Düşünce ve Kuram Dergisi

Uluslararası İmralı Tecrit Sistemi

Emran Emekçi

Uluslararası İmralı Tecrit Sistemi, Kürtlere biçilen uluslararası statüko ile ilgilidir. 20. Yüzyılın başlarında Ortadoğu haritasını cetvelle çizerek onlarca ulus-devlete bölen dönemin kapitalist hegemonik güçleri, aynı zamanda Kürtleri statüsüz bırakma, parçalayıp dört ulus-devlet içinde fiziki ve kültürel (Araplaştırma, Türkleştirme ve Farslaştırma)  soykırımla tarihten silinme gibi ölümcül bir kadere terk etmişti. Abdullah Öcalan’ın bu ölümcül kaderi özgürlük lehine değiştirmek istemesi tüm ezberleri bozuyordu. Kapitalist modernitenin o güne kadar Kürtlere biçtikleri rol piyon rolüydü. Öcalan piyon Kürdü aktör haline getirmek istedi, özgür iradeli Kürtlüğü yaratarak diğer halklarla özgür eşit gönüllü demokratik birlik temelinde ilgili devlet ve hükümetlerle demokratik anayasal çözüme gitmek istedi. Bu durum çözümsüzlükten beslenen uluslararası hegemonik güçlerin ellerindeki kullanım malzemesini, yani piyon Kürdü alıyordu. Onların derdi çözüm değil çözümsüzlüktü, çünkü uluslararası sistem çözümsüzlük üzerine kurulmuş, çözümsüzlükten nemalanıyordu.

Londra merkezli olan bu çözümsüzlük politikasının kökeni 1921 Kahire Konferansına dek uzanır. Bu konferansta Kürt meselesinin çözümsüz bırakılarak dört ulus-devleti (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) kendine bağımlı kılmak için sürekli bir sorun ve terbiye sopası olarak kullanılması kararlaştırıldı. Bu politikayla kurtuluş ve cumhuriyetin kuruluş süreci (1919-21) müttefiki Kürtlerle bağının koparılması hedeflendi. Ki o dönem Misakı Milli bugünkü Suriye ve Irak Kürtlerini de kapsayan “Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanı” olarak tanımlanmıştı. Amasya protokollerinin ikincisinde “Kürtlerin ırki ve içtimai haklarının tanınacağı” müştereken imza altına alınmıştı. 1921 anayasasıyla Kürt meselesi, vilayet ve nahiye şuralarının özerkliği (Kürtlere nüfusça yoğun oldukları yerlerde kendi kendilerini yönetme olanağı-yerel demokrasi) temelinde çözümüne kavuşturulmuştu. Ancak İngiltere’nin o süreçte yanına çektiği (Dönemin İstanbul hükümetinde Savunma Bakanı Fevzi Çakmak ve yaveri İsmet İnönü başta olmak üzere) Teşkilat-ı Mahsusa deneyimli ittihatçı kadroların karşıdevrimci komplo ve darbeleriyle süreci adım adım karşıtına dönüştürecekti. Bu temelde önce Çerkez Ethem ve Mustafa Suphi komplolarıyla (1921) demokratik cumhuriyetin Çerkezlerle ve Sosyalistlerle bağını kopardı. Bunlarla içi içe aynı yıl Birinci Ankara Antlaşmasıyla Suriye Kürtleri Misak-ı Milliden koparıldı. Ardından Lozan sürecinde yayınlanan Musul-Kerkük Deklarasyonu ile de Irak Kürtleri Misak-ı Milliden koparıldı. Buna itiraz eden ve onaylamayan birinci meclisin feshi ardından merkezi liste usulüyle tepeden belirlenen, ağırlıklı olarak İngiltere yanlısı ittihatçı bürokratların doldurulduğu ikinci meclis eliyle hem Lozan anlaşması onaylandı hem de 1921 demokratik cumhuriyet anayasası yürürlükten kaldırılarak yerine antidemokratik katı merkeziyetçi 1924 anayasası ikame edildi. Cumhuriyet bu temelde demokratik temellerinden ve Misak-ı Milliden koparılarak minimal antidemokratik tekçi, katı merkeziyetçi cumhuriyet olarak tanındı, ama bu aynı zamanda Cumhuriyetin temeline etkileri günümüze kadar süren Kürt meselesinin çözümsüzlüğünü yerleştirip, sürekli bir kriz halinde kendilerine bağımlı kılma politikasıydı. 1945’lerden sonra hegemonyayı devralan ABD aynı çözümsüzlük politikasını devam ettirdi.

 

Büyük Ortadoğu Projesi ve Öcalan

1990’lara gelindiğinde Kürt hareketinin kitleselleşmesi, bu yüz yıllık çözümsüzlük statüsünü zorluyor ve demokratik yönde değişmeye götürüyordu. Ancak buna karşı çözümsüzlükte ısrar eden İngiltere, ABD-NATO, İsrail ve Avrupa devletleri ile onların Türkiye uzantısı Gladio yöntemleriyle tasfiye politikaları devreye konuldu. Bu yaklaşım, sorunu Öcalan ile diyalog halinde demokratik siyasi yoldan çözmek isteyen Özal ve ekibinin tasfiyesine yol açtı. Öcalan çözüm muhatabını yitirmişti ama demokratik siyasi çözüm arayışları broşür haline getirilen ‘Bir Muhatap Arıyorum’ ile devam etti. 1995 Ateşkesiyle bu arayışını somutlaştırmak istediği biliniyor. Ancak bahsedilen çözüm karşıtı uluslararası güçler ve yerel Gladio uzantıları bu süreci de demokratik çözüm ve barışın asıl muhatabı Öcalan’a yönelik bombalı suikast (6 Mayıs 1996) ile sabote ettiler. Bombalama ile aynı saatlerde Londra ve ABD basınında “Apo öldü” haberlerinin yapılması tesadüf değildi.  Olayın çözüm karşıtı anılan uluslararası güçlerin Gladio örgütü ile bağını gösteriyordu. Olayın ardından ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gündeme geldi. Bu projenin birinci hedefi Öcalan’dı. Çünkü Öcalan, bu projeye karşı halklar lehine Demokratik Ortadoğu Projesini savunuyor ve bu çizgi bölgede de giderek halklar lehine gelişme gösteriyordu. Bu çizgi, iki yüz yıldır Ortadoğu’ya dayatılan böl-yönet esaslı statükocu ulus-devletler sistemine dayalı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesini zorluyordu. En önemlisi de Öcalan, kapitalist dünya sistemi hegemonlarının yıllardır Kürtlere biçtiği piyon rolünü ters yüz ediyor, özgür Kürt bireyi ve toplumunu açığa çıkarıyor, giderek onu Ortadoğu’da aktör haline getiriyordu.

1998’lere gelindiğinde, ABD’nin başını çektiği kapitalist dünya sisteminin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ne karşı Öcalan’ın halklar lehine ‘Demokratik Ortadoğu Projesi’ bir alternatif haline gelmişti. O yıllarda Arap basınında Öcalan için “Çağdaş Selahaddin’i Eyyubi” yorumları yapılıyordu. Kapitalist modernitenin denetimine girmeyen, hegemonyadan bağımsız,  halklar lehine özgür, eşit gönüllü demokratik anayasal birlikleri sağlama yönünde gelişme gösteriyordu. Bu durum kapitalist hegemonların Ortadoğu’da cetvelle çizilmiş yapay ulus-devletlere ve böl yönet oyunlarına dayalı politikalarını işlemez kılıyor, oyunlarını, planlarını alt üst ediyordu. O yüzden Öcalan onlar için oyunbozan biriydi, denetim altına girmiyordu, kendi öz gücüne dayanan halklar lehine hegemonyadan bağımsız ve özgürlükçü çizgiden vazgeçmiyordu. Bu da onların işine gelmiyor, onlar için tehlike oluşturuyordu. O nedenle Öcalan’ı gözden çıkardılar, o nedenle uluslararası İmralı tecrit sistemini devreye koydular.  Öcalan daha Şam’da iken kendisiyle görüşmeye giden ABD ve İsrail elçilerinin kendi Büyük Ortadoğu Projesine gelmesi yönündeki tekliflerini reddetmiştir; onlara “Ben ilke adamıyım. Halkların binlerce yıllık özgürlük ve eşitlik ütopyasını temsil ediyorum. Biz özgürlük savaşçısıyız, başkalarının savaşçısı olmayız” yanıtını vermiştir. Sonuçta Öcalan’ı kontrol edemeyeceklerini, kendi politikalarına çekemeyeceklerini anlayınca ürktüler, çok öfkelendiler, Öcalan’a çok kızdılar. Ardından Suriye’ye bilinen büyük baskıyı uyguladılar, Suriye’yi tehdit ederek 1998’de Öcalan’ın buradan çıkmasını sağladılar. Suriye’den çıkışta Öcalan’ın önünde iki seçenek vardı; dağ yolu ve Avrupa yolu. O dönem dağa çıkabilirdi ancak bu durum askeri yolu tercih etmek olacaktı. Bu ise savaşın daha da derinleşmesi, milyonlarca insanın ölmesi olacaktı. Bunun yerine tek bir insanın dahi ölmediği siyasi demokratik çözümü esas aldı. Bu yönlü diplomatik ve siyasi çözüm çalışmalarının daha yararlı olacağını düşünerek Avrupa’yı tercih etti.

Avrupa’da özellikle Roma sürecinde yedi maddelik demokratik çözüm ve barış çağrıları, önerilerine İngiltere, ABD ve AB destek vermiş olsalardı Türkiye’nin siyasi çözüme gelmesi zor olmayacaktı. Ancak İngiltere ve ABD olumsuz yanıt verecek, Öcalan ve hareketini “terör” kapsamında hedef göstererek AB ülkelerini de bu çizgiye çekecek, Öcalan’a Avrupa hava sahasını kapatacak,  ısrarla Avrupa toprakları dışına çıkmaya zorlayacaklardı. En son vardığı Yunanistan’da ABD-Yunan hükümeti işbirliğiyle getirdikleri kaydı olmayan gizli CIA uçağıyla Güney Afrika’ya götürüyoruz aldatmasıyla Kenya’ya kaçırılacaktı. Kenya ABD-CIA ve MOSSAD denetiminde bir ülkeydi ve burada etkili olacaklardı. ABD yetkililerinin deyimiyle Öcalan burada artık tamamen kendi kontrollerindeydi ve teslim için hazırdı. Ancak teslimi Türkiye ile yapılacak pazarlıklara bağlı olacaktı. Bu temelde 4 Şubat 1999’da Türkiye’ye gelen CIA-MİT gizli protokolü yapılacak ve aynı gün İmralı ada hapishanesi boşaltılarak tek tutuklusu Öcalan olacak şekilde yeniden inşa edilecekti. O dönem mevzuatına göre bir cezaevinin kuruluşu, tadilatı, değişikliği Adalet Bakanlığı kararına dayalı olmalıydı, ancak İmralı cezaevine ilişkin Resmi Gazetede yayınlanmış böyle bir karar yoktur. Dolayısıyla İmralı ada cezaevi yasaya göre değil, ABD-CIA heyeti ile MİT arasında çok önceden, daha 4 Şubat günü gerçekleştirilen gizli protokole göre kurulmuş tek kişilik bir cezaevidir. Amaç tecrit ve baskılarla Öcalan’ın özgürlük iradesini kırarak kendi çizgilerine çekmekti. Öcalan’a göre “İmralı cezaevi, Türkiye’deki cezaevleri sisteminden çok farklıdır. Diğer cezaevlerinin statüsü burada uygulanmıyor.  Buranın statüsü ve yapısı gizli bir anlaşmayla olmuştur. ABD buna benzer gizli anlaşmalarla birçok yerde böyle birçok cezaevi kurmuştur. İmralı cezaevi de ABD tarafından gizli anlaşmayla kurulan özel cezaevlerinden biridir. Bunu yaparken AB’nin de fikri ve onayı alınmış ve buranın yapısı ve koşullarının da ne olması gerektiğini belirlemişler. İnsan bu koşullara altı gün bile dayanamaz. Atılmışız buraya. Dünyanın en ağır tutsağıyım, bunların içinde Batı da var. Beni kapitalist dünya sistemi tutsak etmiştir, devlet de beni bir koz, bir rehine olarak elinde tutuyor. Burada siyasi bir rehineyim. Konumum böyle bilinmelidir. Bunu şöyle bir benzetmeyle de açıklayabilirim; solunum cihazına bağlı birisi gibiyim, istedikleri zaman fişi çekebilirler. Tecrit durumunun ağırlaştırılması zaten idam anlamına gelmektedir. Dünyada bu koşullarda başka kimse yok, bir tek ölmediğim kaldı. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’ne (CPT) sıradan yaklaşmamak gerekir, arada bir gelip giden bir heyet olarak görmemek gerekir, burada olup bitenlerden haberleri vardır. Avrupa Komitesi’ne bağlı bir oluşumdur, dolayısıyla bir bütün olarak Avrupa Konseyi’nin de bilgisi var. Burayı Başbakanlığa bağlı kriz merkezi yönetiyor diyorlar ama değil, burası direkt ABD’ye bağlı. Başından beri cezaevi yönetmeliğinin bile uygulanmamasına anlam verememiştim. Ama ortaya çıktı ki İmralı cezaevi ilk Guantanamo tarzı cezaevidir. Burada bana yapılan uygulamalardan dersler çıkarılıyor. Bir insanın bastırılmaya ne kadar dayanabileceğini ölçüyorlar.”  demiştir.

Tecrit ve baskılarla irade kırma ve kendi çizgisine çekme esasına dayalı kurulan İmralı tecrit sistemi, Öcalan’a göre üç ayaklı bir sistemdir: Bir ayağı ABD, bir ayağı Avrupa bir ayağı da Türkiye olan, kendine özgü yanları ve derinliği olan bir sistemdir. Yıllardır devam ediyor. ABD Büyük Ortadoğu Projesiyle Kürtleri denetimine alarak, Farsları, Arapları ve Türkleri dizginlemek amacındaydı. Kürtleri denetime almak, Ortadoğu’yu dizginlemek, Ortadoğu’yu denetime almak demekti. Öcalan bu oyunları görüyor, oyunlarına gelmiyor, onlar için oyunbozan adamdı. Bir türlü onların denetimine girmiyor, kendisini ve temsil ettiği özgürlük hareketini onlara kullandırtmıyor, Kürt halkını da bunların etkisinden koruyordu. Bunlar Öcalan’ı iyi gözlemlemiş, tanımış ve iyi biliyorlardı, denetim altına alınacak bir kişilik olmadığını tespit etmişlerdi. Kapitalist modernitenin denetimine girmeyen Öcalan, onlar için tehlike oluşturuyordu, bu nedenle gözden çıkardılar, bu nedenle uluslararası komployla korsanca kaçırarak İmralı tecrit sistemine aldılar. Öcalan’a göre “Ortadoğu’da Kürt meselesiyle ilgili bir boşluk vardı, biz bu boşluğu özgürlük temelinde doldurmak istiyorduk, çıkışımız başından beri özgürlük ve demokrasiye dayanıyordu. Bu da kapitalist dünya sisteminin hegemon güçleri ABD, İngiltere, İsrail’in işine gelmiyor, bunu istemiyorlardı. Hem Kürt işbirlikçilerin hem bölge ulus-devletlerinin hem de onların emperyalist hegemonları açısından ne beklenen, ne de kabul edilecek bir çıkış söz konusuydu.  Bunlar çoktandır özgür Kürtlüğü defterlerden silmiş olup tarih dışı saymaktaydı. Özgür Kürtlük, özgür Kürt birey ve toplumu, onların tüm ezberlerini bozuyordu. Şahsımda dışlanan ve tek kişilik bir ada cezaevine mahkûm edilmek istenen esasta bu özgür Kürtlüktür.” Bu konuda ABD’nin etkisi biliniyor, buradaki sistemin bir ucu CIA’ye dayanıyor, diğer ucu Avrupa’ya. Avrupa Öcalan’a hava sahasını kapatma, iltica hakkı tanımayarak Avrupa toprakları dışına çıkarılarak Kenya’ya kaçırılmasında rol oynamıştır. Korfu’dan Kenya’ya kaçıran uçak da kaydı olmayan gizli bir CIA uçağıydı. Kenya ise zaten ABD-CIA’nın denetiminde bir yerdi. Buradayken ABD tarafından derdest edilmiş ve Türkiye’ye teslim edilmişti. Türkiye’nin rolü sadece Nairobi havaalanına giderek teslim almaydı. “ABD teslim ediyorum dedi, Türkiye’de teslim aldı. Yani Türkiye’nin kendi başarısı değildir.” Zaten Öcalan’ı teslim etme teklifini Türkiye’ye götüren de bizzat CIA’nın kendisiydi. Öcalan daha Yunanistan’ın Kenya büyükelçiliğinde olduğu sıralarda, yani 4 Şubat’ta bir CIA ekibinin Türkiye’ye gelerek MİT’e Öcalan’ın teslimini teklif ettiği ve bu temelde İmralı cezaevine konulması yönünde gizli protokol/anlaşma yaptığı, İmralı cezaevinin bu tarihten itibaren boşaltılarak tek tutuklusu Öcalan olacak şekilde yeniden inşa edildiği biliniyor. Fakat bu yapılırken AB’nin de fikri ve onayı alınmıştır.  Nitekim Öcalan İmralı’ya konulduğu gün cezaevine giden bir CPT yetkilisi kendisine “Bu cezaevinde kalacaksın biz de Avrupa Konseyi üzerinden takipçisi olacağız” demiştir.

AB’nin uluslararası İmralı tecrit sistemi içindeki rolü, CPT raporları ve AİHM kararları üzerinden kısmi iyileştirmeleri öneren tavsiyelerde bulunmaktan ibarettir. Türkiye zaten bu tavsiyeleri de yerine getirmemektedir. Örneğin AİHM 12 Mart 2003-12 Mayıs 2005 tarihli kararıyla Öcalan’ın hukuk dışı kaçırılmasını göz ardı ederek, uluslararası korsanca kaçırılmasını onaylamıştır! Herkesin gözü önünde gerçekleşen bir kaçırma olayını hukuk hileleriyle örtbas etmiştir. AİHM, o güne kadar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5. maddesini, birey lehine yorumlamıştır. Ama Öcalan olayında tersi yoruma giderek devletler lehine yorumlamıştır. Hukuka göre devlet değil devletlere göre hukuk çizgisine kaymıştır. Anılan kararlara göre Öcalan, tüm devletleri tehdit eden “Tehlikeli Kişi” olduğundan hukuk koruması (İade sözleşmesi, iltica prosedürü, Dublin anlaşması, ölüm cezasıyla aranan devletlere iade edilemezliği ilkeleri) dışındadır; dolayısıyla tüm devletleri tehdit eden “tehlikeli kişi” olduğundan devletler arası gizli veya zımni uzlaşmalarla kaçırılabilir kararını vermiştir. Bu temelde daha sonra ABD’nin tüm dünyada “Yüzen cezaevleri” ve “Uçan cezaevleri” olarak tanımlanan hukuk dışı adam kaçırmalarına da geçit vermiş oluyordu. Uluslararası ve ulusal hukukun rafa kaldırıldığı bir döneme AİHM Öcalan kararı ile geçildi. Kaldı ki Öcalan “Tehlikeli Kişi” değildi; aksine Avrupa’ya Kürt sorunun Türkiye ile demokratik siyasi çözümüne uluslararası destek sağlamak için (Roma’da yedi maddelik çözüm paketini, Clinton, Blair başta olmak üzere tüm devlet başkanlarına, dışişleri bakanlarına ve ilgili uluslararası kurumları gönderdiği mektupları da) gittiği de görmezlikten gelinmiştir. Bu temelde kararına yönelik tepkileri dengelemek için verdiği “Adil yargılanmanın olmadığı dolayısıyla yeniden yargılamanın yapılması gerektiği” yönündeki kararı da Türkiye tarafından uygulanmamıştır. Türkiye’nin duruşma yapmadan, Öcalan’ın savunmasını almadan dosya üzerinden “Yeniden yargılansa dahi sonucun değişmeyeceği” gerekçesine dayandırdığı kararını da AK Bakanlar Komitesi aynı gerekçeyi tekrarlayarak onaylamıştır! Son tahlilde tüm hukuki süreç göstermelik olmaktan öteye gitmemiştir. Öcalan’a göre “Süreç içinde de ortaya çıktı ki şahsım ve Kürt sorununun geneli konusunda ABD-AB-Türkiye Cumhuriyeti’nin yoğun bir iletişim ve uzlaşma arayışında olmalarıdır. Türk devleti, geniş ekonomik tavizlerle Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi çizgisini tasfiye etme karşılığında Irak’taki milliyetçi Kürt ulus-devlet oluşumunu şartlı bir destekleme tutumunda ısrarlıdır. Bu konularda çok yoğun görüşmelerin yapıldığı her gün daha çok açığa çıkmıştır. Zaten ABD ile bu taviz ve uzlaşmalar açıktan yürütülmüştür. Demek ki bu uzlaşmalardan en önemlisi, kaçırılarak İmralı cezaevine konulmam, adil yargılanma hakkı tanınmadan yargısız infaz altında tutulmam ve Türkiye’deki Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi olmaktadır.” Bu temelde yirmi dördüncü yılına giren İmralı tecrit süreci boyunca hukuk ve yasalardan ziyade, ABD-AB-Türkiye ilişkileri bağlamında Kürt sorununa dair yürütülen politikalar belirleyici olmuştur. Öcalan’a göre “Bu politikalar sistemlidir, sadece Türk cezaevi politikaları olarak yaklaşım göstermek önemli yanılgılara yol açar. Uygulananlar da herhangi bir politika değildir. En incelmiş politikalar ile stratejiler büyük oranda el altından ABD, Türkiye ve AB ilişkileri bağlamında kapsamlı ve birleşik olarak yürütülmüştür.” Türkiye’nin rolü, bu politikaların uygulanmasında bekçilik ve gardiyanlık yapmaktır. AB ise, ABD’nin belirlediği ve Türkiye’nin infaz ettiği bu politikalara “hukuk” kılıfı giydirme ve noter gibi onaylamaktan öteye gitmemiştir.

Son olarak, AİHM’in 18 Mart 2014 Tarihli Öcalan 2 kararı, cezaevi koşullarının ihlal olarak kabulü kısmen onaylanması biçiminde olmuştur. AİHM bu kararıyla Öcalan’ın cezaevi ve 17 Kasım 2009 tarihine kadarki tecrit koşullarını Sözleşme’nin 3. maddesinde geçen işkence ve kötü muamele kuralını ihlal ettiğine hükmetmiştir. Bu tarihten dosyanın incelenmeye alındığı 2011 yılının ikinci yarısına kadar ki tecrit uygulamalarını ise işkence ve kötü muamele düzeyinde görmemiştir. En önemlisi de Öcalan’ın cezaevi koşullarını olumsuz yönde daha da ağırlaştıran 1 Haziran 2005 yasalarıyla getirilen düzenlemeleri ve Türkiye’nin bu düzenlemeleri dayandırdığı “Tehlikeli Kişi”, “Terörist” ve “Yüksek Güvenlik” anlayışını onaylamıştır! Sadece “ölünceye kadar ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezası düzenlemesinin şartlı tahliye ve umut hakkı tanımayan kısmını Sözleşmenin 3. maddesini ihlal eden bir ceza infaz politikası olarak kabul etmiş, hükümette, “Ölünceye kadar ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası” mevzuatını umut hakkı bağlamında değiştirme tavsiyesinde bulunmuştur. Türkiye bu tavsiyeyi de yerine getirmemiş, sekiz yıldır hala yasal mevzuatını bu yönlü değiştirmemiştir. Tersine AİHM kararları ve CPT tavsiyelerine rağmen Türkiye 2014 yılından itibaren Öcalan’ın cezaevi koşullarını daha da ağırlaştırma yoluna gitmiştir. Hatta ağırlaştırmanın da ötesine geçilmiş, Öcalan’ın “mutlak tecrit” dediği, yetkililerin deyimiyle “İmralı’ya gömme” uygulamasına geçilmiştir. Bu uygulamalara karşı AİHM nezdinde yapılan başvurular da, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen halen karara bağlanmış değildir. CPT’de tüm taleplere rağmen prosedürü başlatma yetkisini bu süre zarfında kullanmadı, hala da kullanmamaktadır. Bu yaklaşım, Türkiye’yi tecriti adım adım ağırlaştırma konusunda daha da cesaretlendirmiştir. Bu yüzden 27 Temmuz 2011 tarihinden bu yana avukatla görüştürmeme uygulamasına, 06 Ekim 2014 tarihinden bu yana aile ve vasi ile görüştürmeme, Nisan 2015 tarihinden itibaren heyetle görüştürmeme uygulaması eklenmiştir. Ardından 15 Temmuz 2016 darbe bahanesiyle, Bursa 1. İnfaz Hâkimliğinin 20 Temmuz’da aldığı aile, avukat, vasi ve her türden ziyaretçi kabulünün yasaklanması, mektup, telefon, faks ve her türden yazışmalarının kesilmesi kararıyla birlikte dış dünya ile tüm bağının koparıldığı tam ve mutlak tecrit uygulamasına geçilmiştir. 2018 yılında OHAL kaldırılsa da uygulamalar bu sefer üç aylık hiçbir inandırıcılığı olmayan disiplin cezaları türetilerek aile görüştürmeme, altı aylık sürelerle yinelenen hiçbir hukuki, yasal ve maddi temeli olmayan mahkeme kararlarıyla avukatla görüştürmeme tarzında sürdürülmüştür. 2019 17 Nisanı’nda avukat yasağı kaldırılsa da istisnai beş görüşme hariç fiilen sürdürülmüş ve 2020 yılına girerken yeniden mahkeme kararları ile zaten fiilen sürdürülen aile ziyareti, telefon, mektup, iletişim yasakları ile avukat yasağı yeniden resmi hale getirilmiştir. CPT, 2020 raporunda disiplin cezaları ve avukat yasaklama kararlarının inandırıcı olmadığı, aile ve avukat görüşmelerinin uygulamada etkili hale getirilmesi tavsiye edildiği halde, Türk hükümetinin buna cevabı yeni disiplin cezası ve avukat yasağı kararları vermek olmuştur. En önemlisi de 25 Mart 2021 tarihli telefon görüşmesinin kesilmesinden bu yana Öcalan’dan hiçbir haber alınamamaktadır. Avukatları tarafından gönderilen mektup, telgraf ve fakslara yanıt alınamadığı gibi muhatabına ulaşıp ulaşmadığı da belirsizdir. CPT bu konuda özellikle haber alamama ve iletişimsizlik halinin açıkça işkence yasağının ihlali olduğunu tespit etmesine rağmen sürdürülmektedir.

 

Öcalan’ın İmralı Konumu Stratejik Barış, Kardeşlik ve Özgür Birliktelik Duruşudur

İmralı tecrit politikasının 2015’ten beridir geldiği aşama yetkililerin deyimiyle “İmralı’ya gömme”, Öcalan’ın deyimiyle “mutlak tecrit”dir.  “İmralı’ya gömme” veya “Mutlak tecrit”, Öcalan’ın dış dünya ve temsil ettiği politik çizgiyi benimseyen toplum ile de bağını koparma anlamına gelmektedir. Daha İmralı ada cezaevine alınma sürecinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bir gazetecinin neden İmralı sorusuna, Öcalan’ın milyonlarca taraftarı var, kara cezaevine koyarsak her gün gelip gösteri yapmalarının önüne geçemeyiz mealinde yanıt vermesi hatırlardadır. Bu temelde tecrit, aynı zamanda Öcalan’ın toplumla bağını koparıp siyaseten öldürme/bitirme amaçlı bir politikadır. Kapitalist dünya sistem hegemonları ABD, İsrail, İngiltere ve dolaylı olarak AB’nin İmralı sistemi çerçevesinde onayladıkları Öcalan’a özgü keyfi ve hukuk dışı infaz politikasıyla amaçlanan; Öcalan’ı ağırlaştırılan ve sağlığını bozan cezaevi koşulları içinde tutarak, tecrit ve baskılarla iradesini kırma, özgürlük çizgisinden vazgeçirerek kendi politikalarına çekmeydi. Bu temelde fizikiden ziyade anlamca öldürme hedeflendi. Bu temelde Öcalan’ın İmralı’ya konulmasıyla birlikte ABD ve İsrail, İmralı sistemine hâkim olsalar da burada da Öcalan’ı denetimleri altına almayı başaramadılar. İmralı süreci boyunca yıllardır uygulanan tecrit ve baskılarla Öcalan’ın özgürlük iradesini kırma, özgürlük çizgisinden vazgeçirerek kapitalist modernite sisteminin sacayağı olan milliyetçi ulus-devletçi çizgiye çekerek kontrol altına alma politikası da tutmayacak, Öcalan temsil ettiği özgür Kürtlük iradesini burada da onlara teslim etmeyecekti. Tersine Öcalan yirmi üç yıllık İmralı direnişi, duruşu ve savunmalarıyla bu politikayı boşa çıkarmakla kalmamış, kapitalist modernite sisteminin alternatifi demokratik modernite sistemiyle özgürlükçü Kürt birey ve toplumu ile Ortadoğu halklarını daha güçlü ideolojik ve politik donanıma kavuşturmuştur. Bu temelde uluslararası İmralı işkence sistemiyle amaçlanan “irade kırma ve kendi çizgisine çekme” politikası sonuçsuz kaldığından, 2015 yılından itibaren yetkililerin “İmralı’ya gömme” dedikleri mutlak tecrit politikası devreye konulmuştur.

Bu politikanın uygulanma biçimi, Öcalan’ın aile, avukat, ziyaretçi, mektup, faks, telgraf gibi haberleşmeler de dâhil dış dünya ile tüm bağının koparılması biçiminde uygulanmıştır. Açlık grevleri ve toplumsal tepkilerle iki kez gerçekleşen aile ve telefon görüşmesi, 2019 yılında gerçekleşen beş avukat görüşmesi, tepkileri yumuşatmaya yönelik istisnai durumlar olup, 2015 yılında uygulamaya konulan mutlak tecritin kalktığı veya yumuşatıldığı anlamına gelmez. Tersine son telefon kesintisi (25 Mart 2021), aile ziyareti ve avukat yasaklamaları da bu politikanın ısrarla ve kararlıca sürdürüldüğünü net şekilde göstermektedir. Bu tarihten beri süregelen İmralı’dan haber alamama sürecinde dikkat çeken en önemli hususlardan biri de tüm mutlak tecrit ve haber alamama koşullarına rağmen Öcalan’ın etki ve gücünün her geçen günü daha da artıyor olmasıdır. Dış dünya ile bağı tamamen kesilen ve hiçbir söz söylemesine fırsat verilmeyen Öcalan ismi ve Kürt meselesi etrafında yürüyen tartışmalar bunun en önemli göstergesidir. Tecrit ve savaş politikası nedeniyle Türkiye’nin siyasi, ekonomik, hukuki, kültürel, sosyolojik vd. her alanda çoklu kriz durumuna girdiği bilinen ve görülen bir gerçekliktir. Türkiye Devleti’nin bu düzeyde bir kriz aşamasında olmasının en önemli nedenlerinden biri hiç şüphesiz Kürt meselesinde çözümsüzlük, tecrit ve şiddet politikasında ısrarcı olması ve tüm kaynakların dar rantçı bir gruba ve bu politikaya peşkeş çekmesidir. Bu nedenle Türkiye’de insan hakları ve demokrasi arayışında olan tüm çevreler Kürt meselesinde şiddet politikasından vazgeçilmesini demokratik çözüm yollarının esas alınmasını önermektedir. Öcalan’a yönelik tecrit de Kürt meselesinde şiddet politikasında ısrar veya demokratik çözüm yolundan birinin tercih edilmesi ile ilgilidir.

Öcalan’a göre tecrit, hukuki ve siyasi seçeneğin devre dışı bırakılması, şiddet politikasında ısrar anlamına gelmektedir.  Gelinen aşamada mutlak tecrit, Öcalan’ın İmralı süreci boyunca temsil ettiği demokratik çözüm ve barış çizgisinin de tecridi anlamına gelmektedir. Bu bağlamda tecrit politikası Öcalan’ın İmralı duruşu-pozisyonuyla da sıkı sıkıya bağlantılıdır. Öcalan’ın İmralı’daki yirmi üç yıllık İmralı duruşunun ana özeti ‘Demokratik Dönüşüme Evet Tasfiyeciliğe Hayır’dır. Öcalan bu temelde İmralı’daki konumunu; “Buradaki konumum devletle ya birbirimizi boğazlarız ya da demokratik çözüm ve barışı sağlarızdır. Eğer İmralı’dan demokratik dönüşüm yönünde bir uzlaşma çıkarsa, bu bin yıllardan beri halkın özlemle beklediği bir bayram olacaktır. Yıllardır tecritte bu amaç için dayanıyor, bunun için sabrediyorum” şeklinde tanımlamıştır. Yani Öcalan’ın İmralı konumu stratejik barış, kardeşlik ve özgür birlikteliği esas alıyor. Türkiye halkı ve devletiyle onurlu bir barış temel amacıdır. Bu çizgiyi ‘93’ten beri devletle dolaylı ilişkilerle, 2009-11 ve 2013-15 süreçlerinde ise demokratik müzakerelerle sonuca götürmek istemiş, halen de bu çizgiyi sürdürmektedir. Dolmabahçe Mutabakatından sonra 7 Ağustos 2019 tarihli son avukat görüşmesinde de çağrısı yine bu temeldedir. Son tahlilde içinde tutulduğu mutlak tecrit koşullarına rağmen İmralı sürecinin demokratik çözüm ve barışla sonuçlanması için hala da hükümet ve devlet irade gösterirse demokratik çözüm ve barış için üzerine düşeni yapacağını söylemiştir. Son çağrısı da yanıtsız bırakılan Öcalan, yirmi dördüncü yılına giren İmralı süreci boyunca ortaya koyduğu demokratik çözüm projelerine yanıt verecek ciddi bir siyasi irade bulamamıştır, çıkanlar da oyalama ve tasfiye yaklaşımı içinde olmuştur. Öcalan’a göre Türkiye devleti ve hükümeti bu konuda hala karar vermiş değildir veya verememektedir, çünkü bağlı bulunduğu uluslararası İmralı tecrit sistemini inşa eden kapitalist modernitenin hegemon güçlerine göbekten bağımlıdır. “Bu süreçte şunu çok iyi algıladım ki, Türklük ne kendi adına savaşabilir, ne de barışabilir. Kapitalist hegemonyanın ona biçtiği rol, Türk halkı da dâhil, tüm Ortadoğu halklarının kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne açık hale getirilmesinde kaba bir jandarma rolü oynamak, bekçilik ve gardiyanlık yapmaktır. Hem Avrupa’nın içinde, hem dışında, sağlam kazığa bağlanmış Türkiye ve Anadolu kültürleri onlar için çok önemlidir” sözleriyle bu gerçeğe işaret etmiştir. Bu nedenle çözümsüzlük çıkmazına karşı üçüncü yol denilen demokratik ulus bloğunu, demokratik ittifak, demokratik anayasa ittifakını önermiştir. İtalya-zeytin dalı ve İspanya-demokratik anayasa hareketi örneklerini vererek bu bloğun yüzde on beşin üzerine çıkarak yüzde otuzlar veya seksenlere iktidara gelerek siyasi irade boşluğunu doldurmasıyla ancak Kürt sorunun demokratik çözümü ve barışı mümkün hale gelecektir. Kürt meselesinin çözümsüzlüğü üzerine kurgulanan İmralı tecrit sistemi de ancak bu temelde sona erebilir. Çünkü İmralı tecriti sistemsel bir sorundur ve ancak sistem değişikliğiyle, demokratik çözüm ve barış ve onun demokratik cumhuriyet anayasası ile ortadan kalkabilir.

 

Sonuç olarak; 

Yirmi dördüncü yılına giren uluslararası İmralı tecrit sistemi sadece Öcalan ile ilgili değildir, yirminci yüzyılın başlarında kapitalist dünya sisteminin dışladığı, çözümsüz bıraktığı Kürt sorunuyla bağlantılıdır. Dolayısıyla tecrit, Kürt sorunun demokratik çözüm ve barışına yönelik bir tecrittir, tarihsel çözümsüzlük politikasının bir uzantısı olup çözüm isteyen özgür ve demokrat Kürtlüğün, Kürt halkının özgürlüğünün ve özgürlük iradesinin tasfiyesi ile ilgilidir. Fakat Öcalan, şahsında temsilini bulan özgür Kürtlük iradesini İmralı baskı ve tecrit sürecinde de kimseye teslim etmemiştir. Kapitalist modernite sisteminin inşa ettiği uluslararası İmralı sistemine yanıtı, savunmalarıyla alternatifi demokratik modernite sistemini geliştirmek olmuştur. Bir başka deyişle Öcalan Türkiye’nin değil kapitalist dünya sisteminin tutsağı olduğunu bilinciyle savunmalarını da bu kapitalist dünya sistemine karşı geliştirmiştir. Öcalan halen içinden geçmekte olduğu süreci dördüncü ve sonuncu savunma katmanı olarak değerlendirmektedir. Bunlar ‘Demokratik Uygarlık Manifestosu-Kapitalist Modernitenin Aşılması Sorunları ve Demokratik Modernite’ adı altında beş cilt; birinci cilt ‘Uygarlık’, ikinci cilt ‘Kapitalist Uygarlık’, üçüncü cilt ‘Özgürlük Sosyolojisi’, dördüncü cilt ‘Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü’, beşinci cilt Türkiye ve Kürdistan özgülüne indirgenmiş ‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ halinde tamamlanmıştır. Böylece Öcalan kapitalist modernite sistemini tarihsel, toplumsal, güncel tüm boyutlarıyla adı geçen savunmalarında çözümleyerek onun alternatifi demokratik modernite sistemini geliştirerek uluslararası İmralı tecrit sistemine güçlü teorik yanıtını vermiştir. Son tahlilde İmralı somutunda ve Öcalan şahsında yaşanan kapitalist modernite sistemi ile onun alternatifi demokratik modernite sistemi arasındaki çelişki ve mücadeledir. Bu bir sistemler arası mücadeledir ve en yoğunca yaşandığı alan da hukuk ve yasaların nüfuz etmediği İmralı cezaevi olmaktadır. Öcalan’ın halen mutlak tecrit altında tutulması, onun halklar lehine geliştirdiği demokratik modernite sisteminin hayata geçirilmesini önlemeye yöneliktir. O halde İmralı sisteminin aşılması da ancak kapitalist modernite sisteminin alternatifi demokratik modernite sistemini inşa görevlerinin ve geliştirdiği üçüncü yol olarak tanımladığı Demokratik İttifak ile onun hukuki ifadesi olarak Demokratik Anayasa İttifakının başarısına bağlı olmaktadır. Yüzde on beşleri yüzde otuzlara, altmışlara çıkarıp iktidara gelerek hem bu geri antidemokratik anayasa ve yasaları değiştirme hem de devlet ve hükümet nezdinde yaşanan demokratik siyasi irade boşluğunu doldurma işlevini yerine getirilecektir. Bu temelde Öcalan’ın da demokratik çözüm ve barışı sağlama konumuna da işlerlik kazandıracağından, demokratik anayasal çözümle uluslararası İmralı tecrit sistemini nihayete erdirebilecektir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.