Düşünce ve Kuram Dergisi

19.Yüzyıl ve Emperyalizm

Metin Atmış

1550-1650’li yıllar Avrupa’da kapitalizmin sistem olarak hızla yükselişe geçtiği ve çok kanlı mezhep savaşlarıyla Katolik dünyasının iktidarının dağıldığı yıllardır. Bu çağla laiklik ve Protestanlık öne çıkarak Katolik-Ortodoks çağdan intikam alırcasına bir dönemi kapatırken ulus-devlet merkezli konumlamalarla yeni imparatorluk süreçlerinin de kapısı aralanıyordu.

Artık kapitalizmle gelişecek olan dünya “garip ve sapak bir dünyadır”. “Sistem, her ne kadar kendini alternatifsiz ve tanrısal olarak izah etmeye çalışsa da, insanlık değerleri göz önünde bulundurulduğunda “kırk haramiler “olarak yargılanmış sapak ve gizil potansiyel bir gücün hegemonik dünyasıdır söz konusu olan”( Abdullah Öcalan). Kapitalizm kendini, rızayla ve ele geçirdiği zor araçlarının öldürücü gücüyle dayattı. Hükmetmek için bilgi, bilim dünyasını oluşturdu. 

 

Bu Süreci Açmak Gerekirse;

Hollanda, 17. yüzyılda İspanya-Portekiz’i başat güç konumundan düşürerek Avrupa’daki üstünlüğü devralmıştı. 18. yüzyılda Fransa öncü durumdadır. Ardından inşa ettiği deniz gücüyle İngiltere başat güç duruma gelir ve sömürüde herkesle yarışmaya başlar. “Westphalia Barışı”ndan sonraki Avrupa, dini iç savaşlar sonrası monarşinin otoritesinin sağlandığı, Almanya’nın onlarca beyliğe bölündüğü, sosyal düzeyde ‘törel’ değerlerin, sınıfsal manada da ulusal çıkarların papalığın çıkarlarından üstün tutulduğu bir dönemdir.

Napolyon geleneksel zenginlik merkezleri olarak görülen Doğu’ya yönelmeden önce sınıflara ve dinsel mezheplere bölünmüş bir Fransa’da birleştirici gücün, ulusal monarşinin mutlakiyetçiliğinde olduğunu ön görmüştü. Fransa’da her ne kadar iktidar neticede Bourbon Hanedanlığına bağlansa da, soyluların tahakkümü gerilettirilip, ulusal-devletin üstünlüğü sağlanmış, Avrupa’nın diğer çağdaş ordularına göre disiplinin çok daha iyi şekilde oturtulduğu kıtanın en büyük modern ordusunu (800 bin kişilik) kurmuşlardı. 14. Louis döneminde 72 yıl iktidarda kaldığı söylenen Kardinal Mazarin, Fransa’yı dönemin en büyük hegemonik gücü yapmıştı. Napolyon’da kıta Avrupa’sı üzerinde sayısız zafer kazanmış İtalya ve Avusturya, Prusya’yı bozguna uğratarak sayısız zaferler kazanmadan önce bu düzenli orduda Korsika doğumlu bir topçu subayıydı. Ardından İngiliz sanayi ürünlerine karşı “Kara Ablukası” uygulayarak İngilizlere Avrupa’da ticareti yasaklamıştı. 1807’de Ruslarla yapılan savaşlardan sonra, onları da kendisiyle ittifak yapmaya zorlasa da, İngilizlere karşı uyguladığı ambargoda başarılı olamadı. Avrupa’nın diğer ülkeleri de hegemonya yarışına kalkışınca Fransa’nın otoritesi sarsılmaya başlıyordu. İngilizler ablukaya rağmen güçlü donanması sayesinde bir yandan yağma seferlerini düzenlerken, diğer yandan buralardan devşirdikleriyle görece daha ucuz ve kaliteli mallarla dış ticaretini arttırıyorlardı. Ve 1815 Waterloo Savaşı’yla Fransa’nın Avrupa’daki başat güç konumu son buldu.

Hemen ardından; Fransa’dan Avrupa’ya yayılan laiklik anlayışına karşı 1. Aleksandır’ın teşvikleriyle, 1815 yılında Avrupa’nın hükümdarları(Rus Çarı, Avusturya İmparatoru ve Prusya kralı tarafından imzalanan-İngilizlerin de dışarıdan desteklediği- Katolik-Ortodoks din adına Kutsal İttifakı imzalayarak; karşılarına çıkacak tüm toplumsal hareket ve güçleri ezmeyi planlıyorlardı. Kapitalizm daha modern bir sömürü sistemini kurarken karşısına çıkacak ve onu engelleyecek herhangi bir toplumsal hareketi istemiyordu. İspanya ve İtalya’da devrimsel çıkışlar boy verince, Kutsal İttifak gereği Fransa’dan İspanya’ya Avusturya’dan İtalya’ya on binlerce kişilik ordu gönderilip buralar hızla ezildi.

Batı’nın Ortadoğu’ya ilgisi geçmiş eski zamanlara dayanır. Bunu açmayacağız fakat Fransa hegemonyasına katkısı için şu söylenebilir; 1535’te Fransa Osmanlı İmparatorluğunun limanlarında ticaret hakkı elde etmişti.1732 yılına geldiğinde Fransızlar Osmanlı’yı, “Fransa’nın en zengin sömürülerinden biri” olarak görüyorlardı. Ve Fransa’nın hegemonyasının oluşmasında ciddi payları vardı. Napolyon’da bunu görüp yüzünü doğuya çevirmiştir. “Napolyon’un 19. yüzyılın başlarındaki Mısır ve Moskova seferleri hegemonik hamlenin ilk ciddi denemeleriydi. Ortadoğu kültürü etkisizleştirilmeden Batı kapitalist hegemonyası ne gelişebilir ne de kalıcılaşabilirdi.”(Abdullah Öcalan) Bunun bilincine varan Avrupa’nın diğer güçleri de(tarihte hep olduğu gibi )yüzlerini Doğu’ya çevireceklerdi.

1815 Viyana Kongresi ile Avrupa tekrardan törel değerleri canlandırmaya çalışırken, İngiltere ise dünyada hegemon güç olmasının kapılarını açan bir anlaşma yaptılar. Avrupa’nın galip kapitalizmin tabiatına aykırı bir biçimde Fransa’ya karşı bir “cezalandırma” yoluna gitmediler. Cezalandırma yerine denge, intikam yerine meşruiyet politikaları izlediler. Başta İngiltere olmak üzere(Avusturya, Prusya ve Rusya) hegemonya yarışına giren diğer devletler, Fransa İmparatorluğu’nun gelişimini engelleyerek, törel değerleriyle beraber İngiltere’yi başat güç konumuna getirdiler. Çünkü yeni akımlar ya da geniş halk kesimlerini, etrafına toplayacak çıkışlar otoritereler için tehlike olduğundan daha geleneksel usullerle sömürülerine devam etmek istemişlerdi. Goethe; oluşan bu düzen ve ittifaklar hakkında “insanlık için daha yararlı bir şey icat edilmiş değildir” dese de hegemonyanın öncülüğünü ele geçiren İngiliz sömürgeciliği dünyaya bu yeni sistemin neler yapabileceğini yaşatarak gösterecekti. Evet, Napolyon şahsında Fransa hegemonik üstünlüğünü kaybettiyse de, Avrupa’ya ihraç ettiği değerleri nihayetinde galip gelecekti. Çünkü Ortaçağ ve Engizasyon hukukunun insanlara sunacağı yeni bir şeyi yoktu. Buna rağmen Birinci Dünya Savaşı’na doğru giderken (19. yy. sonlarında) Fransa en son İngilizlerle sorunlarını halledip, İngilizlerin Mısır’ı işgaline(1881) karşılık 1883’de Tunus’u Orta Vietnam’ı ve Doğu Afrika’da(1896) geniş alanları işgal ederek ana vatan topraklarının 17 katından da fazla alanı talan ederek küresel bir sömürü gücüne dönüşecektir.

 

İngiliz Hegemonyası’nın Gelişimi 

Makineler insan hayatına 18. yüzyıl’da girdi. Buharlı makinelerin bulunmasına kadar uzun süre bilinen su motorları kullanılıyordu. İlk makineler, fabrikalar ortaya çıktı ve insanlar yeni yakıtlar kullanmaya başladılar. 18. yüzyılın ikinci yarısına doğru maden kömürü ve 19. yüzyılın ortalarından bu yana da petrol kullandılar. 19. yüzyıl bu manada demirin ve makineler yüzyılıdır. İnsanlığın teknolojik gelişmede vardığı önemli bir noktadan ulusa ya da kıtaya mal edilmeyecek kadar devrimsel bir durumdur. Bu konuyu açmadan önce; 19. yüzyılın ortalarına doğru İngiltere sanayileşmede dünyanın en gelişmiş ülkesi konumuna geliyordu. 1870 sanayileşmeye paralel kentlerde yaşayan nüfus oranı da (% 66) hızla yükseliyordu. Sanayi yaşamın her alanına yansıdı. Hegemonya yarışında sömürgelerden devşirilen güçle seri ve ucuz mal üretimi, rakiplerine kıyasla ciddi bir avantaj sağlıyordu. İngiltere bu konuda öbür ülkelerle rekabet halindeydi. Mallarını kabul etmeyen coğrafyalara donanmasını ve askerini göndererek sömürgeleştiriyordu. Bu konuda birçok örnek vermek mümkün;  Avustralya ve Kanada halkını vurup, topraklarını devletlerinin malı ilan ettiler. Yeni Zelanda’nın yerli (Maoriler) topraklarının zorla ellerinden alınmasına karşı çıkınca İngilizler üzerlerine 20 bin kişilik bir ordu gönderip üç yılda 80 bin kişi olan nüfuslarını 30 bine indirdiler. Yine İngiliz hegemonyacılığının şahsında kapitalizmin ibretlik resminin en iyi görüldüğü yerlerden biri de Hindistan’dır; Sermaye ve ulus-devlet ittifakını gerçekleştiren İngilizler en çok Hindistan’ı soyarak zenginleştiler. Amerika ve Avustralya’daki katliam politikalarını burada tekrarlamak yerine (belki de bitmeyecekleri için) sırtlarına ezici vergiler yükleyerek sömürmeyi daha karlı buldular. Karl Marx; “Hindistan’dan İngiltere’ye akan zenginliklerin büyük bir bölümü henüz pek gelişmemiş olan ticaret yoluyla değil, topraklarının doğrudan doğruya işletilmesiyle ve daha sonra İngiltere’ye gönderilen hazinelerin soyulması sayesinde toplandı” diyor. 1839’da İngiliz donanması Çin’in kapısına dayanırken, ülkeyi sömürüsüne açmak için koyduğu şartlar çerçevesinde ticarete (esasta yağmaya) izin verilmesini istediler. Aslında Çin’den ithal edilen çayı karşılamak için ülkeye gizliden gizliye afyon sokuyordu. Bu yaygınlaşıp hükümetçe yasaklanınca ticareti engellediği gerekçesiyle (1839-1842) adına  “Afyon Savaşı” denilen bir savaş başlatıp sonuçta şartlarını kabul ettirdi. İngilizler benzer yöntemlerle Akdeniz’den Afrika’ya ve Ortadoğu’ya yöneldiler, sömürülerini alabildiğine yaygınlaştırdılar.

İnsanlığın bilimsel teknik ilerlemesinin bir neticesi olarak insan eli yerine makineleşmenin gelişmesi, yaşamın her alanını etkileyerek değiştirmeleri ciddi bir devrimdir. Bunun kapitalist sistemle ilgisini kurmak yanlıştır. Sanayileşme; teknolojiyle gelişmenin geldiği aşamada farklı bir boyuta ulaşma durumudur. Yani kapitalizmin bir eseri olarak sayılamaz. İngiliz hegemonyasının gelişiminin sebebi ulaştığı bu sanayi devrimi seviyesidir. Sorun sanayileşmede aranamaz. Sanayileşme ya da bir toplumsal olgu olarak endüstrinin gelişimi “ilk insanın elindeki taştan, günümüz atom çağına gelene dek, oluşan tarihsel realitedir.”(Abdullah Öcalan) Ve toplum var olduğu müddetçe de bu gelişecektir. Sorun kapitalizm ve ulus- devletin endüstrileşmeyi derinleştirmiş olmasıdır. Örneğin sadece 1850-70 yılları arası İngiltere pamuklu sanayide gelişmiş, sanayi ülkeleri olan Fransa ve Amerika’nın altı katıydı. Bu sadece sanayinin bir dalıdır. Ve bu ihtiyacı da ticareti de aşan bir amacı taşımaktadır. Evet endüstri gereklidir. Kötü olan kapitalizmin elindeki endüstriyalizme ideolojik bir boyut verip topluma, çevreye yıkım veren bir araca dönüştürülmesidir. Bu da ahlaki-politik toplumun izin vermeyeceği bir durumundur. Hegemonik güç olma hırsı, iki dünya savaşına yol açmıştı; bu günkü nükleer silah dengesi ile oluşan konumlanmanın olası bir savaş halinde (sıcak) ortada hiçbir şeyi bırakmayacağı gerçeğini düşündüğümüzde vahametin düzeyini daha iyi görürüz. Bu manada endüstriyalizmin sadece bir sanayi gelişimi, teknolojik olarak varılan ileri düzey değil, alabildiğine kar getiren, inanılmaz egemenlik inşa eden ideolojik araçtır. Sistemde güç tesisi daha fazla güçlenme isteğini kışkırtır ve onu bağlayacak hiçbir norm yoktur. Bunun günümüzdeki en bariz örneği ulus-devletlerdir. Onların büyük askeri güç ve donanımla tahkim edilmesi, saldırgan bir dış siyasetle aktifleşmeleridir.

  1. yüzyıl, kapitalizm ile ulus-devletin sanayileşme temelinde azami ittifak ve iç içe geçen tekelleşmeler çağını temsil eder. Güneş batmayan imparatorluk olarak Britanya’nın görkemli 19. yüzyılı özünü bu ittifak ve tekelleşmeden alır. Güç tekelde toplanır ve daha fazla güçlenmek için kullanılır; yoksa dünyanın en büyük deniz gücünü ve (savunma amaçlı kullanımdan çok sömürgecilik için geliştirilmiştir) dünyanın en büyük talan (ticaret) filosuna neden bu kadar gereksinim duyulsun. Özellikle İngiltere, örneğin bu konuda çok eğiticidir. İngiltere için en önemli iş, sömürgelerin sömürülmesiydi. İngiltere en çok kar getiren sömürgesi olan Hindistan’da (1896-1906 yılları) arasında on milyon Hintlinin açlıktan öldüğü kaydedilir. 19 yüzyılda sömürgecilerden akan paraların doldurduğu İngiliz bankaları kadar, elinde sermaye bulunduran başka hiçbir kapitalist ülke yoktu. Puşkin; “İngiliz fabrikalarında çalışan işçilerin şikâyetlerini okuyun dehşetten tüyleriniz diken diken olur. Bir yandan korkunç bir barbarlık bir yandan da yoksulluk, firavunlar zamanında piramit yapılıyor sanırsınız “ diyor. Nüfusu hızla artan dönemin sanayi kentlerinden Manchester, Birmingham bunlardan sadece ikisiydi. Dolaysıyla bir yandan dünya denizlerinde yüzlerce gemisiyle yeni sömürgelere yelken açan bir hegemonik güç var, diğer yandan birçok sanayi dalında mevcut şartlarda binlerce (bugün on milyonlarca) işçi çalıştıran bir barbarlık mevcut. Her şey güçlü ordu, daha güçlü devlet ve onun iradesinde olan elit bir kesim içindir. Zenginlik halkla, üreten ve emek verenlerle paylaşılmaz. Kapitalizmde kanun, azami kar olduğuna göre; yani sermayenin alabildiğine azmanlaşması için paranın sanayiye yatırılması, biriken güçle karın zorlanması üretim krizleri, ham madde gereksinimleri, yeni Pazar arayışları, köy-kent demografilerinden oluşan dengesizlikler, bozulan etik normlar ve toplumsal doku bu yüzyılda fazlasıyla yaşandı. Yahudi sermayesinin gücü, kapitalizmin gelişiminde önemli bir konumdadır. Bunu Avrupa’da kapitalizme öncülük yapan ‘başat’ güçlerin tümünde görmek mümkün. Öcalan; “ 16. yüzyıldan beri birbiriyle ulusal rekabet halinde olan her iki taraftaki hegemonik güç mücadelesinde (önce İspanya İmparatorluğu sonra Fransa İmparatorluğu en son Alman, Rus ve Osmanlı İmparatorlukları) nihai olarak da İngiltere galip çıktı. Yahudi sermayesinin bu galibiyetteki rolü çok önemlidir. Tıpkı önceleri İngiltere’nin sömürgesi olan ABD’nin inşa edilmesinde ve hegemonik güç haline getirilmesinde olduğu gibi. Nazilerin ortaya çıkış nedenlerini bu gerçeklikte aramak lazım. Adeta Alman kılığına girerek şoven tekelci devlet kapitalizminin inşa edilmesinde stratejik bir rol oynayan Yahudi sermayesi Almanya’nın 1918’deki yenilgisinden sorumlu tutuldu”. Kavim bilincini en köklü yaşayan halk olarak Yahudiler; Avrupa’da ulus-devlet formunun oluşması ve laik-seküler çağı geliştirilerek bağnazlık çağının sonlandırılmasında, aydın yazar ve sermayedarları çok kritik roller oynadılar. Mesela Fransa’da Katolik kralın değişimiyle; diğer mezheplere de alan açılıp aralarında bir denge yakalanınca, laiklik anlayışı hızla öne çıkıyor. Fransa’nın birliği harcı bu denge sayesinde oluşuyor. Yine Ortodoks Rus Çarı’nın öldürülmesinde ve hanedanlıklarına son verilmesinde laik ideolojinin ve Yahudi kökenli önderlerin rolü belirgindir. 

Avrupa’da ulus temelli kümelenmeler oluştuktan sonra devlet, ulusçuluğu devlet ulusçuluğuna çevirerek geçmişin ahlaki norm ve geleneklerini yok etmeye girişmesi toplumun “demirden kafese” alma manasına gelecekti. Hem manevi erozyon, hem sömürülen toplumsal kesimlerin her gün biraz daha fazlalaşması, Puşkin’in deyimiyle oluşan ‘korkunç’ atmosfer beraberinde yeni arayışları da hızla gündeme getirecekti. Bunlara karşı hızla sosyalist demokratik toplum deneyimleri gelişti. Bilimsel teknik gelişmeler nasıl sanayi devrimine yol açtıysa, eşitlikçi yaşam arayışlarının düşünsel gelişimi de K. Marx ve F. Engels’le bu dönemde sosyalizm formülasyonuna dönüşecektir. 

             

Marksizm ve Devrimler 

Hegemonyanın hızlı büyüme isteminin toplumun üreten kesimlerine yansıması; daha fazla sömürü ve baskı oldu. Buna krizler, sanayi bunalımları da eklenince binlerce insan işsiz kalmaya başlıyordu. Dönem kapitalizmin olgunluk aşamasıydı ve sistemin farklı bir toplumsal hareketliliğe ya da gelişimini aksatacak girişimlere tahammülü olamazdı. 1848 dönemi öncesi Avrupa’nın birçok ülkesinde toplumsal hareketler gelişmeye başladı. İnsanlar daha fazla temsiliyet, oy hakkı ve en genel anlamda hayat koşullarının iyileştirilmesi talebini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Bu hareketlenmeler 19. yüzyılın sonlarına kadar büyüyerek sürdü. Sadece İngiltere örneğini vermek gerekirse;1848 öncesi yaklaşık 6-7 yıl boyunca işçiler (birkaç milyonluk dilekçelerle) taleplerini içeren belgeleri hükümetlere sunup, birçok gösteriler yaptılar fakat devlet, hegemonik güç olma uğraşıyla çok meşguldü ve insanların taleplerini görecek durumda değildi. 

Her şey sermaye ve devlet içindi, bundan ödün veremezdi. Dolaysıyla insanların karşısına zor araçlarını çıkardı. İşçi örgütlenmelerine karşı hegemonya son derece acımasızca yöneldi. Büyük bir şiddetle bu kesimler vuruldu. İspanya ve İtalya büyük ordular göndermiş, devrimler bastırılmıştı. İngiltere’de Chartist (Charter/ ayrıcalık verme) kalıntıları ortadan kaldırıldı. Fransa’da kurulmuş olan bütün işçi örgütlenmeleri ortadan kaldırıldı. Prusya hükümeti işçi hareketine katılan belli başlı kişileri tutukladı, Almanya’dan sürdü. 1852 yılında Komünistler birliğinin tüm aktif üyeleri, Marx ve Engels’in taraftarları birçok ülkede tutuklandılar. Birlikte farklı eğilimler gelişince 1852’de Marx ve Engels’in önerisi üzerine birlik dağıldı. Her ne kadar şartlar ve koşullar ağırlaşıp mücadele gerekçeleri çoğalsa da bu dönemin mücadeleleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Dönem kapitalizmin olgunluk aşamasıydı. Marx ve Engels kapitalizmin kaçınılmaz olduğuna, kaçınılmaz bir ilerleme ile birlikte nihayetinde sosyalizme varılacağı düşüncesindeydiler. Kuşkusuz Marksizm insanlığın eşitlik ve özgürlük mücadelesinde tarihsel ve büyük bir deneyimdir. Toplumsal mücadeleye zengin katkıları olmuştur. Sistemi sosyal konularda daha yumuşak politikalar izlemeye zorlamıştır. Öcalan’ın; “Komünal demokratik duruşla hiyerarşik devletçi duruş arasındaki sürekli ve kapsamlı bir mücadelenin varlığı görülmeyip çözümlenmemiştir. Proletarya diktatörlüğü gibi devletçilik kavramı da kutsanmıştır. Uygarlık ürünü olan ve zarar veren ne kadar kavram, kurum varsa( ordu, iktidar, savaş, sınıflı toplum) bunların tümünü proletaryanın eline vermeye çalışmışlardır. Oysa bunlar egemen ve sömürücü kesimin elindeki vazgeçilmez araçlardır. Bunlarla farklı bir dünya yaratmanın da olanağı yoktur. Burjuvazinin kalıpları yeterince aşılamadığından, sisteme yakın durmuşlardır. Demokrasiye bu çerçevede çok da taktiksel yaklaşıp ekoloji ve kadın özgürlüğünü kapitalizmden farklı görmemişlerdir.” 

 

Rus-ABD ve Almanya’ya Dair 

Fransa ve İngiltere’deki hegemonik gelişim süreçleri bu ülkelerde de benzer şekilde yaşandı. 7 Eylül 1812 Borodino Savaşı’nı Fransız İmparatorluğu’na karşı kazanan Ruslar (Kutuzov) Avrupa’nın Katolik dünyası ile Kutsal İttifaka girip güçlü bir devlet olarak Avrupa’da söz sahibi olmuştur. Bu Rus hegemonyasının Avrupa içlerine taşınması ve burada kıtanın ‘jandarmalığı’ konumunu sağlamıştı. Avrupa’daki ulusların da ulus formunda yaşamalarını (Napolyon’u yenerek) kolaylaştırmıştı. 

Batı hegemonyasının iki büyük gücü olan İngiltere ve Fransa’nın (Almanya 19. yüzyılın ikinci yarısında yarışa katılır.) Doğu’daki en ciddi rakibi Rusya idi. Bugün de ona benzer bir durumu yaşıyoruz. Batı hegemonyasının ilerlemesi için Rus etkisinin kırılması gerekiyordu. Fakat Napolyon’la Batı bunda başarısız oldu. Bu ilerlemeyi İngiltere yapacaktı. İngiltere 19. yüzyıl ortalarından itibaren yanına (Fransa ve Osmanlı’yı da alarak ancak Hindistan’a giden yolu açabildi). Almanya 19. yüzyılın birinci ve ikinci çeyreğinde hegemonyasını hızla geliştirip güçlenince; dünya hegemonyası ve hâkimiyeti için iki dünya savaşını çıkararak bunu deneyecekti. Bu amaçla ilk yöneldiği yerlerin başında Doğu geliyordu. Fakat burada uzun süreliğine kalıcılaşmak öyle kolay değildi. 

Asya’ya özgü bir iktidar modeliyle-Sovyet dönemi de dâhil- bölgede sürekli bir imparatorluk olarak kalmaya çalışan Rus gerçeği var. Rusya bir yanda Avrupa’da Slavlar üzerinden, diğer yandan Akdeniz ve çoğunlukla Ortadoğu üzerinde söz ve karar sahibi olmuştur. Batı iktidar modellerine göre (kapitalizmi) daha az makyajla yaşarken, idari birim ve modeller konusunda görece daha esnek yöntemlerle otoritesini yaşatmıştır. Avrupa’da Slavlar üzerinden, Ortadoğu’da özellikle Osmanlılar döneminde Hristiyan ve Rum kesimler üzerinden bölgeye sürekli müdahaleler de bulunmuştur. Özellikle 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması’yla Osmanlı’da bulunan Hristiyan-Ortodoks halk üzerinde gözetim hakkını elde etti. Rusya’nın hegemon güç olarak bölgede kalabilmesi için denizlere açılması ve Osmanlı’nın siyaseti üzerinde etkide bulunabilmesi gerekiyordu. Gayrimüslim halklar onun için önemli bir araçtı. Dolayısıyla Rusya’nın ticari simsarlığı üstlenerek kazandıkları zenginlikleri kendi bağımsızlık mücadelelerinde harcadılar. Sanayileşen emperyalist güçler Osmanlıdaki ticaret işlerini kendileri adına (vekâleten) dini azınlıklara bıraktılar. Balkanlar’da erkenden gelişen bağımsızlık çabaları da Osmanlıdaki etnik ve dini aidiyetlerin tez elden gündemleşmelerini de bu ekonomik güçlenmeden ayrı göremeyiz. 

1850-70 yılları arasında Avrupa’da dört yeni devlet (Almanya, Romanya, İtalya ve Sırbistan) kurulurken böyle ayaklanmalarının baskısıyla Rusya’da kölelik kaldırıldı. Dönem Almanya ve ABD’nin hegemonik yarışa dâhil olma dönemiydi. 

 

ABD’nin Yarışa Dâhil Olması

  1. yüzyılın sonlarına doğru ABD ve Almanya, İngiltere ve Fransa’ya rağmen Batı’nın en güçlü endüstriyel çıkışını gerçekleştirdiler. İngiltere’nin eski bir sömürgesi olmasına rağmen, sanayide onu aşan bir düzeyi yakalamıştı. Kronolojik olarak kimi ayrıntıları belirtmek gerekirse; ABD kuruluşunu Avrupa devletlerine bağımlı bir tarzda yaptı. Avrupa’yla ticareti geliştirip kapitalizmi kurumsallaştırdı. Zamanla göç edip geldikleri kıtaya (Avrupa) örnek teşkil edecek kimi liberal politikalar onun birliğinin temel harcı oldu. Bu manada Avrupa’yı (Fransa özelinde) etkilediği söylenebilir. Hegemonik güç olmasının temelinde kıta kaynaklarının (keşfi) kullanımı, yerli halkın sayısız kıyımdan geçirilerek, alabildiğine sömürülmeleri, Avrupa’ya pamuk vb. mallardaki köle emeğinin( 1861-65 iç savaşına kadar bütün başkanların köle sahibi olması, ırkçılığın varlığı ki, hala bunu örnekleyen uygulamaları basından görüyoruz) ülkenin kalkınmasında sonuna kadar kullanıldığını görüyoruz. Ayrıca eski bir sömürge imparatorluğu olan İspanya bölgesindeki egemenliğini, etki alanlarını kendi lehine devşirip buralardan edindiği güçle, Almanya ile beraber kısa zamanda dünyanın en güçlü egemenleri haline geldiler. İç savaşın bitişiyle hızla sanayileşme gelişti. Artık “ABD petrol şirketlerini kontrol eden, binlerce kilometrelik boru hatlarına, yüzlerce okyanus oyan gemiye, dünyanın birçok ülkesinde antrepolara sahip, ikinci bir tröst örneği” idi. Bankaları ülkenin tüm ekonomisine egemen oldular. Sermaye ve zenginlik (bankalar eliyle) devletin elinde toplanınca hegemonyanın kendine güveni artar ve bunu daha fazla güçlenmenin aracı yapar. Çünkü hegamonik siyaset bunu öngörür. Saldırgan yayılmacı dış politika (özellikle Roosevelt dönemi) bu şekilde görmek ve okumak gerekir. ABD somutunda görüldüğü gibi, aslında tüm emperyal büyümeler özünde bir başarı değil, talanın ve ahlaki toplumsal normlardan uzaklığın, acımasızlığının büyüklüğünü gösterir. Büyümenin hızı uygulanan şiddetin fazlalığıyla orantılıdır.

 

Almanya’nın Yarışa Dâhil Olması 

Viyana Kongresin’den sonra (1814-15) Almanya parçalanmış durumdaydı. Alman Konfederasyonunda bulunan devletlerin birçoğu Prusya ve Avusturya gibi mutlak monarşiye döndüler. Kutsal Roma German Birliğin’den dağılan beyliklerin en güçlü olanları Avusturya ve Prusya’dır. Bunların bilinen diğer adları Habsburg, Branddenburg ve Hohenzol’lerin hanedanlıklarıydı. Almanya’nın temel sorunu birlik oluşturmaydı. Marx ve Engels Nisan 1848’de Almanya’ya gelip Ren’de oturmaya karar verirler. Devrimci güçlerin toplandığı ve merkezi haline gelen ‘Yeni Ren Gazetesi’ni’ çıkarırlar. Amaçları Alman federal hükümetlerini yıkıp, bütün Alman devletlerinin içinde yer alacakları Birleşik Demokratik Cumhuriyeti’n kurulmasını sağlamaktı. Marx ve Engels Demokratik Cumhuriyeti sosyalizm için yapılacak olan mücadelenin çıkış noktası olarak görmekteydiler.

Dağınık durumda olan Alman beyliklerinin toplanması ortak isteklerden biriydi. Bunu önemseyen her fikir ve çalışmaya destek verilmesi de olağandır. Tam da burada Yahudi entelektüellerinin düşünceleri devreye girer: milliyetçilik, üstün ırk anlayışı, Almanların dünya egemenliği tasavvuru ulus-devlet ve faşizmdir. (1861’de 1. Wilhelm tahta geçip Bismarck (1862-90) başkanlığa getirildikten sonra Bismarck, yukarıdaki amaçların yerine getirilmesi için her türlü aracı kullanmaya hazırdı. Önüne çıkan sorunları aşmanın yolunun ‘kılıçla-kanla’ olması gerektiğini açıkça söylüyordu. Tümüyle sermayenin hizmetinde olup, her şeyden önce ordunun güçlendirilmesi gerektiğine inanan bir şahsiyetti. Bu çerçeve de yine Marx’ın deyimiyle tarım ülkesi olan Almanya’nın bir sanayi ülkesine dönüşmesi için on yıl yetmişti. Alman hegemonyasının ikinci sıçramayı yaptığı dönem 1871’de Fransa’yı bozguna uğratmasıyla sağlanır. 1871 imparatorluk ilanı ile “yukarıdan” birleşme sağlanır. Bu tarihten sonra Avrupa’nın diğer hegemonya peşinde olan güçlerinden çok daha kısa sürede, hepsini aşan bir düzeye ulaşır. Buradaki gelişmenin nedeni; aşırı şovenizm, aşırı ulusçuluk ve “Alman olan her şeyin üstünlüğü”nün yanındadır. 1806 yılında Napolyon’un dağıttığı Alman birliğinin rövanşını Almanlar, 1871’de onları bozguna uğratarak aldıktan sonra Fransa’nın madem zengini bölgeleri (Alsace ve Lorraine) ele geçirir. Bu bir sonraki çağa kadar Alman-Fransızlar arasındaki temel çelişki noktalarından biri olur. Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı’na girme sebeplerinden biridir. Ve 1952 Benelüks (Belçika, Hollanda, Lüksemburg) ülkeleri,  Fransa, Almanya ve İtalya bu ihtilaflı giderme amacıyla Avrupa kömür-çelik topluluğunu kuracaklar. 1958’de de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)- ortak pazarını ortaya çıkaracaklardır.

1890-1900 arasında -bu güçle- geniş sömürge fetihlerine giriştiler. Almanlar, dünya egemenliğini öngören bir örgüt kurdular. Hegamonik heveslerle milliyetçiliğin ulaştığı bu düzey artık rakip tanımaz bir durumdaydı. Almanlar İngilizlerin denetiminde olan Osmanlı’ya İTC kadroları aracılığıyla Turan ideolojisini aşılayarak, İmparatorluğu ele geçirip sömürmek ve ‘hasta adam’ olan Osmanlı’nın da adeta ölmeden önce tatlı hayaller görmesini sağladılar. Almanya Batı’da İngiltere’nin en güçlü rakibi konumuna gelirken, Napolyon gibi Doğu’ya açılmak istiyordu. Fakat önüne engel olan büyük Rus egemenliği vardı. Bu engeli aşmak amacıyla Avusturya, Macaristan ve İtalya’yı da yanına alarak yeni bir birlik sağladı ve Birinci Dünya Savaşı’nın bir tarafı böyle oluşuyordu.

 

Batı’nın Doğu’ya İlgisi ve Ortadoğu  

  1. yüzyılın başlarına doğru gelindiğinde, dünyanın hemen hemen tümü İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve ABD arasında paylaşılmıştı. 1893’te Alman ilerlemesini engelleyip Avrupa’daki etki alanından vazgeçmek istemeyen Rusya Fransa’yla ittifak kurdu. Bu Alman birliğine cevaptı. Güçleri eşit olan iki kamp oluşmuştu. Engels’in deyimiyle “bir yanda Rusya ile Fransa öbür yanda Almanya ile Avusturya-Macaristan vardı. İngiltere iki kampın dışında kalmıştı.”
  2. yüzyılla Batılılar Ortadoğu’ya yeniden gelmeye başlarken, Osmanlı ve İran imparatorluklarının eski hallerinden eser yoktu. Osmanlı emperyalizmin elindeki ‘hasta adam’dı. İran’da hegemonlarca fiilen (İngiliz-Rus) paylaşılmış durumdaydı. Şekilde görülen idarecileri taşeron konumundaydılar. Direkt işgal ve sömürü emperyalistlere pahalı geldiğinden, bunu iş birlikçi figüranları eliyle yapıyorlardı.
  3. yüzyılın ikinci yarısına kadar bölge halkı görece daha özgür, özerk yaşadılar. Ne zamanki emperyalistler bölgeye akın edip, artık miadını doldurmuş imparatorluklar baskı politikalarıyla beraber merkezileşmeyi dayatınca, sorunlar patlak vermeye başladı ve emperyalizm bölgeyi yeniden dizayn etme uğraşıyla, yeni bir kaos atmosferi doğurdu. Tek parça büyük bir devletle mücadele etmektense daha küçük ünitelere bölerek denetime almak daha kolaydı. Hegemonyanın bugünde benzer politikayı esas aldığını söyleyebiliriz. Sermayeye engel olabilecek inatçı yapıları aşmak, dönüştürmek hegemonyanın temel ilkesidir. Osmanlı’nın kalıntıları üzerinde birçok ulus-devlet kuruldu. Bu manada konumlandırılan bu resmi oluşumları emperyalizmden ayrı düşünemeyiz. Onları birer şubesi olarak görmek gerekiyor. Hangi isimle kuruldukları ya da hangi derecede bağımsız olduklarını iddia etmeleri bu gerçeği değiştirmiyor. Ulus-devletlerin bu “konumlandırılma” durumlarını görmeden, bu güne kadar bu ulus-devletlerde yaşanan gelişmeleri de yeterince anlayamayız. Buna Sovyetlerin çözülme gerçeği ya da Osmanlı’nın kalıntıları durumu ile İran, Pakistan ve Afganistan’da yaşanan yeşil faşizmlerde dâhildir. Ortadoğu çok kültürlü ve renkli bir bölge; buna karşın 1920’lerden bu yana hegemonyanın konumlandırdığı ulus-devletçi, Sünni-Selefi çizginin sadece kıyımların tarifini yapmakla çok şey anlaşılır kılacaktır. Bu Selefilerin son acı reçetesini hala IŞİD vahşetiyle yaşıyoruz. Ulus-devlet ile işbirlikçiliği, İŞİD tarzı maşalar hegemonyanın bölgedeki varlığını -aynı zamanda -meşru gösterme araçları rolündedir. Ne zamanki, ulus-devletlere karşı bir uyanış gerçekleştirip ayağa kalktılar, halklar “ baharı”na adeta IŞİD vahşetiyle kış dayatıldı. Hegemonyanın kendini var etmesi, sermayenin gelecek kaygısı için adeta her türlü vahşet olağan görüldü. Böylece her yan harabeye çevrildi. Tarihi, kültürel açıdan dönüşü mümkün olmayan kıyımlar gerçekleşti. Toplumsallığa ait değerler, insan onuruna dair kırıntılar tüketilmeye götürüldü. 

Batı’nın Ortadoğu’ya ilgisinin tarihçesine dair çok şey söylemek mümkün; “son büyük Ortadoğu kültürü olan İslamiyet (8. yy.-16. yy) hem İspanya ve Sicilya üzerinden Batı’dan hem Anadolu üzerinden doğrudan Avrupa üzerinde büyük tehdit oluşturduğunu ve kapitalist hegemonyanın bu tehdide karşı geliştirdiği, geleneksel Doğu-Batı çelişkisi de meseleye eklendiğinde, Batı hegemonyasının niteliği daha iyi anlaşılacaktır.”(Abdullah Öcalan) Yukarıda da ifade edildiği gibi, Ortadoğu kültürü etkisizleştirilmeden Batı kapitalist hegemonyası ne gelişebilir ne de kalıcılaşabilirdi. Bu iki kültürel hattın çatışmasını Troya’ya, Med-Pers, Grek zamanına, İskender’e oradan Doğu’yu zenginliğin diyarı olarak gören Harçlı Seferlerinin peşinden geleceğini Doğu’da gören Napolyon’a kadar götürmek mümkündür. Batı tüm bunlardan edindiği deneyimlerle hegemonya için “her yol mubahtır” felsefesiyle tarihte görülmemiş talan sistemlerinin en çirkini olan kapitalizmi geliştirip yanına (İngilizler) Fransa’yı da alarak bölgeye geldi. Ve Batılı hiçbir gücün yapamadığı kadar da Ortadoğu’da egemen kaldı.

 

 Ulus-Devletin Bölge Gerçeği

“Ortadoğu insanlığın doğuşunu, gelişimini sağlayan ve besleyen esas kültürel bölgedir. Bu Yüzbinlerce yıla tekabül eden bir zaman dilimini kapsar. Son iki yüz yıllık Batı egemenliği bu hakikati değiştirmiyor. Bu hakikatin de ısrar edip modern olarak ifade edilirse tabî olmaması olağandır. Bölge kültürünün teslim olması değil, hegemonik savaşa kalkışması beklenmelidir.”(Abdullah Öcalan). Doğal olan budur. Çünkü doğasında insanlığa fazlasıyla model sunabilecek güce sahiptir. Bölgeye dayatılan savaş gerçeği neticesinde oluşturulan oryantalist algılar maksatlıdır ve kuşkusuz bölge gerçeğini yansıtmamaktadır. 

Bölgedeki savaşlar çoğunlukla iktidar ve devlet alanlarını ilgilendiriyor. Batı’nın ulusal menfaati, güvenlik çıkarları ile bölgedeki radikal-ılımlı İslam çatışması olarak nitelemekte tam olarak gerçeği ifade etmemektedir. Meselenin ciddi manada tarihsel, kültürel arka cephesi vardır. Gösterilmeyen asıl mücadele alanı burasıdır. Ve küresel hegemonyanın kaderini de yine bu bölgedeki çatışmalarla belirlenmesi güçlü bir olasılıktır.

Bölgedeki devlet yöneticilerinin emperyalizm karşısındaki duruşları, hegemonyaya çoktan teslim olmuş, basit iktidar hesapları peşinde koşan, işbirlikçi ajan konumudur. Bu duruma rağmen, bölgenin hala tam sömürgeleştirilememesi geleneksel toplumcu yanının direniş gücünden ileri gelmektedir. Bu direnişi iktidarcı, devletçi İslam değil (bu kesimin en yüksek temsilini adı geçen şeyler, emirler ve krallar yapıyorlar) toplumsal, kültürel İslam olgusu yapıyor. İslamcı geçinen hareketler bir süre sonra işbirlikçi olurken, direnen esasen halktır, toplumcu gelenektir.

 

Arap, İsrail ve İran’a Dair

Hegemonya 19. yüzyılda bölgenin son büyük imparatorluğu olan Osmanlı’nın tabiri caizse; önce ayaklarını Balkanlar’dan kesti, sonra diğer egemenlik alanlarına yöneldi. Dönemin İngiltere dışişleri Bakanı Clarendo’nun Osmanlı hakkında “Bunları ıslah etmenin tek yolu, yeryüzünü bunlardan ıslah etmektir” derken, bir diğer yetkili Stanley ise “Bunlar Avrupa kıtasından silinip gitmezlerse çok yazık olurdu. Bunları ortadan kaldırmak kolay, işin zor olan tarafı, bunların yerine kimlerin konulması gerektiğini bilmektir” (E. Xemgîn, Kürt Tarihi, s.409) diyor. Onların yerine Ortodoks din adamlarıyla beraber Yunanistan Devletini inşa ettiler. Ulus- devlet formu kapsamında Slavları konumlandırdılar. Daha doğuya giderek Osmanlı’nın Hicaz’da ki egemenlik alanlarını işgal etmek için “ Arap şeyhlerine koç başı olarak kullandılar.” Osmanlı hanedanlığı Mekke Şerifi’nin İngilizlerle yaptığı iş birliği için “arkadan bıçaklandık” diyerek durumun vahametinin farkında olmadığını gösterecektir. Osmanlı o aralar Turan hayalini görüyordu. Bu Almanların kendilerine tembihleyip, görmelerini sağladığı bir hayaldir ve Osmanlı bunu gerçekleştiremeyecek kadar hasta durumdaydı.

Arap ulus-devletlerinin İsrail ile birlikte kurgulanışı hegemonik bir tasarımdır. Adeta her bir Arap şeyhine bir devlet kurdurarak denetime alma ve birbiriyle olan çelişkilerini kullanarak İsrail’in bölgedeki hegemonyasını oluşturma politikasını izledi. Bölgede İran ve Türkiye’den boşalan alanlara kapitalist modernitenin “çekirdek hegemon gücü” olan İsrail Devleti kurgulanarak (1948) yerleştirildi. Diğer devletler meşruiyetlerini İsrail üzerinden (onu tanıyarak) sağlıyorlardı. Kendilerini Peygamberin soyuna dayandıranların (Haşimiler) Ürdün’e yerleştirilmeleri ilginçtir.

Bugün bölgesel güç olma arzusunda olan İran ve Türk sermayesi sınırlı bir çatışma görüntüsü vererek, aslında bölgedeki varlıklarını korumaya çalışıyorlar. Vahim durumda olan, Arap ulus-devletlerinin hegemonya karşısındaki konumlarıdır. Her biri küresel gücün ajan organizasyonu gibi çalışıyor. Ve İsrail’i de tanımadan var olamayacaklarına göre, işledikleri İslami milliyetçilikleri de son derece sahte ve yalan oluyor. Yukarıda kısmen açılan kültürel İslam gerçeği apayrı bir konudur. Bunu bahsedilen milliyetçilikle karıştırmamak gerekir. Bölgenin inancı adına (Ilımlı, siyasi ya da köktendinci) son iki yüz yıldır direkt ya da dolaylı olarak merkezi hegemon gücün hesabına çalışarak, bölgenin yaşadığı sorunları daha da derinleştirdiler.  19. yüzyılda İslamcılık “Modernitenin gelişen bir milliyetçilik türevidir. İslam uygarlığı ile alakası olmayan kapitalizmi Ortadoğu’yu yönetmede İslam ülkelerine özgü bir ideolojik araçtır.”(Abdullah Öcalan). Ve Mezopotamya’nın demokratik ulusçuluğuna karşı en büyük engeldir. Batı uygarlığının sınırsız desteği ile varlıklarını İran Şia yayılmacılığına karşı ayakta tutmaya çalışmaktan öte bir gayretleri görülmüyordu. En son IŞİD vahşetini bölgedeki geleceklerini sağlamlaştırmak, mümkünse geliştirmek için alabildiğine kullandılar. Bu politikaları da miadını( ya da araçları) doldurduktan sonra, hegemonya karşısında geleneksel konumlarına tekrar devam edeceklerdir.

 

İran’ın 19. Yüzyılı

Pers, Ahameniş, Part ve Sasani gibi imparatorluklarla dönemin en görkemli uygarlıklarını kurmuş olan İran, köklü bir devlet geleneği mevcut. Bu aynı zamanda binlerce yıllık hegemonik üstünlük demektir. Devletin tarihteki bu parlak dönemlerine bakarak bunları yeniden yaşamak istemesi, bunun çabası içinde olması da anlaşılırdır. Fakat konumuz açısından 19. yüzyılda ki durumunu irdelemek gerekirse; Nasıl ki Osmanlı Devleti “hasta adamı” yaşıyorduysa, İran’da bu yüzyılda İngiliz ve Rus İmparatorlukları arasında fiilen ikiye ayrılmış bir tampon devlet konumundaydı. Osmanlı örneğinde görüldüğü gibi hegemonyanın buraya ilgisi hiç eksik olmadı. Portekizliler daha 1507’de gelip Hürmüz’e bir kale yaptırırken İngiltere, 1622’de Safavi Devletiyle (Şah Abbas’la) ticaret antlaşmasına giderek Rusya’nın aşağılara inişini engelleme yoluna gittiler. Rıza Şah İngilizler ile ilişkisinden sonra; İran kültür geleneğini bir tarafa bırakıp batı taklidi bir modernite programı uyguladı. Bu manada ulus-devlet geleneğini Ortadoğu’da en açık biçimiyle son Pehlevi Hanedanı sergilemiştir. Hegemonya bu dönemde İran’ı “uydu devlet” konumunda tutmaya çalışmıştır. 

İran toplumsal yapısı köklü bir kültürel birikime sahiptir. Aryen kültürü tarihin kadim kültürlerden biridir. İran sözcüğü de aryenden gelmektedir. Toplumsal anlamda zengin kültürel bir yapı vardır. Bu kültür komünal değerleri özünde barındırdığından anti-devletçi ve anti-kapitalist özü de barındırmaktadır.

Toplumsallığın bu zenginliği -ki anlamı büyük olan bir zenginliktir- devletli uygarlığın karşısında ki en güçlü direniş odağıdır. Şia oligarşisi varlığını bu kültürel birikim sayesinde meşrulaştırmaya çalışıyor. Bununla gelişme, güçlü konuma gelmek istemektedir. Bu toplumcu, itaatkar olmayan kültür hem korkularının (iç politikada) nedenidir hem de dışa karşı direniş damarı olarak güvenlerinin nedenidir. 

İran’ın tarihsel devlet mirasının da gücüyle daha toplumcu sistemle yeniden çıkış yapması beklenmelidir. Fakat şuan küresel hegemonya karşısında öncelikle varlığını korumanın mücadelesini vermektedir. Kendisine yönelecek saldırı dalgasını Ortadoğu’nun diğer coğrafyalarında karşılayıp savaşını o alanlarda vermektedir. Bu kaostan çıkışın reçetesi olabilecek bir model önermesi henüz söz konusu değil. Son birkaç yıldır bölge halklarının ulus-devletlere karşı gelişen “Arap Baharın” yarattığı atmosferi (boşluğu) lehine çevirmeye çalışarak, Şialık adına hegemonyasını geliştirmeye çalışmaktadır. İsrail ile karşı karşıya gelip küresel hegemonyanın boy hedefi haline gelmesi güçlü bir olasılık. Buradan nasıl bir neticenin çıkacağını zaman belirleyecektir.

 

Savaşa Doğru Gidiş ve Bölge Siyaseti

Bugün başarılarına Doğu’nun gelişen güçleri olan Rus, Çin, Hint ve İran’ı alan, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği, Batı’nın hegemonik gücü, 19. yüzyılda Alman, İngiliz, Fransız ve Avusturya şahsında temsil ediliyorlardı. Başta İngilizler ardından Almanların güçlenip kurdukları birlikte Doğu’ya doğru hızla yayılmalarından Ruslar rahatsızdı. 1904 İngiliz- Fransız ve 1907 İngiliz- Rus antlaşmaları hegemonyanın menfaatler için her türlü birliğe hazır olduğunu gösteriyordu. Ve 1907 antlaşması sorunu artık bir Alman-İngiliz savaşı olmaktan çıkarıp dünya savaşına çeviriyordu. 

Olası bir savaşta; Osmanlı Balkanlar’daki topraklarını, Fransa 1871’de Almanlara kaptırdığı (Alcase, Lorraina ve Sarr’ı) yerleri, Ruslar nüfus bölgelerini korumayı, Avusturya- Macaristan Habsburg toprakları üzerinde yaşayan halklar üzerinden egemenliğini güçlendirmeyi, Almanlar sömürgelerin yeniden paylaşılarak, Almanya’nın dünya egemenliğini arzularken, İngilizler konumunu koruyup, Almanları saf dışı etmeyi tasarlıyordu. 

Bu güçler hızla savaşa hazırlanırken, bölge halkları üzerindeki siyasetleri kışkırtma, rakiplerine karşı sonuna kadar kullanma ve azami sömürü niyetiyle siyaseten konumlandırmaydı. 19. yüzyılın sonlarında milliyetçiliğin doruk noktaya ulaştığını da unutmadan, bölgedeki hegemonik güçler, yerel dayanak ve araçlarını yaratabilmek için Osmanlı devleti içinde dini-kültürel-hayır kurumları görünümü altında çalışmalarını sürdürdüler. Bu amaçla misyonerlik ve papaz okulları açtılar. Örneğin Rum kiliseleri kâfi düzeyde olup, sermayesi ticari aracılık yapma sebebiyle belli bir aşamaya ulaşmıştı. Kritik durumda olup dağınık yaşayan ve çoğunluk arz ettikleri coğrafyaları sınırlı olan Ermenilerdir. Bunları kazanmak hedefleniyordu. Fransa özellikle Suriye-Filistin bölgelerinde, İngiltere; İzmir, Filistin ve Mezopotamya bölgelerinde çalışmalarını yoğunlaştırdı. “İngiliz etki bölgelerinde 30 İngiliz Okulu 131 öğretmen ders verirken, yaklaşık olarak 2996 öğrenci okumaktaydı. Amerika 1820 yılında Osmanlı ile yaptığı ticaret antlaşmasından sonra Osmanlı Devleti içerisinde 1914 yılında 45 konsolosluk 17 dini misyonu, 200 misyon şubesi, 600 Amerikan okulu barındıran etkin bir yapıya ulaştı.” (E. Xemgin Kürt Tarihi s. 404)  19. yüzyıl milliyetçiliğinin misyonerlik kanalıyla açtıkları okullar ve propaganda faaliyetlerinin “ Avrupa Ermeni toplumu üzerinde güçlü kışkırtıcı etkilere yol açması kaçınılmazdı.” Dolayısıyla milliyetçiliğin yoğun etkisiyle sermayelerine yurt arama derdine düştüler. Fakat “ belli bir coğrafyada çoğunluk ve homojenlik arz eden bir konumdan yoksunluk” bu devlet anlayışını tehlikeli bir aşamaya götürüyordu. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Federatif sistemin hedeflenmesi en gerçekçi yöntem olabilirdi.” Fakat milliyetçilik aşılamadı. Benzer bir süreç Süryanilerle de yaşandı. Osmanlı ve Rusya arasında yapılan Ayestefanos Antlaşması ile Rusya Hristiyan halkaları çıkarları doğrultusunda kullanma imtiyazı elde etmiştir. Bunu Kars ve Ardahan’ı almak için baskı aracı yapınca, İngiltere benzer yöntemlerle 1878’de Kıbrıs Antlaşmasını imzaladı. 

 Şartlar ve koşulların farklı geliştiği yeni bir yüzyılın başındayız; Geçmiş yüzyıllarda ulus-devlet paradigmalı inşalar bölgeyi hegemonik gücün tümüyle esaretine koydu. Ve bu esaret durumu kültürel açıdan dönüşü olmayan tahribatlar yarattı ve hala da yaratmaya devam ediyor. 

Kürt mücadelesinin günümüze gelen güncel hali için şunu belirtmek mümkün; Her parçada varlık mücadelesi veren belli bir gücün varlığı teminat oluştururken, özellikle IŞİD vahşetine karşı meşru, çağdaş mücadele pozisyonları, kendilerini dünyaya tanıtma olanağı sundu. Hegemonya bölgede daha seküler bir gelecek tasavvuru planlarken, İslam’ı istismar eden yapı ve milliyetçiliklerin aşılması söz konusu olabilir. Bu Batı’daki kutsal Katolik ittifakında olduğu gibi, Ortadoğu da Sünni-Selefi açmazın kırılarak aşılmasına olanak sunarak belki de Ortadoğu’da yeni bir atmosferin doğmasına yol açacaktır.

Bölgesel güçler için şunu söylemek mümkün; Sovyet deneyiminden çıkan Rus hegemonyası Ortadoğu ve Akdeniz’deki mevzilerini sağlama alıp, yeni alanlara inme niyetindedir. 19. yüzyılda sömürge konumunda olan Çin ve Hindistan da yeniden toparlanıp hegemonya yarışında geçmişin intikamını alma niyetindeler.

ABD-İngiliz öncülüğündeki Batı hegemonyası eski sömürge alanlarını yeniden dizayn ederek, ilerlemek, pürüz teşkil eden yapıları aşmak, gelecek için sağlam ittifaklar tazelemek, dolayısıyla hegemonyasını daha çok büyütme derdinde. 19. yüzyılın sonunda Alman-İngiliz hegemonyaları vardı. Bugün ABD-İngiltere öncülüğünde ki Batı ile Doğu (Rus-İran-Çin-Hint) bloklaşma eğilimi vardır.

Durumu en trajik olan bölge Ortadoğu’dur. Ulus-devletli yapılar bir önceki yüzyıla göre Ortadoğu’yu çok daha çorak hale getirdi. Maddi ve manevi büyük yıkımlara sebep oldular. Emperyalist güçlere bağımlı olan bu yapılar, varlıklarını sürdürmek için en fazla bağımsızlık ve milliyetçilik kavramlarını kullanırlar. Bağımsızlık kavramının şu yaşadığımız yüzyıllarda bir gerçeği ifade etmediğini herkes biliyor. Fakat ulus-devlet milliyetçiliği organize etmede; en fazla da zor dönemlerinde öne çıkarılıp sıkça kullanılan bir enstrüman olmakla beraber kendini “Ortadoğu gerçekliğinde sistemden soyutlamanın adıdır.”(Abdullah Öcalan)

Özetle; ulus-devletin milliyetçiliği de bağımsızlığı da (bu sistemde) hegemonyanın eşiğinde biter. Bu hegemonyayı zorlayacak, ona karşı duracak bir aktivitenin gelişmesi durumunda hegemonya yeni alternatiflerin arayışına girer. 

Sonuç olarak özlü olarak tarihsel perspektif ile Batı kapitalizmin yönelimleri ve Ortadoğu’nun durumu açımlanmaya çalışıldı. Günümüzde bölge eksenli Üçünçü Dünya Savaşı’nın koşullarının geçmişten beri yoğunlaşıp gelişen bir seyir izlediği ortadır. Özelde kapitalizm, genelde beş bin yıllık devletçi uygarlığın özü krizdir. Günümüzde ise tam bir sistem kriz ve kaosuna dönüşmüştür. Sistem derin bunalımını aşma amaçlı bölgeye yönelmiş ve yaşanan savaşta bunun sonucudur.

Sermayenin küresel ölçekteki amacı olan, özellikle Ortadoğu’da kendine eklemleyemediği demokratik ulus seçeneğinin öne çıkmasını engellemektir. Bu anlamda küresel finans kapitalin hedefi; ulus-devlet ve zihniyetini ortadan kaldırmak değil, tam tersi ulus-devleti restore etme ve demokratik ulusu pasivize etmektir.  

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.