Düşünce ve Kuram Dergisi

Tecridin Mantığından Direnişin Mantığına: Tarihsel Akışa Müdahale Etmek!

Tayip Temel

Zeus ve Gaia (Gaya) arasındaki mücadele, mitolojinin esaslı savaşlarından biri kabul edilir. Gaia, Yunan mitolojisinde Ge (yeryüzü, toprak) sözcüğünün şiirsel bir biçimi olup Yeryüzü’nün kişiselleştirilmiş varlığının adıdır. Tanrı doğum mitlerinin ilk tanrıçası, tüm yaşamın ata anasıdır. Engin göğüslü, doğurgan Toprak Ana’dır. Gök Baba Uranos’un hem anası hem de eşidir. Onunla olan birlikteliğinden, başta Titanlar olmak üzere, mitoloji sahnesine çıkmaya başlayan kahramanlar doğar. Zeus ise Yunan mitolojisinde geçtiği üzere kâinatın sahibi, tanrıların tanrısı gibi özellikleri ile bilinir.

Özgür Gürbüz’ün Aram Yayınları’ndan çıkan ‘Mitolojik Gerçeklik’ adlı kitabında da değindiği üzere, Zeus ile toprak ana Gaya arasındaki mücadele, iktidar sahipleriyle ahlaki ve politik yapılarını korumaya çalışan, doğal toplum özelliklerini yitirmeyen toplumlar arasındaki mücadelelerinin mitolojik anlatımıdır. Önemini vurgulamak açısından parantez açmakta fayda vardır: Toprak ana Gaya hiyerarşik, sınıflı uygarlık gelişmeden önceki toplumun inanışının kavramsallaştırılmasıdır. Kadın damgalı neolitik kültürün damgasını taşıyan topluma karşı, yükselen iktidar sahiplerinin verdiği mücadele de tanrı Zeus şahsında anlatılır.

Zeus’un yengisi, toprak ana Gaya’nın yenilgisi, kent-sınıf-devlet üçlüsüyle kurulan uygarlığın hâkim gelmesidir. Erkek egemenlikli uygarlığın hegemonyasıyla toprak ananın şahsında kadın ve doğal toplumlar geriletilmiştir. Ama bu nihai bir gerileme, yenilgi değildir. Çünkü uygarlığın doğuşundan bu yana uygarlık güçlerinin sürekliliği gibi uygarlığa karşı mücadele de kesintisiz sürdürülmüştür.

 

Tecridin Mantığı: Mitolojiden, Fransız Devrimi’nin Şafağına…

Bilindiği üzere toplumsal gerçekliklerin mitolojik öykülerdeki izdüşümü, günümüz açısından derslerle doludur, özellikle uygarlık eksenli mitlerde.

Derler ki, “Toprak ana Gaya, Zeus’un egemenliğindeki tanrılara karşı direnişe geçer. Tanrılarla savaşmaları için Titanları (titan=dev) doğurur. Aynı toprak ana Gaya’nın oğlu Prometheus’un gözyaşlarını balçığa karıştırarak kendi suretiyle insanı yaratıp biçim vermesi gibi. Toprak ana Gaya’nın Titanlardan önce doğurduğu Prometheus’u, bitmeyen bir döngü içinde, zincirlere vurulmuş halde kartallar ciğerini gagalar. Atlas, gökyüzünü taşımaya mahkûm edilmiştir. Epimetheus komploya uğratılmıştır. Diğer titanlar da benzer cezalara çarptırılınca, toprak ana Gaya tanrılarla savaşabilmeleri için Titanları doğurur. Topraktan güçlerini alan Titanlar, tanrılarla amansız bir savaşa tutuşurlar. Kayaları yerlerinden söküp tanrıların mekânı Olympos’ta toplanan tanrılara fırlatırlar. Üst üste yığdıkları kayalarla Olympos’a çıkarlar.  Kehanete göre bir ölümlünün yardımı olmadan tanrılar ne yapsalar da Titanları öldüremeyeceklerdir. Böyle de olur. Tanrılar tek bir Titanı öldüremezler. En sonunda bir ölümlüden doğan Zeus’un oğlu Herkül tanrıların yardımına gelir. Herkül savaşa katılır katılmaz Titan Alkyone ile savaşa tutuşur. Ama ne yapsa da Alkyone’yi yenemez. Herkül’ün attığı oklar hedefini bulup yaralasa da Alkyone’nin toprağa her basışında yaraları iyileşir. Toprağa değdiğinde yenilenen bir enerjiyle dolarken, yenilenmenin coşkusuyla savaşına daha da güçlenerek devam eder. Ancak sonra Tanrıça Athena, Titan Alkyone’yi yenebilmesi için Herkül’ün kulağına bir sır fısıldar. Alkyone gücünü toprak anadan, vatan toprağından, özünden alır. Toprağa her değişinde gücü yenilenir. Bu bulunduğu yere olan bağlılığıdır. Herkül de Alkyone’yi yakalayıp topraklarının dışına çıkarır. Kendi topraklarının dışına, yabancı topraklara ayak basınca Alkyone, yavaş yavaş gücünü kaybeder. Gücü eridikçe savunmasız kalan Alkyone ölüverir. Tanrılar ve Herkül titanları, kendi yaşam alanlarından koparmadan başarılı olamazlar.

Ne zaman ki onları göçertip yaşam alanlarından, topraklarından sürerler, ancak o zaman başarı kazanırlar.”Bu mitolojik öykü ile başlamamın birkaç sebebi var. Hikâyenin vuku buluş şeklinde de görüldüğü üzere, bir kimseyi ya da herhangi bir canlıyı toprağından etmek, ait olmadığı bir yere sürüklemek sadece politika değil, devletçi uygarlığın maskelerindendir. Uygarlığın başından bu yana bir yöntem olarak kullanılmaktadır.Öyküde de görüldüğü üzere sadece yenmek amaçlı bir durum yoktur ortada. Herkül şahsında egemen kültür içine alarak asimile etme isteği vardır. Bir yabancılaşma alanına, kendini var ettiği alanın dışına çıkarıldığında direniş odağı da kırılır. Böylece belleği de ele geçirerek topyekûn bir abluka haliyle kırımı tamamlama isteği açığa çıkmaktadır. Çünkü insanın köklerinden bu şekilde koparılması bir yıkımdır.

Diğer ve esas ana sebep ise “tecrit” konusuna buradan bir pencere açma ihtiyacıdır. Alkyone örneği, özü itibariyle bir tecridi anlatır. Tecridin farklı yüzlerine vurgu yapar. Canlıyı/kişiyi benliğinden çıkarma süreci, uygarlığın belki de ilk tecrit uygulamasıdır. Bugün tecrit denen fenomen için ifade ettiğimiz, tartıştığımız tüm meseleler sadece bir yok etme edimi üzerinden tartışılarak, anlaşılacak bir bağlam değildir. Tecridi sadece bir yere kapatma, izolasyon süreci olarak düşünmemek gerekir. Devletçi uygarlığın ince bir uygulaması ve sistematik bir yöntemi olarak görmek, bilince çıkarılması açısından da hayatidir.

Tecrit, farklı şekillerde karşımıza çıkan bir yüzdür. Akad, Asur imparatorluklarının uygulamalarından aydınlanma dönemine dek her şekilde vardır. Özü itibariyle de insanı dış dünyadan tamamen koparmak, yoksun bırakmak üzerinden işler. Böylece, aslında başka normların empoze edildiği, insandışılaştırma dediğimiz sürece sokar. Tecrit, tarihsel bir mantık ve sürekliliğe sahiptir. Ağırlığı, bu tarihselliğinin sürekli katlanarak günümüze kadar gelmesinden yatar. Aydınlanma Çağı’nın en önemli kişiliklerinden olan, yazdıkları ve felsefesi ile Fransız Devrimi’ni hazırlayan Diderot örneğini de bu noktada hatırlamak yerinde olabilir. Diderot, başı devletle sürekli belada olan biridir. Bunun tek sebebi de düşünceleridir. Polis kapısından ayrılmıyor, sürekli uyarıyordu. Yazdığı ‘Felsefi Düşünceler’ kitabı Paris’te yakıldı. Özgür düşünce savaşında ısrar eden Diderot, hedefine tekrar din, düşünce, materyalizmi alınca devlet bu sefer başka bir uygulamaya geçer. 1749’un Temmuz ayında evine baskın düzenleyen polisin elinde Fransa kralı ve bakanlarından biri tarafından imzalanmış, kraliyet mührü ile kapatılmış kaşeli bir müzekkere, bir döneme damga vuran adıyla ‘Lettre de cachet’ belgesi vardır. Bu belge, mutlak tecridin belgesidir. Çünkü bu belge ile tutuklanan birinin herhangi bir itiraz hakkı olmuyordu, mahkemeye çıkarılmadan ömür boyu tutuklu kalabiliyordu, temyiz hakkı yoktu, görüşme-iletişim hakkı tanınmıyordu. Daha da ötesi, hiçbir yargıcın serbest bırakma yetkisi kalmıyordu. 18. Yüzyıldaki bir uygulama ile bugünkü uygulamalar arasındaki farkın benzerliği gerçekten tüyler ürpertici…

Fransız devrimi gerçekleştikten kısa süre sonra bu uygulama kalktı ama kanına iktidar zehri bulaşanlar için son derece iştah kabartıcıydı. Nitekim de öyle oldu. Devrimden on yıl kadar sonra Napolyon, kendi diktasını sürdürmek adına uygulamayı geri getirdi. Buna dair gerekçesi ‘devletin güvenliği’ idi. Oysa gerçek neden kendi iktidarı, kendi geleceği idi. Kaderin cilvesi bu ya, 1814’te tutuklandığı zaman bu uygulamadan da yargılandı.Diderot işte bu mutlak tecrit üzerinden hapse atıldı ve kimse sesini işitmedi.

Varlık ve yokluğunun anlamı ortadan kaldırılmak istendi. Devletin bu uygulamada bıraktığı tek açık, ‘itaat etme’ şartı idi. Bir nevi pişmanlık dayatıyordu. Kişi kendini mutlak şekilde inkâr eder ve itaat ederse serbest kalma şansı oluyordu.Bu örnekte dikkat çekmek istediğim nokta, bir insanı biyolojik ölüm dışında bir alana sürükleyerek farklı ölüm formlarına tabi tutma halidir. Bu bir ulus-devlet icadıdır ve geçen zaman içinde biçimsel değişiklikler dışında herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. Katlanarak, katılaşarak yaşamaya devam etmiştir. Tecrit, kendine yeten bir kavramdır. Bir mantığı olması sebebiyle akışkan ve yenilenebilirdir.

Toplumsallığın reddine yerleşen iç dünyası ile birey ve toplum şahsında ayrı ayrı hayat bulabilme gibi özelliklere sahiptir. Canlı bünyeye yerleşen zararlı bir bakteri misali, çürütür. Geçmişin despotik mirasından, geleceğin gaspına dek uzanan bir çizgide yaşar. Haliyle tecridi siyasal-tarihsel-ekonomik ve sosyolojik bağlamlar içinde, bir bütünen ele almadığımızda yanılgılara kapı aralayacağımız açıktır. Nasıl ki insan evrenin suretidir, bazı olay, olgu ve kavramlar da bir tarihselliğin suretidir. Peki tecrit üzerinden de bir tarih, bir arayış, bir halk anlaşılabilir mi? Bir okuma yapmak mümkün mü? İddialı bir soru gibi görülse de bu soruyu sormakta beis yok. Cevap evettir. Cevap İmralı ada gerçekliğidir.Ve cevabı PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinden okumak son derece önemlidir. Aralık 2010 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanlığına yazdığı bir dilekçede ifade ettiği üzere “Eğer anlattıklarımı inceleme fırsatını bulursanız, peşinde koştuğum dava temelinde neyi savunduğumu, şahsımda hedeflenen Kürtlerin kim olduklarını, tarih boyunca nasıl bir toplumsal yaşam içinde günümüze kadar geldiklerini, modernite çağında nasıl kültürel bir soykırımla karşı karşıya bulunduklarını rahatlıkla görebileceksiniz” diyecekti. Burada “anlattıkları” İmralı’dır. Bir adanın bir enerjiyi soğurma, bir inkâr rejimine kuluçka olma çabasına karşı yürütülen devasa direniştir. Bir taraftan kapitalist modernitenin tüm dayatmaları, lügatındaki tek sözcük olan teslimiyet çağrıları; diğer taraftan temelleri inşa edilen ve bir halk gerçekliğine dönüşen demokratik modernite direnişidir söz konusu durum!

Bir mekân olarak İmralı’nın Mantığı: Bir ada ve şiddet sarmalından ötesiMekân, bir nevi var olmanın şartıdır. Bilinenin işaret edilmesidir.Tüm dış sezgilerin temelindeki yerdir. Düşünceyi belirleme gücüne vakıftır. Bir zaman içermesi bakımından da zaman kavramından bağımsız ele alınamaz.

Peki, Mekân ve Zaman Hapsedilebilir Şeyler Midir? 

Tecridi konuştuğumuzda, dolaylı olarak zaman ve mekânı da konuşmuş oluruz. Çünkü zamanı dondurmak, mekânı sabitlemektir tecrit! Tecrit bir mekâna ihtiyaç duyar, el konulmuş bir zamana ihtiyaç duyar.Özce tecrit, zaman ve mekândan müteşekkil yaşamın akışındaki kesintidir.Mekân üzerinden bakıldığında, İmralı (ada) neden önemlidir ve neden tecrit merkezidir? Kendi kurgusunu, mesajını kendi içinde barındıran bir topos olarak adayı iyi anlamak gerekiyor. Orada ifade edilen siyasal-sosyal direniş hattını doğru anlamak gibi bir ödev var önümüzde. Tecrit olgusunu ‘ada’ gerçeğinden yani mekândan koparamayız. Çünkü tecrit, bu mekâna göbekten bağlı ve paradigmasal değişimin, yani tüm hikâyenin de yeniden kurulduğu yerdir. Bu hikâyenin hakikatine karşı açılan savaş, tecridin de mutlaklaşma, derinleşme serencamına giden sürecin hikayesidir. Yani egemen nezdinde bir döneme, bir halka açılan savaşın adı aslında tecrittir. Hatırlanacağı üzere PKK’nin ilk zamanlarda ifade ettiği Kürt sorununa ulus-devletçi çözüm tezi, uluslararası komplo ile karşılaştı. Derinlemesine bir sorgulama da bundan sonra başladı denilebilir. Öcalan yeni ve derin bir arayışa gitti. Savaşlar verilerek kurulan ulus-devletlerin savaş döngüsünden ibaret bir özgürlük yanılsamasını teorize ettiklerini çözümledi.

Ortada ciddi bir paradoks vardı: Özgürlük, adalet, eşitlik devlet şahsında tekelleşen baskı araçlarıyla gelecekti. Ama amaç bu değildi, olamazdı. Tarih bunun ters tepen örnekleri ile dolu değil miydi?O halde hangi akslardan yaklaşmak, hangi düşünceleri somutlaştırmak gerekirdi?Mesele burada olay ve olguları yeniden gözden geçirme ihtiyacının kaçınılmazlığı idi. Bahsi geçen kavramlar, normlar, yaratımlar gerçekte bize ait değildi. Özlemini duyduğumuz yaşam ve ona ait arayışlar hızlıca kurulup hızlıca yıkılmamalıydı. Burada bir hata vardı. Devlet ve iktidar, tam da bu arayışın ağzındaki engellerdi. O anlamda devletin çözümlenmesi, ne olduğu, nereden geldiği, nasıl organize olduğunun çözümlenmesi son derece aciliyet arz ediyordu.

Devletsiz, iktidarsız toplum tartışması buradan yeşerdi. Özgürlük, eşitlik ve paylaşım ilkelerini yaşamsal kılacak araç olarak demokratik yönetimi ve demokratik siyaseti öngördü. Demokrasinin bir araç olarak kullanılıp faşizmin nasıl yaratıldığı ifşası ardından geldi. Kendi kendini yönetmek tam olarak neydi? Bu netlik kazanmalıydı. Ardından da devletsiz toplum olamaz yalanının arkeolojik kazısı yapıldı. İfşa olan diğer bir yalan buydu.

Devlet+Demokrasi formülüne giden sürecin taşları dizilmiş oldu. Tam da burada devrimciliğin ne olduğu, devrimcinin kim olduğu da tanımlandı: Devrimci tutum, devlet ve iktidara karşı toplumun demokratik yönetimini örgütleme ve geliştirmedir dendi.  Devrim bir devleti yıkıp yerine başka devlet kurmak değildi. Bu kategorik arayışları takip eden süreç, açığa çıkan yeni paradigmasal dönüşümlerin gerekliliklerini hayata geçirmekti. Elbette nasıl olacağı da bir o kadar önemliydi. Örneğin her şeyin yeniden tanımlanması, yeniden adlandırılması gerektiği ortaya çıktı. Bu durum, zihniyet devrimini dayattı. Zihniyet devrimi, en acil görev olarak kendini gösterdi. Evrensel bir bakış, yeni bir metodoloji ile kavram ve kurumları yeniden inşa etmek gerekti. Buraya kadar olan bitenlerin toplamı, kapitalizme farklı bir çözümleme farklı bir bakış olarak belirdi.

Kapitalizmi moderniteden kopuk ele almanın yanlışlığını ortaya koyarak, kapitalist modernitenin üç sac ayağından birinin ulus-devlet olduğunu ve ulus-devletin de tüm farklı var oluşları kendi tekliğinde asimile eden bir faşist-soykırımcılık olduğu ortaya kondu. Böylece ulus-devletin hiçbir özgürlük sorununa çözüm olamayacağı, tam tersine özgürlükleri yok etme aracı olduğuna dikkat çekildi. Aynı şekilde ulusu-devlet, vatan, pazar, dil ve din gibi unsurlarla tanımlayan anlayışların yanlış ve yetersiz olduğu değerlendirilerek, bir zihniyet ve kültür birliği olarak ‘Demokratik Ulus’ tanımlandı. Demokratik ulusun boyutları da ifade edildi.

Bu boyutlara bağlı olarak çözümlenen, Kürt halk gerçekliğinin zamana yayılmış soykırım içindeki durumu idi. Kültürel soykırım olarak da ifade edilen bu durumun tüm veçheleri deşifre edildi. Açığa çıkan nihai şey, iktidar ve devlet sistemine karşı özgür birey ve demokratik komün temelinde toplumu eğitmek ve örgütlemek olduğu hakikatiydi. Bu netlik, az devlet çok toplum, küçülen devlet büyüyen toplum hattından formüle edildi.

Altını çizerek belirtmek gerekirse, yılları bulan tüm bu değişim-dönüşümlerde yine de “ulusal özgürlük” bir kenara itilmemiş, vazgeçildiği ifade edilmemiştir. Sadece hareket olarak ulusal özgürlüğün ne türden olursa olsun iktidar ve ulus-devlet sistemiyle gerçekleşmeyeceği anlaşılmış, bunu demokratik ulus çizgisinde gerçekleştirme öngörülmüş ve özgücün tüm bu döngüde önemli bir yer kapladığı söylenmiştir. Durum bundan ibarettir.

Paradigmadaki durakları kısaca bu şekilde belirttikten sonra, İmralı’nın ortaya koyduğu bu devasa çözümlemeye karşı devletin kendini bu pozisyona göre baştan aşağı yenilemek zorunda kaldığını ifade etmek gerekiyor. Bu dönüşüm süreci günümüze kadar gelmekte, iddiasını zamanın ruhu ekseninde sürdürmekte, geliştirmeye devam etmektedir. Siyasalı toplumsallaştıran, toplumsal olanı siyasallaştıran ve farklı ekolojik zihniyetlerle yeni insan/toplum iddiasını sürdüren bu ideoloji, dünyanın dört bir yanında taraf bulmakta, benimsenmekte ve pek çok üniversitede derslere konu olmaktadır.

İşte İmralı’ya saldırıları ve tecridi buradan okumak hatta yapısal olarak kurmak gerekir. Tecrit basit bir avukat görüş, aile görüş, telefon görüş yasağı değildir. Elbette hepsidir ama bunlar bu içeriğin uçlarıdır. Bu çerçevede, tecrit; mantık ve diskur olarak bir paradigma ile ideolojik savaştır.

Tecrit, Kürt özgürlük hareketinin yarattığı ahlaki-politik ideolojiye karşı açılan savaşın adı ve kalbidir. Adaya yoğunlaşma ihtiyacının, tecride bağlı olarak, gerekliliği bundandır. Çünkü İmralı, tarihe geçen ünlü ada hapishanelerden farklıdır. Hazar Denizi’nde bulunan Nargin, Sardunya adası yakınlarında bulunan Asinara, Akdeniz’de Malta, Güney Afrika’da Robben, Ohotsk Denizi’nde yer alan Sahalin, Kuzey Buz Denizi’ndeki Solevest, Çinhindi yakınlarındaki Malaya ve kısmen de olsa ABD’nin Kaliforniya eyaletinde San Francisco Körfezi’nde kayalık bir ada olan Alcatraz; devletlerin siyasal açıdan liderlik kültüne sahip kişileri halktan özellikle uzak tutmak için kullandığı mekanlar oluyor.

Savaşın yürütüldüğü İmralı ‘tarihte devletin üst yetkililerine verilen cezaların infaz edildiği bir ada olmakla ünlüdür. İklimi hem çok nemli hem de serttir. Fiziki olarak insanın bünyesini çökertmeye yatkındır.’İmralı, ‘özel bir hukukun’, ‘özel bir rejimin’ ve ‘özel yasaların’ işlediği bambaşka bir yerdir. Bakanlar Kurulu, hatırlanacağı üzere Öcalan’ın İmralı’ya götürülmesinden bir gün sonra, 17 Şubat 1999 günü “1999/12408” sayılı kararı ile İmralı’yı 2. derece kara, deniz ve hava askeri yasak bölge olarak ilan etti. Ardından da Ankara rejimi, kendi anayasasını ve yasalarını da çiğneyerek İmralı Cezaevi’ne ilişkin tüm işlemlerde yetkileri Adalet Bakanlığı’ndan alarak Kriz Yönetim Merkezi adına Mudanya İskelesi Kriz İrtibat Bürosu’na devretti. Yani İmralı Adası’na gidiş-gelişler Mudanya iskelesinde bulunan Kriz İrtibat Bürosu tarafından organize edilmesi kararı çıktı. Özel bir statüye tabi kılınan ada ve çevresi, hala denizden ve havadan 5 mile kadar askeri yasak bölge statüsündedir. 22 Temmuz 2016 tarihinde ise İmralı’ya “Özel OHAL” ilan edilerek tüm haklar askıya alındı. Güncel durumun bir sebebi de bu özel OHAL halidir.

İmralı, doğrudan tek bir bireye göre konumlandırılmış ve “yüksek güvenlikli” kisvesi ile bireyi doğrudan hedef alan özelleştirilmiş cezalandırma mantığına göre kurgulanmış uygulamaları ile bu anlamda belki de dünyadaki tek örnektir.

15 Şubat 1999 tarihinde Kenya’nın başkenti Nairobi’de küresel güçlerin tezgahladığı ve birçok devletin içinde aktif olarak yer aldığı devletler arası bir komployla kaçırılıp esir alınan Abdullah Öcalan için yarı açık cezaevi statüsüne son verilerek önce gözaltı merkezine dönüştürülmüş; ardından yasal statüsü belirlenmeden hem bir tutukevi hem de yargılamanın yapıldığı bir mekân olarak kullanılmıştır. İmralı ada gerçeğine ve hapsetme mantığına dair en çarpıcı analiz yine Öcalan’dan gelmiştir. Bu açıklamalarda “Ben Türkiye’den ziyade kapitalist dünya sisteminin mahkûmuyum” tespiti belki de akılda kalması gereken ve komplonun devletler ararası boyutunu ifade eden en rafine tespittir. İmralı zindanının ‘üç ayaklı’ bir sistemle yönetildiği saptamasında bulunan Öcalan’a göre, bir ayağı ABD, bir ayağı Avrupa, bir ayağı da Türkiye olan bu sistemin kendine özgü yanları ve derinliği vardır. Şöyle demektedir:

“İmralı Cezaevi, Türkiye’deki cezaevleri sisteminden çok farklıdır. Diğer cezaevlerinin statüsü burada uygulanmıyor.  Buranın statüsü ve yapısı gizli bir anlaşmayla olmuştur. ABD buna benzer gizli anlaşmalarla birçok yerde böyle birçok cezaevi kurmuştur. İmralı Cezaevi de ABD tarafından gizli anlaşmayla kurulan özel cezaevlerinden biridir. Bunu yaparken AB’nin de fikri ve onayı alınmış ve buranın yapısı ve koşullarının da ne olması gerektiğini belirlemişler. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’ne (CPT) sıradan yaklaşmamak gerekir, arada bir gelip giden bir heyet olarak görmemek gerekir, burada olup bitenlerden haberleri vardır. Avrupa Komitesi’ne bağlı bir oluşumdur, dolayısıyla bir bütün olarak Avrupa Konseyi’nin de bilgisi var. Burayı Başbakanlığa bağlı kriz merkezi yönetiyor diyorlar ama değil, burası direkt ABD’ye bağlı. Başından beri cezaevi yönetmeliğinin bile uygulanmamasına anlam verememiştim. Ama ortaya çıktı ki İmralı Cezaevi ilk Guantanamo tarzı cezaevidir. Burada bana yapılan uygulamalardan dersler çıkarılıyor. Bir insanın bastırılmaya ne kadar dayanabileceğini ölçüyorlar.”Devamında, adayı bir sistem olarak da kodlayıp “Bu koşullara 6 gün bile dayanılamaz. Atılmışız buraya. Dünyanın en ağır tutsağıyım, bunların içinde Batı da var. Beni kapitalist dünya sistemi tutsak etmiştir, devlet de beni bir koz, bir rehine olarak elinde tutuyor. Burada siyasi bir rehineyim. Konumum böyle bilinmelidir. Bunu şöyle bir benzetmeyle de açıklayabilirim; solunum cihazına bağlı birisi gibiyim, istedikleri zaman fişi çekebilirler. Tecrit durumunun ağırlaştırılması zaten idam anlamına gelmektedir. Dünyada bu koşullarda başka kimse yok, bir tek ölmediğim kaldı” değerlendirmelerinde bulunmuştu.

Pek tartışılmaya açılmasa da İmralı’nın bir diğer özelliği Ortadoğu’daki savaş merkezi olmasıdır. Yürütülen pek çok savaş pratiği buraya dair plan-proje çerçevesinde işlemektedir. İmralı susturulmaya çalışıldıkça ülkedeki kaos artmakta, savaş lobisi yüksek perdeden ses vermektedir. Tam tersine İmralı’dan ses geldikçe toplumda sağduyu, müzakere, diyalog ve aklı selim duygular güç kazanmaktadır. Bu artık tescillenmiş bir durumdur.

23 yıldır bu döngü var. Uluslararası İmralı Heyeti’nin 2020 yılında ifade ettiği üzere, “İmralı hem bir baskı hem de demokrasi laboratuvarıdır.” İmralı cezaevinde insan haklarının zerresinin olmaması ve tecrit bütün ülkedeki tutsakların koşullarını etkilemektedir. Buna koşut olarak İmralı’nın Türkiye’nin her yerinde insan haklarının hayata geçirilmesinin laboratuvarı haline gelmesi de mümkündür. Ve sadece Türkiye’de de değil. Çünkü Öcalan’ın düşünceleri özellikle Ortadoğu’da ve genel olarak da dünyada çatışmaların çözümü için önem taşımaktadır.

Öcalan “İmralı sürecinde bana dayatılan komplo umudun zerresini bırakmayan cinstendi. İdam cezasının infazı ve psikolojik savaşın uzun süre gündemde tutulması bu amaçlaydı” der. Burada umudun zerresini bırakmamak, girişte de değindiğimiz üzere ateşi insanlara veren Prometheus’un kayalara çivilenmesine eşdeğerdir.

Fakat cezaevlerini olumsuzlama üzerinden okumamak gerektiğine de değinir Öcalan; Ona göre cezaevleri ıslah olma evleri olmayıp, topluma karşı ahlaki ve iradi görevlerin yetkince yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır. “Benim için İmralı Cezaevi, Kürt olgusunu ve sorununu algılamak ve çözüm olanaklarını kurgulamak açısından tam bir hâkikat savaşı alanına dönüştü. Dışarıda daha çok söylem ve eylem geçerliyken, cezaevinde anlam geçerliydi” sözleri bu gerçeğe vurgu amaçlıdır.

 

Barışın ve Direnişin Mantığı: Tecride Karşı Yaşam, Savaşa Karşı Barış! 

İmralı’nın, tüm bunlardan farklı olarak, belki de en kritik ve hayati yönü ‘çözüm’ ve ‘barış’ eksenli olmasıdır. Çözüm sürecinde de görüldüğü üzere, özünde iki yüz yılı aşan, son yüzyılda da kendini tamamen kurumsallaştıran ve uluslararası bir soruna dönüşen Kürt meselesine dair kilit rolde olması bunun en somut göstergesidir. Adanın ve Öcalan’ın bu yönü ayırt edicidir.

Öcalan sadece askeri bir liderlik olarak ele alınamaz. Özel savaş, onu özellikle bu alana sıkıştırarak kamusal karşılığı yoğun olan kültürel, toplumsal, tarihsel ve taktiksel önderlik gibi misyonları görünmez kılmaya çaba harcıyor.Oysa elinde somut proje ve güç olan yegane aktör şu an Öcalan’dır.

Kürt sorununun şiddetten uzak bir yolla siyasal çözümünün sağlanabileceği inancıyla 1993 yılından bu yana Türkiye ile diyalog zemini oluşturmak için çaba gösteren Öcalan, bu doğrultuda 1993, 1995 ve 1998 yıllarında ateşkes kararları aldı. Uluslararası komplo aralığında Roma’da olduğu süreçten, Türkiye’ye getirildiği güne dek ve son 23 yıldır tutulduğu İmralı’dan da çözüm konusunda ısrarla barış eli uzatmayı sürdürdü. Fakat hala bu çabalara ‘Kürt-Türk’ çatışması bağlamında cevap veriliyor.Kısaca hatırlamak gerekirse; 1999 İmralı yargılamasında “Demokratik Çözüm Bildirgesi” ve “Kürt Sorununda Çözüm ve Çözümsüzlük İkilemi” başlığıyla yayımlanan “Demokratik Çözüm ve Barış” savunması yaptı. İdam kararına rağmen kendi inisiyatifiyle tek taraflı başlattığı ve adına “Büyük Barış Çabası” dediği süreci büyük bir azimle sürdürdü. Silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesini sağlayarak iki Barış Grubu’nun gelişini sağladı. Yasal düzenleme halinde tümüyle silahların bırakılarak demokratik cumhuriyete katılacaklarını deklare etti. Ama verilen yanıt, Barış Gruplarının hapsedilmesi oldu. Kasım 2002’de iki taraflı milliyetçiliğin tehlikelerine, buna karşı demokratik çözümün gerekliliğine dikkat çekmek için Abdullah Gül’e yazdığı mektubun halka açıklanmasını istedi…2003 yılına girerken, yeni başbakanlığa gelmiş Erdoğan’a da diyalog çağrısında bulundu. Bu temelde barış bildirgesi hazırlayarak hükümete sundu. Adına da “Özgür Birliktelik ve Barış Hamlesi” dedi. Ancak hükümetin buna yanıtı avukat görüşmelerini tamamen kesmek oldu. Yine bu süreçte karanlık çevrelerden gelen 25-30 kadar tehdit mektubu kendisine verildi…

2004 yılına girerken Öcalan, hükümete bu kez de 10 maddelik “Barış Planı” sundu. Tercihini bir kez daha demokratik çözüm ve barış yönünde kullanmak istiyordu. Bu planla sorununun çözümü ve nihai silahsızlanma için “Toplumsal Barış ve Demokratik Katılım Yasası” önererek bir takvim çıkardı. 2005 yılına kadar “Barış İçin Yol Haritası”nı geliştirdi. Demokratik Katılım Yasası bunun ilk adımı olacak ve gerisi adım adım gelişecekti. Ancak AKP’nin buna yanıtı “Eve Dönüş Yasası” adı altında pişmanlık dayatmaktan öteye gitmedi…

2008 yılında, “Eğer çözüm isteniyorsa herkesin, Kürtlerin de üzerinde mutabık kalacağı bir anayasa yapılabilir. PKK’ye de ‘Gel, bu anayasanın hazırlanış sürecine katıl’ denilebilir” teklifinde bulundu. Hükümet bu teklife Washington görüşmesi ile yanıt verdi! 2009 yılına bu temelde Öcalan kendi çözüm projesi olan “Yol Haritası” ile girdi. Yol Haritası’nda üç aşamalı bir demokratik çözüm öneriyordu. AKP’ye seslenerek; “Demokratik müzakere olursa çözüm gelişir, bu konuda cesur olun, demokratik siyasi çözümün önünü açın. Demokratik siyasetin önünü açın. Barışın önünü açın. Demokratik müzakerenin önünü açın” dedi…2013 yılı başlarından itibaren, “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam Süreci”ni ilan etti. Bu süreci canlandırması, darbeyi engelleme sorumluluğuydu; darbeyi önleyebileceğini düşünerek süreci başlatacaktı…Amed Newroz’unda tarihi bir mektup ile barış manifestosu yayınladı. Ve 2015 Temmuz’unda başlatılan savaş ile her şey kökten inkâr edildi.

O halde tekrar etmekte sakınca yok. Ortadoğu’da eşi benzeri görülmemiş bir konsept Öcalan şahsında, uluslararası dizayn ile İmralı’da özel yasalarla uygulanıyor. Bu uygulama pratikleri 24. yılına giriyor.

Stammheim Cezaevi’nde uğradıkları ağır tecrit halleri ile bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonunun ilk ekibi içerisinde yer alan ve tecridi ‘devletin kendilerine yönelik savaşı’ olarak tanımlayan, Irmgard Möller (22,5 yıl), RAF militanı Ulrike Meinhof, tecridin doğasına ilişkin, “İnsan uzun süre kapalı bir odada kaldığında, hiçbir ses duymadığı ve hiçbir insan görmediği zaman, pencereden dahi bakamadığı zaman, yani ses, görme gibi uyarıcıları almadığı zaman, hastalanıyor. Bu bir işkence.

Hiç delil bırakmayan bir işkence. Yani vücutta herhangi bir yara izi yok” diyen ve 16 yıllık hapis hayatının 13 yılında tecrit koşullarında kalan Gunter Sonnenberg, Apartheid rejimine karşı direnen ve 27 yıllık hapis halinin çoğunluğunu izole geçiren Nelson Mandela yakın tarihin önemli örneklerindendir. Benzer bir güncellik içinde Peru’daki Aydınlık Yol devrimci hareketinin lideri Abimael Guzman’ı da anmak mümkün.Kitaplara, filmlere, tezlere ve tarihe konu olan bu durumların hiçbiri 24 yıllık tecridin muhtevası ile örtüşmüyor. Tecrit şartlarını protesto etmek için kendini yakan onlarca yurtseverin hakikati ise bambaşka bir tarihsellik içinde tartışmak gerekiyor. Çok temel bir fark olarak belki mutlak iletişimsizlik, mutlak alıkoyma halini tarif eden ve hiçbir haber almama anlamına gelen “incommunicado” halinin oluşmasını görmek gerekiyor. 23 yıllık süre zarfında sadece 2 kez aile ile telefon hakkı kullanılması belki bu halin gerçekliğini anlamaya yardımcı olabilir ki son görüşme de yarıda kesilmiştir. (İlk görüşme 27 Nisan 2020’de; son görüşme ise 25 Mart 2021’de gerçekleşti.)Tüm bu süreç ve tabloda belirleyici olan dinamik direniştir. Bu şartlara direnmek, bu şartlar içinden üretebilmek ve yanılmayan öngörülerde bulunabilmek, siyasetin en zor halinin yürütüldüğü Ortadoğu’da belirleyen olabilmek ancak tarifi zor bir direniş pratiği ile mümkündür.

Öcalan “Zindanda tahammül gücünün tek ilacı hâkikat algısını geliştirmektir. Yaşamın geneline ilişkin olarak hâkikat algısını güçlü yaşamak yaşamın en keyifli anına, daha doğrusu yaşamın anlamına erişmektir” demektedir. Tecrit ve bu hal özelinde İmralı adası, bugün hukukun kara deliği olmakla yetinmiyor, tüm hukuksuzlukların da toplamı olarak beliriyor.Tecrit şahsında hukuk nasıl oldu da kendini inkâr edecek hukuku oluşturmak zorunda kaldı? Çok uzağa gitmeden, güncel duruma bakarsak cevabı kendiliğinden çıkıyor. Avukatlarının Öcalan’la görüşmeleri 3 yıldır hukuksuz bir şekilde engelleniyor. Geçen son 18 ayda ise tek bir haber alınamamaktadır. Özel bir infaz rejiminin uygulandığı İmralı’da bulunanların aile bireyleri, geçmişten bu yana her hafta pazartesi günleri görüşmek amacıyla cuma gününden itibaren İmralı’dan sorumlu Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na ve savcılık aracılığıyla İmralı Cezaevi İdaresi’ne yazılı başvurular yapmakta. Aile ziyaretleri 2016 yılına kadar savcılık ve idare tarafından fiilen engellenmişken, sonrasında mahkeme eliyle yasaklanmıştı. Oysa Mahkeme aracılığıyla aile ziyaretlerinin yasaklanmasını düzenleyen herhangi bir yasal düzenleme bulunmadan bu kararlar alınmıştı. 2018 yılının Eylül ayı itibarıyla da disiplin kurulu kararlarıyla yasaklanmaya başlandı.

1) Öcalan son 11 yılda yalnızca 5 avukat görüşü yapabildi, en son avukat görüşü üzerinden de tam 3 yıl geçmiş durumda.

2) İmralı’ya Mart 2015 döneminde nakledilen Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş ise bugüne kadar hiçbir şekilde avukat görüşü yapamadı.

3) Öcalan son 8 yılda yalnızca 5 aile görüşü yapabildi.

4) 23 yılı aşkın zamanda İmralı tarihinde yalnızca 2 telefon görüşmesine olanak tanındı.

5) Sadece 2021 yılında Savcılık ve İmralı İdaresine yapılan 71 aile, 202 avukat görüş başvurusu olmasına rağmen hiçbirine izin verilmemiştir.

6) 25 Mart 2021’deki son yarım kalan sözde telefon görüşmesinden Ekim 2022’ye dek 220 avukat başvuru; 80 defa da aile ve vasi başvurusu yapıldı ama tek bir cevap alınamadı.

7) 2020 sonu itibarıyla AYM’de İmralı Cezaevi uygulamaları ile ilgili devam eden dosya sayısı 39’dur.

8) İmralı tecridine ilişkin yapılan 9 tane AİHM başvurusu var. Bunlardan 7 tanesi henüz AİHM tarafından karara bağlanmamıştır.

9) 2022 yılında yapılan yüze yakın avukat ve aile görüşüne ise herhangi bir cevap verilmemiştir.

Yaşanan son önemli gelişme ise “umut hakkı” ile ilgili olandır. Türkiye’den yapılan başvurular içerisinde AİHM’in ömür boyu hapse ilişkin verdiği ilk kararın, Öcalan davası olduğunu hatırlatmakta fayda var. 18 Mart 2014 tarihinde Öcalan/Türkiye kararında “serbest kalma ümidi olmadan, hapis cezasının infazının ölünceye kadar devam etmesi, Sözleşme’nin 3. Maddesini ihlal eder” içtihadı doğrultusunda bir karara giderek Türkiye’deki infaz hukukunu yakından ilgilendiren bir karar vermişti. Bu karardan sonra Türkiye herhangi bir adım atmadı. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi (AKBK), bunun üzerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla ilgili “umut hakkını” doğuracak yasal düzenlemeler ve uygulama değişikliklerinin sağlanması için Türkiye’ye dair denetim süreci başlattı. Hasılı, Avrupa Konseyi 8 yıldır “umut hakkı” kapsamında denetim mekanizmalarını işletiyor.Bu verilerin gösterdiği şey, inkarın inkarıdır. Bunu zaten resmi olarak da göstermekten çekinmiyorlar. Örneğin, HDP Batman Milletvekili Ayşe Acar Başaran’ın cezaevlerindeki hak ihlalleri ve tecrit uygulamalarına dair sorusunu yanıtlayan Adalet Bakanlığı, “tecrit ve izolasyon yok” diye yanıt veriyor. Bugün ise Adalet Bakanlığı’nın ‘yok’ dediği tecridi dünya kamuoyu tartışıyor. 29 baroya kayıtlı 775 avukat, 10-17 Haziran 2022 tarihleri arasında avukat ziyareti gerçekleştirmek talebiyle Bursa Cumhuriyet Başsavcılığına başvuruda bulundu.

Ardından 14 Ağustos’ta Demokrasi ve Dünya İnsan Hakları İçin Avrupa Avukatlar Birliği (ELDH) öncülüğünde, 22 ülkeden 350 Avukat Öcalan ile görüşmek için Adalet Bakanlığı’na mektup gönderdi. Son olarak Fas, Filistin, Federe Kürdistan, Irak, Lübnan, Mısır, Kuzey ve Doğu Suriye ile Ürdün’den 756 avukatın Adalet Bakanlığı’na Öcalan ve İmralı’da kalan 3 isimle görüşmek için başvuruda bulunduğu duyuruldu. Yani dünyada 30’un üzerinde ülkeden 2 bin avukat aynı meşru talebi dile getirmiş oldu. Yaptıkları açıklamalar ile uluslararası medyaya İmralı’daki uygulamaların “özel ve ayrımcı bir tecrit” olduğu deklare edildi.

Mayıs 2022’de ÖHD, İHD ve TOHAV öncülüğünde gerçekleştirilen “Tecrit Siyasetine Karşı Barış Hakkı” Konferansı’nın sonuç bildirgesinde de “Konferansımız olağanüstü ve ayrımcı infaz uygulamalarının en belirgin bir örneğinin İmralı’da yaşandığını tespit eder. İmralı’da Abdullah Öcalan ve diğer mahpuslar üzerinde mutlak iletişimsizlik haline bürünen tecrit uygulamalarının Kürt sorununda çözüm ya da çözümsüzlük yaklaşımlarıyla doğrudan bağlantısı bulunmaktadır. Çözümsüzlük siyasetinin sürdürülmesi her dönem tecridi derinleştirmiştir. Tersinden İmralı’da Öcalan ile görüşme ve diyalog kanallarının açıldığı dönemler Türkiye’de Kürt sorunun barışçıl çözümünün tartışılabildiği ve demokrasi kültürünün yükseldiği dönemlerdir” deniyordu. Açıklamalarda göze çarpan ‘Özel, olağanüstü ve ayrımcı tecrit’ tespiti mühimdir. Bu özelliği nereden gelmektedir? Kuşkusuz şiddet ile olan bağından. Şiddetin üretimi ve saf bir şiddetin uygulanışı üzerinden düşünüldüğünde tecridin İmralı’da ‘biricikliği’ daha net belirir.

Çünkü tecrit, bir şiddet tekelidir. Hukuk dışı bir argüman olarak, sadece meşruluğunda hukuk geçerlidir. Bu şiddetin mayası yasalarla oluşturuluyor. Nasıl ki egemen, olağanüstü hale karar verebilen olarak tanımlanıyor; tecrit de benzer şekilde egemenin kendini ilan edebildiği dilimlerde kurumsallaşabiliyor. O anlamda “egemen-şiddet ve tecrit” arasında simbiyotik bir ilişki vardır.

Egemen, yasalarını ilan ettiği hukuk üzerinden şiddeti, şiddet üzerinden de tecridi kendi hegemonik alanına çekebilmektedir. Türkiye’de şiddet ve hukukun en ucu tecrittir. Tecridi konuşma tecridi dahi, tecrit içinde tecridin boyutunu gözler önüne seriyor. Israrla ülkedeki yozlaşma ve çürümeyi tecrit zemini üzerinden hatırlatmamız, buradan ele almamız ve bu noktadan çözülmediği sürece bir çözümün gelişemeyeceğini ifade etmemiz bundandır. Hukukun sıfır noktası dahi değildir tecrit.

Sıfır noktası dediğimizde hala ona bağlı bir uzamdan bahsediyoruzdur. Oysa tecrit somut ve soyut olarak hukukun dışıdır. Bu dışında olma halinden türetilen şiddet, adanın sınırlarını aşarak tüm toplum üzerinde bir hayalet gibi gezinmektedir. Şiddet her yerdedir ve kurucu misyonu ile düzenleyicidir. Toplum, tecridin özünden yayılan tektonik hareketlerle sarsılmaya devam ediyor. Umut hakkının dahi tartışılmaya açılması bu bakımdan dikkate değerdir.İktidar, tüm yatırımını tüm varlığını uzun süredir görünmez kılınmaya çalışılan bu tecride yapmaktadır. Tecridin kalkışı iktidarın dayandığı temellerin kökten sarsılmasıdır. Bu sarsıntının ekonomik, sosyal, psikolojik birçok boyutu mevcuttur.

Şüphesiz bugün demokratik kamuoyu, bir bütün olarak siyasal bir körlüğün girdabında, bir zümrenin hoyratlığında ve nefret tohumlarının nadasına bırakılmış, hegemonik bir faşizmin inşası ile ‘toplumu nasıl boğarım’ diyerek hukuku, yasayı şiddete çeviren iktidar aklının çabalarına karşı amansız bir mücadele veriyor. Yine açıktır ki Türkiye’nin eşit ve özgür yurttaşları olmak isteyen Kürtlerin kaderi ile Türkiye halklarının kaderi ortaklaşmış haldedir. Dolayısıyla İmralı tecridi Türkiye’nin tamamına yayılmış bir rejime dönüşmüş durumdadır. O halde bu mücadelenin odağı tecrit olmadıkça direniş eksik kalacaktır. Direniş, tecritten daha esastır. Belirleyici olan tecridin derinliği değil, direnişin muhtevası ve sürekliliğidir. Öcalan’ın İmralı’daki tecrit mutlak-derinleştirilmiş karakterinden öte, ‘direnişi’ öncelemesinin realitesi de bu hakikatle ilgilidir. Çünkü direnişi öncelemek, özgür yaşamda ısrar, insan olmada, özde ahlaki ve politik toplum olmada ısrarın kendisidir. Öcalan’ın biz dışarıdakilerden anlamasını istediği bir nokta da budur.

 

Sonuç Yerine:

Komployu boşa düşürmek, Tarihsel akışa müdahale etmek!

Öcalan, Suriye’den ilk çıkarken uçakta “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ der yanındakilere.

Öyle oldu, hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bugün başta Ortadoğu olmak üzere, siyasetteki tüm krizlerin en görünmez kılınan ve ısrarla görmezlikten gelinen nedeni işte bu komplo ve bu komplo şahsında programatik olarak işletilen tecrittir.

Nasıl ki 12 Eylül faşizminin gerçek yüzü Amed zindanında açığa çıkmıştı, bugünkü dinbaz, milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı faşist iktidar bloğunun gerçek yüzü de İmralı’daki politikalarla açığa çıkıyor. Tecrit, Kürtleri siyaseten, hukuktan ve bir bütünen yaşamdan tasfiye etme ve bastırmada bir araç olarak kullanılmaya devam etmekte, sonuç alınması için ideolojik tüm aygıtlar canhıraş kullanılmaktadır.

İmralı’da geliştirilen ve “Demokratik uzlaşı, özgür bir siyaset ve evrensel hukuk” olarak ifade edilen siyasal çözüm iddiasına bugün her şeyden daha çok sahiplenmek gerekiyor.Tecride karşı durmak, gidişatı tamamen devletçi ve milliyetçi kodların tahakküm kurduğu tarihsel akışa ‘dur’ demektir. Zamanı bize ait olmayan bir tarihe, bir akışa; fikri ve zikri bize ait olmayan bir pratiğe ‘dur’ demektir…

Öcalan daha önce İmralı’daki tecridi bir nevi tabut sistemine benzetmiş, mevcut durumu daha net anlaşılması için “İmralı politikaları” olarak tanımlamış ve bunu “Büyük Gladio komplosunun en önemli bölümü” olarak belirtmişti.

O halde komplo devam ediyor! O halde İmralı halen çözümün ve bilinçli olarak yaratılan çözümsüzlüğün merkezidir. Buradaki tecrit rejimi halkların başına musallat olmuş, toplumsal meşruiyeti hiçbir zaman olmamış bir rejimdir. O halde bu hapishane kapatılmalı, bu insanlık dışı uygulamaya, işkence sistemine son verilmelidir. Ulus olmaktan kaynaklı siyasi ve kültürel haklarını eşitlik ve özgürlük temelinde talep eden bir halkın direnişini bastırmak, yok etmek mümkün değildir.Bu ulusun kendine yol bellediği kişilikler ve değerleri yok saymak mümkün değildir.

Devlet, Kürt sorununu güvenlik konseptiyle ne çözebilir ne de bastırabilir. Tecrit ile de sonuç alamaz. Sadece sorunu erteleyebilir ki her erteleme yıllara yayılan sorunlar yumağına, duygusal kopuşlara, farklı çözüm arayışlarına neden olur. Demokratik ulus paradigması temelinde onurlu barış yolu bir Ada mesafesindedir.Evet, her şeyin bir saç teline bağlı olduğu bu yangın çağında, çözüm de bir Ada mesafesindedir. Tecrit ile mücadele ortak bir ortak bir toplumsal görevdir.Bu mücadeleyi herkes bulunduğu yerden büyütmelidir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.