Düşünce ve Kuram Dergisi

Tecrit ve İzolasyonun Tarihçesi

Fehmi Arslan - Sinan İyit

İnsanlık tarihi,  özünde iki modernitenin oluş ve mücadele tarihidir. Bir yanıyla doğal toplumla temeli atılan ve “komünal toplumsal değerlerin büyük direnmesi” olarak Demokratik Modernite, diğer yanıyla da devletin ortaya çıkışıyla temeli atılan devletli uygarlık tarihi ve bu tarihin bir “kar topu-nar topu” misali büyüyerek geldiği aşama olan kapitalist modernitedir. Bir Sümer Rahip icadı olan devlet, tarihi sahnesinde yerini aldığında ilk yaptığı şey kadına, Kadın-Anayanlı toplum değerlerine saldırmak ve bu değerleri yok etmek olmuştur. Doğal toplum ve kadının temsil ettikleri birer anlam ve hakikat söz konusudur. Aynı şekilde devletin, erkeğin de temsil ettiği bir anlam ve hakikat söz konusudur.En yalın ifadeyle doğal toplum ve onun yaratıcısı olan kadın ve bu toplumsal varoluşun günümüz açısından en örgütlü formu olarak Demokratik Modernite, devrimci varlığı temsil ederken devlet ve onun yaratıcısı erkek ve bu toplumsal varoluşun günümüzdeki en örgütlü formu olarak kapitalist modernite, karşı-devrimci varlığı temsil etmektedir. Konumuz tecrit yani izolasyon, dolayısıyla da kavranması gereken tecridin uygulandığı laboratuvar ortamları olarak zindan, hapishane vd. haneler ve bu yerlerin egemenler (eril zihniyet) tarafından hangi öncül vakalardan çıkarılan derslerle inşa edildiği hususlarını ele alacağız.

Zindan Farsça bir kelimedir. “Karanlık ve kasvetli, sıkıntılı bir yer” anlamına gelmektedir. Hapishane ise Arapça habs ile Farsça hane kelimelerinden türetilmiştir. Hapis cezasına çarptırılmış olanların kapatıldığı yer anlamına gelir. Zindan denilince kısa süreli kapatılma akla gelmektedir. Zindan, zaman içerisinde ilk anlamına yeni anlamlar katarak hapishaneyle aynı anlamsal öze kavuşmuştur. Bu anlamdaşlığı bir kenara bıraksak bile ilk çıkışlarında taşıdıkları anlamları göz önünde bulundurduğumuzda, ikisinde de ortak olan nokta kapatılma gerçekliğidir. Kapatma bir alıkoyma, toplumdan koparma, cezalandırmadır. Aynı zamanda kapatma bir hakimiyet tarzıdır. Bu tarz ve yöntemle amaçlanan muhalif olanı, karşıt olanı veya “tehlikeli” kabul edileni her açıdan teslim almaktır.

Burada ilk cevabını bulmamız gereken tarihte ilk kapatılma -tecrit- kime karşı yapılmıştır sorusu olmalıdır. Dar sınıf penceresinden bakıldığında verilecek cevap, “isyan eden köleler” olur. Daha genel bir söylemle söylenecek olursa kapatılanlar, her tarihsel toplum formunda egemenlere karşı çıkan kesimlerdir. Bunlar birer gerçekliktir, ancak eksik gerçekliklerdir. Doğru bir tarih okuması yaparsak tarihte ilk kapatılanlar kadınlar olmuştur. PKK Lideri Abdullah Öcalan, kadın açısından “özel ev, genelev ve cezaevi” olmak üzere üç evi işaret eder. Her üç ev türü de bir kapatılma rejimidir. Toplumsallığın yaratıcısı kadın, bizzat toplumsallığın inşa merkezi olan evde tersine bir sürece tabi tutulmuştur. Hangi zamanda? Ataerkil zihniyetin geliştiği dönemde. Özel ev haline getirilen hane, kadının zindanı olur. Kadın her açıdan denetim altına alınır. Bir kişinin özel mülkü kılınıp denetimi ve gözetimi altına alınır. Zindana alınan tutsak da egemenlerin mülkü kılınır. Geneleve kapatılan kadın ise tüm erkeklerin mülkü kılınır ve bedenini satması yoluyla düşürülür. Cezaevi bu kapatılmaların son halkası, en örgütlü uygulanan rejimidir.

 

Kapatılmanın Tarihçesi Bilinmeden Tecrit Anlaşılamaz

Bir kapatılma tarzı olarak zindan; ataerkilliğin tarih sahnesinde yerini almasıyla başlamış, 16. yüzyılda varlığı sorgulanmış, 18. Yüzyılın sonlarında ise miadını doldurmuş bir kapatılma rejimidir. Hapishanelerden farkı, cezalandırmanın bir şölen havasında yapılmış olmasıdır. Toplumu teslim almanın, yönetebilir konumda tutmanın yöntemlerinden biri de şiddetin vahşice uygulanarak toplumda korku yaratıp itaat ettirilmesinin sağlanmasıdır. İşte bedene azap (acı) çektirme ve bunun halka açık bir şekilde yapılması böylesi bir ereğin sonucudur. Zindan böylesi bir ereğin gereği olarak ortaya çıkmıştır. Acı çektirerek cezalandırılmanın gerçekleştirileceği sürece kadar kişinin veya kişilerin tutulduğu yere verilen adlandırmadır. Bu yer çoğunlukla yer altındadır, karanlıktır. Alıkonulan yerin kendisi bile insanda bir sıkıntı yaratmakta, dehşet uyandırmaktadır.

Acı çektirerek cezalandırma amaçlı bir kapatılma rejimi olarak zindanın hakim olduğu tarihsel-toplum süreci, köleci ve feodal devlet süreçleri ile kapitalist devletin belli bir evresini kapsamaktadır. Bu sürecin siyasasının temel özelliği, yaşam ve ölüm hakkının hükümdarın (kral-padişah) iki dudağı arasında olmasıdır. Dolayısıyla cezalandırma hükümdar adına yapılmaktadır. Bu öyle gizli değil, bizzat toplumun izlenmesinin sağlandığı alanlarda yapılmaktadır. Yani toplumda bu cezalandırmanın bir parçası kılınır. Acı çektirilerek cezalandırılan beden bir araçtır, asıl amaç bu beden üzerinden toplumda korku yaratarak hükmetmektir. Michel Foucault “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitabında acı çektirerek cezalandırmaya ilişkin bir örneği aktarır. François Damiens, kralı öldürmüştür. Verilen cezanın iki aşaması vardır. İlki suçunu Paris Kilisesi’nin kapısı önünde suçunu itiraf etmesidir. Buraya iki tekerlekli bir yük arabasıyla getirilir ve üzerinde yalnızca bir gömlek vardır. Elinde ise iki libre ağırlığında yanar haldeki bir meşale taşır. Bütün bunlar hükmün gereğidir. Burada suçunu itiraf ettikten sonra, aynı yük arabasıyla bu kez Grêve Meydanı’na götürülecek ve halkın gözleri önünde acı çektirilerek idam edilecektir. Önce memeleri, kolları, kalçaları, baldırı kızgın kerpetenle çekilir. Kralı öldürdüğü bıçak Damiens’in sağ elindedir. Kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve eritilen bal mumu ile kükürt dökülür. Sonra bedeni atlarla ters yönde çektirilerek parçalanır ve en son vücudu ateşle yakılarak kül haline getirilir. Külleri ise rüzgara savrulur. Bütün bunlar Damiens hakkında verilen ceza hükmünde ayrıntıyla ortaya konulmuştur. Burada (bedenle acı çektirerek cezalandırma) amaçlanan “Bir gün biz de böyle vahşi bir uygulamaya maruz kalabiliriz, aman hükümdarın öfkesini üzerimize çekecek bir şey yapmayalım.” yönlü bir düşüncenin insanlarda oluşmasıdır.

 

Bir kapatılma tarzı olarak zindan; ataerkilliğin tarih sahnesinde yerini almasıyla başlamış, 16. Yüzyılda varlığı sorgulanmış, 18. Yüzyılın sonlarında ise miadını doldurmuş bir kapatılma rejimidir

 

Dolayısıyla asıl olan acının kendisi değil, bu acının insan zihninde yarattığı korkudur. Bu korku insanları itaat etmeye sevk etmektedir. Egemenler açısından esas olan adaletin sağlanması değil, kendi iktidarlarını yeniden ve yeniden inşa etmektir. Bu inşada dinin de kullanıldığını görmekteyiz. Burada kastettiğimiz hükümdarın kendini tanrının bu dünyadaki temsilcisi olarak ilanı -ki bu da işin önemli bir boyutudur- insanlara acı çektirilerek cezalandırılma yapılırken bunun aynı zamanda bir kefaret olduğunun toplum zihnine yerleştirilmesidir.

Bir kere “Benim burada çektiğim acılar öte dünyada çekeceğim cezaların hafifletilmesinin kefaretidir.” yönlü bir düşünce zihinlere ekilmiştir. Bununla da yetinmemiş, cezalandırılan kişinin erken veya geç can vermesi bile “Günahı az olduğu için tanrı onun fazla acı çekmesini istemedi.” tarzında yorumlamıştır. Aslında bu, bedene acı çektirerek cezalandırmaya dinsel açıdan bir meşrulaştırma sağlamıştır. Ancak, Aydınlanma ve Rönesansın gelişmesiyle birlikte insanı daha fazla merkeze alan ve dinsel yaklaşımlardan ziyade laik-seküler yaşam ve bakışın gelişmiş olması, suç ve ceza meselesinin yeniden ele alınmasını yaratmıştır. Dolayısıyla acı çektirerek cezalandırma barbarca bir yöntem olarak ele alınmış ve yeni arayışlara girilmiştir.İkinci olarak endüstriyel alanda yaşanan gelişmelerdir. Köleci devlet döneminde emek gücünü oluşturan köleleri yaratmanın üç yöntemi söz konusu olmuştur. Bunlar bizzat savaşla gerçekleştirilen, borcunu ödemeyenin borcu olunana köle kılınması ve son olarak “suç” işlemiş olanların “suçları” dolayısıyla kölelikle cezalandırılmalarıdır. Feodal dönemde ise bu köleleştirme bir form değişikliği yaşayarak serfe dönüşürken serfin yaratılmasında da aynı yöntemler uygulanır. Ama bu dönemde ağırlık kazanan bir cezalandırma da bedene acı çektirerek cezalandırmadır. Kapitalist dönemde ise özellikle ilk aşamalarında emek gücü olarak işçiye duyulan ihtiyaç, bir cezalandırma yöntemi olarak zorunlu çalışmayı beraberinde getirmiştir. İşlenilen “suçun” cezası olarak manifaktürlerde, çeşitli yol yapımlarında zorla çalıştırma bunun örneklerindendir. Dolayısıyla kimi suçlarda öldürme yerine yaşatma, yaşatırken de o bedeninden emek gücü olarak yararlanma söz konusu olmuştur. Dememiz şu ki, böylesi bir ihtiyaç acı çektirerek cezalandırmayı geride bırakmayı zorunlu hale getirmiştir. Hatta şunu da diyebiliriz ki, hapishanelerin fabrika mantığına göre inşa edilmesinin temeli de bu döneme dayanmaktadır. Bedenden emek gücü olarak yararlanma egemenler açısından daha kârlı ve ekonomik olmaktadır. Ki, bir cezalandırma yöntemi olarak zorla çalıştırmada ödenen herhangi bir ücret de söz konusu değildir.

Üçüncüsü, suç alanları ve suçun iş örgütlenmesinde yaşananlardır. 18. Yüzyılın sonlarına kadar hakim olan “suçlar” daha çok kanlı suçlar olarak adlandırılan cana kastetmeyi içeren suçlardır. Mülkiyete karşı suçlar da başat hale gelince önceleri cinayet, yaralama ve darp etmeler, bayrağı taşırken bu kez hırsızlık ve dolandırıcılık bayrağı devralmıştır. Yine önceleri “büyük haydut çeteleri” (örneğin silahlı örgütler halinde hareket eden yağmacılar, iltizam-birinin tarafını tutan kayıran-görevlilerine silahla saldıranlar ve terhis olmuş veya asker kaçağı olanların birlikte gerçekleştirdikleri serserilikler) tarzında varlığını gösteren “suçlular”da bir çözülme yaşanmış ve bunlar daha kaçamak işlerle uğraşan küçük gruplara dönüşmüşlerdir. Kentlerin varoşunda biriken işçilerin ve işsizlerin daha önceleri karıştığı “suçlar” daha çok cana kastetme iken sonraları direkt makinelere yönelmiş ve kendilerinin durumundan makineleri sorumlu görüp parçalamışlardır. Bütün bunlar bize şunu gösteriyor: Cana kasteden suçların en alta düşmesi boyutuyla önce ‘suçların’ kendisinde yumuşama yaşanmış, yasaların yumuşaması (cezayı acı çektirerek uygulama) bundan sonra başlamıştır. Ağır cezayı savunanlara karşın ağırlıklı olarak “ıslahatçılar” olarak adlandırılan kimselerse cezaların yumuşatılmasını savunmaktadırlar. Adı üzerinde “ıslahatçılar” yani “suçları” öldürme yerine “ıslah etme” bir daha suç işlemeyecek duruma getirme… savundukları budur. Sonuçta esas alınan da bu olmuştur. Kimi “suçlar”da idam varlığını korur ama ağırlıklı olarak cezalarda “yumuşama” esas alınmıştır. Islahatçıların ağırlıklı olarak üzerinde durdukları önemli bir husus da tutuklulardan tutalım, yargılanmalara kadar her alanın “hukuki” bir temele kavuşturularak hükümdar ve yöneticilerin de uymaları gerektiğini savunmuşlar.

Dördüncüsü, hükümdar adına uygulanan acı çektirerek cezalandırma giderek toplumda “suçlu” konumda olana karşı bir merhamet, cellada, cellat şahsında da hükümdara karşı öfkenin doğmasını beraberinde getirmiştir.

Ezcümle, acı çektirerek cezalandırma zamanla egemenlerin amaçladığının dışında bir etki yaratmıştır. Dolayısıyla bu cezalandırma tarzından vazgeçmede bunun payı yadsınamaz. Yani böyle bir cezalandırma artık egemenler açısından aleyte bir durum arz etmiştir. Bazı suçlarda idamın korunması ama genel olarak bedenin bir cezalandırma yöntemi olarak kapatılması, denetim altına alınması, yeniden oluşturulmasıdır, egemenlerin çıkarına olan budur. Artık hakim hale gelen düşünce bedenin ıslah edilmesidir. Bu egemenler açısından yeni bir cezalandırma iktidarının (rejiminin) örgütlendirilmesi demektir. Bunun da adı hapishane rejimidir.

 

Bedenlerin Kapatılmasında (Tecrit) Öncül Vakalar ve Hapishane!

Şu bir gerçektir ki; zindan rejiminin terk edilmesini gerektiren koşullar, aynı zamanda hapishane rejiminin gerekliliğini ortaya koyan koşullar olmaktadır. Fakat egemenler, yukarıda maddeler halinde aktardığımız etmenlerden çok daha öncesinde bedenin kapatılmasının “yararlılığını” somut biçimde deneyimlemişlerdir. Bunları “öncül vakalar” olarak adlandırabiliriz. Egemenler bu öncül vakalarda bedenleri kapatmanın, tecrit etmenin disipline alarak belli kuralları dayatarak yönetme ve “suçluları” başka bir söylemle “hastalıklı” durumları rehabilite etmenin yararlı, daha ekonomik olduğunun bilgisine ulaşmışlardır. Bu öncül vakalardan biri veba diğeri de cüzzamdır. Bu öncül vakalar bağlamında yaşanılanlardan çıkarılan derslerle yönetmelikler oluşturulur. Fransa’ da 17. yüzyılın sonuna ait böyle bir yönetmelik söz konusudur. Yönetmelikte veba salgını yaşandığında alınacak tedbirler ortaya konulmuştur. Foucault’nun aktarımlarından yola çıkarak bunları maddeler halinde sıralamakta fayda vardır.

1) Salgının yaşandığı mekan karantinaya alınır. Bunun anlamı bedenleri mekana hapsetmektir. Bu kapatılmaya uymayıp, mekanın dışına çıkmaya çalışanlar ölümle cezalandırılır. Başıboş hayvanlar öldürülür. Çünkü bunların varlığı salgının başka alanlara yayılmasını doğuracaktır. Caddeler dahil, tüm mekan bir bölünmeye tabi tutulur ve bölünen başına bir “emin” (inanılır, güvenilir sorumlu) atanır. Bedenler bu mekan içinde ikinci bir mekana kapatılır. Bu ikinci kapatılmanın yeri evin kendisidir. Sorumlunun izni olmadan evden çıkmak ölümle cezalandırılmaktadır. Evin kapısı bizzat sorumlu tarafından dışarıdan kilitlendikten sonra, anahtarlar karantina bitene kadar muhafaza altına alınmaktadır. Sokaklarda (dışarıda) yalnızca “eminler”, temsilciler, askerler ile ölüleri gömecek olan kişiler dolaşmaktadırlar. Evden çıkmak gerektiğinde bu sırayla yapılmaktadır.

2) Sürekli gözetim bir zorunluluktur. Güvenlik bağlamında sürekli gözetimi muhafız birlikleri sağlamaktadır. Olası düzensizlikleri, isyanları bastırmak, kurallara uymayanları cezalandırmakla görevli olan bu birliklerdir. Kapılarda, mahallelerde, caddelerde, belediye konağında yani her yerde bu birlikler bulunmakta, devriye gezmektedir.

“Emin, her gün kendi görev alanı olan mahalleyi ziyaret etmekte, temsilcilerin görevlerini yapıp yapmadıklarını, halkın onlardan yakarıp yakarmadığını denetlemektedir. Halk ‘temsilcilerin eylemlerini gözetim altında’ tutmaktadır. Temsilci de her gün sorumluluğu altındaki caddeyi gözden geçirmekte, her evin önünde durmakta, herkesi pencerelere çıkarmakta (Avluya bakan tarafta oturanlar, cadde tarafında yalnızca onların kendilerini gösterebilecekleri birer pencere edinmek zorundadır.); herkesi adıyla çağırmakta, herkesten durumları hakkında teker teker bilgi almaktadır. “Halk bu sorulara doğru cevap vermek zorundadır, yoksa hayatlarını kaybederler”, “Eğer birisi pencereye çıkmazsa temsilci bunun nedenini sormak zorundadır. ‘Bu yolla ölülerin ve hastaların saklanıp saklanmadıklarını kolayca keşfedecektir.’ Herkes kendi kafesine kapatılmış, kendi penceresinde adı okunduğunda cevap vermek ve istenildiğinde kendini göstermektedir, bu canlıların ve ölülerin büyük teftişidir.” [1]

3) Karantina altında olan herkes hakkında düzenli bir kayıt tutulmaktadır.

a-Herkesin adının, yaşının, cinsiyetinin yazılı olduğu bir kayıt defteri vardır. Kişilere ait her şey ölüm, hastalık, talepler, düzensizlikler vb. buraya kaydedilmektedir. Bunun bir örneği mahalle emininde, bir örneği de temsilcide bulunacaktır.

b-Sorumlu bir hekim bulunmaktadır. Bu hekimin izni olmadan başka hiçbir hekim karantina bölgesini ziyarette bulunamaz, tedavi yapamaz, hiçbir eczacı ilaç hazırlayamaz.

c-Düzenli olarak alttan üste doğru raporlaşma yapılır. Üstten gelen talimatlara göre hareket edilir. Yani temsilciler eminlere, eminler belediye meclisine veya başkanına düzenli olarak raporları aktaracak. Sonuçta belediye başkanından gelen talimatlara göre hareket edilecektir.

Burada kelimenin yalın anlamıyla hiyerarşik bir düzen söz konusudur. Esas alınan disipline edilmiş, itaat eden bedenlerin kendisidir. Deyim yerindeyse egemenlerin arzuladığı bir yönetim biçiminin ütopyasıdır uygulanan. Tek cümlelik bir çıkarsama yapacak olursak vebalı kişi, içeride tutularak (toplum içinde) bölümlenen ama içeriden de soyutlanarak bu soyutlama içinde de bir soyutlamaya tabi tutularak yeniden inşa edilmenin kendisidir, uygulanan. Başlangıçta cüzzamlı yaklaşım bundan farklıdır. Temel ilkesi dışlamadır. Bunun da anlamı cüzzamlıyı toplum dışına atmak, sürmektir. Örneğin bir adaya kapatma veya bir çöle bırakmak, hiçbir şekilde toplum içine kabul etmemektir. Burada esas alınan toplumun arındırılmasıdır. Dışlama ilkesi, ötekileştirmenin kendisidir. Ötekileştirilenler toplum zihninde tehlikeli kılınmıştır. İlişkilendirilmemesi, yakınından bile geçilmemesi gereken kişilerdir. Bu anlamda tabu kılınması söz konusudur. Yani dokunulması, ilişkilenilmesi yasak, dokunulduğunda, ilişkilenildiğinde insanı günahlı kılan, suçlu kılan, hatta öldüren bir tabu.

Bedeni bir yere kapatma-hapsetme doğası gereği dışlama, ötekileştirmeyi de kendi bağrında taşımaktadır. Fakat cüzzamlıda kapatma ile vebalıdaki kapatma birbirinden farklıdır. Cüzzamlıdaki kapatmada kendi kaderine terk etme, kendi ölümünü bekleme varken vebalıda uygulanan kapatmada ise denetime altına alma, yeni bir disiplinle yeniden kurgulama, yani egemenler açısından tehlikeli olmaktan çıkmakla yetinmeyip onu itaat eden konuma getirme söz konusudur.

Foucault, cüzzamın bazı yönleriyle “büyük kapatılmanın örneğini oluşturan dışlama ayinlerine can” verdiğini belirtirken vebanın da “disiplinsel şemalara hayat” verdiğini söylemektedir. “Cüzzamlı bir ret, bir sürgün kapatma uygulamasının içine alınmıştır. Vebalılar ise bireysel farklılaşmaların kendini çoğaltan, eklemleşen ve alt bölümlere ayrılan bir iktidarın zorlayıcı etkileri sonucu ortaya çıktığı, özenli bir taktik çerçevelemenin içine alınmışlardır. Bir yandan büyük kapatılma, diğer yandan iyi terbiye. Cüzzam ve paylaşım, veba ve parçalara ayrılması. Cüzzamlının sürgün edilmesi ve vebalının tutuklanması kendileriyle birlikte aynı siyasal düşü taşımaktadır. Biri arınmış bir toplum, diğeri disiplinli bir toplumun düşüdür. İnsanlar üzerinde iktidar icra etmenin, onların ilişkilerini denetlemenin, bunların tehlikeli karışımlarını çözmenin iki biçimi. Vebaya yakalanan kent, tamamı itibariyle hiyerarşi, gözetim, bakış, yazı tarafından katedilen kent, tüm bireysel bedenler üzerinde ayrımcı bir şekilde yaygınlaşan bir iktidarın işleyişi içinde hareketsiz kılınan kent; bu mükemmel yönetilen kent ütopyasıdır. Ve bu (en azından öngörü halinde kalan) o esnada disiplinsel iktidarın icra edilmesinin ideal bir şekilde tamamlanabileceği sınavıdır.”[2] Tarihsel toplum oluşumlarının tarihi de bize göstermiştir ki egemenler her şeyi iktidarını pekiştirmenin aracı olarak kullanmada ustadırlar. Arınmış bir toplumu yaratmada araçsallaştırılan cüzzam, 19. Yüzyıla gelindiğinde bu kez cüzzamlıların sürgün-kapatma mekanı tıpkı vebaya uygulanan “disiplinsel çerçevelemeye özgü iktidar” tekniğine tabi tutulur. Vebalılara uygulanan bireyselleştirmenin aynısı cüzzamlılara uygulanır ancak bir farkla, cüzzamlılara uygulanan bireyselleştirme onun toplumdan kovulmasını işaretleyen bir bireyselleştirmedir. İktidar tekniği açısından cüzzamlının da bedeni yalnızca bilgi nesnesi olmaz, aynı zamanda disipline de tabi tutulur. Aslında uygulanan çifte bir tarzdır. Örneğin; cüzzamlı olan-olmayan, vebalı olan-olmayan, deli olan-olmayan, tehlikeli olan-olmayan, normal olan-olmayan vb. bu yöntemle ikili ayrım ve işaretleme denilmektedir. Yine farklılaştırarak bireyselleştirmek, kapatılan bedene dair kim olduğu, onu nasıl tanımalı, neyle belirlemeli, nerede olması gerektiği, sürekli bir gözetim nasıl uygulanmalı vb. yaklaşımlara ise baskı altına alarak ayırma ve farklılaştırarak dağıtma denilmektedir. Bu iki kategorileştirme sadece öncül vakalar bağlamında uygulanan bir iktidar tekniği-tarzı değil, tüm topluma uygulanan bir tarzdır. 19. Yüzyılın başından beridir düzenli olarak başvurulan ve kurumsallaştırılmış bir iktidar tarzı olmaktadır.

Egemenlerin bu öncül vakalarda uyguladığı iktidar tarzıyla hapishanelerde uyguladığı iktidar tarzı birbirine benzerdir. Dememiz şu ki hapishane rejiminin önceli bu iki vakada uygulanandır. Hapishane rejiminin de özü, bir yanıyla dışlama ilkesidir (toplumdan soyutlama, toplumun seyredemeyeceği bir mekana kapatma), diğer yanıyla disiplinsel bir çerçeveleme ile bedeni yeniden yaratma, itaat eden bir konuma getirmedir. Konumuz açısından kısa bir toparlama yaparsak acı çektirecek cezalandırmanın öncesi kapatılma mekanı olarak zindan, hükümdarın “adaleti” tesis etmek için bir kapatma yeri değil, kendi iktidarını yeniden inşa etmek için bir kapatma mekanıdır. Dolayısıyla bedenin acı çektirilerek cezalandırılması, hükümdarın cezalandırma gücünün göstergesi olmuştur. Bu dönemin politik iktidarı can almak veya yaşatmak hakkını kendi elinde bulunduran bir iktidardır. Hapishane rejimiyle birlikte bu hakkın kullanımında öne çıkan yaşatarak iktidarı açısından “tehlikeli” olmaktan çıkarmak, bununla da yetinmeyerek tamamen kendisine itaat eden bir konuma getirmektir. Bu da özünde farklı tarzda öldürmedir. Çünkü insanın savunduğu değerlerden vazgeçmesi, mücadele ettiği güce itaat etmesi kendisinin ölümü demektir. Hapishane rejimiyle artık yeni bir siyaset gündemdedir. Zindan sürecinde savaşlar tüm toplum adına, bir başka deyişle ulus adına yapılmaktadır. Burada toplum ve ulus birer maskedirler. Egemenler bu maskeyi takarak hükümranlıklarını devam ettirirler. Bu maske takılarak inşa edilen her açıdan disipliner bir rejimdir, toplum bu kez ulus adına yeniden şekillendirilmektedir. Tanrı adına yapılan hükümranlık artık ulus adına yapılmaktadır. Artık hedef bireyin kendisidir. Zaten kapitalist modernite açısından toplum bireylerin toplamı demektir. Önceki süreçte birey yok sayılmıştır. Bu kez tersi yapıldı ve öncelikli olarak “özgürlük” söylemiyle birey şaha kaldırıldı ve zamanla bedeni arzuların esiri kılındı, toplum otomize edildi. Kendini güçlü sanan birey bu otomize olma sınırları içinde en güçsüzü temsil eder oldu. Böylece telkine, yapılandırmaya daha açık hale geldi. Birey artık iktidarın bilgi nesnesidir. Yeniden biçimlendirebilir, düzeltilebilir bir nesne olarak araçsallaştırılmıştır. Hapishane rejimi açısından üzerinde önemle durmamız gereken bir husus, bir cezalandırma biçimi olarak panoptikondur.

 

Panoptikon Anlaşılmadan Tecrit Rejiminin Hakikati de Tam Olarak Anlaşılamaz

Panoptikonun mucidi Jeremy Bentham’dır. İngiliz iktisatçı, faydacı bir ahlak ve hukuk teorisine sahip pragmatist bir düşünürdür de. Panoptikon nasıl bir özelliğe sahiptir? Foucault’nun ortaya koyduklarından yola çıkarak belirleyecek olursak:

1) Halka görünümlü bir binadır

2) Binanın tam ortasında bir avlu, bu avlunun tam ortasında da bir kule vardır.

3) Bina tek kişilik hücrelere bölünmüştür. Her hücrenin biri dışarıya biri de içeriye bakan iki penceresi vardır.

4) Her hücrede egemenlerce “tehlikeli” veya “suçlu” olarak kategorileştirilen kişiler tutulmaktadır.

5) Avlunun ortasındaki kulede gözetmen vardır. Gözetlenenler gözetmeni görmemektedir ama gözetleyen, içeriye bakan pencereden, dışarıya bakan pencereden gelen ışık sayesinde hücrede tutulanları gözetlemekte ve bütün hal hareketlerini bir deftere kaydetmektedir.

Burada anahtar kavram “görme” ve “görmeme”dir. Gözetmen herkesi görmektedir ama o herkes gözetmeni görmemektedir. Sosyolojik okumayla aslında Bentham’ın panoptikonu tanrı imgesinin cisimleştiği bir tasarımdır. Tüm dinler açısından tanrıda anlam bulan nedir? Her şeyi gören, bilen, her yerde olan ama nerede olduğu bilinmeyen yani görünmeyendir. Tanrı hükmedendir, hakim olandır. Yeri geldiğinde cezalandıran, yeri geldiğinde merhamet edendir. Dolayısıyla sosyolojik açıdan panoptikon da bir iktidar modelidir. Bugün, bu iktidar modeli açısından gözetmenlik görevini kameralar yapmaktadır. Yalnızca hapishanelerde değil dışarıda da toplum kameralarla gözetlenmekte, tüm hareketlilikler kayıt altına alınmaktadır. Uydularla yapılan gözetmenlik, George Orwel’ın 1984 adlı romanında ortaya koyduğu gibi “Büyük Birader”in tüm insanlığı gözetlemesini ortaya koymaktadır. Bununla amaçlanan sadece “suçlu”yu bulmak değil, iktidarı açısından “potansiyel tehlike” arz eden durumları da önceden görme ve engellemedir. Bu gerçeklik, panoptikon modelinin teknolojinin de yardımıyla geliştirilmiş halidir. Panoptikonda olan, amaçlanan nedir?

Birincisi; bireyi hedefine koyan bir iktidar modeli olduğundan, tekil boyutuyla insanları belli kurumlarda sabitlemektedir. Bu bir fabrika, okul hastane, ıslahevi veya bir kimsesizler yurdu olur, orada belli kurallarla çevrelenen bir denetim altına alma ve bağlanılan kuruma, o kurum şahsında da iktidara ait kılmaktır amaçlanan. Kapatılan birey burada aynı zamanda bilginin nesnesidir. Deyim yerindeyse üzerinde her türlü deney yapılacak bir kobaydır. Demek ki panoptikon modelin bir işlevi bireyi kapatmak, kapatırken de bağımlı hale getirmektir.

İkincisi; kapatılan beden toplumdan, toplumsal yaşamdan kopartılarak bir dışlamaya tabi tutulmaktadır. Ama bu dışlama yeniden oluşturma esasına dayalı gerçekleştirilir. Çünkü panoptikon modelde bedene yeni bir anlam yüklemiştir. Bu anlamda eziyet ederek cezalandırma değil; yeniden oluşturulması, ıslah edilmesi, “yetenek kazandırılması” gereken, dolayısıyla kazanılması gereken özellikler taşımaktadır. Burada amaçlanan yeniden yapılandırılan bireyin yaşam zamanının çalışma zamanına (yani bireyin bir iş gücü haline getirilmesi) dönüştürülmesidir. İnsanların zamanı artık kendilerine ait değildir; kapatılan kuruma, kurum şahsında da iktidara aittir. Panoptikon modelinden bugüne kadarki hapishanelerin tarihini göz önüne getirdiğimizde egemenler belli dönemler vazgeçse de ağırlıklı olarak esas alınan kapatılanların çalıştırılmasıdır, hem de ucuz işgücü olarak. İstatistiklerle de ortaya konulmuştur ki çalıştırılmayla elde edilen kazançla, çalışanlara ödenen ücret arasında uçurum söz konusudur. Hapishanelerdeki iş yurtlarının çokluğu bunun en açık göstergesidir. Birçok malzeme hapishanelerde üretilmektedir. Üretilenler hem hapishanelerde hem de dışarı da satılmaktadır.

Panoptikonun üçüncü bir işlevi de, “çok biçimli, çok anlamlı bir iktidar” modeli olmasıdır. İktidar modeli bu anlamda siyasi, ekonomik ve hukuki olmak üzere üç sacayağı söz konusudur. Siyasi sacayağı, yönetim kendisiyken (Doktorundan psikoloğuna, sosyal çalışmasından teknisyenine, müdüründen gardiyanına hepsi bu yönetim erkinin bileşenleri, kapatılmayla amaçlananı hayata geçirenlerdir.) ekonomik sacayak kapatılanların hem üretici (ucuz iş gücü) hem tüketici (“müşteri”) olmasında anlam bulurken hukuki sacayak ise kanunlar, tüzükler ve yönetmeliklerden oluşmaktadır.

Dördüncü işlev; diğer bütün iktidar biçimlerini harekete geçiren, onların başarısını yaratan iktidar tarzıdır. Bu bilgiye dayalı iktidar tarzı oluyor. Her birey hakkında elde edilen bilgiden yola çıkarak oluşturulan bir iktidar tarzıdır. Bu bilgiden yola çıkılarak hem genel hem de tek tek bireylere kadar ayrıntılandırılan bir iktidar tarzıdır ve amaç kapatılanı teslim almaktır. Foucault buna “Bu, epistemolojik iktidardır.” der. Ve devamında “Bireylerden bir bilgi elde etme iktidarı ve  bakışa maruz kalan bu iktidarlar tarafından zaten denetlenen bu bireyler hakkında bir bilgi elde etmek. Ayrıca bu durumdan yola çıkarak oluşan ikinci bir bilgi vardır. Bireylerin gözlenmesinden, sınıflandırılmalarından, kaydedilmelerinden ve davranışlarının karşıtlaştırılmalarının analizinden doğan, bireyler üzerine bir bilgi. Böylece bu teknolojik bilginin yanı sıra bütün kapatma kurumlarına bir gözlem bilgisinin psikiyatri, psikoloji, kriminoloji gibi her türlü klinik bilginin doğduğu görülür. Böylece üzerinde iktidar uygulanan bireyler, ya kendilerinin oluşturduğu ve yeni normlara göre biriktirilecek olan bilginin elde edildiği yerdir ya da yeni denetim biçimlerine imkan tanıyacak bir bilginin nesnesidir.” Burada tüm mesele bireyler hakkındaki bilgilerdir. Bireyler toplumsal özne değil, nesnelerin kendileridir. Bu gözetimden, denetimden elde edilen bilgi ikili bir işlev görmektedir. Bunlardan biri, mevcut uygulamanın ne kadar başarılı, sonuç alıcı olduğunun veya eksik kalan yanların neler olduğunun parametrelerinin ortaya çıkması iken diğeri egemenliğin, itaat ettirmenin daha güçlü olduğu tarzda tahkim edilmesinin yeni yol-yöntemlerinin neler olabileceğinin verileri elde edilmektedir. Bunun başka bir boyutu da kapatılan bireyin “tehlikeli” olmaktan çıkmasıyla yetinilmesi, olası “tehlikeler”in de hesaba katılarak tedbirlerin alınmasıdır. Bireye dair elde edilen bilgiler bir merkezi havuzda toparlanmakta, orada analiz edilmekte ve tekrar pratiğe aktarılmaktadır. Bugünün hapishanelerini göz önüne getirelim, yazdığımız mektuplardan tutalım da telefon konuşmalarımıza kadar, katıldığımız eylemlerden çıktığımız etkinliklere, ziyaretimize kimlerin ve ne sıklıkla geldiğinden adımıza yatırılan para ve ne sıklıkla yatırıldığına, revire ne sıklıkla çıktığımızdan sağlık sorunlarımızın neliğine, ilgi alanımızın neliğinden hangi kitap okuduğumuza kadar kişi hakkında bilgi kaynakları olmaktadır. Bunların analizinden yola çıkarak politikalar oluşturulmaktadır. Dediğimiz gibi panoptikon model yalnızca bir hapishane modeli değil, daha geniş anlamda bir iktidar modelidir. Tekrar da olsa belirtmekte fayda var ki gözetleme-denetleme-ıslah etme panoptikon modelin üçlü saçağıdır ve egemenler, günümüz toplumunu da bu üç sacayağı üzerinden yönetmektedir.

Özcesi, Panoptizm halka halindeki bina modelini aşmış, oradaki anlam ve işlevselliği tüm topluma uygulayarak genelleştirmiştir. Foucault haklı olarak panoptikon modelden yola çıkarak “Toplumsal ortopedi diye adlandırdığım çağa giriyoruz.”der. Ortopedinin kavramsal tanımına baktığınızda, insan vücudundaki hareketi sağlayan organlardaki (kemikler, eklemler, kaslar, sinirler vb.) bozuklukların düzeltilmesini amaçlayan cerrahi kol olduğunu görürüz. Toplumsal ortopedi denilince de toplumdaki hareketliliği ya da toplum olmayı gerektiren hususlardaki bozuklukları düzeltmek olduğu ama bu düzeltmelerin egemenlerin çıkarlarına göre bir yapılandırma olduğu açıktır. Örneğin, ahlak ve politika toplum açısından olmazsa olmazdır. Diğer tarihsel toplum oluşumlarını bir kenara bırakalım, kapitalist devlet, toplumu denetime almak için üzerinde en çok oynadığı ahlak olmuştur. Toplum ahlaki yönden çözdürülmedikçe yönetilemeyeceği çok iyi bilinmektedir. Dolayısıyla burjuva çıkarına göre yeni bir ahlak geliştirmesi tam da toplumsal ortopedik bir yaklaşım olmaktadır. Yine toplum olmanın olmazsa olmazı komünal değerlerdir. O halde topluma hükmetmek için yapılması gereken bir operasyon da bu değerlerin ortadan kaldırılmasıdır. Yerine bireyciliğin değerlerinin konulmasıdır. Bu da toplumsal ortopedik bir yaklaşımdır. Burada önemle üzerinde durmamız gereken bir husus, hapishanenin doğuşunun direkt iktisadi yapıya karşıt ve onun ihtiyaçlarını karşılama amaçlı geliştirilmiş olmasıdır. Kapitalizmin gelişme koşullarını göz önüne getirelim, feodalizmde üretim tarzı tarıma dayalıdır. Kapitalizmde ise fabrikadır. Fabrika demek aynı zamanda insanların bir binaya kapatılması, o kapatılan binada da çalışanların bölümlenmesi ve aynı şekilde kapitalin kurallarına uyulması (disipline) demektir. Dolayısıyla her açıdan disipline edilmiş insana ihtiyaç vardır. Kırsal yaşamdan koparılan köylüleri düşünelim, hepsi kentlere göç ettirilmiştir. Kentin varoşlarında yoksulluk ve sefalet içinde yaşanmaktadır. Hırsızlıktan cana kastetmeye kadar türlü suçlar işlenmektedir. Kadınlar bedenlerini satmak zorunda bırakılmaktadır. Kentlerin varoşları işsiz güçsüzlerle doludur. Varoşlardan tutalım da kent merkezlerine kadar sokaklarda yaşamak zorunda kalanlar, sakatlar, serserilik yapanlar, deliler doludur. İşte ilk kapatılma, sistem açısından potansiyel tehlike herkese uygulanmıştır. Bu kapatılma panoptikon modelindeki gibi tek tek kapatılma değil, farklı kategorilerdeki bu insanların aynı yerlere konulması tarzında olmuştur. Ve bu kapatılmada temel amaç iş gücünü karşılamak olduğundan kapatılanlar çalışmayı kabul edene kadar buralar tutulmaktadır. Dolayısıyla hapishane ilk ortaya çıkışı itibariyle iş gücünü karşılamak amacıyla bir “eğitim-terbiye” yeri, çalışma disiplinine göre bir şekillendirmeyi kabul ettirme merkezi olarak düşünülmüştür. Fakat zamanla kendi içinde bir ayrışmayı yaşamış, yani “normal” olanla “patolojik” olanın, “kriminal” olanla “masum” olanın ayrışması ile buna göre bir kapatma modelleri devreye konulmuştur. Normal olanlar, masum olanlar değişik kurumlarda (örneğin eğitim veya meslek edindirme kurumları yoluyla) çalışma düzenine göre eğitime tabi tutulmuştur. Okullarda eğitimler bu ihtiyaca cevaba verecek tarzda düzenlenmiştir. Patolojik olanlar hastanelere, tımarhanelere kapatılmıştır. Kriminal olanlar ise hapishanelerde tutulmaya devam edilmiştir. Hastanelerin yalnızca kriminal kapsamda olanların kapatıldığı yere özgü özelleşmesi ile bir yandan toplum “arındırılmakta”, “korunmakta”, diğer yandan da kapatılanlar yani dıştalananlar ıslah edilmekte, rehabilite edilmekte “topluma kazandırılmakta”, bunun için tretman uygulanmaktadır. Bu aşamayla birlikte devreye giren model kapatılanların tek tek hücrelerde tutulmasıdır. Panoptikon bunun zirvesi olmaktadır. Panoptikon anlayış kendisiyle birlikte her şeye müdahale eden, etmek isteyen devlet anlayışının yönteminde gelişen küresel ekonomi-politiğin de zeminini hazırlamıştır. Şöyle ki kapitalizmin gelişmesi kendisiyle birlikte hem emek süreçlerinden hem de üretim ilişkilerinden daha verimli sonuçlar almak için hem disipline etmek hem de denetlemek için denetim sistemini de uygulama ihtiyacı duymuştur. İşte ona bu ilhamı veren panoptikon modelinde esas alınan gözetim, denetleme ve ıslah etme sacayaklarından oluşan iktidar modeli olmuştur. “Bundan sonra savaş meydanı kişiliklerin kendisi olacaktır. Savaş tek tek kişiler üzerinden yürütülecek, kişinin beyni, yüreği, ruhu fethedilmeye çalışılacak.” Bu tespit çok önemli ve aynı zamanda aslı sorunu ortaya koymaktadır. Fakat bu asıl sorun yeni ortaya çıkmıyor. Kişilik sorunu üzerinde neden bu kadar durulduğu biliniyor. Verili olan toplumsal gerçekliği, bu toplumsal gerçeklik içindeki bireyin gerçekliğini, bakış tarzını, sorunları ele alış ve çözüm tarzını kabul etmemek, onu aşmak gerekiyor. Bunun da başarısı için öncelikle yeni bir kişilik inşasının gerçekleşmesi gerekiyor. Çünkü devletli uygarlıktan bu yana tarihsel-toplumsal inşalar yanlış temeller üzerinde kurgulanmıştır. Devletli uygarlık, toplum oluşun özünden bir sapma olduğuna göre yarattığı toplum da kişilikte bir sapma durumunun kendisi olmaktadır. Toplumu gerçek özü kavuşturmak için öncelikle kişilikte bir devrimi gerçekleştirmek gerekiyor. Yaşanılacak bir toplumu yaratmak için bu olmazsa olmaz bir ilkeselliktir. Toplum, bireyler toplamını aşan bir varoluş tarzıdır. İnsan açısından varoluşun temeli toplumun kendisidir. Birey bu toplumsal varoluş zemininde kendini var eden bir oluş gerçekliğidir. Ancak bireyini yaratmamış bir toplum gerçek anlamda toplum olmanın özünü yakalamamış bir toplumdur. Bir başka deyişle yaşanılacak bir toplum yaratmak birey açısından bir mücadele gerekçesiyse toplum açısından da kendi bireyine özgürce nefes alabilecek bir ortam sunmak, kendisinin güvencesi açısından olmazsa olmazıdır. Bu diyalektik gerçeklik içinde mesele gelip bireyde yeni kişiliğin kendisinde düğümlenmektedir.

İster baskıcı ister demokratik olsun, günümüzde siyasi iktidarların ortak bir özelliğinin “yaşamın her alanına hakim olma” isteği olduğunu hepimiz biliyoruz.  Teknolojinin ulaşmış olduğu düzeyden yararlanarak uydudan gözetimden tutalım da yaşamın her alanına yerleştirilen kameralara kadar birçok araçla, yol ve yöntemle toplumun kendisi denetlenmektedir. Kapitalist modernitenin iktidar tarzını diğer devletli uygarlıkların iktidar tarzından ayıran en temel özelliklerden biri, hedefine tek tek bireyleri yerleştirmesi, yani insanı hem beden boyutuyla hem de zihinsel boyutuyla denetlemesidir. Mekanı bu amaçla düzenlemiştir. Teknolojiyi bu amaçla kullanmaktadır. Amaçlanan ise hem toplumun çoklu-bedenler olarak hem de toplumun otomize edilmiş halinin en küçük birimi olarak tek tek bedenlerin mekanlara tabi kılınarak rahatlıkla manipüle edilebilen ve şekillendirilebilen uyumlu bedenleri ve zihinleri yaratmaktır. Bu, çoklu-bedenler olarak toplumun, tek tek bedenler olarak bireylerin hem disipline edilmesi hem de kontrol edilmesi demektir. Kapitalist modernitenin ilk aşamasında hakim olan iktidar tarzı disipline etmek iken sonrasında hakim olansa kontrol etmektir. Giddens ilk aşamayı “disiplinli toplum” olarak adlandırırken sonrasını ise “kontrol toplumu” olarak adlandırır. Disiplin toplumunda esas olan toplumun, bedenlerin normal veya sapkın olarak tarif edilip bedenlerin yaptırıma tabi kılınması, disipline edilmesi ve üretici pratiklere sokulmasıdır. Hapishane, tımarhane, fabrika, hastane, okul vb. kurumlar bunun amaçlarındandır. Kontrol toplumunda ise toplumun kendisi bir bütün olarak biyoiktidarın alanı kapsamındadır. İnsanların bilincinde, bedeninde, bir bütün olarak toplumsal ilişkilerinde içselleştirmiş olan iktidarın kontrolüdür. Bu, öyle bir kontrol tarzıdır ki toplumu tek bir bünyeymiş gibi davranmaya ve tepki vermeye itmektedir. Bu her iki toplum biçimi biyoiktidarın iki eksenini oluşturmaktadır. Başka bir söylemle disiplin toplumu “insan bedeninin siyasal anatomisi” iken kontrol toplumu “nüfusun biyosiyaseti”ni esas alan iktidar tarzıdır.

 

 

 

[1] Foucault – Hapishanenin Doğuşu
[2] Foucault – Hapishanenin Doğuşu
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.