Düşünce ve Kuram Dergisi

12 Eylül Sonrası Hapishaneler

Selami Bulut

12 Eylül, sonraki siyasal tartışmaların merkezinde yer almış ve bir dönüm noktası olarak ele alınmış ve tartışılmıştır. Bunun birçok olgusal gerçeğe sahip bir ön kabul olduğunu es geçmeden, genel tartışmalara şerh düşmek gerektiğini belirtmeliyiz. Işık Ergüden’in bu bağlamdaki 12 Eylül yorumu şu şekildedir: “12 Eylül hapishaneleri”nden bir türlü çıkılamamış, herşeyi “12 Eylül”le açıklamak, o tarihi bir milat (“Mutlak Kötülük”) olarak görmek bir kuşağın egemen zihniyeti olmuştur. Oysa “tarih daima çağdaşımızdır, yani politiktir” (Gramsci); tarihi, geçmişi anıtlaştırmak, müzeleştirmek, politik dönemlerin metaforlasmasına izin vermek galiplerin ekmeğine yağ sürmek olur. “Mağlup”un “mağdur”a, “kurban”a dönüşümü, şimdiki zamanın ve politik alanın terk edilmesi demektir.” (s.105). Bu anlamda, örneğin 12 Eylül Diyarbakır cezaevi vahşetine uğrayanların anlatımları, genellikle “kurban”ın, anlatılması hiç de kolay olmayan ve hiçbir rasyonel zemine dayanmayan, son derece sterilize bir şiddet ayininin tekrarı biçimindedir. Tabi ki vahşetin düzeyi, dışarıdakilerin belki de kavrayamayacağı düzeydedir. Fakat bu anlatımda düşman-dost, kesinti-süreklilik, içeri-dışarı, özgür-tutsak kavramları oldukça muğlak bir şekilde ele alınmaktadır. Ek olarak başı-sonu keskin çizgilerle belirlenmiş bir tarihsel an olarak ele alınması, toplumsal-siyasal bir konuyu müzelik konuma düşürdüğü oranda apolitikleştirmektedir.

Gerek 12 Eylül gerekse sonraki yıllarda hapishane konusundaki içerisi-dışarısı ayrımı benzer bir anlatıyı tekrarlamıştır. Burada hapishane mutlak kötü ile özdeşleştirmektedir. Bu yaklaşım ise hapishanenin müteahhidi olan kapitalist modernitenin özgür insanlar tezini doğrulama tehlikesi doğurur. 30 yıllık tutsaklığın ardından yakın zamanda tahliye olan Mizgin Ronak’a kulak verirsek: “Söylendiği gibi en özgür hayaller ve insanlar cezaevindedir. Örneğin, makro-mikro iktidar ve liberalizm, tüm insan hücrelerinde yer almış durumda. Beden özgür olabilir ama özgürlük hiç olmamıştır. Ancak cezaevlerinin varlığı insanları kendilerini kandırmaya neden olabilir. Hem özgürlük kavramı kirlenir hem de anlamı azalır. Cezaevindekiler tutuklu, dışarıdakiler özgür mü?…Büyük bir yangın vardı ve biz o ateşe katıldık. Biz de ateşe âşık olan kelebekler olduk. Ateşi sevenler her nerede olursa yaşayabilirler” (jinnews)Kuşkusuz içerdeki ile dışardakileri aynı yere koymuyoruz. Ama kent eteklerinde metrelerce yükseklikte örülen duvarların içi, ardı ile birlikte var olabilir. Bu bağlamda 12 Eylül’de Diyarbakır cezaevinde vahşet sürerken, dışarısı da bir tür zincire vurulmuştu kuşkusuz.

12 Eylül, 71’de çerçevesi çizilen, devrimci hareket ile girişilen savaşın en ağır ve pek çok bağlamda da son cephelerinden birisi oldu. Bugünkü toplumsal-siyasal düzende de varlığını sürdüren 12 Eylül, ne yazık ki Türk devrimci hareketine büyük bir darbe vurmuş, öncesinin en kitlesel pek çok örgütünü tasfiye etmiş, bunun dışındaki örgütlerin çoğunu da kademeli olarak tasfiye etmeyi ya da marjinalleştirmeyi başarmıştır. Bu nedenle, 12 Eylül’de içeride olanlar mağdurdan ziyade Ergüden’in de belirttiği gibi mağluptur.

Hapishaneler konusunda 12 Eylül bir milat değildir. Devrimci hareketin yükselişi ile birlikte devletin hapishaneler konusunda atmak istediği adımlar, 12 Eylül’ün tasfiyedeki kararlılığı nedeniyle büyük ölçüde 80 sonrası, esasen de 2000’lerle birlikte atılmıştır. Bu dönüşümün meşruiyeti, değişen iktidarlardan bağımsız olarak devletin “içerisi terör eğitim merkezi haline geldi” anlatısı üzerinden sağlanmıştır. Kademeli olarak atılan adımlar, buna karşı geliştirilen direnişler sonrasında, 1999 İmralı cezaevinin oluşturulması yeni bir aşamaya işaret eder. Hapishaneler 84 sonrasının temel dinamiği olan savaşın bir belirleyicisi olmuştur. 99 ise bu cephedeki dönüm noktalarından biridir.

 

Ölüler Evi

Kapitalist modernitenin çocuğu olan hapishanelerin tarihi, tüm ezel-ebet görünümü ve yokluğunun tahayyül dahi edilemeyişine rağmen, birkaç yüzyılı bulmaz. Bu nedenle, sistemin suç-ceza çerçevesi, “hukuk devleti” ve “kuvvetler ayrılığı ilkesi” ve ulus-devlet oluşumunun bir parçası ve kapitalist ekonominin bir dişlisi olarak ele alınmalıdır. Bu anlamda hukuk sistemin kendini yeniden üreten ve mümkün kılan mekanizmaların güvence altına alınmış metin ve uygulamalarının bütünüdür. Ulus-devlet ancak sarsılmaz anayasa maddeleri ile, sınırsız talan ve sömürü ekonomisi, başlangıcı özel mülkiyetin garanti altına alınması olan özel hukuk düzenlemeleri ile mümkün olmuştur. Suç ve ceza olgusu ise özünde disiplin ve beden terbiyesi olan iktidar mekanizmalarının yeniden üretim alanı olmuştur. Hukukun uygulanış biçimi bile iktidarı yüzümüze çarpmaktadır: “Bütün bu “süreğen olağandışılık” durumları bir yana, yargının parodi niteliği, mahkeme salonunun, yani mekânın hiyerarşik düzenlenişinden hukukçuların kılık değiştirmesine dek uzanan bir gösterinin, geleneksel kast ve hiyerarşi ilişkilerinin sahneye konusunda kendini belli eder. Yargı, mahkeme, muhakeme daima bir ast-üst ilişkisidir; yargılanan her zaman asttır, aşağıdadır.” (Ergüden, s.21). Tüm bu müsamere ve sarsılmaz yasalar kuşkusuz esnektir. Sistemin devamı için çiğnenmeyecek yasa yoktur. Sistemin meşruiyet zemini olan hukuk, Selçuk Kozağaçlı’nın deyimiyle “acıkınca yenilen bir puttan” ibarettir. İktidar hukukun sopa olduğu, hoşuna gitmediklerinden hesap sormanın bir yolu olduğunu sık sık hatırlatır. Hukuk bir iktidar mekanizması, toplum karşıtlığının yazılı, sistematik ve korkutucu çerçevesidir. Sistemin ihtiyaç duyduğu güvenlikçi politikanın yeniden üretiminin ana kaynağıdır. Gözden uzak dolayısıyla gönülden de uzak suçlular ile hapishanede olmadığı için “normal” ve şükredilmesi gereken bir hayata sahip diğerlerinin toplamı sistemin ideal toplumunu verir.Hapishane, sistemin, dışarısının hür dünya olduğu varsayımına dayanır. Bu nedenle hapis cezası hürriyeti bağlayıcı ceza olarak isimlendirilmektedir. Topluma karşı suç işlemiş birey, toplum dışına çıkarılmakta, bu yolla toplum korunmakta, kişi ise ıslah olup topluma tekrar karışma hakkını elde etmenin bir yolunu bulmaktadır. Hapishane öncesinin klasik infaz rejimleri olan azap, kefaret ve işkence yerini oldukça “insancıl” bir infaz rejimine bırakmıştır. Foucault’un deyimiyle: “cezalandırılmak çirkin, cezalandırmak daha şerefli hale gelmiştir” (s.11). İnfazın hedef noktası değişmiştir artık. “Bedeni kudurtan kefaret cezasının yerine kalp, düşünce irade, ruhsal durum üzerine derinlemesine etki eden bir cezaya geçmelidir” (Foucault s.19-20). Esas olarak konumuz olan tecrit bu noktada devreye girmektedir. Biçimsel olarak ele alınış biçimi, yasal düzenlemelerin sunduğu hak ve yükümlülükler, öngörülen mimari yapıdan bağımsız olarak hapishanenin özü tecridin eğitici gücüne inançtır. Hapishaneler tecrit etmek için doğmuştur.

Bu noktada kapitalist modernitenin büyük bir yalanı devreye girmektedir: Sistemin çok sevdiği putlardan olan bireysellik. Suç ve ceza konusundaki bireysellik yanılsamasının ilk dışa vurumu “suç”un bireysel işlendiği, dolayısıyla cezanın da bireysel çekilmesi gerektiğidir. Halbuki “suç”ların siyasal otorite tarafından belirlendiği, “potansiyel suçlu” toplumsal kategorilerin oluştuğu ve toplumsal olanın beşiğinde büyümemiş insan eyleminin bulunmadığı gerçeği, suçun göreceliliğinin yanında işlenmişse dahi toplumsal girift ilişkiler biçiminin bir sonucu olduğu gerçeğini ortaya koyar. Görecelilikten kastımız suç ve cezaların tamamen iktidarın inisiyatifinde belirlenmesidir. Ulus-devletleri kuranların hepsi eski iktidar sahiplerince vatan haini olarak suçlanmışlardı. Çünkü suçlu/suç kavramları bir iktidar paradigmasının sözlüğünde anlam kazanır. Bu paradigmanın yokluğunda değişken ya da belirsiz anlamlıdır. Toplumun dışında birey ise kapitalizmin büyük çarpıtmalarından biridir. Bireycilik iddiası kişiyi kimliksizleştirme ve yok etmenin süslü bir ifadesidir. Halbuki toplumsal olarak muazzam bir güç olan insan bireysel olarak doğanın en güçsüz varlıklarındandır. Bireyselleştirme bu gücü ortadan kaldırmanın yoludur. Hapishane ve tecrit olgusu da tam olarak bu yüzden vardır. Esasen kapitalist modernite bireysellik iddiasında değil arzusundadır ve hapishane ile hapishanenin belirleniminde şekillenen toplumsal kurgu bu arzunun somutlaşmasında oldukça hayatidir. “Mahkûmun dış dünyaya nazaran, yasa ihlalini teşvik eden her şeye, bu ihlali kolaylaştırmış olan suç ortaklıklarına nazaran soyutlanması. Tutukluların birbirinden soyutlanması. Ceza yalnızca bireysel değil, aynı zamanda bireyselleştirici olmalıdır.” (Foucault s.297). Bireyselleştirici ceza, toplumu suçludan koruma, suçluyu toplumdan uzaklaştırma ve bu yolla ıslah ve eğitim sonucu tekrar topluma katılmaya hak kazanan bireyler yaratma iddiasındadır. Aradan geçen yüzyıllar ise bu iddianın tersini doğrulamaktadır. Buna rağmen hapishanelerin inşasına, teknik gelişmenin de yardımıyla, çok daha komplike bir şekilde devam ediliyor oluşu iddianın gerçekle bağdaşmadığını ortaya koymaktadır.

Hapishaneler konusunda dönüm noktalarından birisi olan ve sonrasının ana şemasını da oluşturan, Bentham’ın yaratıcısı olduğu panoptikon mimari yapı sistemin esas amacını da ortaya koymaktadır. Bu yapı ile öngörülen tutsağın kesintisiz gözetim altına alınarak disipline edilmesidir. Foucault benzer bir mimari yapının sistemin en önemli kurumları olarak gördüğü okul, askeri kışla ve tımarhanelere de uyarlandığını söyler. Sistem kurumsallaşmasını zorunlu tuttuğu kurumlar ve ideal olarak tanımladığı davranış kalıplarının dışına çıkanı tıkadığı ve doluluk oranı giderek artan yapılar ile sağlamaktadır. Kesintisiz gözetim, iktidarın tüm gözeneklere sığdığı ve dolayısıyla tahakkümün nefes aldırmadığı bir kitle yığını arzulanmaktadır. Bu nedenle hapishanelerin varlık sebebi esasen toplumu parçalamak, savunmasız kılmak ve fethederek atomize bireylerden oluşan bir kitle oluşturmaktır. Atomize kitle sınırsız sömürü ve talan düzeninin de ön koşuludur. Hapishanelere ilk tıkanan kitleler “başıboşlar” olmuş. Onlara toplum içine çıkma hakkı verilebilmesi için kölece çalışmanın öğretilmesi gerekmişti. Köle ticaretinden, sömürgeleştirmeye, servet transferine varan talan düzeninde hapishanelerin oynadığı rol kritiktir. Ücretsiz işgücü yığınları sermaye birikimde hayati rol oynamıştır. Nazi toplama kampları bu konuda yaygın bilinen bir örnektir. Bugün de tüm dünyada bulunan milyonlarca tutsak ücretsiz köleliğe devam etmektedir. Bunun da ötesinde hapishanelerin varlığı dahi, içerdekini olduğunu kadar dışardakini de terbiye ettiği oranda kölelik düzenin varlık garantisidir.

 

Hapishanelerin Bitemeyen Reformu

Hapishaneler ile ilgili en ilginç hususlardan birisi, yapının bitmeyen bir iyileştirme ve reform tartışmalarının odağında olmasıdır. Garip olan ise reformun devlet dışı yapılarca sıkça talep ediliyor oluşu. Ergüden’in belirttiği gibi: “Ancak bu reform isteği de paradoksaldır. Kurumların en barbarı için talep edilen koşullar (“insanca yaşam koşulları”) genellikle çoğunluğun “dışarda” da sahip olmadığı koşullardır.” (s.38). Bu içerisi ve dışarısı arasında, esasen sistemin çizmek istediği, kalın çizgi anlayışı ve hapishanenin varlığını tartışmaya açmayı tahayyül dahi edemeyecek bir çarpık bilince işaret ediyor. Sistemin varlığını bu düzeyde bağladığı bir kurum palyatif çözümlerle düzeltilemeyecek kadar bozuktur.

Diğer yandan iyileştirme ve reform sistemin sahiplerinin de dilinden hiç düşmemiştir. Bugün, Türkiye’de hala her gün yeni bir tip ekleniyor hapishanelere. İktidar alfabedeki bütün harfleri bitirmeye kararlı görünüyor. Devletin reform konusuna yaklaşımının özünü insani yaşam koşulları oluşturmuyor. Devlet hapishanelerden beklediğini (toplumsal olanı yok etme, kimliksizleştirme, kendi deyimleri ile pişmanlık ve ıslah) tam olarak alamadığını gördükçe yeni bir arayışa giriyor. Bu nedenle hapishaneler kapitalist modernitenin oldukça iddialı olduğu pek çok alanda olduğu gibi, ne kadar sofistike ve güçlü görünürse görünsün kesintisiz bir krizi de içinde barındırmaktadır. Sistem bir türlü muradına ulaşamamakta, hatta çoğu zaman başına bela almaktadır.

Türkiye’de hapishane dönüşümü konusunda devletin ciddi tartışmalara 12 Mart darbesi ile birlikte başladığı görülüyor. Bu tarihten F tipleri sürecine kadar, yani 2000’lere kadar bu konudaki ana argüman “cezaevleri terör/anarşi yuvası haline geldi, terörist eğitim kampı haline geldi” olmuştur. Bugün dahi hapishane nüfusunun büyük bölümünü “adli” tutsaklar oluşturur, fakat devlet cezaevinin yapısı ile ilgili hep siyasi tutsaklar üzerinden sitemlidir. Bu nedenle de dönüşüm siyasileri “ıslah etmek” amacıyla yapılır. Bunun yanında tartışmaların, “anarşist/teröristler” üzerinden yapılması, devlete güvenlikçi politikalarını konsolide etme ve içerde-dışarda sınırsız şiddet hakkını güçlendirmektedir. Bu anlatıda hapishaneler “teröristlerin” kapatıldığı yerler olmaktadır ve dolayısıyla ne yapılsa haktır. Bu nedenle, devlet uzun süredir oldukça işlevsel bir söylem tutturmuş ve 84 sonrası savaşın çok özel bir ayağını hapishaneler olarak belirlemiş ve uygulamıştır.

12 Mart’ta darbecilerin murat ettiği fakat çok fazla muvaffak olamadığı reform adımlarının 12 Eylül ile birlikte hayata geçirilmeye başladığını söyleyebiliriz. Bunların en önemlisi hapishanelerde askeri düzenin sağlanması ve tutsakların, askeri hiyerarşinin en altında bulunan, er, personelin komutan, her sözün emir sayıldığı düzendir. Tek tip elbise, bir örnek tıraş bu kapsamda atılmış adımlardır. Fakat darbeciler hala tatmin olmamıştır. Hapishanelerin hala “anarşi/terör” yuvası olduğu dillerinden düşmez. Onlara göre siyasiden giren eğitimlerini hapishanede tamamlamakta, adliden giren anarşist olmaktadır. Metris Cezaevi 81 yılında bu sorunlara çözüm amacıyla ve yenilere örnek olması amacıyla açılmış ilk hapishanedir. 1983 yılında ise hapishanelerle ilgili mevzuatta değişikliğe gidilmiş ve 2000’lerde devletin önemli oranda başarı sağladığı fakat hala tamamlamaya çalıştığı ve tecrit içinde tecrit rejiminin kaynağı oluşturan adımlar atılmıştır. Mevzuatta öngörülen en önemli değişiklik siyasi tutsakların 1 ve 3 kişilik hücrelerde kalması olmuştur. Buna dönük adımlar E tipi cezaevlerinin yapımı ile başlamış, bu yıl ilk kez açılan S tipi cezaevlerinin yapımı ile devam etmektedir.

 

Hapishane ve Birey

Hapishaneler gerçekte olamayan ve dolayısıyla çarpık bir toplumsallığı dayatır. Mekânsal kısıt, katı kurallar, mutlak gözetim birbirini hiç tanımayan insanlar arasında kuşkusuz kirli bir ilişki yaratır. Denetim altındaki kişinin taşıdığı gerginlik, yabancılarla bir arada yaşama zorunluluğu en fazla yapay ve huzursuz bir topluluk yaratabilir. Bu kendi içinde bir kültür, hiyerarşik bir yapı, deyim yerindeyse bir racon oluşumuna sebep olur. Başka türlüsü mümkün olmadığı için doğal olmayan bir arada yaşama kültürü oluşur. Bu doğal olamama durumu hapishaneye giren herkes için geçerlidir. Fakat siyasi tutsakların en azından teorik olarak kendisine yabancı olmayan kimselerle bir arada yaşama olanağı mümkün olabilmektedir. Doğa dışılık burada da devam eder kuşkusuz ama bu yolla iktidarın arzu ettiğinden farklı bir yaşam inşa edilebilmektedir. Komün adı verilen ve ortak bir program oluşturmayı ve bir arada hareket etmeyi kapsayan bu yapı, devletin 12 Eylül sonrası en önemli hedeflerinden ilkidir.

Hapishanelerde oluşturulan komünlere saldırma ve dağıtma istediği 1950’lere kadar gitmektedir. 12 Mart darbesiyle tekrar hedefe konulmuştur ama esas bozucu etki 2000’lerde yapılabilmiştir. Bunun için öncelikli olarak, kendi deyimleriyle “koğuş sisteminden oda sistemine” geçiş yapılmalıdır. Hücre, disiplin cezasının yaptırımı olarak uygulamaya konulabileceği için sistem yeni dizayna hücre değil oda demektedir. Sisteme göre bu “oda”ları hücreden, infaz rejimini ise tecritten ayıran şey, tutsaklara tanınan diğer insanlarla temas olanağıdır. Tek kişilik bir “oda”da dahi kalsanız diğer tutsaklarla teması devlet size bir hak olarak sunmaktadır. Kuşkusuz haftada 8-10 saat olarak öngörülen bu temas hakkı infaz rejiminin tecrit uygulaması olmadığı anlamına gelmez. Fakat mevzuatta bulunan bu “hak”lar dahi, uygun yer bulunmaması, personel yetersizliği, keyfi disiplin cezaları ile çoğu zaman uygulanmamaktadır. Bu uygulamanın uç örneğini İmralı infaz rejiminde bulabiliyoruz. 10 yıl boyunca bir adada tek kişiye, sonraki on 13 yılda ise 4 kişiye uygulanan, belki de eşine rastlanamayacak bir infaz rejimi söz konusudur. Aile, avukat görüşü bile yıllarca, disiplin cezaları gerekçesiyle yaptırılmamış ve bir tutsağın olağan pek çok hakkı uygulanmamıştır. Başlı başına farklı bir çalışmanın konusu olması gereken bu hususa, 12 Eylül sonrası hapishanelerden sistemin hedeflediği şeyi vurgulamak için değiniyoruz. Bu uç ve ayrıksı görünen durum aslında hapishanelere genel yaklaşım ve yeni toplum/kitle arzusunun daha sofistike bir biçimidir. Başka bir deyişle aslında özü bu infaz rejimidir ve fakat yoğunlukları değişkenlik göstermektedir. Komün olgusu, hapishanenin yaratıcılarının arzuladıkları çarpık toplumsal yapıyı bozmaktır. Sistem genellikle adli mahkumlar arasında ortaya çıkan katı hiyerarşik yapı ve eşitsizlik üzerine temellenmiş bir kurtlar sofrası yaratmak istemektedir. Koğuş sisteminde ortaya çıkan dayanışma ve paylaşımcı karakterli komün yapısına saldırının esası budur. Amaç insanlıktan çıkarmaktır. 12 Eylül’de Mamak Cezaevinin işkencecisine atfedilen” sizi insanlıktan çıkarıp tekrar insan yapacağım” sözü bugün hücre ve tecrit ile devam etmektedir. Fiziksel işkencenin yerini zihne darbe vurmayı hedefleyen hücrelerdir. “Tekrar insan yapma” ise sistemin elde etmek istediği bireye işaret eden.

 

Hapishane ve Mekan

Hapishanelerin mimari yapısı ile ilgili, yukarıda da değindiğimiz, temel husus mutlak denetim ve gözetim altında tutma odaklı olmasıdır. Tutsakların 24 saat gözetlenebilir halde olmaları, her adımın önceden belirlenmiş kurallar çerçevesinde atılarak denetimin kesintisiz olması hedeflenmektedir. Köşeli, uzun mesafelere müsaade etmeyen çok koridorlu, üst üste kapı ve kilitlerden oluşan, etrafı yüksek duvar ve tel örgülerden oluşan yapı gözetimi kesintisiz kılmaktadır. Teknik gelişme ile birlikte denetim artık oldukça kolay hale gelmiştir. Denetim ve gözetim olgusunu hapishanelerde görece uç bir durum olarak ele alıyoruz. Aksi hale sahte özgürlük yanılgısına düşme tehlikesi kaçınılmaz olurdu. Kesintisiz iktidar ve toplumu nefessiz bırakma kapitalist modernitenin varlık koşuludur. Devlet kurumlar, okullar, kolluk, ordu gibi devleti mümkün kılan kurumsal yapılar hapishanelerle yarışacak düzeyde denetim ve gözetime tabidir. Bunun da ötesinde artık evde dahi iktidardan kim kaçabilmektedir? Sokağa adım atıldığında ise her adımda iktidar yeniden üretilmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi hapishanelerin yüksek duvarları, dışarının mutlak denetim ve gözetimi ile mümkün olabilmektedir. Hapishanelerin gözden uzak gönülden uzak olması için sistem, duvarları artık yetersiz görmektedir. Dünyada var olan hayalet hapishaneler olgusu gelinen düzeyi ortaya koymaktadır. Hapishanenin erken dönemlerinde “suçluların” sömürge ülkelerine gönderilmesinin devamı niteliğinde görülebilecek bu durum, mekânın yok edilmesi ile yeni bir aşamayı temsil eder. Hapishane bir anlamda kişinin varoluşunu şekillendiren mekânın değiştirilmesi ve kısıtlanması olgusudur. Yakın zamana kadar yasal olarak, şu anda dolaylı olarak var olan sürgünü bu anlamda hapishanenin bir biçimi olarak görmek mümkün.

Yersiz-yurtsuz hapishanelerin önemli bir örneği İmralı’dır. 99 sonrasında adeta görünmez kılınmıştır. Paralel olarak hapishanelerin şehirlerin dışına çıkarıldığını görüyoruz. Toplumla temasın tamamen kesilmesi, içinde ne olup bittiğine dair hiçbir fikrin olmamasına dönük önemli bir adım. Aynı zamanda hapishaneler konusunda toplumsal duyarsızlığı kazanmak için atılmış önemli bir adım. Artık hapishaneler kitleyi ürkütmeye yarayan dağ başında içi görünmez bir alandan ibaret. Bugün hızla inşa edilen “kampüs cezaevleri” ile birlikte, tutsakların duruşma, hastane için bile olsa o duvarların dışına çıkılamaması isteniyor. Tutsakların toplumla teması sıfıra indiriliyor.Tutsaklar hapishanede mekânı sistemin teknisyenler ordusu ile paylaşır. Bunlar dışında mekâna dahil olanlar ise tutsakları görmeye gelenlerdir.

Bugün Türkiye hapishanelerinde 300 bine yakın tutsak bulunduğu tahmin ediliyor. Bunlara hapishane çalışanları ve hapishane mekanına kısa süreli de olsa dahil olmak zorunda kalan insan sayısı düşünüldüğünde, sistemin muazzam bir toplumsal laboratuvar elde ettiği ve burada yaratılan iktidar ilişkilerini topluma yayma konusunda elde ettiği fırsatın oldukça büyük olduğu görülüyor. Milyonlarca insanın bu düzeyde denetime tabi olması iktidarın konsolidasyonu için olmazsa olmazdır. Tutsakların durumuna değindik. Hapishane çalışanları iktidar oluşumunun öznesi oldukları düzeyde nesneleridir aynı zamanda. Ailelerin durumu ise denetim mekanizmasının önemli bir ayağıdır. Tutsakla temasınız mevzuatta bile oldukça sınırlı tutulur. Haftalık 10 dakikalık telefon görüşünüz dinlenir, yazdığınız her şey okunur, uygun görülürse verilir. Bu aşamaları kontrol etmeniz mümkün değildir. 30 dakika-1 saat görüş hakkınız eğer bir sebeple engellenmez ise her adımınız kontrol altındadır. Hapishane kapısından başlayan sorgulama aramalar, içinden geçilen cihazlardan sonra, sayısız kapıdan geçtikten sonra görüşmek için var olan sınırlı vaktinizde gardiyan başınızda beklemektedir. Özel alana kesinlikle tahammül yoktur. Bu muazzam kurgu sizi yok etmek, güvensiz bireyler haline getirmek ve bir aile, dolayısıyla toplum olmaktan çıkarmak için yaratılmıştır. Bedeniniz iktidarın mutlak tahakkümü altındadır ve zihninizin bu müsamereyi normal karşılaması istenir. Dolayısıyla arzulanan tutsaktan beklendiği kadar itaatkâr olmanızdır.

 

Hapishane ve Güvenlik

Hapishanelerin en önemli işlevlerinden birisi güvenlik algısında yol açtığı çarpıklıktır. Hapishanelerin varlık sebebi dışardakileri güvende tutmak olarak açıklanırken, kesintisiz bir güvensizlik hissi canlı kılınmaktadır. Toplum sistemin güvenlik aygıtının sürekli denetimine tabi ve suçlular hapishanelere konulmuş olmasına suç potansiyel olarak her an mümkündür. Henüz suç işlememiş olsalar dahi suç işleme potansiyeline sahip toplumsal kategorilerin, yani sistemin arzu ettiği uyum seviyesine erişmemiş olanların, varlığı hapishaneleri olduğu kadar bütün güvenlik aygıtına meşruiyet sağlamaktadır.

Potansiyel tehdit varsayımı savaş dahil her olasılığı meşru kılmaktadır. “Hayata dönüş” adı verilen operasyon döneminde dönemin iktidar güçleri saldırıyı “terör ve anarşi yuvalarına” dönük gerçekleştirdiklerini söylemişti. Saldırı öncesinde tutsakların işlediği suç hapishaneyi “terör ve anarşi yuvasına” çevirmektir. İşlenmiş herhangi bir suç yoktur ama potansiyel olarak olduğu varsayılan bir durum nedeniyle onlarca insanın ölümüne sebep olan saldırılar gerçekleşmiştir.

Güvenlik aygıtına sahip iktidarı aynı zamanda suçu özgürce tanımlayabilmektedir. Bu nedenle güvenlik algısı oldukça karmaşık bir hal alır. Suçu tanımlama özgürlüğü herkesi suçlu ilan edebilme lüksünü beraberinde getirir. Buna bir de suç tehlikesi eklenince masum-suçlu ayrımı ortadan kalkmaktadır. Türkiye’de son 20 yılda farklı iktidar bloklarına angaje ve dolayısıyla farklı ideolojik saiklerle hareket edebilen toplumsal gruplarla ilişkili bürokrat ve askerler farklı tarihlerde hapishaneye girdi. Hatta bayrak yarışı misali biri girerken diğeri çıktı. Tüm bunlar aynı siyasi yapının yönetiminde oldu. Sadece bu gerçek bile suçlu kavramının ne kadar göreceli ve keyfiyete tabi olduğunu ortaya koymaktadır.

Şiddet tekelini elinde bulunduran devletin ihtiyaç duyduğu güvenlikçi politikanın olmazsa olmazı olan korku ise tüm yargı sürecinin ve nihayetinde hapishanenin her anına sinmiştir. Gözaltı işleminden başlayarak, göz altına almanın kendisi dahil, her aşama bir sopa olarak elde tutulur. Mevzuatta bir tedbir olarak işlenen göz altı Türkiye’de uzun zamandır bir cezalandırma yöntemi olarak uygulanmaktadır. Bunun da ötesinde gece ev baskınları, kapı kırmalar, karakolun fiziksel koşulları gibi her an korku salmanın bir parçasıdır. Yargılama aşaması kesin hiyerarşik disiplini ile hapishanelere oldukça yakışır pozisyondadır.

Tutukluluk yine mevzuatta tedbir olarak bulunmasına karşın bir cezalandırma yöntemi haline gelmiştir. Çok uzun süreler tutuklu kaldıktan sonra beraat etme artık rutin bir uygulamadır. Ve nihayet hapishane sopaların sopasıdır. Bu sopa potansiyel “suçluları” dize getirmek kadar geriye kalanların da çizgi dışına çıkmamasını garantilemek içindir. Dolayısıyla tüm topluma sirayet etmesi arzulanan bir korku iklimi kesintisiz bir şekilde devam etmektedir. Doğal olarak bu korku iklimi her türden güvenlikçi politikayı da meşru kılmaktadır.

Tüm korku ve güvenlikçi politikanın yeniden üretim imkânı devlete, son kırk yıllık savaşta oldukça işlevsel bir cephe imkânı sunmuştur. Son yedi yıllık pratik artık bir sınır tanınmadığını ortaya koyuyor. Hukuk ve hapishaneler Kürtlere karşı her zaman bir sopa olarak kullanılır, son dönemdeki yenilik devletin kendi yasa maddelerini kendi lehine yorumlama konusundaki esneklikte bir sınır tanımamasıdır. Bu sopa Kürtlerle birlikte hareket edebilecek tüm toplumsal kesimlere de aralıksız sallanır. Hapishanelere doldurulan “terörist” sayısı ise devlete atmak istediği güvenlikçi adımlar konusunda da sınırsız özgürlük getirmektedir.

 

Sonuç

Artık Türkiye’de hukukun nesnesi olmanın ve hapishaneye girmenin ne kadar kolay olduğunu neredeyse tüm toplum bilir. Çok değil 5-10 yıl önce kendisi ile hapishane arasında büyük bir uçurum gören toplumsal kesimler dahi kazın ayağının perdeli olduğunu gördü. Hatta şu an toplumun büyük bir kesimi her an hapishaneye girebileceğini bilerek, diğer yarısı ise seçimi kaybederse böyle bir ihtimalden bahsetmektedir. Tecridin ne düzeyde toplumsallaştığını bu açık durum dahi ortaya koymaktadır.

Fakat tüm bu baskı mekanizmaları, hapishaneler, dışarıdaki denetim gözetim imkanları ve iktidar mekanizmalarının başarı düzeyi nedir? Özellikle konumuz itibariyle hapishanelerde arzulanan itaat ve kimliksizleştirme hayata geçirilebilmekte midir? Bu soruların kesin cevabı kuşkusuz yok. Mutlak bir zaferden söz edilemeyeceği açık. Ancak madalyonun diğer yüzünün de çok parlak olmadığı ortada. Hapishaneleri toplumun göbeğinde, toplumsal ilişkilerin, disiplin ve iktidar mekanizmalarının ortasında ele aldık. Bu nedenle 12 Eylül’den bugüne değişen toplumsal yapı ile hapishaneleri birlikte düşünmek gerekir. Darbecilerin siyasal programlarının, toplumsal kurgunun ve hapishanelerin biçimsel dönüşümünün kısmen hayata geçirildiği ortada. Bugün hapishaneler büyük ölçüde hücrelerden toplum ise büyük ölçüde atomize kitlelerden oluşuyor. Kürdistan’ın özgün durumu ve savaş gerçeği nedeniyle bir yana bırakırsak, 80 öncesinin toplumsal dinamiği, özellikle siyasete yön verebilen öğrenci-gençlik hareketliliği oldukça cılız durumda. Fakat buna karşın nitelik ve niceliğinden bağımsız olarak duyarlı ve direngen bir kitle de her zaman var. Hiç olmadık yerlerde, örneğin gezi gibi, bir anda bütün ön kabulleri yerle bir etme potansiyeline sahip bir kitleden bahsediyoruz.

Hapishanelerde arzu edilen ne kadar başarıldı? Hapishanelere doldurulan kitlenin ne düzeyde “ıslah” edildiğini tespit etmek güç. Muhtemel olan büyük ölçüde sonuç alındığıdır. Fakat unutmaması gereken nokta, sistem için hayati düzeyde önemli olan hapishanelerde, devlet bir kişiyi dahi “ıslah” edememişse kaybetmiş demektir. Bu nedenle kimin zafer elde ettiğine karar vermek oldukça zor. Hayata Dönüş katliamında yanarak kurtulan bir tutsağın “biz kazandık” diyerek zafer işareti yaptığı görüntüler hala akıllardadır. Dahası 12 Eylül rejimine karşı en büyük direnişlerinden birisini veren ve zafer elde eden Diyarbakır Cezaevi direnişçileri, binlerce tutsak arasında bir avuç insandan oluşmaktaydı. Ama sonraki tüm gelişmeler bu bir avuç insanın darbecileri yendiğini ortaya koyuyor. Darbeciler ideolojik olarak yenildi fakat 12 Eylül rejimi hala bir biçimde devam ediyor. Ona karşı mücadele de devam ediyor. Bu mücadele hapishanenin kendisi bir sorun haline getirdiği ve hapishanesiz bir dünyayı tahayyül ettiği oranda 12 Eylül ile gerçekten bir mücadele yürütebilecek ve 12 Eylül direnişçilerinin mirasının gerçek sahibi olabilecektir. Aksi halde iktidarın kesintisiz üretiminin yarattığı çarpık bir toplumsallık özgürlük adına ne varsa tüketmeye devam edecektir.

 

 

 

Kaynakça
Emine Gürsoy Naskali, Hapishane Kitabı, Kitapevi Yayınları.
Işık Ergüden, Hapishane Çağı Kapatılan İnsan, Versus Kitap.
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, İmge Kitapevi Yayınları.
Michel Foucault, Özne ve İktidar-Seçme Yazılar 2, Ayrıntı Yayınları.
Mizgin Ronak, https://jinpanel.com/VIDEOLAR/content/gallery/193448.
Mustafa Eren, Kapatılmanın Patolojisi, Kalkedon Yayınları.
Muzaffer Ayata, Diyarbakır Zindanları 1-2, Aram Yayınları.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.