Düşünce ve Kuram Dergisi

Savaşın Hegemonik Tertipleri: Beyaz Güvenlik, Siyah Dünya!

Özgür Amed

“İnsanlar bana Irak halkının Vietnam halkı gibi olmadığını söylüyor, burada savaşırken gizlenecek orman ya da bataklık yok diyorlar. Ben de onlara ‘bizim şehirlerimiz bataklık, binalarımız ise ormanlarımız olacak’ diye cevap veriyorum” 
Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz 

“Mareşal Thomas Robert Bugeaud, Paris’in yoksullarının devrimci mayasının kuyusunu kazmak için şehri banliyöler ve modern siteler şeklinde, tam ortadan ayıracak geniş otoyollar inşa ederek şehri ikiye böldü”

 

Giriş: Sun Tzu Demode Mi Oluyor?

Sun Tzu’nun çağları aşan ‘Savaş Sanatı’ adlı kitabı, savaşa dair içkinciliğin adeta manifestosudur. Bir kutsal kitap kadar basılıp çevrilen bu kitabın albenisi sadece güncelliğinden değil sürekli haklı çıkmasından da geliyor. Fakat 21.yüzyıl ile birlikte Sun Tzu’nun ‘taktikleri/öngörüleri’ tahtından sallanıyor. Bu sallantının sebebi basit: Çünkü savaşın doğası değişiyor. Savaş, kendini sürekli yenileyen, dönüştüren bir canlı bir organizma olarak önümüzde duruyor. Öyle devasa bir endüstriyel alan ki bir saniye işlemez, üretmez ve savaşa odaklanmazsa kapitalizm ağır darbe yiyecek.
Konumuz elbette bu bağlam değil, fakat bir parçasını da bu diskur üzerinden düşünüp tartışmaya niyetliyim. 

Sun Tzu’yu yavaş yavaş unutturacak şey onun bir ifadesidir. Tzu’ya göre bir savaşta yapılabilecek en kötü şey, şehirlere saldırmaktır. Bir şehre saldırmak, onun literatüründe olmaması gereken bir olaydır. Savaş, şehirde yaşanmaz, yaşanmamalıdır! 

Bu tespit bizi kent ve kentçilik konusunda yeniden düşünmeye de davet eden erken bir uyarı olarak da okunabilir. Tzu neden savaşın şehirlere sıçramasından yana değildi?
Bir şehir savaşına denk mi gelmişti yoksa savaşın genel doğasından yola çıkarak fırlatılmış bir tahayyül müydü? Savaşı, öncesi ve sonrası ile gerçek bir yıkım peyzajı içinde tanıyan herkes onun dehşetini bilir. Tzu’nun da böylesi bir dehşetin anatomisine vakıf olduğu kabul edilebilir. Bu çerçeve, kendisi açısından zor bir tahayyül olmasa gerek diye düşünüyorum. 

Savaşın gözler önünde anlatı ve soyutluktan gerçeğe, somuta, görülebilirliğe uzanışı tanık(lık) açısından bir çıkmazdır.

Bu yazıda kısmen kent olgusu başta olmak üzere savaşın yeni hegemonik hesaplaşmalar ve arayışlar içinde nasıl aks değiştirdiğini, askeri yapının savaşın geleceğini ne şekilde korozyona uğrattığını, savaş ve savaşım şekillerinin neden değiştiğini farklı bağlamlar üzerinden tartışma/notlaştırma amacındayım

 

Savaşın Dönüşen Grameri ve Mimari Şiddet

Eyal Weizman’ı ilk olarak “Oyuk Topraklar-İsrail’in İşgal Mimarisi” kitabıyla tanıdım. Weizman burada daha önce yapılmayan bir şey yaparak, sömürgecilik mefhumu başta olmak üzere işgal denilen politikanın, mimarlık formasyonu ile yapı sökümüne girişerek Filistinlilerin neden Filistin’den habersiz olduklarını anlatmaya girişiyor. Filistin, kahramanlık ve direniş öykülerinin gölgesi altında anılırken, gün geçtikçe yok olan ve güçlenen İsrail gerçekliği pek gündem olamadı maalesef. Weizman işte bu meşruluğun ve her gün yersiz/yurtsuzlaştırılma pratiğini mimari üzerinden nasıl yapıldığını anlatarak yepyeni bir boyut kazandırmış oluyor. İşgali, hukukun ve siyasetin soyut dilinden ırak, mekâna işlendiği şekliyle tartışmaya açıyor, bir mekân pratiği olarak işgalin eşkâlini çiziyor. Gazze’nin tünellerinden, kontrol noktalarındaki bekleme salonlarına ve otoyollarla oluşturulan paralel bir ülkenin paradoksuna, Filistin’i boğan ‘dikey’ iktidarı ve her yerde yükselen duvarların izini sürüyor. Filistin’i oyarak kendine yer açan bu şiddetin boyutlarını kavrayabilmek için iktidarı nazari değil somut boyutlarıyla görmeyi öğrenmemiz gerektiğini ifade ediyor. Oyuk Topraklar, kısaca Achille Mbembe’nin “İşgalin, esir almanın, boyun eğdirmenin aksiyomları hakkında enine boyuna düşünmek için ürkütücü bir tatbikat” ve Derek Gregory’nın “Filistin topraklarının İsrail işgali tarafından farklı yollarla oyulmasının iç burkan hikayesi” diyerek tanımladıkları gibi, çarpıcı imaj ve fragman tertipleriyle dolu bir başyapıt. 

Ama en önemlisi de sömürgeciliği yeniden düşünmek için çok değerli bir kılavuz! 

Bu çalışmayı takiben gördüğümüz bir sonraki önemli çalışması da ‘İnsancıl Şiddetin Kısa Tarihi’ alt başlığı ile gördüğümüz “Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti” adlı yapıttır. Weizman burada dikkatimizi başka bir şeye, daha içe çekiyor.
İyilik, insan, insancıllığın üretimi üçgeninde ve tüm bunların şimdiliğini üreten şartların, teknolojilerin nasıl değişip dönüştüğüne; pozitif olarak okuduğumuz durumların gerçekte nasıl bir negatiflik içerdiğini gözler önüne seriyor, tüm bunları şiddet üzerinden düşünmeye davet ediyor. 

Weizman, tarihin gitgide bir dizi facia olarak sunulduğunun farkındadır. Bunu da kısa süre önce Türkçe’ye kazandırılan, Ines Weziman ile birlikte yazdıkları, “Önce ve Sonra – Felaketin Mimarisini Belgelemek” adlı kısa çalışmada derinleştirmektedirler. Weizmanlara göre her şeyin yok edilme, yok olma kıskacına alındığı bu çağın ortasında ‘önce ve sonra’ çok önemlidir.

Çünkü önce ve sonraya dair elimizdeki her görüntü/imaj; yavaş ilerleyen bir dönüşüm sürecinden ziyade ani veya radikal bir değişimi anlatır. Tekil bir eylem ile özgün bir etki arasındaki dolaysız bir nedensellik hattını çıkarır. Önce ve sonra bizim için neden önemlidir? Devamla denilebilir ki; mekânsal analizi asli bir politik analize dönüştürdüğü içindir. Ama en can alıcı yanı aralarındaki gediktir…
Burada, gedikte, olayın temsildeki yokluğu travmanın hafızaya etkilerine benzetilebilir. Psikolojik travma tam da özne için tecrübe etmesi en zor olayları siler veya bastırır, bu gedikler de herhangi bir hatırlamayı daima eksik ve belirsiz kılar.
Bu noktada aklımıza Sur, Nisêbîn ve Cîzre gelmesi boşuna değildir. Devlet, bir şiddet ve felaket mimarisi üzerinden gedikler dünyasına kapıları açmıştır. Tüm uğraşı önce ve sonrası ile buradan daha net görülebilmektedir. Weizman’ı biraz detaylı ele almaktaki murat onun aktardığı bir konu üzerinedir.
Oyuk Topraklar’da İsrail ordusunun Gilles Deleuze ve Felix Guattari başta olmak üzere post yapısalcı düşünürleri nasıl kullandıklarını aktarıyor. 

Weizman’ın aktardığına göre, “küresel eğilimleri izleyen İsrail Ordusu, son yıllarda yönetimin farklı kademelerinde bazı enstitüler ve düşünce kuruluşları” kurdurmuştu. Bunlardan biri de İsrail ordusundaki tüm üst düzey görevlilere-ve ABD deniz piyade sınıfının bazı mensuplarına-eğitim veren Operasyonel Kuram Araştırma Enstitüsü (OTRI) idi. OTRI, 1996-2006 yılları arasında, ikisi de emekli tuğgeneral olan Shimon Naveh ve Dov Tamari’nin yönetimi altında faaliyetlerini sürdürdü. OTRI’nin en ateşli öğrencilerinden biri olan Tuğgeneral Aviv Kochavi, İsrail ordusunun Mart-Nisan 2002’de Nablus’taki Balata mülteci kampı ile Batı Şeria’daki bazı Filistin kentlerini hedef alan saldırısını yönetmişti. Weizman’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşide Kochavi şunları açık açık söyler: 

“Düşmanımız, mekânı geleneksel, klasik bir tarzda yorumluyor. Bu da demek oluyor ki sokak, [bizim açımızdan] içinde yürünmesi yasak olan bir yer; kapı, içinden geçilmesi yasak olan bir yer; pencere, içinden bakılması yasak olan bir yer çünkü sokakta bizi bir silah, kapıların arkasında bizi bir bubi tuzağı bekliyor.” 

Mekândaki bu potansiyel ölümcüllük için çare arayan Kochavi’nin sözlerinden anladığımız, mevcut durum ile savaşı sürdürmenin anlamsız olduğudur. Daha da önemlisi, bu şekilde savaşılırsa bile uluslararası hukuku atlatmak zor olacaktır, meşrutiyet üretimi zor olacaktır, herhangi bir kanun tanımamasına rağmen bu durum baş ağrıtıcı olarak ifade edilmiştir.

“Ben [bu mekân] yorumuna ve [uluslararası hukuka] uyup sonra da onun [düşmanın] tuzaklarına düşmek istemiyorum. Onun tuzaklarına düşmek şöyle dursun, onu şaşırtmak istiyorum. Savaşın esası budur. Kazanmam lazım. Beklenmedik bir yerden çıkmam gerek. Biz de bunu yapmaya çalıştık. Duvarların içinden yürüme stratejisini bu yüzden benimsedik… bu mikro-taktiksel uygulamayı başlı başına bir yönteme dönüştürdük ve bu yöntem sayesinde mekânın tamamını başka türlü yorumlayabildik”

 

Kochavi’den aktaran Weizman

Kochavi, İsrail ordusunun “meskûn mahal muharebesini mekânsal bir problem olarak görme”sine yardımcı olan OTRI’de aldığı eğitim sırasında kuramla tanışmış (Shimon Naveh’den aktaran Weizman). Weizman’ın yazdığına göre Naveh, 2004’te askerî operasyonlar ve gerilla operasyonları üzerine yaptığı bir sunumda “Fransız filozoflar Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin kavramlarını kullanıyor”du. 

Deleuze ve Guattari, iki tür mekân ayırt eder: Bir tarafta hiyerarşik, kartezyen, geometrik, katı, hegemonik ve mekânsal açıdan sabit devlet sistemi, öte tarafta esnek, akışkan, kaygan, göçebe mekânlar. Shimon Naveh de şöyle diyor:

“[Deleuze ve Guattari’nin] Bin Yayla’daki bazı kavramları bizim için kullanışlı oldu… aksi halde açıklayamayacağımız günümüz koşullarını açıklamamıza yardımcı oldu […] En önemlisi, Deleuze ve Guattari’nin “pürüzsüz” ve “çizgili” mekân arasında yaptığı ayrım… [bunlar sırasıyla] “savaş makinesi” ve “devlet aygıtı” kavramlarına tekabül ediyor. Biz de İsrail Savunma Kuvvetleri olarak, mekândaki sınırların üzerimizde etkide bulunmayacağı tarzda bir operasyon yaptığımızda “mekânı kayganlaştırmak” kavramını kullanıyoruz. Filistinlilerin alanları gerçekten de “çizgili” olarak düşünülebilir: çitlerle, duvarlarla, hendeklerle, bariyerlerle vs. kuşatılmış olmaları anlamında… Geleneksel, eski tarz askerî pratiğin karşısına, mekânda her türlü sınırı ve engeli aşarak hareket etmeye imkân veren kayganlığı çıkarmak istiyoruz. Güçlerimizi mevcut sınırlara göre frenleyip düzenlemektense, sınırların içinden geçmek istiyoruz”

Deleuze elbette bu kavramları bu şekilde düşünmemişti. Bugün görse ne derdi bilinmez. Filozoflarımız ne sosyal medyayı ne de metaverse evrene tanık oldu.
Burada askeriyenin yaptığı şey son derece yenidir. Savaşı kente uyarlayarak, kent içinde kentsizleştirme ile zaferin simülasyonunu kendince somutlaştırmıştır. 

 

Neo-Savaş Çağında Yeni Aktörler:  Tik Tok, Hackerler

Unutmadan yanı başımızda da bir savaş sürüyor.
Simülakrlar ve Simülasyon evrenini de andıran bu tarz olaylar çokça yaşanmaya devam ediyor. Baudrillardyen zamanın hayaleti şimdi Ukrayna’da. 

1991 Körfez Savaşını da hatırlayalım. CNN Muhabiri Peter Arnett’in 16 saatlik kesintisiz Bağdat yayını ve savaşı tüm evlerin içine sokması bir döneme damga vuran, savaşın değişen yüzüne dair önemli doneler içeren bir faaliyettir. Ukrayna işgali iki ayını tamamlamak üzere ve Rusya ‘askeri başarı gelene kadar sürecek bu operasyonlar’ diyor. Dünyanın gözü önünde gerçekleşen ve özü itibariyle ‘halklar’ dışında kimsenin zarar görmediği savaş, içinden geçtiğimiz hız çağının önemli bir “Hibrit Savaş” örneğidir. Siber, proxy savaşlarının sentezi niteliğindeki hibrit politika, Ukrayna şahsında savaşın dönüşen doğasına içkin pek çok şey söylemektedir. Şehirlerin kuşatıldığı, zamana yayılan, psikolojik üstünlüğe, enformasyona dayalı bir güncellik üzerinden düşünüldüğü zaman haftalardır süren bir savaşta tam olarak ne olduğunu doğru dürüst bilmememizin hazin görüntüsü de ortaya çıkar. 21.yüzyılın başlangıcında, teknolojinin meta evrenlerde yeni yaşamlar vaat ettiği bir aralıkta aslında en ufak bir bilgi sahibi olamıyoruz. Çünkü bu tekel alanı, bugün savaşın kazanılıp ya da kaybedildiği bir alandır. Bu işgal ve süregiden savaş aynı zamanda ilk sanal savaş olma özelliği de taşıyor. Savaşın bir PC oyun simülasyonundan çıkıp evlerimize canlı ve her anının yayınlanabildiği ama hakikatinin es geçildiği ilk internet savaşına da tanık oluyoruz. Savaş dursa da sanal savaş duracağa benzemiyor.
İşgalin başladığı 24 Şubat 2022’de Ukrayna hükümeti ilginç bir çağrı yaptı. Daha doğrusu ilk çağrısı insanlara savaşa katılın şeklinde değildi, ilk olarak ülkedeki hackerlere çağrı yapıldı. Bu çağrıda ulusal altyapı sistemlerinin korunmasında kendilerine yardımcı olunması talep edildi. İlk ayın sonunda resmi olarak 400 binden fazla hackerin sanal savaşa katıldığı ve yer aldığı açıklandı!
Yüzbinlerce hacker ‘cephede’ savaşıyor, iki tarafta da. Nitekim meşhur Anonymous grubu resmî açıklama yaparak Ukrayna’nın yanında yer alacaklarını söyledi ve aynı gün 100 milyondan fazla DDOS saldırısı yapıldı Rus medya sunucularına. Aynı şekilde Rus devlet televizyonuna da saldırılar yapıldı.

Sanal savaşın görülmediği ama kıran kırana yürüdüğü mecraların başında Tik Tok da geliyor. İlginç bir şekilde kıyasıya ‘savaşın’ ve duygu sosyolojisinin en fazla karşılık bulduğu yer durumda burası. Tik Tok savaş çağına girildi yorumlarının yapılmasının bir nedeni de bu!

Sanal medya alanları savaşa ilgi duyuyor, bu durum şüphesiz yeni değil ama 2014 İŞİD vakası önemli bir pik noktasıdır. İŞİD on binlerce üyesini sadece video kurguları-sosyal medyadaki propagandası ile kazanmıştı. Savaşa katılan bir İngiliz’in “video oyunu gibi her şey, ondan katıldım” demesi durumun en önemli özeti idi.

 

“Güvenlik Laneti”

Bu pike noktası için iki önemli hatırlatma yerinde olacaktır. Birincisi, İkiz Kulelerin seyirliği aşan ve kapıları distopik dünyaya açan gelişmeleri. Milenyumun ilk lahitlerinden biri olarak ulus-devlet aygıtlarına ‘güvenlik’ açısından adeta can suyu verdi! Yaşamın, siyasetin, ekonominin güvenlikleştirilmesi fikri hiç bu kadar tartışılmadı ve ölçüp biçilerek kaynak yaratımına gidilmedi. Yepyeni bir ‘güvenlik çağının’ kapılarını araladı bu olay. Bunu devamla İngiltere saldırıları ikinci bir önemde duruyor.
7 Temmuz 2005 Londra saldırıları, Londra bombalamaları olarak da bilinen ve 7 Temmuz 2005 günü Londra’da meydana gelen, 52 kişinin ölümü ve 784’ünün de yaralanmasıyla sonuçlanan bombalı saldırılar-o ara İskoçya’da G-7 zirvesi devam ediyorken-yapıldı.
Sorumluluğunu El-Kaide’nin üstlendiği saldırılar otobüs durağı, metro istasyonu gibi şehrin toplu taşıma sistemini hedef almıştı. İngiltere çok geçmeden E-Sınırlar adlı bir programa girişmiş ve 2014’te faaliyete koymuştu.
Bu program ile teknolojik olarak her şeyi yapabilme hayali üzerinde kurulmuş bir projeydi. “Britanya sınırlarından geçen herkesin gelecekte yaratacakları tehditleri hayata geçmeden önce belirlemek üzere geçmiş, faaliyetleri ve katıldıkları birliklere/etkinliklere ilişkin kayıtların kullanılarak takip edilmesi projesi” de denilebilir. Buralarda yaşananlar, özellikle bu iki kırılma noktası, güvenlik siyasetinin dönüşümünde son derece belirgindir. 

 

Graham’ın Savaş Kentleri:  Video Savaş Oyunlarından Gerçeğe

Newcastle Üniversitesinde şehir ve toplum profesörü olarak çalışan Stephen Graham, işte bu dönüşen güvenlik siyaseti üzerine kafa yoran önemli toplum bilimcilerinden biri. Şehir, Terörizm ve Savaş temaları özellikle çalıştığı alanlar. Savaş ve iktidar çelişkilerinin artık şehirlere kaydığını iddia ediyor. Peki neden şehir?
Pek çok sebep söylenebilir ama demografi yeterli bir göstergedir. Sadece 1957 ve 2007 yılları arasında dünya kent nüfusu dörde katlandı. 2007’de dünyada yaşayan 6.7 milyar kişinin (şimdi yaklaşık 8 milyar) yarısı şehirli olarak sınıflandırılabilirdi. Homo Sapiens mensubu kentliler hızla baskın bir tür halini aldı; şehir nüfusunun toplamda ilk olarak 1 milyar kişiye ulaşması, M.Ö 8 binden 1960’a kadar neredeyse 10.000 yıl almıştı; oysa bu nüfusun 3 milyardan 4 milyara çıkması için ise sadece 15 yıl yetti. Bugün ise çok daha hızlı artıyor. Graham, özellikle batılı askeriye ve güvenlik güçlerinin, bütün kentsel alanları gölge düşmanların sızdığı çatışma bölgeleri olarak nasıl algıladığını detaylıca anlatıyor. Temel tezi, girişte değindiğimiz konuya yani, Sun Tzu’nun korktuğu şeye işaret ediyor: Kuşatılan Şehirler… Kendisine göre kentli yurttaşların sürekli olarak takip edilmesi, gözetlenip kaydedilmesi ve denetlenmesi gereken bireyler haline getirilmesidir, esas mesele!

Graham, “Artık günümüz savaş hali açık arazi ormanlık alan ya da çöllerden ziyade gitgide süpermarketlerde, kule binalarında, metro tünellerinde ve endüstriyel bölgelerde cereyan eder” diyor. Adını andığımız Weizman da benzer fikirdedir ve ona göre savaş şehrin giriş noktasında başlar: “Savaş meydanı açık arazilerden şehir duvarlarına kaydı ve kendini bizzat şehir için verilen bir kavga anlamında şehrin kalbine yerleştirdi. Eğer tarihsel kuşatma savaşı şehrin zarfı açılıp içine girildiğinde biterse, kentsel savaş şehre giriş noktasında başlar…”

Graham, yeni askeri kentçiliğe dair geniş anlamda düşünmeyi salık veriyor. Çünkü yeni askeri kentçiliğin temelinde altyapılarının yanı sıra şehirlerin komünal ve özel mekanlarını sivil nüfusu ile birlikte hedef ve tehdit kaynağı olarak yorumlayan bir paradigma kayması yatmaktadır. Hayatın her adımında güvenlik üzerine yapılan militarize tartışmaların sürünerek ilerleyen ve fırsat kollayan kaynaşmasına yol açıyor bunlar. Savaşın kentleştirilmesinin spesifik sebepleri var. Kültürel değişim, etnik çelişkiler, ekonomik yeniden düzenleme, ekolojik değişme, jeopolitik karşılaşmalar ve tüm bunların karışımı olarak neoliberalizm; tam da stratejik arayışların kalbine götürüp şehirleri de bir şiddet alanına indirgiyor. Savaş artık bu mekanlar içinde kazanılıp kaybedilecektir. 

Kentleri askerileştirme fikri, merkezidir. Takip ve hedefin tespiti militarize tekniklerle gündelik yaşamın içinden çıkarılması da hakeza bir o kadar merkezi bir yoğunlaşmadır.
Bu yoğunlaşma yüksek teknoloji ile harmanlanıyor ve bizler bunu CCTV, insansız hava araçları, öldürücü olmayan silahlar, paralel mevzilenme, veri madenciliği ve biyometrik gözetleme gibi durumlar olarak görüyoruz. Graham yeni askeri kentçiliğin kalbindeki en güçlü sivil askeri geçişler olarak da ‘sanal ve elektronik eğlence’ ile şirket kültürleri içinde biçimlendirişine dikkati çekiyor. Burada en son yüksek teknolojili insansız hava araçlarını ve silahlara en iyi kumanda edebilen marifetli acemileri cezbetmek için ABD askeriyesi en popüler kentsel savaş video oyunlarını öğretmektedir. ABD ordusunun America’s Army ya da ABD Deniz piyadelerinin Full Spectrum Warrior gibi yüksek ölçüde başarılı olan oyunları oynayanlara teröristleri kurgusal ve oryantalist eleştirilmiş şehirlerde doğrudan ABD askeriyesinin kendi eğitim sistemlerine dayanan çerçevede katletme imkânı vermektedir. 

Özetle ABD askeriyesi eğitim amaçlı kullandığı dijital simülasyonlarını kitlesel olarak piyasaya sürülen video oyunlarına yerleştirmek için Hollywood’un en iyi senaryolarını kullanıyor. Sonrasında video oyun konsollarını Bağdat caddelerinde devriye gezmek ya da hukuk dışı işler yapmak ve hedef gözeterek yapılan avlanmaları gelişmek için insansız hava araçlarının denetleme istasyonlarını modellemek üzere kullanıyor. 2003’teki Irak işgalini düşünelim. Eş güdümlü medya gösterisi ve iliştirilmiş habercilik ve haritalar üzerinden adeta üç boyutlu modellemeler ile girişilen ilk savaştı. 

Video ve eğlence kültürü üzerinden aşılanan doğal savaş simülasyonunun dışında bir de gerçek kurgusal mekanlar var. 80 ile 100 arası minik şehirden oluşan saklı bir takımadalar, yeryüzünün ana metropolitan koridorlarından uzak yerlerde hızla inşa edileli çok oldu. Şehirlerin karanlık kenar mahalleleri ve kırsal bölgelerde bulunan bu yapılar, askeri üslerin, eğitim alanlarının derinliklerinden kuruluyor.

Örneğin Arizona Yoville hedef kompleksi ve Zussman köyü bahsetmeye değer iki kompleks. Yoville’de hava bombardımanı denemelerinde kullanılan sahte Arap ve Vietnam şehirleri inşa edilmiş. ABD Kara kuvvetleri için en önemli kentsel savaş eğitim şehirlerinden biri de Kentucky’deki Fort Knox. Bu şehirde 12 hektarlık alanda yıllar önce 13 milyon dolara mal edilen Zussman köyü inşa edilmiş. Bu tesislerde kalaşnikof, roket güdümlü el bombaları ile donanmış olarak rol yapan yüzlerce kişinin yanı sıra, tankları personel taşıyıcıları ve helikopterleri ile 1500 ABD askeri personeli barındırılıyor. Burada sahte çöplükler, camiler, mezarlıklar, benzin istasyonları, kanalizasyonlar, elektrik santralleri, demiryolları ve köprüler de bulunuyor. Hatta İbranice, Arapça ya da Rusça yayın yapabilen radyo ve TV istasyonları da inşa edilmiş. 

Bu tesislerin sahasında, savaşın tahrip ettiği bir ortamın simülasyonunu yapmak için kasten toprak ve çamura bulanmış otlar var. Bunu takiben bakımı yapılmayan kanalizasyon sistemi, canlı kartonlar, fareler ve yerel dükkanlardan alınan yılanlarla doldurulmuş ortamlarda istendiği zaman sahte kokular üretilebiliyor. Binaların birkaçında Hollywood film setlerinde kullanılan ve model alınarak kurulan fişek sistemleri, gaz sistemleri ile istendiği zaman patlatılabiliyor. Sadece bu kadarla yetinilmiyor.
ABD kentsel Savaş kompleksi Louisiana, Fort Polk’da da inşa edilen 18 sahte Irak köyü var. Burası meşhur teknoloji dergisi Wired’da dünyanın en vahşi tematik parkı olarak nitelendirilmiş. Bu bin hektardan fazla alan kaplayan kompleks, kebap dükkanları ve toplu mezarlara kadar ayrıntılarıyla çalışılmış bir saha. Öyle ki toplu mezarlarda çürüyen kemikler ve yakındaki kasaptan alınmış etler de detay olarak yer alıyor. Bu tesis, sadece 2005 yılında Irak’a giden 44 bin askerin eğitim ve simüle edildiği de bir yer. 

 

Ölüm Dünyalarına Açılan Hegemonya ve Geleceğin Sömürgeleştirilmesi… 

Bu tablo, savaşın bir yaşam için, egemenler için demek daha doğru, amaç ve anlam sebebi olduğu gerçeğini hatırlatıyor, ucunda katliamlar olsa bile. Çağdaş kentleri yeni savaş arketipleri üzerinden düşünmemiz gerekiyor. Gılgameş’in kent tasavvurundan günümüze kent/kentçilik gerçek bir anti-toplumcu hat üzerinden ilerliyor, inşa ediliyor. Bugün mega kentler mimarlık ile işbirliğine giderek suç alanları üretiyor, toplumu düzenleyecek kentsel şiddet tekniklerine zemin hazırlıyor. Direnişi disiplin altına alma adına her türlü teknik hücresine kadar analiz edilerek teknolojiye entegre bir yapı üretiliyor.

Achille Mbembe meşhur makalesi Nekropolitika’da “ölüm dünyalarından” bahseder. Bu ölüm dünyası bugün çeşitli şekillerde cereyan ediyor. Küresel biyometrik düzen içinde bir taraftan ölüm dünyalarının dizaynı için her türlü araç gereç kullanılırken diğer tarafta, merkezin çevre üzerindeki hegemonik kavgası büyüyor. Sadece “tehdit” fikri bile egemenler için yeterli bir meşrulaştırma olarak görülüp her şeyin güvenlikleştirilmesi üzerinden özgürlük mü güvenlik mi dikotomi etrafında işletiliyor süreç. Açıktır ki güvenlik üzerinden yapılan tercih aynı zamanda üretilen bir süreci işaret ediyor. Yani inşa edilmiş bir süreç! Ağ ya da dördüncü nesil savaş denilen bu yeni sürecin katalizörü etno milliyetçi, sağcı politikalar olması tesadüf değil. Bu politik kurumsallıklar, askeri kentçiliği besliyor. 

Zygmunt Bauman, askeri teknolojinin gelişimi ve topluma etkilerini tartışırken “ahlaki kayıtsızlığın toplumsal üretimine” odaklanmamız gerektiğini söyler. Çünkü şiddet yolu ile kurbanın insanlıktan çıkarılma süreci başlıyor ve hiçbir sorunla karşılaşmadan sonuca varıyor. Bu süreci takip ettiğimizde, ahlaki kayıtsızlığın, bir sonraki aşama olan ‘ahlaki görünmezliğin üretimi’ şeklinde devam ettiği görülecektir. Teknoloji ve savaş gramerinin sürekli değişiminin gözden kaçmaması gereken bir boyutu da “sorumluluk” konusuna dairdir. Bauman, ABD’de basılan bir düğme ile Bağdat’a atılan bir bombanın eylemi yapan kişi üzerinde bir etkisi olamayacağını, onu sorumluluk fikrinden alıkoyduğunun altını çizer. Bu durum daha çok yıkım ve ölümün de kapısını aralar. Çünkü ortada suçlu yoktur, olmayacaktır. Geleceği sömürgeleştirme fikrinin bir ayağı da tam buradan kuruluyor. Sömürgeleştirmenin yarattığı dehşet tablo ve zamana yayarak işlediği suçlar; yeni savaş konseptinde artık ilgili mekân ve yerin geleceğine de odaklanmış durumdadır. 

Sömürgeleştirmede geçmişi bozmak, ona el atmak ve biçimsizleştirmek olmazsa olmaz fonksiyonlardandır. Fakat günümüz için geçmiş veya an yetmiyor. Gözler geleceğe dikilmiş durumdadır. Yeni kolonyal seferler beraberinde yeni teknik ve silah türlerini getiriyor.
Üçüncü dünya ülkeleri olarak kodlanan her topografya bu yeni kolonyal tahayyülerin arzu kurbanları olarak görülmeye devam ediyor. Fransız sömürgesi altındaki Cezayir’in ‘kent savaşını’ konu edinen The Battle of Algiers ve yakın dönemde Kobanê’de çekilen Ji Bo Azadiyê filmlerinin gösterdiği üzere her girişim ertesinde bir direniş taktiği de yaratıyor. O anlamda bu filmlerdeki taktiksel karşı sızıntılar, söylediği ve söylemedikleri ile tartışmaya değerdir. Burada karşımıza çeken şey “Foucault’un Bumerangı”dır.

Her yeni silah, her dönüşen gramer kendi yaratıcısına da dönecektir. Foucault, kendi mekânından çok uzakta uygulanan her sömürü pratiğinin bumerang gibi etkisinin sahibine de olacağını ifade etmektedir. Ya sokakta ya şehirde ya da güvenilir herhangi bir yerde. O halde sormakta beis yok: Manici bir dünya tahayyülü bugün için mümkün mü? Savaş tertipli dünya alegorisinde pek değil. Fakat tarihin halklar kesitinde ve kendisinde evet. 

 

 

 

Kaynakça:
-Küresel Polis Devleti, Ayrıntı Yayn.
-Dikey Dünya-Uydulardan Sığınaklara, Koç Üniv. Yayn.
-Kuşatılan Şehirler, NotaBene Yayn.
-Oyuk Topraklar, Açılım Kitap
-Arendt’den Gazze’ye Ehvenişer Siyaseti, Açılım Kitap
-Önce ve Sonra, Lemis Yayn.
-İşgal Mimarisi- https://bit.ly/3uz4GlS

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.