim’ olarak kutlayan insan merkezli bir yaklaşım içeriyor ki bugün bu yaklaşımın medeniyet ya da gelişim adına dünyada nasıl doğal felaketleri tetiklediğini yaşayarak görüyoruz.

Sanayi Devriminden bu yana atmosfere yayılan yüksek karbon salınımı ile atmosferin ısınması, bu ısınma sonucu dünyada buzulların erimesi, eriyen buzulların eko sistemde doğal ve yaşanabilir olan dengenin bozulmasını hızlandırması, yine güneşten gelen zararlı ışınların üstümüze boca edilmesini engelleyen ozon tabakasının atmosfere salınan bu sanayi atıkları sonucu delinmesi vb. çokça anomali oluşmuş durumda.

Babil Kulesini kibriyle inşa eden insan, yıkımına da rıza göstermeliydi; öyle de oldu. Çağımızın vebası olarak tarif edilen ve dünyayı sarsan pandemi, doğanın bilgisinin, insanın bilgisinden evla olduğunu gösterdi. Dünyanın kaynakları sonsuz değil, doğada var olan her şey transforme oluyor. Bilinen bir doğal yasadır; doğa verdiğini geri alır. Ölüm de doğanın bu reaksiyonlarından biri değil mi?

Peki yakın gelecekte insanın soyu tükenebilir mi?

2020 yapımı La Valla (The Barrier) dizisi, son yıllarda sık sık tercih edilen ‘gelecek’ konusunu işliyor. Distopik bir dizi olan La Walla (Bariyer, Duvar) 2045’te İspanya’da geçiyor. Dünyanın tamamında görülen virüsler, doğal yıkımlar, su ve yiyecek gibi doğal kaynakların tükenmesi, az miktarda olan kaynakların da seçkin bir sınıfın kullanımında olması ve bu seçkin sınıfı koruyan dikta bir rejimin sürmesi konusu sarsıcı bir şekilde işleniyor dizide. Filmin orijinal ismi “The Barrier” yani bariyer-duvar. Çünkü hükümet hastalık ve açlık içinde kırılan halk ile burjuva sınıfı arasında bir duvar inşa etmiştir. Duvarın arkasında güllük gülistanlık bir hayat süren ‘seçkin’ insanlar yaşar. Ahlakın ve vicdanın elit sınıfa göre şekillendiği bu rejimi ise ordu korumaktadır. Acı olan ise insanların doğal yıkım sonrası, bir kurtuluş ümidi olarak kendi iradeleriyle diktatörlüğe onay vermeleri; en azından itiraz etmemeleridir. Ordunun burjuva sınıfı lehine koruduğu bu bariyer, devrimci bir örgütlenme ile halkın müdahalesine neden olacaktır. Bir film olarak kurgulanan bu olası gelecek için ilerleyen bölümlerde tekrar cümle kuracağız. Keza gidişatın o yönde olduğuna dair güçlü emareler var.

 

Homo Habilis’ten Homo Erectus’a Hayatta Kalma Serüveni

Şimdi yazının meramı daha iyi anlaşılsın diye daha geriye, insanın dünyadaki varoluş- yok oluş günlerine gidelim. İlk insanların yaşamlarına, onların ilk yaratımlarına, toplumlaşma süreçlerine ve ilk ahlaki kuralların ile yasaların oluşmasına bakalım kısaca. İnsanın evrimi üzerine çalışma yapan bilim insanları, insanın yaklaşık 100.000 yıl avcı toplayıcı bir hayat sürdüğü görüşünde birleşirler. Mezopotamya’da yapılan ilk tarım ve yaklaşık 100.000 bin yıl önce gündelik hayatın kullanımına sokulan ateş hiç kuşkusuz soyumuzun devamı ve gelişimi için büyük devrimsel süreç olarak görülebilir. Yetenekli İnsan anlamına gelen Homo Habilis’in yaptığı ilk el aletleri ile yaşamına yeni bir evre kazandıran insan, kazandığı özgüvenle daha da dik yürümeye başlamış olmalı. Bu dik yürüyüş boyunun da uzamasına neden olacak ve yeni bir ‘tür’ olarak tanımlanacaktı: Homo Erectus; yani günümüz insanın ana/atası.

Beslenme ve barınma gibi temel sorunlarını gideren insan, alet yapımı ve hayatını kolaylaştıracak diğer araç ve gereçleri üretmeye başladığında artık toplumsallaşmanın ilk adımlarını da atmıştır. Ama yine de bu süreçlerin 100 binlerce ve günümüze yaklaştıkça da 10 binlerce yıl içerisinde cereyan ettiğini hatırlayalım. İnsanlık tarihinin en önemli buluşları arasında sayılan Yazı ve Tekerlek günümüzden 5 bin yıl önce Mezopotamya’da keşfedildi ve hala insanlığın kullanımında. Bugünün gençliği ilkel bir alet olarak tanımlayacağı ama yaratıldığında muhteşem işlevlere sahip ilk silahımız olan baltanın 1 milyon yılı aşkın bir süre kullanımda olduğunu unutmayalım. Yani 100 binlerce yılda yaratılan devrimsel süreçler zamanla 10 binlerce yıldan, binlerce yıla inecek ve günümüzde ise saatlere ve dakikalarla bile sığmayacak bir hıza erişecekti.

100 bin yıl önce ateşi keşfeden, ondan yararlanan ‘erectuslar’ insan evriminin hızlanmasına da katkı sundular. Ateşte yiyecek pişirmeyi öğrenen erectusun çene yapısı değişmeye başlayacak, ‘evrim ekonomisi’ diye tarif edilen süreci başlatacaktı. Bugün günlük dil kullanımında, sıkça kullandığımız, çok konuşan ve laf kalabalığı yapan birine “çene yapma” dediğimizde çok da anlam yüklemeden söyleyiveririz. Ama ilk insanların (mesela Neandertallerin) alt çenelerinin hemen hiç olmadığı, doğrusu gelişmediği biliniyor. Beslenme alışkanlığı değişen insanın, işaret dilinde konuşma diline geçtiği süreçte evrimleşen ağız ve çene yapısı da değişir. Gelinen uğrakta ise işaret dili teknoloji aracılığıya tekrar hayatımıza girdi; değineceğiz.

Ateşi bulan ve etrafında sosyalleşen ilk insanlar, olası ki ilk muhabbetleri de bu ortamda yapmışlardır. Byron Reese, dil ve ateş ilişkisi üzerinden bu süreci İlk Çağ olarak nitelendiriyor.[1] Ateş etrafında sosyalleşen, çoğunlukla kan bağı olan küçük akraba topluluklar ilk komünlerin ve ilk kolektif davranışların gözlendiği topluluklar olarak tarihteki nadide yerini almışlardı. Marshall Sahlins’ın tanımıyla ‘müşterek yaşamlar’ belki de ilk bu ateş ve av partisi (alet geliştirdiği için) etrafında gelişmişti.[2] Toplum dediğimiz kategorinin ilk hali de bu alet ve gereçlerin işlevsel kılınması döneminde mayalanacaktı.

Müşterek yaşamlar insanlar arasında ortak davranış, ortak inanış gibi normların oluşmasının motor gücü olacaktı. Sosyalleşmenin de başladığı bu evrede, ava ortak gidildiği, besinlerin ortaklaşa toplandığı, tüketimin ortak yapıldığı, hatta takas edildiği sonradan üretildiği bir sosyal süreç de başlayacak, hatta özel mülkiyetin oluşması ve ilk devletleşme nüveleri de bu ortamlarda görülecekti.Toplum: “Her yaşta bireyin içinde yer aldığı, ihtiyaçlarını karşılamak için etkileşen, belli bir mekânda yaşayan ve ortak bir kültürü (din, dil vb) paylaşan pek çok sayıdaki insanın oluşturduğu birlikteliğe “toplum” denir. (Anonim tanım)

 

İnsan, Doğayı İzleyerek Öğrenir

İnsan yaşadığı çevre ve iklim şartlarına göre birikimler elde eder. Gözlem ve tecrübeye dayanan bu birikimini soyunu devam ettirmek için de kullandı. İklimleri ve mevsimleri gözlemleyerek barınma ihtiyacını gideren insan; gece ve gündüz şartlarında korunmayı, savaşı ve savunmayı, kuşları izleyerek uçmayı, uçağı ve diğer gök araçlarını hayat bilgisinden üretti.

İnsanın hayattan biriktirdiği ve yaşamını idame ettirmede enstrüman olarak kullandığı değer normları, hayatı yaşanır kılma işlevi de görür. Doğal toplum süreğinde oluşan bu normlar bütünü, günümüzde totem ve tabu olarak da ifade bulur. Mesela ahlak bu formların toplamından beslenip değer olarak hayata anlam kazandırır. Totem, mitoloji ve felsefe bu sürecin sonuçları olarak görülebilir. Günümüz insanı için hemen hiçbir anlam ifade etmeyen ve anlamsız bulunan bu formlar aslında hayat tecrübesinden başka şey de değildir. Yakın zamana kadar köy toplumlarında varlığını sürdüren ateş ve su totemleri tamamen yaşamsal tecrübelerden kaynaklı olagelmiştir. Ateşi zor şartlarda bulan Buzul Çağ insanın doğal ki onu koruması, sürekliliğini sağlaması hayatı için elzem olmuştur.

Yine kurak bir iklimde tatlı su kaynaklarının kıymetine binaen oluşturduğu tabular aslında yaşamını devam ettirmek için başvurduğu bir araçtan başka şey değil. Yani ateşin sürekliliğini sağlamak, varlık nedeni olan suyu korumak için toteme ihtiyaç duymuştur. Günümüz ifadesiyle “yasa” oluşturmuştur aslında. ‘Bizi haksızlıklardan koruyan ve yazılı olmadığı halde uyulmaması ayıp olarak kabul edilen yasalarımız var’ diyor Atinalı Perikles.[3] Örneğin ateşin gündelik yaşam içerisindeki değerini anlayacak bilinçte, birikimde olmayan çocuğun ateşi söndürmemesi için: “Eğer ateşe işersen annenin memeleri yara olur” totemi yaratılarak ateşe zeval gelmemesi sağlanmıştır. Bu ve benzeri totemler zaman içerisinde bağlamından koparılıp dini değer olarak insanların önüne konulduğu da sık rastlanan bir olgudur. Modern zaman insanı için pek bir şey ifade etmeyen bu totemlerin arkaik pratiği bilinmeden inanç olarak hala varlığını sürdürmesi hiç kuşkusuz dogma ile açıklanabilir. Doğal toplum süreğinde oluşan ve yaşam devamlılığına pozitif katkı sunan totemleri, günümüz yaşam koşulları ile bağlantılamak da dogmatik bir yaklaşım olacaktır. Olguları zaman, mekan ve şartlar göz önünde bulundurularak değerlendirmek, hiç kuşkusuz tarihi doğru anlamamıza katkı sunacaktır.

 

Ahlaki-Politik Toplum

İnsanın, diğer canlıların aksine zekasını kullanarak iklim ve doğa şartlarıyla baş etmesi, yiyecek ve barınma sorunlarını azami ölçüde çözdükten sonra nüfusunun da çoğalmasıyla, küçük topluluklardan büyük topluluklara dönüşmesi (köy, şehir ve devlet süreci) yaşamsal kuralların da daha işlevli hale gelmesini, getirilmesine ihtiyaç duymuştur. Rousseau ‘insanın doğal halinden yurttaşlık haline gelmesi’ diyor.[4] Toplumsallaşma sürecinde, üretimin de kolektifleşmesi ile büyüyen ve yurt edinen insanda yurttaşlık bilinci de oluşur. İhtiyaç üzere hasıl olan kurallar bütünü de denilen ahlaki değerler, kamu otoritesinin oluşmasıyla yasalara dönüşür. Aslında bugün çoğu insanın birer pranga olarak gördüğü yasalar insan topluluklarının birlikte yaşaması ihtiyacından kaynaklı oluşmuş, oluşturulmuştur. Fakat devletli uygarlık sürecinde bu yasalar hiyerarşi ve otoritenin emri altına girmiş ve büyük yığınları baskı altına alma aracına dönüşmüştür. Bu bağlamda ahlaki normların oluşması, insanın ahlaki politik topluma evirilmesi sürecine bakalım biraz.

İnsanlık tarihinin en önemli aşamalarından biri hiç kuşkusuz Cilalı Taş Devri de denilen Neolitik Toplum süreğidir. Hatta insanlık tarihi açısından devrim olarak da adlandırılan bu çağın başlangıcı Ortadoğu ve Mezopotamya olarak kabul görmüştür. İlk tarımın yapıldığı, ilk hayvanların evcilleştirildiği Neolitik Toplumun hiç kuşkusuz, devrimsel bir sürecin motor gücü de olmuştur.

Ahlak felsefesinin oluşumuna entelektüel katkı sunan Aristoteles, ‘insanı politik bir hayvan’ olarak tanımlar. Felsefe teorik iken, ahlak pratiktir. Ahlak yerel özellikler taşır, hatta yerel görülebilir ama etik evrensele işaret eder, daha kapsayıcı bir aurası vardır. Çocuk aile içinde ilk ahlaki normları ödül ve ceza ikilemi içinde öğrenir. Büyüyünce çevresi genişler; klan, aşiret, toplum derken daha geniş bir çevre içinde değer oluşturur, olan değerlerini yeni edindiği, gördükleri ile harmanlar. Güzeli-çirkini, iyiyi-kötüyü, yanlışı-doğruyu toplum normları ile anlamlandırır. Kişisel normlarını toplumsal olan ile buluşturur. Böylece ahlakın felsefesi de oluşmaya başlar; etik bu süreçte oluşur. Sokrates birey ahlakını öne çıkarırken, Platon devlet ahlakının önemine vurgu yapar. Ama Aristoteles birey ve toplumu birlikte ele alır, toplumsal-kolektif ahlakı önceler. İnsanlar için iyi olduğunu önerdiği politikanın ahlaka içkin kılınması gerekliliğini savunur. Ama o da görece elit bir sınıfın varlığına itiraz etmez; bireyin kendini gerçekleştirmesi için, iyi yönetilen bir topluma ihtiyaç duyacağı savındadır.

Kamu otoritesinin henüz olmadığı bu toplumsal yapı Ali Fırat’a göre Ahlaki-Politik Toplumdur. Çünkü ‘toplum esas olarak hem ahlaki hem de politiktir’. Bu bağlamda Doğal Toplum ile Ahlaki-Politik Toplum iç içe geçmiş, sarmal bir yapı olarak varoluşunu yapısal bir forma dönüştürmüştür. Ama daha çok devletleşme ile oluşan hegemonya Doğal Toplumun ahlaki-politik normlarını değiştirmiş, hatta bozmuştur. Seneca, ‘Doğa, Tanrısal akıldan başka nedir ki? diye sorar. Çünkü ona göre ‘evrenin düzenini sağlayan akıldır Tanrı’.[5] Ama ‘Ahlakın kaynağı insandır’ der Kant. Ona göre, evrensel ahlak yasaları insanı özgürleştirir. Yani Kant’a göre, insan bu yasalara uyduğu sürece de özgürdür.[6] Burada asıl soru şu; bu yasaları kim kontrol edecek ve eşit kullanımı nasıl bir sistem içinde sağlanacaktır. Doğal toplum sürecinde klan kuralları (yasaları) özel mülkiyeti korurken, devletli uygarlık sürecinde evrensel yasalar benzeri bir ayrıcalıklı yapıya hizmet etti.

 

Politika, Yalan Üretimi mi?

Politika kavramı kent devletlerden başlamak üzere, günümüz modern devletlere kadar; yani devletçi uygarlık süreçlerinde yönetici sınıflar tarafından iğdiş edilmiş, itibarsızlaştırılmış, yalan ve hile ile özdeş kılınış ve politika yapan insanların kahir ekseriyeti de halkın gündemine bir yalan makinesi olarak lanse edilmiştir. Sınıflı toplumlarda ezen-ezilen mücadelesi süreğinde ezenin (erkek+iktidar+devlet) kendi maddi bekasını koruması, daha fazla kar elde etmesi, elde ettiği karı koruyabilmesi için başta, kendisi için bir düzen sistemi olan devlet ve onun yasaları olmak üzere, politika insanlarını da bir enstrüman olarak kullanmıştır. Politika ve yalan kavramı sosyal bilimlerin gündemini sıkça meşgul etmiş ve etmektedir de. Özellikle Hannah Arendt’in siyaset ve yalan üzerine çalışmaları, politikayı yeniden değerlendirmemize olanak sunmuştur. Arendt, yalanı ‘modern’ ve ‘klasik’ olarak ikiye ayırır. Modern yalanı ise daha tehlikeli bulur. Hatta ona yoğunlaşır. Modern yalanın bürokrasi tarafından manipülasyon amaçlı üretilmesi ona göre daha tehlikelidir.[7] Yine ahlak kavramı da bu devletçi uygarlık süreğinde, çoğunlukla sistemin tasarrufunda olmuştur. Hele kapitalist modernitenin haşarı çocuğu olarak ahlaki-politik toplumun ‘evine’ salınan tüketim toplumu, ahlaki değerleri, adeta kapitalist elitlerin meta sistemine yedeklemiştir. Bu sitem içerisinde neyin ahlaklı olup, neyin olmadığını artık pazar ilişkisine indirgemiştir.

Medya çağının başlamasıyla, daha önce görece korunaklı olan doğal toplum büyük sarsıntı geçirmiş ve kısmen de teslim olmuştur. Sovyetler Birliğinin (SSCB) dağılış sürecinde Arnavutluk için “bir ciklet için terk edildi” yorumu yapılmıştı. Elbette Sovyet sisteminin kolektivizm adına bireysel özgürlükleri kısıtlaması bir neden olarak görülüp eleştirilebilir ama meselenin nirengi noktası kapitalizmin tüketim aparatının iletişim kanalları (o yıllarda yazılı, işitsel ve görsel basın) aracılığıyla kolektif yaşama ve onun değerlerine saldırı olduğu gözden kaçırılmamalı. Bu saldırı sistemi bugün en vahşi haliyle tüm ekosistemi bir rant alanına dönüştürmüştür. Sanal medya ve onun araçları üzerinde çalışan medya uzmanları insanın da bir satış ve pazarlama enstrümanı olarak kullanılmasını ‘ürün yoksa ürün sensin’[8] mottosuyla anlatıyorlar. Artık insan da ulus ve dünya ötesi şirketlerin birer satış enstrümanı, promosyon olarak verilen ürünü olarak görülüyor. Bugün çoğumuzun iletişim cihazlarında yüklü olan uygulamaların çoğunun ücretsiz kullanıma açılmasının nedeni insanın ürün olarak pazarlanmasından kaynaklanıyor. İnsan evrimi üzerine kitaplarıyla tanınan Y. Noah Harari, ‘artık bilgisayarımız, telefonumuz heckleniyorun ötesine geçiliyor. Yakın bir gelecekte elit bir grup, diğer insan yığınlarını bir makine gibi hackleyecek’ diyor.

 

Robotlar İnsanları Dünyadan Kovabilir mi?

Profesör Harari “gereksiz sınıf” diye bir kavram kullanıyor. Yakın gelecekte algoritmaların (yapay zeka; AI) egemenliğinin kurulacağını (ki S.Hawking insanlık için tehlikeli, durdurun demişti), kontrol edilemeyen elit bir sınıfın tüm insanlığı kontrol altına alacağını, büyük insan topluluklarının ‘gereksiz sınıfa’ dönüşeceğini söylüyor. Pek de yabana atılmayacak bu görüşe göre emek üretimi, emek sömürüsü, burjuvazi ve işçi sınıfı olguları ve kavramları ortadan kalkacak ve üstün bir sınıf ile ‘gereksiz sınıf’ oluşacak. İkinci Makine Çağı olarak tarif edilen (ilki Sanayi Devrimi) bu dünyada, beden ve kol gücüyle çalışan biyolojik üretim elemanları (insan) yerine hiç durmaksızın çalışacak otomasyon sistemleri olacak. İnsana ya hiç ya da çok az ihtiyaç duyulduğu bu spiritüel çağın başlamış olduğu da malum.[9] Fiziki anlamda insanın makinelerle yarışamadığı bir dünyada insana da ihtiyaç kalmayacaktır. Bu durumda, hala bilişsel yapısı kurulamamış, yazılamamış, kodlanamamış makinelere karşı insana bir süre daha ihtiyaç duyulabilir. Peki ya sonra? Gerçek ötesi dediğimiz ve yakın çağ olarak da okunabilecek post truth zamanda ne olacak insana? Bu can sıkıcı duruma, konuya liberal yaklaşım gösterse de Kevin Drum’un “Hoşgeldiniz Robot Efendiler, Lütfen Bizi Kovmayın, Olur mu?” yazı başlığı oldukça sarsıcı.[10]

 

Yapay Zekanın Ahlak Normlarını Kim Belirleyecek?

İnsan tanrıya mı dönüşüyor? Harezmi’nin 8.Yüzyılda bulduğu algoritma post truth çağda insanı Tanrı seviyesine yükseltebilir mi? El Cezeri’nin yaklaşık bin yıl önce, saray elitleri için tasarladığı robotlar, yakın gelecekte yeni bir elit sınıfın hizmetine mi girecek tekrar? Algoritmaları etkin kullanan sermaye sınıfı tanrısal bir varlığa dönüşebilir mi? Günümüzde bu ve benzeri sorular çoğaltılabilir. Bu sorular elbette bilinmez bir süreci anlamaya dönüktür. Teknolojik gelişimin hızına yetişmekte zorlanan büyük insan topluluklarının sürece adapte olması, dahil olduğu sınıfın başına gelecek olası olumsuzluklara cevap üretmesi, karşı bilgi ve direnç göstermesi için düşünmesi gerekiyor. Günümüzde yapay zekanın hızlı yükselişi, yaşamı kolaylaştırıcı etkisiyle sempatiyle karşılanması yakın gelecekte bir kabusa dönme ihtimali taşıyor. Aslında ihtimal ötesi bir realite söz konusu. 3D yazıcılar sayesinde biyonikleşen insanın gelecekte ölümsüzlüğe ulaşması ve benzeri gelişmeler tüm canlıların olmasa da insan için ölümcül olabilir. Bugün özgürlük ve görece mutluluk veren, yaratan teknolojik gelişim, çok da uzak olmayan bir gelecekte insanın sonunu getirebilir mi gerçekten? Yazının başında ‘insanın soyu tükenebilir mi?’ diye sormuştuk. Eğer önlem alınmazsa süreç oraya eviriliyor. Tüp bebek yöntemleri ve embriyoları dölleyen tıp Silikon vadisinde kim bilir neler geliştiriyor?

Organizmaların yapısını değiştiren, onlara yeni biçimler veren, üreten, klonlayan tıp, tamamen yapay zekâ etkisine girdiğinde neler yapmaz ki? Ticari amaçlı Yapay Zekâ eğitimi veren bir kurum, eğitim amaçlı ürünlerini pazarlamak için şu cümleleri sayfasında kurmaktan çekinmemiş; “..ticari açıdan yapay zekanın çok karlı olması ve insan faktörünü ortadan kaldırdığı için maliyeti düşürmesi..”

Görüldüğü gibi satıcı, insanı ortadan kaldıran bu uygulamaları gurur ve başarı aracı olarak pazarlamakta etik bir sorun görmüyor.

Peki insanlar açısından ölümcül olacağı düşünülen bu gelişmelere kim dur diyecek veya sınırlayacak? Makinelerin ahlak ve etik kuralları olacak mı? Olacaksa hangi esaslara göre belirlenecek? Kurallar insan esaslı mı doğa esaslı mı olacak? Dünyaya büyük zarar veren insanı korumak ve diğer canlıları korumamak, tüm ekosistem söz konusu olduğunda ahlaki olacak mı? Gerçekten bu kadar çok insanın yaşamını dünyanın ve tüm diğer canlıların yok oluşuna tercih edecek miyiz?

Bu optikten bakıldığında robot çağının doğa ve insan dışındaki canlılar için daha yararlı olacağı düşünülebilir. En azından elimizdeki veri ve olası senaryolar ışığında böyle düşünebiliriz. Ama işte asıl soru yine cevapsız kalıyor; robotların fiziksel gücü dünyayı ve evreni bilişsel varlık insan gibi algılayabilir mi? Robotlar insanın ruhsal yapısıyla birleşip avatara dönüşürse kurtuluş sağlanabilir mi? Alevilerin İnsani kâmil dediği, Nietzsche’nin üstün insan olarak tarif ettiği bir varlık, dünya ve evrenimiz için daha iyi ve doğru olmaz mı? Yapay zekâ insanın evrimine bu yönlü bir katkı sunabilir mi? Bu yeni ‘Makine Çağı’ (ilki Sanayi Devrimi) dediğimiz zaman aralığında, insanlar ve makineler (yapay zekâ) arasında oluşacak anomaliye dair birçok uyarıcı makale yazıldı, Stephan Hawking gibi bilim insanları yapay zekanın durdurulması gerektiğini söyledi, olası tehlikeler için ikaz etti.

Meseleye başka bir bağlamdan, ahlaki politik çerçevede de bakma ihtiyacı var. Durumun etik boyutunu tartışmalı. İnsanın yerine ikame edilen otomasyon sisteminin yani yapay zekanın, çiplerin, makinelerin sosyal hayatımıza olumlu olumsuz etkileri, toplumsal ve bireysel normlarımıza etkileri ne olacak, etraflıca irdelenmeli. Yakın gelecekte daha da çoğalacağı, üretim ve iş hayatımızda daha fazla yer kapacağı kaçınılmaz görünüyor.

Yapay zekanın gündelik yaşamın bir parçasına hızla dönüştüğü günümüzde, bu sürece cevap olacak çalışmalar da yapılıyor. Yazılımcılar yapay zekâ için, ismini Eski Yunan kahinlerinden alan “Delfi” isimli bir ahlak ve etik kuralları uygulaması hazırlamış. Henüz yeni olan bu uygulama ile makine etiğinin ilk adımları da atılmış oluyor. Böylece yeni çağın yeni anayasasının ilk yasaları da yazılmış oluyor.

İnsan davranış ve değerler sistemi, sanal dünyanın normlarına göre yeniden şekilleniyor. Bunu kabul etmeli ve geleceğe uyum açısından adaptasyon sağlanmalı. Sanal medyada yaptığımız bir paylaşımın beğeni (like) alıp almaması ile güncel hayat içindeki varoluşumuzu sorguluyoruz çünkü. Paylaşımlarımızın like (beğeni) almasını bir dostun selamı olarak alıyor, paylaşıma tıklanan beğeni olumlu eleştiri olarak değerlendiriliyor ve dislike (beğenmemeyi) de verilmemiş selam ve eleştiri olarak algılıyoruz artık. Üstelik bu norm sadece gençlik normu değil, tüm sanal medya kullanıcılarında, kuşak farkı olmaksızın gündelik hayat bilgisine ve değer yargısına dönüşmüş durumda. Yine konuşma yerine yazma ve bunu yaparken de emoji dediğimiz görsel işaretlerle yapıyoruz.

M.Ö. yaşayan Platon’un yazının bulunmasına, ‘unutkanlığı arttıracağı’ için karşı çıktığı söylenir. Haksız mı? Değil galiba ama yazının pozitif etkileri daha yüksek olmuş görünüyor. İlk radyo ve televizyon yayını yapıldığında da benzeri kaygılar yaşanmış ama sürece adaptasyon da o denli hızlı olmuştu.

İnsanlar standartlarını değiştiren çoğu hareket ve fikirlerden korkarlar. Değişime direnç gösterilmesi insan için yeni bir şey değil. Ama günümüzdeki hızlı teknolojik yenilikler artık insanı şaşırtmıyor ve insan ve topluluklar eskiye nazaran daha rahat uyum sağlıyor. Yani dijital yayıncılığa karşı direnç gösteren kâğıt türevli kültür araçlarına günümüzde direnç gösteren bir orta ve yaşlı kuşak olmasına rağmen genç kuşak şaşkınlık yaşamıyor ve bu değişimi normal görüyor.

 

Peki Bu Hızlı Teknolojik Gelişimler Gerçekten Normal mi? 

Elbette diyalektik akış içerisinde normal karşılanmalı. Ama kapitalizmin gelişimi ve ona koşut modern insan araç ve gereçlerine dünyanın kaynakları yetişemiyor artık. Dünyayı adeta tüketmiş durumdayız. İnsan nüfusunun dengelenmesi dünyanın yararına olacağı kesin. Sistemin ekolojik dengeden yana yeniden kurulması zaruri. Yeni dönem, dijital ve sanal gelecek bu yönüyle ekosistem için daha zararsız görünüyor. Bireysel, grupsal kar amacı gütmeden, binlerce insanın emeğini sömürmeden, birkaç makine ve onların aparatları ile eşit tüketim için üretim yapılması, insanın yeryüzünde daha iyi şartlarda yaşamasını sağlayabilir. (Burada sınıflar meselesini de tartışmaya açmalı tabi.) Meseleye insan odaklı bakmazsak ahlaki olmayan bir durum da yok aslında. Distopik görünen bu yeni durum, dünyanın kaynaklarına göre, belki de yakın-uzak gelecekte dünyanın tükenişine[i] (hatta yok oluşuna) göre biçimlenecektir.

 

[1] Tarım ve Şehirleri ikinci çağ olarak tarif eden Resse; Üçüncü Çağı “Yazı ve Tekerlek” ve Dördüncü Çağı da “Robotlar ve Yapay Zekâ” olarak isimlendiriyor. Bkz.: Byron Reese, Yapay Zeka Çağı, Say Yay.

[2] M.Sahlins, Akrabalık Nedir, Ne değildir, Dipnot Yay.

[3] Aktaran Leslie Lipson, Demokratik Uygarlık, T.İ.B.Kültür Yay.

[4] J.J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Say Yay.

[5] Bkz. Seneca, Ahlak Mektupları

[6] I.Kant: Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, Türkiye Felsefe Kurumu

[7] Bkz.: Hannah Arendt, Siyasette Yalan, Sel Yay.

[8] Bkz.: Nesimi Aday, Sosyal İkilem ya da Distopya Olmak, Yeni Yaşam Gzt.

[9] Geniş bilgi için bkz.: Peter Frase, Dört Gelecek-Kapitalizm Sonrası Hayat KÜY Yay.

[10] Mother Jones Dergisi, 2013. Aktaran P.Frase

 

 

[i] Yüzyılın ekolojik ve otomasyon felaketleri yüzyılı olacağı öngörüsü yapan bilim insanları atmosferde 3 milyon yılın toplamında oluşmayan karbondioksit yoğunluğunun oluştuğunu, yakın gelecekte buzulların eriyeceğini, okyanusların asitleneceğini, kuraklığın ölümcül derecelere ulaşacağını söylüyor. Yani güneş sistemimizdeki bu muhteşem mavi nazar boncuğu, türümüzün de yoğun katkısıyla ölüyor. Yakın-uzak bir gelecekte dünyanın doğal kaynakları canlılara yaşam desteği veremeyebilir öngörüsü yüksek. Bu durumda canlıların yaşam olasılığını robotlar sağlayabilir mi, yapay zekâ canlı türleri için kurtarıcı rol üstlenebilir mi? Ya da Hawking’in işaret ettiği gibi, bu küçük metal böcekler insanın sonunu hızlandırabilir mi, bunu zaman gösterecek.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.