Düşünce ve Kuram Dergisi

Üçüncü Dünya Savaşı’nda Din, Kültür ve Ekonomi

Nurettin Amed

Din ve Mezhep Savaşlarında Perde Arkası

Ortadoğu halklarının toplumsal kimliği ağırlıklı olarak dinsel geleneklerle şekillenmiştir. Din olgusu, toplumsallığı dağıtan, parçalayan, çatıştıran değil daha çok birleştirici manevi harç rolünü oynamıştır. Buna rağmen, nasıl oluyor da bu topraklar din adına sınırsız savaşlara tanık olmuştur? Bu noktada, günümüzdeki çelişkilerin de yanıtı olan hegemonya-iktidar hesaplarıyla dinsel geleneğin nerede ayrılıp nerede birleştiğini değerlendirmek gerekir.

Her toplumun kendine has inanç sistemi vardır ve o topluma göre bu inançlar en iyisi olduğundan sürdürülür. İnançların başka inançlarla karşılıklı etkileşim içinde olmaları da doğaldır. Fakat işin içine zorlama girince bunun salt inanç ile ilgili olmadığı anlaşılmak durumundadır.

Kendi inancını başka bir topluma zorla kabul ettirmeye çalışmak söz konusu olduğunda bu olay artık inanç kapsamını aşıp iktidar kavgası halini alır; bu anlamda siyasi amaçla kullanılan inanç hem dinsel-ideolojik hem de ekonomik-siyasi tekelciliğin bir aracı haline gelir.

Din ve mezhepler arasına üstünlük farkı koymak veya çatışmaları din-mezhep görüntüsüyle sunmak Ortadoğu’daki iktidar kavgalarının neredeyse tüm zamanlardaki çelişkisi olmuştur. Buna karşın özgür yaşamak isteyen halklar da toplumsal ve sınıfsal mücadelelerini çoğunlukla din ve mezhep kimliğiyle sürdürmek durumunda kalmışlardır. Egemen ideoloji karşısında farklı bir kimlik inşası gerçekleştirilmeden toplumsal mücadelelerin başarı şansı olamazdı.

Köleliğe mahkûm edilmek istenen İbrani kabilelerinin özgür kabile kimliği Yahudilikte ifadesini bulacaktı. Hristiyanlık adeta yoksulların partisi olarak ortaya çıkacaktı. Dönemin gericiliğine karşı orta kesimler kurtuluşunu İslamiyet’te bulacaktı. Baskı koşullarında mezhepler temelinde özgür kimlik ve özgür yaşam arayışı gelişecek; tarikatlar birer sivil toplum örgütü gibi işlev görecekti. Zerdüşt, Mani, Mazdek, Hürremiler, Karmatiler vb. özgürlük mücadeleleri, toplumsal kurtuluş felsefelerini hep bir inanç etrafında örgütlemişlerdir. 

Avrupa’nın haçlı seferleri ve buna karşı Selahattin Eyyubi öncülüğündeki direniş bile Hristiyanlık-Müslümanlık çatışması olarak sunulmuştur. Elbette din faktörü bu savaşlarda göz ardı edilemeyecek bir olgudur ve dinler arası çatışma bir realite halini almıştır. Fakat savaşın tümü bu değildir. Ortada bir işgal girişimi ve ona karşı direniş vardır. Kudüs’ün işgali ve kurtarılması gibi olaylar da düşünüldüğünde işin içine Hristiyan-Yahudi çatışması da girer. Ancak hiçbir dinsel görüntü Haçlı Seferlerinin ekonomik zenginliklerin ele geçirilmesi için Ortadoğu topraklarına düzenlenen işgal seferleri anlamına geldiği gerçeğini değiştirmez.

Ortadoğu dinsel kimliğinin hep savaşlara yol açtığı iddiası oryantalizm kaynaklıdır. Egemenlik saldırıları olmadan, toplumsal inanç sistemleri hiçbir zaman savaş gerekçesi olmamıştır. Aksine insanlık adına en görkemli direnişler, toplumsal değerler, ahlak ve irade bu ideolojiler sayesinde gelişebilmiştir. İktidar aracı haline getirildiğinde ise, tam tersi sonuçlar yaratmıştır. Kaldı ki iktidar karakterinin yol açtığı sonuçlar Doğu’ya mahsus değildir, Batı’daki sonuçlar da bundan çok farklı olmamıştır. Eğer bir kıyaslama yapılacaksa Avrupa’nın karanlık çağında din adına neler yapıldığının hatırlanması yeterlidir. 

Ortadoğu’da devlet ve egemenlik sistemi, aşiret, kavim, din, mezhep etrafında toplumsallığını inşa etmiş olan toplumların, birleştirici harcını dağıtmak üzerine kurulmuştur. Bunun üzerine kıta ötesinden gelen saldırılar da eklenince bölge adeta mezbahaya çevrilmiştir. Özellikle Kapitalist Modernite’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak, son iki yüz yıldır gerçekleştirdiği saldırılar din ve mezhep çatışmalarının arkasındaki esas neden olmuş ve soykırımlar sınır tanımamıştır.

Tüm saldırılara rağmen aşiret, kavim, din ve mezhep gelenekleri varlığını korumuştur; çünkü toplum her şeye rağmen varlığını sürdürmüştür. Bunca saldırıdan sonra geriye nasıl bir toplumsal varlığın kaldığı ise ancak günümüzdeki savaş ve direniş olgusu içinde tanımlanabilir.

Üçüncü Dünya Savaşı olarak adlandırılan günümüzdeki savaşın birçok asli nedeni arasında Yahudilik ve İslamiyet çatışmasının da olduğunu gösteren güçlü veriler bulunmaktadır. Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan ve sürgünlere, soykırımlara uğrayan bir halkın özgür yaşam mücadelesinin uzun tarihi bilinmektedir. Siyonist milliyetçiliği bahane ederek anti-Semitik bir tutum içinde olmak diğer milliyetçiliklerin işi olagelmiştir. Buna karşın Filistin halkının özgürlük sorunu bulunmaktadır.

Kendisini yok etmek isteyen Arap ve Fars milliyetçilikleri karşısında küresel güçlerin desteğiyle yaşamaya çalışan bir İsrail gerçekliği; öte yandan topraklarının bir bölümü işgale uğramış ve halen statüsü netleşmemiş bir Filistin halk gerçekliği söz konusudur. Bu durum tüm bölgeyi etkilemektedir. Küresel boyutlarıyla beraber ne İsrail sadece İsrail’dir ne de Filistin sadece Filistin’dir. Öte yandan Ortadoğu sorunu sadece İsrail-Filistin sorunundan ibaret değildir. Savaş içinde mezhep çatışmalarının ulaştığı düzeye bakıldığında sadece İsrail veya Filistin’i ilgilendiren meselelerin değil, küresel sermayeyi ilgilendiren meselelerin cereyan etmekte olduğu görülmektedir. Küresel Yahudi sermayesi de bunun içindedir. 

Savaşın ekonomik sebepleriyle toplumsal, dinsel, mezhepsel sebepleri çok fazla iç içe geçmiş bulunmaktadır. Tunus, Yemen, Mısır gibi ülkelerde yaşanan halk ayaklanmalarının dinle, mezheple doğrudan bir ilgisi yoktu. Baskı, zulüm koşulları, toplumsal ve ekonomik nedenler halkı direnişe sevk etmişti. Fakat bu devletlerin destekçileri ile buralarda varlık gösteren parti ve örgütlerin (Müslüman Kardeşler gibi) din-mezhep durumlarına göre konumlandıkları inkâr edilemez.

Elbette mezhep çatışmasını yaratanların halklar olmadığı açıktır. Özellikle bölgedeki Arap, Fars, Türk egemenleri milliyetçiliği azami düzeyde geliştirirken, her birinin desteklediği ve körüklediği mezhep çatışmaları en genel kapsamda Sünni ve Şii cepheleşmesini oluşturmuş bulunmaktadır. 

Mezhep ayrımı yapmadan İslamiyet’e en fazla zararı ılımlı, selefi veya radikal sıfatlarla İslamı araçsallaştıran kesimler vermiştir. Mesela bir katliam örgütü olan DAİŞ ve destekçilerinin İslamiyete verdiği zararı başka hiçbir şey vermemiştir. Bugün çatışıyor gibi görünse de, DAİŞ’i en fazla besleyen belgeli ve kanıtlı şekilde AKP Hükümeti olmuştur. Esas gayeleri Kürt halkının özgürlük mücadelesini önlemektir. Fakat tüm insanlığa zarar vermişlerdir.

DAİŞ’in arkasındaki gücün İsrail olduğu iddiaları da çokça tartışılmaktadır. DAİŞ eliyle İslamiyet çok vahşi bir din olarak gösterildiği gibi, yine DAİŞ eliyle Irak ve Suriye parçalanma noktasına getirilmiştir. İsrail bağlantısı için yapılan muhtelif değerlendirmelerin çoğu spekülatif tarzda olsa da, olayların nedenini anlamak için eski Romalıların sorduğu soru olan “Kim kazanıyor?” sorusuyla mesele anlaşılmak istendiğinde biraz pragmatist sonuçlar ortaya çıksa da, okların en fazla kimi gösterdiğine bakılarak yorumlar yapılabilmektedir. Elbette işin içine İsrail’in girmemesi düşünülemez. Oysa mevcut mezhep cepheleşmesinin herhangi bir tarafında doğrudan İsrail görünmemektedir. 

Mezhep cepheleşmesi Sünnilik ve Şiilik adıyla açıkça İslam içi bir cepheleşme şeklinde yansımaktadır. Sünni cephede Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri gibi devletler ve DAİŞ, KDP gibi örgütler, Şii cephede ise İran, Irak, Suriye gibi devletler ve irili-ufaklı birçok örgüt bulunmaktadır. Üstlerinde ve etraflarında ABD, Rusya gibi devletler bulunuyor. Bunların dışında yani ne devletlerin ne de mezheplerin cepheleşmesine dahil olmayan, üçüncü çizgiyi temsil kürt özgürlük hareketi öncülüğündeki demokratik ulus güçleri bulunmaktadır.

Bölgede birbirini etkilemeyen hiçbir sorun yoktur, fakat herkes kendi gücü oranında etkili olabilmektedir. Bölgenin statükocu devletleriyle hem halkların hem de küresel güçlerin çelişkileri çatışmaya dönüşmüş bulunmaktadır. Savaş en fazla da toprakları Suriye, Irak, İran ve Türkiye arasında paylaşılmış olan Kürt halkını etkiliyor.

Bu durumda Ortadoğu’da saldırı ve tehdit altında olan kimlerdir sorusu ancak çok saçaklı yanıtlarla karşılanabilmektedir. Din ve mezheplerin bu kadar kullanılmaya açık hale gelmesi, bu kadar parçalanma ve çatışma sebebi olması, bölge halklarının demokratik devrimini yapmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle her türlü inanç sistemi egemenlerin elinde birer çatışma aracına dönüşebilmektedir.

İnançlar üzerinden yaratılan cepheleşmenin toplumlar üzerindeki etkileri tarih boyunca benzer örneklerden deneyimlenmiştir. Günümüzdeki çelişki çok daha fazla keskin gibi görünse de bu durum yanıltıcıdır. DAİŞ Kürtleri, Alevileri, Ezidileri hedeflerken karşılığında bu kesimler Sünnilere saldırmamaktadır. Ya da AKP Kürt halkına saldırırken Kürt halkı Türk halkına düşmanlık yapmamaktadır. Özcesi halklar ve inançlar arasında bir çatışma yoktur. Statükocu devletlerin, bölge gericiliğinin ve tekelci iktidarların dayattığı savaş vardır. 

Bu savaşın din-mezhep savaşı olmadığı açık olsa da kültürel etkileri göz ardı edilemez. Büyük kutuplaşma mezhepsel temelde gerçekleştiği için mezhep inancını katılaştırma ve aralarında uçurumlar oluşturma gibi bir risk barındırmaktadır. Savaş cephelerine daha fazla asker ve militan devşirmek için bu çelişkiler bile isteğe göre derinleştirilmektedir. Fakat diyalektik olarak tersi bir sonuç doğurması da mümkündür. Bu kadar çatışmalı durumdan bıkan her toplum ve inanç sisteminde demokrasi arayışı daha fazla derinleşebilir. Tıpkı Avrupa toplumlarının dünya savaşlarında yeterince yıpranması ve bıkması sonrasında demokrasiye yönelmeleri gibi bir sonuç mümkündür. Kaldı ki bölge halklarının tarihsel eğilimi ve insanlığın evrimsel birikimi demokratik dönüşümü daha fazla yaşanılacak hale getirmiştir. 

Üçüncü Dünya Savaşı’ndan demokratik dönüşüm çıkarmak bir hayli gecikmiş olan Ortadoğu Rönesans’ını gerçekleştirmek anlamına gelir. 

Ortadoğu’da her kesimin hedeflediği dönüşüm farklıdır. Bir kere ulus-devlet sahipleri dönüşümü değil, daha çok statükolarını korumayı hedefliyorlar. Küresel güçler sermayenin serbest dolaşımına uygun bir liberal dönüşümü planlıyorlar. Savaşı bunun için derinleştiriyorlar. Demokratik dönüşüm isteyen güçler ise devrim hamleleri olmadan hedeflerine ulaşamayacaklarını değerlendiriyor ve bunun mücadelesini veriyorlar. Sonucu her ne kadar askeri-siyasi durum belirleyecek olsa da uzun erimli kalıcı sonuçlar kültürel mücadele alanında ortaya çıkacaktır.

 

Savaşın Perdelediği İnce Yıkımlar ve Kültürün Direngenliği

Savaşın kültürel bağlamını değerlendirmeden önce kültürün direngen karakterine vurgu yapmak gerekir. “Gelenek ve kültürün kendisi direniş demektir. Ya yok edilirler ya da yaşarlar, teslim olmayı bilmezler. Böyle bir özellikleri vardır. Fırsat buldular mı, daha yoğun direniş sergilemeleri özleri gereğidir. Ulus-devlet faşizminin hesaplayamadığı gerçeklik budur. Bastırmak, hatta asimile etmek bitmeleri anlamına gelmez. Kültürlerin direnişi kayaları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçekler misalini andırır. Kendilerinin üzerine geçirilen modernite betonlarını parçalayarak tekrar gün ışığına çıkmaları bu gerçekliği kanıtlar.”

Bu değerlendirmeler evrensel karakterde moral değerler oluşturmakla birlikte insanlığın kendi yaratımı olan kültüre ve demokratik uygarlık çizgisine sahip çıkmasının da soykırım rejimi ve kapitalizm karşısında başarının kilidi olduğunu göstermektedir. Yani, tüm insanlık için kökleri çok eski ama her gün yenilenen bir güneş doğmaktadır: Demokratik Uygarlık Kültürü!

Demokratik Uygarlık, köklerini doğal toplumdan alan, devlet-iktidar dışı toplumun maddi-manevi tüm değerlerini ifade eden kültürdür. Bu kültürün ilk devrimsel yaratımları Neolitik Çağda filizlenirken günümüze dek toplumların ve bu arada karşıt uygarlığın ana beslenme kaynağı olmuştur. Karşıt uygarlık ondan egemenlik temelinde yararlanırken, toplumlar açısından hep bir varoluş kaynağı ve direniş feneri olmuştur. Bu öyle bir kaynaktır ki, bilince çıkarmamış toplumlar için bile vardır, yaşamaktadır; çünkü binlerce yılın birikimiyle oluşmuş, adeta toplumsal genlere işlemiştir; temel düşünüş ve yaşam tarzına yön veren odur.

Kapitalist Modernite’nin betonladığı neolitik veya doğal toplum değerleri her fırsatta gün yüzüne çıkarken yok olmadığını kanıtlamaktadır. Dinlerde, felsefelerde, etnik ve yerel direnişlerde, sanat ve bilimde yaşayan en canlı değer olarak bu doğal toplum özelliğini görmeden kültürün direngen gücü anlaşılamaz.

Kültür, toplum yaşamını oluşturan maddi ve manevi tüm yaratımların toplamı ve ortak karakteridir; bir yaşam karakteridir. Toplumlar siyasi ve askeri yenilgiye uğrasa bile kültür kolay yenilmez, direnir. Tarihte çokça rastlanan “yenenlerin yenilenlerin kültürü içinde erimesi” olgusu kültürün gücünü anlatır. Bunun farkına varmış olan sömürgeci Kapitalist Modernite topluma karşı en büyük savaşını kültürel alanda vermektedir. 

Günümüz savaşı sadece ordular arasında yapılmamaktadır. Sivil ölümlerindeki oranlar bunu açıkça göstermektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda sivil ölümü % 5, İkinci Dünya Savaşı’nda % 48 iken, günümüzde bu oran çok daha fazla olmaktadır. Doğrudan sivil halk hedef olmaktadır. İnsan hayatı üzerine bu kadar etkide bulunan savaşın sadece fiziki yok etmelerle sınırlı kalmayacağı ve kültürel soykırımla tam sonuca gitmek isteyeceği açıktır. 

Üçüncü Dünya Savaşı’nda halkların tarihi ve kültürel değerlerinin nasıl soykırıma tabi tutulup yok edilmek istendiği, bununla aynı zamanda toplumsal psikolojinin nasıl çökertilmek istendiği TV ekranlarında ve sosyal medyada yayınlanan saldırı görüntüleriyle apaçık ortaya çıkmaktadır. Bir de gizli tutulan boyutları vardır ki bu da daha çok tarihi-kültürel değerlerin gasp edilmesi, çalınıp götürülmesi şeklinde olmaktadır. Fakat halkların bunu sindirmesi mümkün değildir. Bölgede tutunmak isteyen her güç halkların inancına ve kültürüne saygı göstermek zorundadır. 

Halk kültürlerini ezmeye çalışmak kadar perdelenmiş yöntemlere de başvurmaktadırlar. Dünya çapında uygulanan yöntem olan kültür endüstrisi, Ortadoğu’da ulus-devlet siyaseti ve finans kapitalin küresel aldatıcı diliyle; özgürlük, eşitlik, adalet söylemleri bir arada yürütülmektedir.

Küresel kapitalizmin yeni liberal teorisi güya “her yerel kültürün yaşamasını desteklemek” biçimindedir. Ortadoğu toplumlarına da uygulamak istemektedirler. Hem de savaş içinde uygulanmakta; savaş zoru ve savaşın perdeleyici özelliği bir arada değerlendirilmektedir. Özel savaşın en yetkinleşmiş hali söz konusudur.

“Kültürleri destekleme” politikasının arkasında her yerele varıncaya dek sömürünün taşırılması amacı vardır. Buna karşın içe kapanmayı esas alan ya da diğer kültürlerle bir arada yaşamayı sadece “hoşgörü” düzeyine indirgeyen yaklaşımlar da, en tutucu göründükleri anda bile liberalizmin bir tek fiskesiyle yıkılıp gidecek kadar zayıf kalmaya mahkûmdurlar. Çünkü insanlığın ortak kültüründen ve diğer halkların kültürleriyle paylaşım ve etkileşim içinde olmaktan kendilerini koparmışlardır. Bu yüzden de dar, zayıf ve güçsüzdürler. Hatta milliyetçiliğe oldukça açık bir zemin sunarak egemenlik sistemleriyle bütünleşirler. 

“Kültür fetişine saygı göstermek, kültürlerin içinde özgürleşme ve değişim için bir potansiyel bulmaya çalışmak yerine onları insanlık müzesinde saygın bir yere koymayı istemek demektir. Birilerinin sapkın kültür tanımına hizmet etmek için  cinsiyetçiliği, sınıf zulmünü ve ırkçılığı kabul etmemiz gerekir.”

Ayrıca tarihin birçok örneğinde görüldüğü gibi, kültür konusuna dar sınırlar çizmek, baskıcı siyasal rejim oluşturmanın bir aracı olarak da kullanılmıştır. Kültürü ırkla tanımlayan anlayışlar her konuda tekçiliği esas alan milliyetçi diskurla şekillendiği gibi ulus-devletlerin faşizan potansiyelini de ortaya koymaktadır. Küresel kapitalizm ile siyasal sınırlarda çelişirken, kültürel sınırlarda iki uçtan birbirine eklemlenir ve halkların sırtında çifte kambura dönüşürler. Halk kültürleri böylece ikili işkence altında kalır. 

Bir yandan ulus-devletler, bir yandan da küresel kapitalizm saldırı halindedir. Ulus-devlet tekleştirerek eziyor, diğeri ise belirsizleştirerek başkalaşıma uğratmaya çalışıyor.

Günümüz kapitalizmi mal-meta ve emek sömürüsünden daha çok kültür endüstrisiyle kendini ayakta tutmaktadır. Kültür metalaştırılıyor, insanın ruhu, zihni, iradesi, zamanı metalaştırılıyor. Bundan daha derin bir kapitalizm görülmemiştir. Ortadoğu toplumlarına taşırmaya çalıştıkları budur, yani o kadim direngen ruh yok edilmelidir. Hedef budur.

Sinsice bir yöntem olan kültür endüstrisi ve onun küresel dilinin kullanımı, kültür olmayanı kültür olarak sunma, insanların kültürel üretimi yerine kendi imalathanesinde hazırladığı sahte kültürü dayatma, insanı-toplumu yeniden sürüleştirme hareketidir.

İlk uygarlıklar arasında kültürel karakteriyle öne çıkan Babil, hukuku fethetme aracı olarak kullanır. Hammurabi yasaları çarpıcı bir örnektir. Kölelik düzeninin evrensel meşrulaştırma aracı olan bu yasaların mutluluk ve adalet getirdiği söylenir. O kadar kalıcı bir yanılgıya yol açmıştır ki, günümüzün en demokrat geçinenleri bile hukuk olmadan toplumsal düzenin sürdürülemeyeceğini ileri sürerler.

Hukuk uygulamasının ilk kaynağına bakıldığında algı oluşturma ve korku siyasetiyle birlikte devreye konulduğu görülmüştür. Asur tabletlerinde okunduğu üzere, kral yaptığı katliamlarla, baş kesmelerle, tecavüzlerle, köle sayısıyla övünür, korku salarak yönetmeye çalışır. Toplumsal ilerleme sağlandıkça korku ve hukuk kıskacına sahte bir şefkat siyaseti eklenir. Roma ile başlayan “barbarların” terbiye edilmesi, onlara medeniyet götürülmesi söylemi Amerika ve Afrika kıtalarının işgaliyle devam eder.

Toplum ahlakı ve moral değerleri, korkuyu yenebilecek güçtedir. Fakat aldatıcı sevgi gösterileriyle toplumun ahlakına-vicdanına-direnişine karşı çok ince ağlar örülür. Rus Çariçesi Katerina Fransız devriminden nefret eder ama Fransız aydınlarıyla yazışmaktan geri durmaz. Polonya’yı işgal ederken “size özgürlük getiriyoruz” diyebilecek kadar Fransız edebiyatından yararlanır. Tıpkı ABD’nin Somali, Afganistan veya Irak işgallerinde olduğu gibi yeni söylem özgürlükçü lafazanlık olur.

Liberalizmin dincilik, bilimcilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik gibi tezgâhlarında örülen ağlar tüm toplumu sarmaya başladığında bir içselleştirme olgusu yaşanır. Yabancılaşma artık yabancılaşma olarak görülmez; yabancılaşma, benzeşme olgusu ilerlemenin, çağdaş olmanın, hatta neredeyse insan olmanın tek ölçütü haline getirilir.

Bir dönem Fransız diline ve modasına olan özenti daha sonra Amerikanlaşmaya dönüştü. Amerikan markası ve yaşam tarzı Dallas türü diziler, filmler eşliğinde topluma benimsetilirken günümüzde dünyanın en ücra köşesindeki toplumların bile artık kendilerine ait dizi filmleri, markaları, yerel kılıflı ama kapitalist karakterli idolleri bulunuyor. Yani neredeyse herkes kendi yerel kimliğiyle, içselleştirerek, hiç karşı koymadan liberalizmi yaşamaya başladı.

Batının bireycilik üzerinden fethi kolay olurken Doğu buna karşı yine toplumsal kültürün gücüyle direnir. Direndikçe sopa sırtından eksik edilmez. Ama Doğu yine direnir; kapitalizmi içselleştirmez. Devreye yeni kültür ajanları sokulur. Bunların başında ulus-devletler gelir. Ulus-devletler eliyle kültürler yıkıma uğratılmaya çalışılır. 

Kapitalizm bir markalaştırma hareketi olarak toplumun en kutsal addettiği değerlere el uzatmaktan çekinmez. Din, dil, ulus, ahlak, kadın birer pazar aracı haline getirilerek toplum içten fethedilmeye çalışılır. Özgürlük söylemi kullanılarak en vahşi çürütme siyaseti bile erdemlilik olarak sunulur. 

Savaş olgusu ise tüm kültürel saldırıları perdeleyen bir araca dönüşür. Tarih ve toplum her türlü saldırıya maruz bırakılır, doğa yok edilir. Binlerce yıllık insanlık birikimiyle oluşan Beyrut, Bağdat, Şam, Halep, Zenubya, Sur, Cizre gibi kentler yakılıp yıkılırken bir kültür yok edilmektedir. Bir yaşam kültürü enkazlar altında bırakılmak istenmektedir. Bu enkazlar üzerinden kapitalist şirketler kar sağlarken, toplum psikolojisi korku ve açlıkla terbiye edilmektedir. Apolitik, duyarsız, güvensiz bir dünya bu şekilde yaratılmaktadır. Savaş olgusuyla perdelenen gerçekler bunlardır. Buna karşı kültürden daha dirayetli durabilecek başka bir dayanak olamaz. Ortadoğu toplumları zaten kültürleri sayesinde bugüne dek ayakta kalabilmiştir. Savaş darbeleriyle bu kültürün yıkılmak istendiği açıktır. 

Fakat enkaz haline getirmek istedikleri kültür tam da yıkıntılar ortasından şaşırtıcı şekilde tüm boyutlarıyla yükselerek kendini gerçekleştirme kabiliyetindedir. Varlık yok olmamış, bilinç derinleşmiş ve demokratik ulus sisteminde yeni bir form kazanmış olacaktır. 

Savaşa verilecek kültürel yanıt toplumsal tüm farklılıkların bir arada özgürce yaşayacağı demokratik Ortadoğu’nun inşa edilmesi olacaktır. 

Ortadoğu Rönesans’ının bir boyutu din alanında demokratik değerler temelinde dönüşümü esas almak ise, diğer boyutu da kültürel devrim olmaktadır. Öcalan’ın sözleriyle ifade edersek: “Kültür devrimini gerçekleştiremeyenler ne muhasebede ne de siyasette başarılı olamazlar. Kültür devrimi öze dönüş devrimidir. Bunu başarmadan özünüzü, özsel değerlerinizi ifadeye kavuşturan bir mücadele ve siyaset yürütemezsiniz.  Felsefi bir yoruma tabi tutacak olursak, kültür devrimi, varlığın kendini bilme, kendisi olma, kendini yönetebilme, kaos anından kendini kurtararak kendi düzenini oluşturması durumudur. Kişi olarak, hatta halk ve hareket olarak başarının ölçütü bana göre varlık bulmak ve özgürlüğünü kazanmaktır.”

 

Savaşın Bitmeyen Enerjisi!

Ortadoğu enerji kaynaklarıyla bilinmektedir. Öte yandan bölge, Kafkas enerjileri için de geçiş hattıdır. Savaşın bununla ilgili olduğunu savaşan hiçbir taraf itiraf etmese de enerjiye kimin sahip olacağı ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir.

Potansiyel itibariyle dünya enerji rezervlerinin büyük bölümü Ortadoğu, Rusya ve Kafkasya’da bulunmaktadır. Avrupa petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarını ağırlıklı olarak bu alanlardan temin etmektedir. Enerji geçiş hatlarının nerede, kimin denetiminde olacağı temel bir savaş konusudur.

Öte yandan bazı verilere bakıldığında savaşın gerçek sebebi hemen ortaya çıkmaktadır. Dünya çapında enerji tüketimi açısından ABD ve Çin ilk iki sırada gelmektedir. Dünya tüketiminin % 40’lık bölümünü sadece bu iki ülke yapmaktadır. 

Dünya petrol rezervleri açısından ilk beş ülkeye bakıldığında Suudi Arabistan % 19.8, İran % 10.3, Irak % 8.6, Kuveyt % 7.6, BAE ise % 7.3’lük bölümüne sahiptir. Doğal gaz rezervleri açısından ise ilk beş sırada % 23.7 ile Rusya, %15.8 ile İran, % 13.5 ile Katar, % 4.3 ile Türkmenistan ve % 4.2 ile Suudi Arabistan bulunmaktadır.

Rusya petrolde yedinci, doğal gazda birinci, kömürde ikinci sıradadır. Japonya ve Avrupa ülkelerinin çoğu rezervlerden yoksun olup dışa bağımlıdır. Bunlara bir de bölgedeki su kaynakları eklenince savaşın güdüleyici unsurları iyice belirginleşmektedir.

ABD, Avrupa’ya taşınan enerjinin Rusya üzerinden olmaması için elinden geleni yaparken Rusya hem doğrudan Avrupa’ya hem de Akdeniz’e dek uzanan tüm kanallarını açık tutarak enerji dünyasındaki hâkimiyetini sürdürmeye çalışmaktadır. 

Azerbaycan adı doğal gazda çok fazla öne çıkarılsa da durum tam olarak öyle değildir. Çünkü 0.7’lik oranıyla doğal gaz da dünya çapında 22. sırada bulunmaktadır. Önemsiz olduğu anlamına gelmiyor ama bundan abartılı şekilde Türkiye yararlanmaya çalışıyor. Türkiye bir enerji koridoru olarak işlev görmekte ve bu konumundan yararlanmaktadır. Avrupa için ise, enerji güvenliğini sağlamak esastır. Türkiye, Rusya, Libya veya diğer hangi ülkeden bu güvenceyi elde ederse oraya yönelmektedir.

İran önemli kaynaklara sahip olsa da dünya pazarında istediği yeri bulamamaktadır. Savaş içinde hem Türkiye koridorunu açık tutmak istemekte hem de Irak ve Suriye’deki etkinliği sayesinde Tahran’dan direkt Lübnan’a uzanan karayolu hattını denetiminde tutmaya çalışmaktadır. ABD bu hattan sadece enerji değil Hizbullah için silah taşındığını da düşündüğünden Doğu Suriye yolunu Rakka operasyonuyla kesmeyi hedeflemektedir. 

DAİŞ’in Musul ve Rakka’yı merkez seçmesi tesadüf değildi. Irak’ta olduğu gibi Suriye genelinde ve Rojava topraklarında öncelikle enerji kaynakları veya geçiş hatlarını kontrolüne almaya çalışmıştır.

Türkiye Cerablus’tan Bab’a, Zaxo’dan Kerkük’e uzanan hattı “Türkmeneli Projesi” kapsamında işgal etmeye çalışmaktadır. Kerkük enerji kaynaklarına başka türlü nasıl ulaşılacak? Bu uğurda kırmızı-çizgileri yıkıp KDP ile ittifak düzeylerini bayraklı diplomatik karşılamada bir ilk olarak Güney Federesinin bayrağını asmaya dek vardırmışlardır. Elbette bu işin de arkasında PKK karşıtlığı kadar 10 milyar dolarlık ticaret bulunmaktadır.

Bölgede ticaret hacimleri bile ancak savaş gücüyle bağlantılı olarak gelişebilirken enerji konusu savaş dışında konuşulamaz hale gelmiştir. Hangi devlet açısından bakarsak benzer bir sonuçla karşılaşılır: Enerji için savaşın içinde olmak gerekiyor! Fakat bu savaşın faturası emekçilere, yoksul halklara çıkarılmak istenirken karşısında köle sürülerinin olmadığını unutuyor ve halkların direnme gücünü yeterince hesaba katmıyorlar. Oysa tekelci iktidar savaşına karşı en büyük güç halkların bilinçli ve örgütlü direnişi olmaktadır. Sonucu belirleyecek olan da kadim Ortadoğu halklarının mücadele birlikteliği olacaktır.

Üçüncü Dünya Savaşı’na sadece egemenlerin hedefleri açısından bakmak yanılgılı bir yaklaşım olur. Savaşı önlemek mümkün olmadığına göre karşısında mücadele etmek gerekiyor. Tarafsız kalıp seyretmek yenilgileri önleyemeyeceği gibi egemenlere hizmet eder. Bu koşullarda tarafsızlık zaten mümkün değildir. Savaş sürecini halkların devrimci-demokratik direnişini zafere taşımanın bir fırsatı olarak değerlendirmek en doğru yaklaşımdır.

Ortadoğu’nun kaderi tekelci iktidar güçlerine ve onların savaşına terk edilemez. Ortadoğu halklarının demokratik konfederasyon projesi etrafında birleştirilmesi esas siyasi hedeftir. Bunun ordu gücünü oluşturmak da kaçınılmazdır. Fakat öte yandan ekonomik birliklere acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü bu savaşın nihai hedefi Ortadoğu üzerindeki ekonomik kaynaklara, özelde de enerji kaynakları ve yollarına hâkim olmaktır. 

Alternatifi geliştirilmedikçe ekonomi savaş döngüsünün parçası haline gelmektedir. Tüm bunlara karşı halkların komünal ekonomisini inşa etmek ve su, toprak, enerji ortaklıklarını esas alan örgütlenmeyi gerçekleştirmek tarihi görevler arasındadır.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.