İnsanlığın avcılık-toplayıcılıktan, tarımsal ve toplumsal yaşama geçişinden itibaren birbirleri ile haberleşme ihtiyacı da beraberinde başlamıştır. Birlikte yaşama, beslenme, kendini koruma, yeni yaşam alanlarına ulaşmak için bir takım haberleşme ve bilgilendirme yollarını kullanmışlardır. Tarihte bilinen ilk gazete olarak da tanımlanabilecek Antik Roma’daki Acta Duirna’lar kamuya açık alanlarda, taş veya metal üzerine kazınan ilanlardı. Senato kararlarını ahaliye duyurmaya yarayan bu ilanlar ilk basın araçları olarak da kabul edilebilir.
Basın ve yayın, çağların değişimine, insanlığın ihtiyacına göre gelişerek günümüze kadar geldi. İlk zamanlardan, modern çağa geçtikten sonra medya; toplumlar üzerinde derin izler bırakan savaşların en önemli sacayaklarından biri olagelmiştir. Savaşın gerekliliği, savaş için manipülasyon, gerçeği gizleme gibi haber hakkını ortadan kaldıran bir politika izleniyor. Yeni dünya düzeninde basın ve yayın formasyonunda ciddi bozulmalar yaşandı. Bu, elbette medya kurumlarının şirketleşmesiyle de doğrudan ilişkilidir. Şirketler bir yandan silah, inşaat, otomotiv, petrol, enerji, finans ve diğer alanlarda faaliyet gösterirken bünyelerine medya kurumlarını da dahil ettiler. Batılı ve ülkemizdeki medya kurumları hızlı bir şekilde tekelleşti. Böylece büyük karteller televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap dağıtım şirketlerine de sahip oldu. Hem basım hem de dağıtımlarını da yaparak alternatif medyanın alanını da daraltmış oldular. Tekelleşmiş medya bu şekilde tek elde toplanarak kontrolü de sağlanmış ve hükümetlerin kontrolüne kolaylıkla alınmış oldu. ABD’de hemen hemen tüm medya 23 şirketin elindedir. Bu şirketler aynı zamanda film ve müzik endüstrisinde de söz hakkına sahipler. Elbette, sermaye ve devletler kendi içinde bir döngü içinde olduklarından, devletin resmi medyası ile birlikte uyum içinde çalışırlar. Biz bunların hepsine birden “ana akım medya” diyoruz.
Medyada sansür mekanizması hükümetler ile birlikte işbirliği içinde uygulanır. Doğrudan ya habere müdahale edilebilir, haberler birlikte oluşturulabilir ve/ veya bir oto-sansür devreye sokulur. Medya çalışanları nasıl haber yapacakları konusunda yönlendirilir veya bu yönlendirmenin dışında kalmaya “cüret” edenler işlerinden edilirler. Herhangi bir müdahaleye yer bırakmadan kabullenme ve içselleştirmeyi içerdiği için oto-sansür doğrudan getirilen sansürden daha tehlikelidir. Medya patronları ve genel yayın yönetmenlerinin hükümetin temsilcileri ile ilişkileri de çok yakındır. Medya sorumluları ve yetkililer bir siyasi kişilik gibi hareket ederler ve hükümet etme görevi içinde dolaylı olarak bulunurlar. Bütün bu ilişkiler ve iç içe geçmişlik oto-sansürün çerçevesini de belirleyen niteliktedir. Siyaset ve medya bir konsensüs çerçevesinde hareket etmiş olurlar. Böylece ana akım medya bir Düzen Medyası olarak uluslararası güçler ile devletlerin kontrolünde halkla ilişkiler görevi de görür. Televizyon programlarında fikir beyan ederek, gazetelerde köşe yazısı yazarak siyasi anlamda fikir beyan edenlerin bir kısmının savaş sanayinde ve devletlerin kurumlarında görev alması ya da yakın çalışması bu ilişkilere somut örnekler teşkil eder. 1990’larda ABD televizyonlarındaki en belirgin konuşmacılardan birisi Henry Kissinger idi. Kissinger, ABD dış politikasının, bir savaş politikası olması konusunda yetki ve söz sahibi olanlardan birisiydi. Batılı ülkelerde ve bizim ülkemizde de en gözde gazeteciler ve akredite edilmiş “medya kurumları” devletle arası iyi olanlardır. Tüm toplantılarda en önemli yerler onlara ayrılır ve söz hakkı en çok onlara tanınır, onların soruları cevaplandırılır. Yazacakları ve söyleyecekleri bellidir. Hükümetin yapacaklarını parlatmaktır. Bu medya mensupları yanlış kanıları, toplumları etkileyecek yerleşik kanı haline getiriler. Sistemin meşruluğu için yalan haber üreterek sistemin de devamlılığını sağlarlar.
Medyada devletin sözcüleri genellikle savaşın ne kadar gerekli olduğunu anlatırlar. Medyada savaşın ne kadar gerekli olduğu anlatırken savaşın yıkımından ve sonuçlarından asla bahsedilmez. ABD’nin Irak’a saldırması sonucunda ne kadar sivilin öleceği, sosyal yaşantının nasıl tahrip olacağı, açlık ve sefaletin insanları nasıl yok edeceğinden asla bahsedilmemiştir. Çünkü bir avuç elitin çıkarları milyonlarca insanın yaşam hakkından daha önemlidir. Ancak politikacılar bazen gerçek niyetlerini de gizlemezler. Buna örnek 1995’te ABD’de bir televizyon kanalında Madeleine Albright’a, Irak’ta 5 yaşından küçük 500 bin çocuğun niye öldüğü ve bu sayının neden Hiroşima’dan yüksek olduğu sorusu, ABD ambargosu ve bombardıman sonucu elde edilecek karın insan yaşamına değip değmediği soruldu. Soruya verdiği cevap: “Bu çok zor bir soru ama evet buna değdiğini düşünüyoruz” şeklinde olmuştur. ABD’nin o zamanki Dışişleri Bakanının, ekonomik çıkarların insan hayatından hem de çocukların yaşamları söz konusu olsa bile daha kıymetli olduğunu söylemesinin cüreti sorgulanmadı. Dünyanın en büyük gücünün devamı için çocukların ölümlerinin bir önemi onlar için gerçekten yoktu. Irak gibi dünyanın birçok yerinde kadın ve çocuklar başta olmak üzere insanların ölmesinin savaş ekonomisine dayalı bu sömürü sisteminde kayda değer olmamıştır. Çünkü medya bu işgallerin ne kadar gerekli ve haklı olduğunu öyle büyük bir enformasyonla anlatmıştır ki, bu politikacılar siyaset alanında başarılı politikacılar başarılı olarak kabul edildiler.
1991 yılında ABD’nin Irak’ı işgali tüm dünya da naklen verildi. Bu bir ilkti, bir savaşın tüm dünya da aynı anda gösterildiği bu şova tüm dünya aynı anda kilitlendi. Sanki büyülenmiş gibi evlerinde veya bulundukları yerlerde gece karanlığında, ışıklar, bombalar, sesleri izlediler. CNN Muhabiri Peter Arnet, Bernard Shaw, Vohn Holliman televizyon ekranlarından bu savaşı canlı sesle duyuruluyorlardı ve bize de Star TV kanalıyla aynı anda ulaştırıldı. Yeşil bir fondan gece görüşü ile patlatılan bombaları gördü insanlar. Bir dijital oyun içinde, film içinde gibi baktılar. Orada o bombaların altında can verenler, parçalanmış bedenler, saçılan ölüleri kimse görmedi, kimse de bahsetmedi. Irak savaşından sonra naklen bir savaş gösterilmedi belki ama aynı kötücül amaçlarından şaşmadı medya. Medya kurumları asla Irak’ta kaç insanın öldüğüne değinmedi. Oysa 20 milyon insan tarihin hiç görmediği bir bombardımana maruz kaldı. Bu insanlar sivil, masum ve elbette savunmasızdı. Savaş sırasında, bir ABD aracına belli bir mesafeden daha yakın olanlar sorgusuz vuruldu. Tarihi eserler tahrip edildi, kendi öz zenginlikleri talan edildi, halklar parçalandı, sakat ve hastalıklı bir toplum oluştu. Oysa ABD askerlerinin ve araçlarının kayıpları o kadar azdı ki, yine de her Iraklı ABD ulusal güvenliği için tehdit sayıldı. 2003 yılında 2. Irak işgalinde NATO koalisyon güçleri, seyreltilmiş uranyumlu top mermilerini Samava’da, Nasiriye’de ve Basra’da sivillere karşı kullandılar. ABD’nin kimyasal silah var diye girdiği Irak’ta kimyasal silah yoktu, ama işgal güçleri kimyasal silahları sivillerin üzerinde kullanmakta bir sakınca görmedi ve bunun bir savaş suçu olmasına rağmen hiçbir ceza uygulamasına geçilmedi. Bu detay medya için önem arz etmiyordu tabi ki. Savaş haberlerinde olağanlaştırma çabası her zaman kurallar içinde vardır. Kazanılan veya kaybedilen yerlerden, savaş süresinden, teknolojik savaş araçlarından bahsedilir ancak yıkım sonuçlarına değinilmez.
Burada aslında modern dünyanın savaş üretme konusunda daha mahir olduğunu görürüz. Savaş açılan ülkeler daha geri, daha barbar ve daha ilkel olarak anlatılır. Ve aslında bu savaşlar bir sınıfsal mücadeledir de aynı zamanda. Modern dünyanın kendi refah düzeyini garanti altına alma çabasıdır. Batı’nın ve sermayesinin karşısında aslında yoksul ülkelerin pek bir şansı da yoktur. Ancak buna rağmen işgallerinin gerekçeleri temellendirilmeye çalışılır yalan haberlerle. Vietnam, Irak, Afganistan, Güney Amerika, Küba, Libya ve daha birçok ülkenin kendi insanlarının yaşamlarına değer vermediği, dehşet verici kıyımlar yaptıkları ve insan haklarına saygı göstermedikleri konusunda modern dünya da yalanlardan örülü bir algı oluşturur. Bu algı egemenlerin sahip olduğu Ana Akım Medya ile oluşturulur. Aslında birçok ülkede ki gerçek anlamda diktatörleri de kendileri başa getirmişlerdir ve bunların yöntemleri ile ilgili bir eleştiri yapılmasına izin verilmez. Onlar iyi çocuklar, barışçıl insanlar, demokrasi yanlıları olarak anlatılır. Darbelerle başa getirilip ülkenin insan haklarının tamamını çiğneyerek asıl katliamı yaparlar. ABD ve Batı’lı devletler bu diktatörlerin finansörü ve eğitimcisi olarak da destek olurlar. Ancak tüm bu kıyımlar ve yıkımları yapanların fiilleri medya kurumlarında lanetlenmez.
Savaş politikası üreten devletlerin ve emperyalist güçlerin basın ve yayın organları savaşılacak ülkelerdeki yaşamı ve politik alanı hedef haline getirirler. Bunun yanı sıra en önemli argümanları ulusal güvenlik sorunudur. Ulusal güvenlik sorunu, aslında bir paranoya hali yaratılarak, saldırgan ülke halklarının rızasını alma çabasıdır. Kendi terör tanımlarını oluşturur, tehlike sınırlarını belirler, dehşeti yayarlar. Aslında güvenlik konusunun nerede başladığı, nerede bittiği belirli değildir. Kontrolleri altında olan bir ülkedeki siyasal gelişmeler, sivil toplum kurumları, yazar ve aydınlar, bilim adamlarının çalışmaları kendilerine çok uzak olsalar da bir tehdit olarak algılanabilir. Aslında yapay olarak oluşturulan bu tehditler, savaş endüstrisini ayakta tutar. Silah üretme, silah alma, silah satma konusunda gerekçeler böyle üretiliyor. Asılsız olarak üretilen bu gerçekler çürütülebilir gerçekler olmasına rağmen çürütülmezler.
ABD’nin 1945’den sonra dünya üzerinde büyük bir güç kazanmasıyla birlikte savaş endüstrisi de büyük güç kazandı. Bu savaş ekonomisi ile siyasal ekonomiyi aynı okumak gerekir. Savaş endüstrisinde üretilen silahların ne kadar gerekli olduğu, kullanılması gerektiği, güvenliği kontrol altında tutacağı gibi yalanlar kurumsallaşır. Soğuk savaş döneminde ABD ve Batılı devletlerin savaş endüstrisi Doğu Bloğundan gelecek tehditler üzerinden varlığını devam ettirdi. Aslında ABD nükleer silahlar konusunda, kara ve havadan ateşlenebilir silahlar konusunda bu soğuk savaş dönemini de bir fırsata çevirerek dünyanın en büyük askeri gücüne sahip oldu. Buna rağmen çok küçük olan ülkelerin savunma alanında silahlanmaları dahi tehdit olarak algılandı. Ne Avrupa Birliği Ülkeleri ne de ABD başka ülkelerin silahları konusunda endişe duyduklarını anlatırken, kendilerinin sahip oldukları silahlara hiç değinmemeyi tercih ederler. Tehdit olarak algıladıkları ülkelere de silahları satan yine aynı güçleridir oysa. Milyonlarca dolar harcayarak silahlanma konusunda medya ile birlikte yalanlar ürettiler.
Medya, kurumsal bir akıl ve vicdan muhasebesini yürütmez. Devletin ve hükümetlerin tüm amaçlarını halka anlatırken olayların gerçek olup olmadığıyla değil, daha çok amacına ulaşıp ulaşmadığı ile ilgilidir. ABD medyası ve medya politikası bu konu için çok ilginç örneklere sahiptir. Birçok gazete ve televizyon, propaganda amacıyla merkezi olarak kontrol edilen bir habercilik yaparlar. Güney Amerika, Ortadoğu, Afrika, Asya ülkelerinin neredeyse tamamının ulusal güvenliklerini tehdit ettiği paranoyası yapılan tek yanlı ve gerçeği yansıtmayan haberlerde, bu ülkelerin ne kadar antidemokratik olduğunu, cinayetler işlendiğini, nükleer silahlara sahip olduğu konusunda yanlış bilgiler pompalanır. Güney Amerika ülkelerinde gerçekten antidemokratik bir baskı altında tutan hükümetler özgürlükçü, özgürlükçü olan hükümetler ise baskıcı olarak lanse edilerek bir dezenformasyon bu şekilde yaratılır. Ayrıca medya ayrımcı ve tehlike çağrıştıran bir yöntem uygulayarak yapay ürettiği tehlikeleri tasnif eder. Terörist olarak aynı kategoride topladıkları; solcular, İslamcılar, çevreciler, sendikacılar, din adamları, sivil toplum kuruluşları gibi kendilerine muhalif olarak kabul ettikleridir. Bunları yenilik karşıtı, reform karşıtı, özgürlük karşıtı olarak adlandırırlar. Oysa gerçekten özgürlük için mücadele yürüten oluşumlar, özgürlük karşıtı olanların yaptıkları ile gerçek anlamda mukayese edilmez. Medyanın işi, yanlış bilgilendirmek ve resmi algı oluşturmaktır. Gerçeğin üzeri bilerek ve isteyerek çizilir. Basın özgürlüğü ekonomik özgürlüklerin devamı çerçevesindedir. Çalışanları hep korku içindedir. İşsiz kalma korkusu, ekonomik refahının sona ereceği, düzeninin bozulacağı korkusu yaşarlar ve bu korku ile çerçevenin dışına çıkmaz ve çıkamazlar. Gerçekte en iyi haber, verilerle saptanmış, gerçekliği teyit edilmiş ve 3. Şahıs ve kurumlarca dikte edilmemiş, gücünü, etkisini gerçekten almış, haber alma özgürlüğünü gözeten haberlerdir. Bu şekilde habercilik yapan çok küçük haber ağları, ekonomik yaptırımlarla veya milli güvenlik tehdidi ile baskı altına alınarak marjinalleştiriliyor.
Soğuk savaş dönemi olarak adlandırılan dönemin, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ki süreçle savaşlar dönemine de geçmiş olduk. Doğu Bloğuna karşı kurulmuş olan NATO, yeni görevler ve misyonlar üstlenmeye başladı. 1990’lı yılların başında NATO’nun önemi gittikçe azalmaya başlamıştı bu süreçle birlikte. Savunma amaçlı kurulmuş olduğu ancak bu amacının hep dışınca kalmış NATO için 1991 yılında Roma’da düzenlenen toplantının ardından 19 NATO üyesi ve Rus yetkililer tarafından Roma Bildirisi imzalandı. Bu bildirgede şöyle deniyor: “Müttefiklerin güvenliğine ilişkin tehlikeler artık büyük oranda onların topraklarına yapılan planlı saldırılardan değil, daha çok etnik çatışmaları ve toprak kavgalarını da içeren ciddi ekonomik, toplumsal ve siyasi güçlüklerin olumsuz etkilerinden kaynaklanıyor. Bu sorunlar, Avrupa’nın merkezindeki ve doğusundaki pek çok ülkede yaşanıyor.” Böylece Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne ve Ortadoğu’ya tehlike bahane ederek müdahale etme yetkisini de almış oluyordu. Böylece yeni görevler, ABD’nin başını çektiği ve AB ülkelerinin savaş ekonomisinin devamlılığını sağlamak, ülkelerin enerji kaynaklarına ve petrol alanlarına ulaşmasını sağlamak. Yugoslavya’nın parçalanması, 1. ve 2. Irak Savaşı, Ortadoğu’nun yeniden dizaynı ve Suriye Savaşı bu bildirideki kararların sonuçlarıdır.
Yugoslavya’nın parçalanması ile Avrupa’nın ortasında bir sosyalist oluşumu yok ederek kendilerini güvence altına almış oldular. Bu savaş esnasında ve başlangıcında da medya kendine düşen ve NATO ile egemen güçlerin istediği gibi bilgilendirme görevini yerine getirdi.
Körfez Savaşı sırasında NATO komutanı olan General Galvin, “Güçlerimiz çok amaçlı olmalı. Güçlerimizi bir bölgeden diğerine nakletmeye hazır olmalıyız. Tıpkı Körfez Savaşı’ndaki sergilediğimiz gibi bir hareket kabiliyetine sahip olmalıyız” diyerek NATO’nun görevlerini de tanımlamıştır. Bu tanım aslında işgalci ve yayılmacı politikanın tezahürüdür. Ve bugün gelinen nokta bu yayılmacılığın da sonucudur.
Irak savaşının arkasından hazırlanan, en kapsamlı rapor olan Chillot Raporunu olarak hazırlayan komisyonun başındaki John Chillot, Saddam’ın o dönem için tehdit olmadığını ve askeri harekatında son seçenek olmadığını dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair’e karşı söylemiştir. Raporda:
İngiltere’nin Irak politikası kusurlu istihbarata dayalıydı. İstihbarat sorgulanmalıydı ancak bu yapılmadı.”
“Irak o dönemde herhangi bir tehdit teşkil etmiyordu. Kesin bir şekilde ülkenin kitle imha silahlarının risk teşkil ettiği yönündeki hükmün de haklı bir gerekçesi yoktu.”
“Dönemin başbakanı Tony Blair’in, ‘Irak’ta işgal sonrası yaşanacak problemler önceden bilinemezdi’ şeklindeki görüşü doğru değildi. Irak’ta iç savaş ve El Kaide’nin faaliyet gösterme riski olduğu yolunda uyarılar vardı.”
“Tony Blair, daha 28 Temmuz 2002’de dönemin ABD Başkanı George W Bush’a gönderdiği bir mektupta, ‘Ne olursa olsun, seninleyim’ yazdı.”
“Irak’ta işgal ve istikrarsızlık sonucu Temmuz 2009 tarihi itibarı ile en az 150 bin Iraklı, muhtemelen çok daha fazlası, hayatını kaybetti. Ölenlerin çoğu sivildi. Bir milyondan fazla kişi de evsiz kaldı. Irak halkı çok acı çekti.”
Raporun ardından, The Times gazetesi raporun veriler incelenmeden hazırlandığını yazarak hükümetin yanında olduğunu ifade etmiştir.
ABD Medyası, Irak’ta savaşan paralı askerlerin kahramanlıklarını, günlük yaşamlarını, savaş bölgelerine gidiş gelişlerini, aileleri ile vedalaşmalarını dramatize ederek izlenmesini sağlıyor ve ABD halkının bu askerlere karşı sempati ve sevgisini körüklüyordu. Kişisel yaşam öyküleri televizyonlarda anlatılarak aslında insanın kendisi araç haline getiriliyordu. Çok az insan dışında, kimse ABD askerlerinin Irak’ta gerçekte ne aradığını sormadı. Onları tehdit eden kimyasal silahlara sahip bir ülke olduğuna inandırmışlardı, orada kimyasal silah olup olmadığının bir önemi kalmamıştı. Irak’ta katledilen sivil insanların sayılarının, ABD askerlerinin yanında sözü bile edilemezdi. Çünkü binlerce kilometre öteden teknolojik silahlarla gelmiş bir küresel gücün her bir askerinin ölümü, ABD halkından alınmış olan rızayı ortadan kaldıracaktı. Bu nedenle kendi ölü ve yaralıların sayılarının çok az olmasına rağmen bile bunları bile doğru vermediler.
Elbette medya kurbanların haberlerini yaparken ölüleri değerli ve değersiz olarak tasnif eder. Propaganda amaçlı olarak beyaz, dindar, vatansever ölüleri ele alır, onların yaşam öyküsünü yansıtır. Ya da işgale gerekçe oluşturacak kendi yandaşlarının ölümünü ele alarak bir ülkeyi komple barbarlıkla suçlar.
Savaş ekonomisinin parçaladığı Libya’da bugün istikrarsızlık var ve köktenci bir yönetim altında insanların yaşamları alt üst edilmiş durumdadır. 19 Mart 2011 tarihinde alınmış bir kararla, ABD’nin Şafak Yolculuğu Operasyonu adlı bir ortak hareketle başlatılmış ve Muammer Kaddafi öldürülmüştür. İç savaş ile binlerce insanın yaşamını kaybetmiş ve yaşayan insanları hayatları da güvende değildir.
Ve arkasından 2011 yılında başlayan Suriye savaşı. Bugün sonuna gelindiği söylenen ve Suriye içinde birçok ülkenin, örgütün çatıştığı altı yıldır devam eden bir savaş var. Esad’ın yönetimden gitmesi üzerinden yapılan dayatma, muhalif adı verilen grupları silahlandırılması, Özgür Suriye Ordusu oluşturulması ve bu karmaşık yapının Suudi Arabistan, Türkiye, Katar, Avrupa ve NATO’nun da içinde olduğu koalisyon tarafından desteklenmesi, bu silahlandırılan grupların içinden IŞİD’in güç kazanarak Irak’ta Suriye’de en önemli yerleri işgali ile ortaya çıkan dev bir savaş ve kaos ortamı oluşturuldu. Bugün bile egemenlerin medyasında “Suriye’de barışçıl gösterilerde kan dökülmesiyle başlayan iç savaş” olarak tanımlanıyor. Oysa bu medyada o barışçıl gösterilerin ardından oluşan örgütlerin nasıl silahlandırıldığını anlatılmıyor. IŞiD ve El Nusra’nın kimler tarafından eğitilip finanse edildiğini anlatmıyorlar. ÖSO’nun içindeki grupların kaynaklarını da anlatmıyorlar. Kısıtlı olarak gerçekleri yazanların bizim ülkemizde durumları hiç iyi olmadı. El Cezire Televizyonun kaynak olarak alındığı, Beyaz Berelilerin kaynak olarak alındığı, İnsan Hakları izleme örgütünün kaynak olarak alındığı batının bu kaynakların verdiği bilgiler, referans olarak gösterildiği haber ağı oluştu. Birçok defa bu haber kaynaklarının verdiği haberler doğrulanamadı. Ülkemizde tırlarla giden silahların akıbeti sorulamadı. Suriye’de örgütlerin ellerinde bulunan Libya envanterine kayıtlı silahların nasıl gittiği de muamma olarak kaldı. Suriye savaşının, Ortadoğu’nun yeniden dizaynını planlayan uluslararası güçlerin masasında ne şekilde olduğu konusu da basında ve diğer medya kuruluşlarından halka açıklanmadı. Esad’ın halkına zulmeden bir diktatör olduğu ana akım medyada işlendi ve bu şekilde kamuoyu oluşturuldu. Silahlı müdahalenin en son çare olması gerekmesine rağmen, bu göz ardı edildi ve yıkıma hizmet edecek muhalif olarak adlandırılan gruplar hızla silahlandırıldı. Savaşın korkunç sonuçlarıyla boğuşan bir halk yoksulluk ve ölümün çeperine sıkıştı kaldı. Savaş süresince, 2016 yılına kadar 250.000 insan bu savaşta yaşamını yitirdi. Yalnızca bizim ülkemize geçen mülteci sayısı 3 milyona yakındır. Bunların 856.00 kadarı Yunan adalarında sefalet içerisinde yaşamak zorunda kalmıştır. Milyonlarca insan işsiz ve evsiz kaldı. Binlerce insan infaz edildi. Örgütlerin elinde katledildi insanlar. Kadınlar kaçırıldı ve köle pazarlarında satıldı. Binlerce kadın ve çocuk hala kayıp ve bulunamadılar. Şehirler yıkıldı, tarihi eserler kaçırıldı, her yer yağmalandı ve mezhep savaşı körüklendi. Suriye’nin içinde güvenli olmayan haber kaynakları hiç Suriye içinde bulunmadan yalan haberler üretip bunu medya kurumları ile paylaştılar. Gerçeğin etrafı yalan ve kuşku ile çevrildi. Savaşın planlayıcısı olan ülkelerin hiç biri Suriyeli mültecileri ülkesine almaya yanaşmıyor. Binlerce insan ölümü göze alarak deniz yolu ile Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken ölüyor. Gazeteler bu ölümlerin üzerinden kısacık satırlarla geçiyorlar. Onlar medya için değersiz kurbanlardır. Yalnızca toplu ölümleri haber olup birer sayı ile ifade ediliyorlar.
Ortadoğu’nun ve Üçüncü Dünya ülkelerinin yoksullukları ve sahip oldukları yer altı kaynakları ve yer üstü kaynakları aslında kendi felaketleri olagelmiştir. Ortadoğu’nun dizaynı, çıkarılan savaşlar; petrolün uluslararası şirketlerin kontrolüne alınması ve silah endüstrisi ile enerji alanların ele geçirilmesini hedefler. Libya’nın işgali, Irak’ın işgali ve son Suriye savaşı aslında, en temel “neden?” sorusuna, en temel “petrol” cevabını verir. Şer odakları olarak Dünya kamuoyuna anlatılan ülkeler emperyalizmin hedefinde olan ülkelerdir. Suları, madenleri, iş gücü, küresel sermayenin iştahını kabartan ülkelerdir ve çoğunlukla yoksuldurlar.
Batılı ve uygar ülkelerin ihtiyaçları çoktur. Yaşam koşullarında hep alışıldık standartları korunmalıdır. Sömürgeciliğin farklı yöntemleri deneniyor artı kaynakların aktarılması için. İşgal için tüm gelişmiş ülkelerin içinde olduğu NATO bu yağma-talan sisteminin askeri gücüdür. Onun ardından, ekonomik işgal için şirketler geliyorlar açılan alanlara. Tüm bu sömürü sistemi içinde, sistemin kendisinden beslenen medya da üzerine düşeni yapar. Nazi Almanya’sı döneminde Propaganda Bakanı Goebbels’in yöntemlerine benzer yöntemler uygulanır. “Algılanması için propaganda dinleyicisinin dikkatini uyandırmalı ve dikkat çeken bir komünikasyon aracı kullanılmalıdır.” der Goebbels . Bugünün görsel medyası bunu başarılı bir şekilde yapıyor. Görsel ve işitsel medyanın tamamı gerçeği tahrip ediyor.
Bizim ülkemizdeki gibi doğrudan baskı altında olan medya zaten haber yapamıyor, dolaylı baskı altında olan da, hükümetin belirlediği çerçevede propaganda amaçlı yayın yapıyor. Batılı ülkelerde oto-sansür ve medyanın şirketleşmesi ile kurumsallaşmış ve doğru tarafsız haber yapılamaz durumdadır.
Savaş endüstrisinin el attığı bir başka alanda, eğlence sektörüdür. Birçok dijital oyun savaş yöntemlerinden yola çıkılarak yapılıyor. 1991 yılında Irak işgalinin televizyondan verilmesinin, ilham kaynağı olduğu bilgisayar oyunları oldukça yaygın artık. Dijital sektörünü de elinde tutan ABD yapım şirketleri ile birlikte dev bütçelerle dijital savaş eğlence sektörünü de oluşturuldu. Soğuk savaş döneminde yazılan senaryolarda Rus casuslarını alt eden ABD casuslarının yerini artık farklı senaryolar almıştır. Şimdilerde katiller Arap ve esmerlerdir. Bombalı eylem yapanlar, Terminatör olan beyaz ve batılı kahramanlara hep yenilirler. Pentagon ile film şirketleri arasındaki çalışmalar sonucunda oluşur bunlar. Film yapımcılarının gerek dijital gerek animasyon film gerekse normal filmlerde askeri taktikleri bilmesi pek olanaklı değildir. İşbirliği içinde ve ulusal güvenlik tehdidinin gerek ülke içinde gerekse binlerce km ötedeki ülkelere de gidilip savaşılarak yok edilmesi konu edilir sürekli. Bu senaryolar ve dijital oyunlarda; işgal gerekçelerinin bir başka şeklini de oluşturur aynı zamanda. Eğlence ile savaş artık toplumların bir tüketim aracına da dönüşür. Kitleler bundan etkilenir, savaşın gerekli ve aslında kolay kazanılan bir şey olduğu kendilerine empoze edilerek gerçekten soyutlanırlar. Kitleler savaşları haklı bulur ve alkışlar. Savaşın ve yıkımın acısının gerçeğinden uzaklaşır. İşin en ironik yanı ise bu oyunların ve filmlerin düşman olarak gösterilen ülkelerde, yoksul ülkelerde alıcı bulmasıdır. Bilinçsiz bir şekilde kendi felaketini de tüketiyor. Her zaman için beyaz, teknik her türlü silaha sahip, güçlü olan adamlar galip gelirler bu dijital oyunlarda ve filmlerde. Esmer, yoksul ve Ortadoğulu olan rakip her zaman yenilmeye mahkûmdur, çünkü hiçbir zaman için haklı olabileceği düşünülmez. Eğlence ve savaş sektörü başarılı bir iş birliği ile kitleleri savaşlara razı ederler.
Netice itibari ile dünyanın büyük bir bölümü ateşli silahlar altında savaşıyor, uluslararası şirketlerin sömürüsü ile savaşıyor ve bunlardan dolayı da açlıkla ve ölümle de mücadele ediyor. Dünyanın bu büyük bölümünü bu halde tutabilmek için milyarlarca dolar harcanıyor. Oysa bu milyarlarca dolar eşit bir şekilde paylaşılabilse dünyanın felaketi değil kurtuluşu olacaktır. Oysa aile şirketleri, dünyanın birbirinden uzakta birçok ülkesini Birleşik Devletlerdeki veya Avrupa’nın bir yerindeki bir plazadan yönetiyor. Birbirlerini yaşamları boyunca görmeyecek emekçiler aynı şirketin çalışanı olarak sömürülüyorlar. Ve devletler sermayenin çıkarlarını korumak adına her türlü zulmü yapabiliyorlar. Sermaye kendi içinde bir döngü ile daha çok zenginleşirken, yoksullarda kendi içlerinde bir döngü ile daha çok ölüyorlar.
Etrafımızda çıkardıkları yüksek sesler ile radyolar, televizyonlar, sinema, gazete ve dergiler aslında dünyanın yoksullarının hiçbir hakkı olmadığını söylüyorlar bize. Onlar savaşın gerekli olduğunu, savaşta ölmenin yoksullara yakıştığını, bayrakları ve vatanı korumanın yoksulların görevi olduğunu anlatıyorlar bize, gerçek nedenleri hep gizleyerek. Onlar ölüleri ayırıyorlar, kiminin yaşamını anlatırken, toplu ölümleri üç haneli rakamlara sığdırıyorlar.
Savaş uçağı ile halkın üstüne bombalar yağdıran bir savaş pilotu kadar bu savaşları haklı gösteren gazeteci de suçludur. Masa başında saldırı planlayan ve emirler veren generaller kadar genel yayın yönetmenleri ve haber müdürleri de suçludur. Savaş esirlerine işkence eden paralı asker kadar, haberleri çarpıtan makale yazarları da suçludur. Medya kurumları, devletler, hükumetler, şirketler hepsi insanlığa karşı suç işlemeye devam ediyorlar.
Günümüzde bu savaş arenasının güçlü tertipleyicileri ve oyun kurucuları olan medya kurumlarına karşı gerçek haber yapan alternatif kurumlara sahip çıkarak, destekleyerek ve bireysel katkılarla çemberi kırmaya çalışmak zorundayız. Gerçeğe ulaşmak için çabalamak zorundayız. Ana Akım Medyanın vermiş olduğu haberlere karşı mücadeleyi yürütmek zorundayız. Her savaş kirlenmiştir. Savaşa bizleri çağıranlar bize yalan söylerler çünkü gerçek onların korkularıdır. Gerçeklerin peşinden gitmek zorundayız, her şeye rağmen inatla ve dirençle.
Yoruma kapalı.