Düşünce ve Kuram Dergisi

Hakikat, Tecrit ve Yalan

Mesut Yurtsever

Adorno “Minima Mosalia” adlı eserinde “Hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi.” der. Bu sözleri 1945 yılında faşizmin tüm Avrupa’yı kasıp kavurduğu, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa ve Sovyetler Birliği’ni viraneye çevirdiği, başta nükleer ve kimyasalın her çeşidi olmak üzere her türlü silahın kullanılarak milyonlarca insanın öldürüldüğü bir sürecin atmosferinde dile getirir. Bu sözlerle, dönemin siyasi, kültürel ve akademik çevrelerin hakikatleri nasıl tersyüz ettiğini ve çarpıtılmış bu “gerçeklik”lerle yeni bir döneme girilme arifesinde olduğunu ifade etmek ister. “Dönemeç” kavramını bu anlamda kullanması da bunun göstergesidir.

Savaş zamanları her şeyin misli ile yoğunlaştığı, yoğunlaştırıldığı an’lardır. Savaşların asıl nedenlerinin üzerini örtmek için her türlü yalanın en çok üretildiği ve birer hakikat gibi piyasaya sürüldüğü süreçlerdir. Toplumsal bilinçlerin farklı zihni-hissi olgularla (örneğin dincilik, mezhepçilik, milliyetçilik, vatanseverlik, şehadet vb.) uyuşturulup zehirlendiği dönemlerdir. Bu zihni, hissi olgular hem perdeleme görevi görür hem de hakikat kılıfı giydirilerek bilinç ve duygu dünyalarına yedirilir. Bu açıdan hakikat ile yalanın en yoğunlaşmış ve en hızlı bir şekilde yer değiştirdiği süreler savaş zamanları olsa da bu yer değiştirmenin bir tek zaman aralığının savaş süreçleri olduğu anlamına gelmez!

Adorno 1945’lerde bu sözleri söylerken kuşkusuz bir hakikati dile getirir. Fakat bu “fark ediş”ten yola çıkıp bunu bir “dönemeç” veya “yeni bir döneme evrilme” anlamına gelebilecek şekilde ifade etmesi, geç farkına varan bir ruh halinin öznel bir yorumu olarak okumak daha doğru olur. Bir “dönemeç” tespitini kabullenmek, öncesinde hakikat ile yalanın hiç yer değiştirmediği, İkinci Dünya Savaşı ile buna sapıldığı anlamına gelecektir.Yalanla yaşamak ya da yalanın hakikat kılıfı giydirilmiş bir olgu olarak toplumsal yaşama dahiliyeti ataerkil kültür etrafında, iktidar ve devlet olgularının şekillenmesi ile başlar. Bu açıdan “hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü” dönemeç 1945’lerden çok önceye hem de binlerce yıl öncesine taşınır. İktidar-devlet etnisitelerinin toplumsal birer olgu olarak gelişmeleri, hakikat ve yalanın birbirinin yerine ikamesinin gelişiminin de başlangıç ifadesidir. Bu tersyüz etme sürecinin gelişim düzeyi, iktidar-devletin zaman ve mekandaki derinliği ve gelişmesine paralel olur. Zamanda derinlik, mekanda genişlik bir süreklilik olarak günümüze doğru geldikçe kümülatif bir “tersyüz” etme sistemi veya olgusuyla karşılaşırız. Günümüz kapitalist modernist sistemi, bir “tersyüz” etme sistemi olarak ifade edersek yanlış olmayacaktır. İlk ve Ortaçağ’ı “maskeli yalanlar”ın hakimiyetini icra ettiği dönemler olarak tanımlarsak kapitalist modernite de “maskesiz yalanlar”ın hükmünü serimlediği dönem olarak karşımıza çıkar. Paradoks veya çelişki gibi görünebilir. Ama, yalanın en maskesiz bir şekilde yaşam bulduğu zaman, maskesiz yalanların dönemi olarak tanımladığımız kapitalist modernitedir. Bu açıdan kapitalist modernist sistemde “hakikatin yalan, yalanın hakikat” olduğu gerçekliğinin en az idrak edildiği dönemdir.

Bunun temel nedeni, iktidar ve devletin binlerce yıldır süregelen “bilgi” tekelini elinde tutması, hakikati toplumdan tecrit pratiğinin yoğunluğu ve bilgi tekeline dayanıp yalanı toplumsal bir gerçeklik olarak topluma kabul ettirmesidir! Adorno gibi kendi döneminin güçlü bir filozofunun bile bu ters yüz etme mekaniğini bu kadar geç fark etmesi, yalanın normalleşmesinin ne kadar derin bir şekilde inşa edildiğini gösterir. Kapitalist modernite bu normalleştirme operasyonunu kendisi de bir tekel olarak inşa edilen ulus-devlet eliyle geliştirir. Ulus-devlet iletişi, bilişim, teknik ve teknolojik tekel ile bilgi tekeline dayanarak bir görme, duyma ve algılama biçimi oluşturur. L. Althusser bu süreci “devletin ideolojik aygıtları”na dayalı hegemonyanın sonucu olarak geliştiğini söyler. Toplumlarda ulus-devletin görme veya algılama biçimi ya da ideolojik hegemonyası inşa edildikçe toplumsal gerçeklik düzlemi için özde hiçbir hakikat payesi söz konusu olmayan devlet-iktidar düzlemine hizmet eden olgular birer “hakikat” olurlar.

Günümüzde bunun derinlik düzeyi en üst sınırlara varsa da iktidar-devlet düzlem tarihinin her aşamasında bununla karşılaşırız. Tüm bu tarihsel aşamalar boyunca iktidar-devlet düzleminin attığı ilk adımında ilkin hep hakikati toplumun algı düzleminden uzaklaştırmak, tecrit etmekle başladığını görürüz. Tecrit, yalanın doğrunun yerine geçmesinin ilk adımıdır. Tecrit, yalanın hakikat kılıfı giydirilebilmesi ve yerine ikamesi için doğruya uygulanan operasyon uygulamasının bir biçimidir.

Çünkü iktidar-devlet kliği birey veya toplumların kendi hakikat düzleminde durduğu sürece onu yönetemeyeceğinin, kontrol edemeyeceğinin bilincindedir. Birey ve toplumları kendi hegemonik çıkarları doğrultusunda sevk ve idare edebilmek, onları kendi öz çıkarları doğrultusunda güç kılan hakikatlerden ayırmakla olur. Bunu temel amaç beller. Bunun için de toplum için hakikat ifade eden tüm kavramsal, kuramsal ve kurumsal olguları sistematik bir yönelimle toplumun algı, bilinç ve edim düzleminden ayırıp, soyutlayıp yalıtır. Yanlış algılar yanlış bilince yol verir. Bu kendi öz çıkarlarına yabancılaşma, kabul-ret ölçülerini öz çıkarlarının tersine hizmet etmesine, öz düşünmenin felce uğramasına yol açar. Gerçekliğin çarpıtılmış görünümü, bu anlamda insanı, bireyi veya toplumu zayıf kılar. Öz güç-öz iradeden düşürerek iktidarcı-devletçi kliğin birer kölesi, kulu, bendesi, yurttaşı haline getirir. Köle, kul, bende veya yurttaşlık derekesine düşürülen insan, özne’den nesneye düşen, kullanmalık insandır. Bu açıdan bir birey veya toplumda, gerçekliğin çarpıtılmış görünümü ne kadar yaygın ve derin ise zayıf kılınma hali de o düzeyde derin olur. Aynı şekilde bu diyalektiğin tersi de doğrudur. Gerçeklerle, hakikat ile yürüme gücünü gösteren birey veya toplumlar da yetkin olur. “Gerçeklerden korkmayın. Gerçek, insanı güçlendirir.” sözü bu anlamda sadece bir epistemik tespit olmayıp yalan ve doğrunun tersyüz edildiği bir sistem içindeki insan için ontolojik bir tespittir. Hakikat toplum ve onun bireyi denilen varlığın özgüç olmasının bir özelliği olarak karşımıza çıkar. Aynı şekilde ruhen, zihnen ve bedenen sağlıklı olmasının da bir niteliğidir. Tarihte büyük bilgin, filozof, alim, peygamber veya siyasi önderlerin hem toplumlarca hem de karşı kutup iktidarcı-devletçi güçlerce ciddiyetle dikkate alınmaları ve “güç”lü olarak görülmeleri büyük zor, teknik veya ekonomik araçlara sahip olmaları değildir. Onları toplumları kölesi kılan devletçi güçlerin dikkate almasını sağlayan kimi büyük  doğrulara sahip olmaları ve yaşamlarının son anına kadar bu doğrularla/hakikatlerle yürüme iradesini gösterebilmeleridir. Musa’nın on emri ve büyük yürüyüşü, Buda’nın Sarnatha vaazı ve doğada inzivaya çekilişi, Zerdüşt’ün Gathaları ve Elbruz Dağlarına tırmanışı, Sokrates’in Savunması ve baldıran zehrini içişi, İsa’nın İncil’i ve Golgota Tepesi’ne yürüyüşü, Muhammed’in Kuran’ı ve Kabe’ye yürüyüşü, Marks’ın Komünist Manifesto’su ve Enternasyonale yürüyüşü, Abdullah Öcalan’ın “Kürdistan Sömürgedir” doğrusu, Ankara’dan çıkışı, sonrası ve mutlak tecride karşı şu anki duruşu tarihsel örneklerden birkaçıdır.

Zihnen ve bedenen sağlıklı ve yetkin toplumlar demek, kendi kendini yöneten, kendi adına düşünce, söz, karar ve edimleştirme iradesine sahip toplumlar demektir. Zihnen ve bedenen sağlıklı toplum, öz düşünce ve öz kurumlaşmaya sahip toplumu ifade eder. Öz yönetim olgusuna göre varlıklaşma özelliği taşıyan toplumlar, yabancı yönetimler olarak tanımlanan iktidarcı-devletçi yönetimlere, varlıklaşmalarına yer vermezler. Bundan dolayı da eşitsizlik, adaletsizlik ve yabancılaşmayı geliştiren sınıflaşma olgusuna da kapalı olur. Böylesi toplumların daha eşitlikçi ve özgürlükçü yapısı da bu yönlerinden kaynaklanır. Toplum ve bireyi süreklilik arz edecek şekilde bir oluşum halinde olduğu için zihnen ve bedenen ne ile beslenirse ona göre varlıksallaşacaktır. Çünkü insan ve toplum “Bilme anındayken oluşur. Bilme ile oluşma aynı anda olur.” Hakikat veya gerçeklik ile yürüyen birey veya toplumlar varlıklarını hakikatin “saptırmayan, dosdoğru ufku gösteren ve bilinci berraklaştıran özelliği ile her zaman özgürleştirici” temelde oluştururlar. İktidar-devlet düzlemi ne böyle bir bireyi ne de toplumu kabul eder. Böylesi bir toplum ve bireylerin varlığı, kendi varlık gerekçesinin ortadan kalkmasının ifadesidir. İktidar-devletin varlık gerekçesi “hastalıklı toplum” dediğimiz kendine yabancılaşmış birey ve toplumları gerekli kılar. Böylesi birey ve toplumların oluşumu için başvurulan temel araç ideolojik manipülasyon veya halk dili ile yalan olur. Hakikatinden yalıtılmış ve yalan ile beslenmiş toplumlar sadece öz düşünce-öz iradesini kaybetmezler. En onursuz bir şekilde iktidarcı güçlerce kullanılan birer nesne konumuna gelirler. Tarih boyunca yalan ile beslenen bilincin sahibi ya köle-kul ya da biyolojik yaşam sınırlarında yaşamaya mecbur bırakılmış orta çağın kontesi, modern çağın işçisi olmuştur. Köle, kul, bende ve işçileşme olguları, toplumsal değişim ve dönüşümünün doğal-evrensel gelişim seyrinin olguları değildir. Kendisi de bir sapma olan devlet entititesinin gelişim düzlemi üzerinde inşa edilen olgudur. Klasik Marksistlerin iddia ettiği gibi “işçi” övülecek, esas alınacak ya da üzerinde gelecek ve toplum inşa edilecek bir varlık değildir. Yerilmesi ve de inşasına zemin olacak bir düzlemin ortaya çıkmaması, sağlıklı bir toplumun göstergesidir. Toplumsal bir “sapma” olan bir varlıktan (devlet) inşa edilen işçinin üzerinden kurulacak toplumda, temeli sapmaya dayalı olduğu için hastalıklı olmaktan öte anlam taşımayacaktır. Sağlıklı toplumun ön koşulu hakikate dayanmasıdır.

Erich Fromm, “Toplum ve bireyi değiştirecek olan temel araç doğruluktur. Ayırdına varma (bilinçlenme) toplumsal ve bireysel sağaltının araçlarıdır.” derken bunu anlatır. Hakikat bu açıdan sağlıklı toplumun, bireyin ön koşulu olmayıp aynı şekilde değişim ve dönüşümlerinin de temel unsuru olur.Tüm bu nedenlerden ötürü iktidarcı-devletçi güçler tarih boyunca toplumları kendi egemenlikleri altında tutabilmek için onları kendi öz hakikatleriyle olan bağlarını koparmaya ve uzaklaştırmaya çalışır. Bu amaç için zor aygıtını (ordu, polis, yargı, zindan vb.) kullanmak kadar onlardan daha fazla ideolojik aygıtlarını kullanır. Bunun içinde toplumun gelişmesine hizmet eden tüm kavram, kuram, kurumları veya onları temsil eden şahsiyetleri hedef alırlar. Onları tecrit etme, teslim alma ve içlerini boşaltarak iğdişleştirmeye çalışırlar. Tarih bu yöntemlerin sayısız denenmiş örnekleri ile doludur… ME’ler ve Prometheus’un ateşi çalma hikayesi birer örnektir. Bu örnekleri biraz serimlersek:

Erkek egemenlikli toplumun gelişip devletçi düzlemin güç kazandığı bir zamanda, kadına dayalı bir toplumun temel oluşum hakikatleri olan ME’lerin gasp edilmesi, toplumun kullanım ve kendini oluşturma zemininden çıkarılıp bir avuç iktidar elitin tekelinde tutarak varlık nedenlerinin tam tersine kullanımları bunun bir örneğidir. ME’leri toplumda ayırma Arapça tabirle tecrit etme, felsefi söylemle soyutlamanın anlamı, Ana Kadın’a dayalı toplumsal düzlemin elinden doğrularını, hakikatlerini almaktır. Kadına dayalı toplumu pusulasız, rotasız, belleksiz bırakmadır. Onu söz, düşünce ve uygulama gücünden yoksun kılmadır. İyi, doğru ve güzel şeyleri bulma sanatı olan politikadan, bunları uygulama gücü olan ahlaktan uzaklaştırmadır. ME’ler, kadının kavram ve kuramlarıdır. ME’leri gasp eden Tanrı Enki ile onları geri almak isteyen Tanrıça İnanna arasındaki mitolojik kavga, özünde bu hakikatleri elde tutma kavgasıdır. Yine kendi toplumsallığının inşasında temel ögeler olan söz ve düşüncelere sahip çıkan kadın ile bu toplumsallığı özgüç kaynaklarından yoksun kılıp iktidarın egemenliğine tabi tutan egemen erkeğin mücadelesidir. O gün iktidarcı-devletçi güçlere ME’lerini kaptıran kadın, ME’lerinden soyutlanıp uzaklaştıkça günümüze doğru toplumsallığını büyük ölçüde yitirmekle kalmadı, kendine ait söz, düşünce ve irade gücünden de büyük oranda yoksun kılınarak özel ve geneleve kapatılan konuma getirildi. Bu bilince varan kadının günümüzde Ninhursag’ın (Anlamı dağlık, yüksek tepelik bölgelerin hanımı) mekanlarında jineolojiye dayanarak büyük mücadele veren duruşu, özünde binlerce yıldır tecrit edilmiş ME’lerini (hakikatlerini) bulma, onunla kendi toplumsallığını kurma çabası, kapatılma halinden çıkışın yolunu gösterir.

Çünkü, ilkel çağların toplumsallığının simgesel kahramanları Tanrıçalar ME’lerinden yoksun kılındıktan sonra dünden bugüne tüm çağların (köleci-feodal-kapitalist) kötülüğü temsil eden anti-kahramanı biçiminde bir rol atfedilir konuma düşürülür. Bu açıdan toplumdan tecrit edilen ME’ler, tecrit edilen kendi öz gerçekliği ve onu temsil eden özgür kadın gerçekliğidir. Tecrit edilen, kadına dayalı toplumsal gelişim gerçekliğidir. Günümüzde devletin obezleşmesi toplumun cılızlaşması bu gelişimin sonucudur. ME’lerden soyutlanmış toplum, kendisinden uzaklaşan ve kendine yabancılaşan; iktidarcı-devletçi düzleme göre biçim(siz)leşen toplumdur.Söz ve kuram olarak ME’lerin gaspı, tarihteki en kapsamlı, sistemli ve derinlikli bilgi tekelidir aynı zamanda. Bu tekel, peşi sıra kesintisiz tüm tarihsel süreç boyunca sürekliliğini koruyacak, temel bilgi yapıları olan mitoloji, din, felsefe ve bilimi ve de bunlara dayalı gelişen sanatı toplumdan mümkün mertebe soyutlayacak, çıkarlarının hizmetine koşturacaktır.

 

Prometheus’un Ateş’i Yabancılaşmanın Panzehridir

Prometheus’un, tanrıların Olimpus Dağı’nda insanlardan uzak tuttuğu ateşi alıp insanlara geri getirmesi mitosunda, İnanna-Enki mücadelesinin Antik Yunan dünyasına yansımış bir versiyonu gibidir. Bu mitos hem insanlara ateşi taşıyarak onları zihnen ve bedenen aydınlatmanın, tanrılar (dönemin iktidar güçleri) karşısında söz, düşünce ve irade sahibi kılmanın, hem de bu eyleme teşebbüsün bedelinin ne olduğunun hikayesini anlatır. Diğer bir deyişle hakikatlerinden yoksun bırakılan toplumları, hakikatleri ile buluşturma eyleminin, iktidarcı-devletçi güçler nezdinde nasıl bir karşılık bulduğu ve nasıl bir tavra yöneldiklerinin hikayesidir. Prometheus’un ateşi (hakikatleri) Tanrıların (iktidar sahipleri) tekelinden kurtarıp topluma, gerçek sahiplerine geri vermesi, Tanrı Zeus tarafından Kafkas kayalıklarına zincirlenmesine, her gün kendini yenileyen karaciğerinin bir kartal tarafından yeme cezasının gerekçesi olur. Hikaye toplum, hakikat, iktidarcı güçler, tecrit ve mücadele olgularının ilişki ve çelişkilerinin simgesel olgularla temalaştırılmasından oluşur. Mitsel hikayelerde kullanılan her olgunun bir simgesel anlam taşıdığı genel kabul gören bir durumdur. Örneğin bu hikayede kullanılan ateş, kartal, karaciğer, Kafkas kayalıkları vb. böyledir. Kartal, Tanrı Zeus’un güç ve zekasının sembolüdür. Karaciğer, Antik Yunan ve Roma’da biçiminden geleceğin okunduğu bir organdır, geleceği temsil ediyor. Kartalın, Prometheus’un karaciğerini yemesi bu anlamda Zeus’un güç ve zekası ile Prometheus’un kendini her gün yenileyen geleceğin mücadelesi olarak karşımıza çıkar. Kafkas kayalıklarında zincire vurulmuş Prometheus olgusu, sosyolojik-siyasi bir yorumla iktidarcı-devletçi güçlerin toplumu zincirlemesi, denetimine almasıdır. Toplumsal hakikatlerle inşa edilen geleceğin, iktidarın zor ve ideolojik araçlarla yıkıma uğratma yönelimidir. Orada her gün tekrarlanan (kartalın karaciğeri yemesi, karaciğerin kendini yenilemesi) iktidarın her türlü fiziki ve düşünsel zor aygıtlarıyla (kartal) toplumun hiçbir tanrısal güce ihtiyaç duymadan, kendi geleceğini kurma çabasını ortadan kaldırmadır. Zincire vurulmuş Prometheus, kendi hakikatiyle (ateş) buluşan toplumun iktidarcı-devletçi güçlerin her türlü yönelimine karşı, kendi geleceğini kurma çabasının simgeselliğidir. Prometheus’un taşıdığı ateş, karanlıkları aydınlatırken, karanlıklar içinde kendine yabancılaşan insanı yeniden kendisiyle buluşturur.

 

Kapitalist Modernite, Toplumun Manevi ve Maddi Değerlerden Tecrididir

Marks, “Yabancılaşma, insan hastalığıdır.” der. Bu tespit genel bir doğru olsa da “Hangi düzlemde şekillenen insanın hastalığıdır?” sorusuna cevap vermeyen bir tespit olur. Yabancılaşmayı, devletçi düzlemde şekillenen insanın bir hastalığı olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Çünkü iktidar-devlet düzleminin temel amacı bir avuç elitin sefası için, tüm toplum ve doğanın seferber edilmesini ve sömürüye tabi tutulmasını zorunlu kılar. Toplumun sömürüye tabiyeti de zihnen ve bedenen itaate, kulluğa, köleliğe veya devlet yurttaşlığına raziyeti ile oluşur. Böylesi bir rıza üretim zemininde toplum öz hakikatlerinden, ME’lerden, ateşten soyutlandıkça kendisine yabancılaşmaya başlar. Kendine yabancılaşan toplum, karanlıklar içinde yürüyen, kime neye hizmet ettiğini bilmeyen, sorgulama ve idrak yetisini yitiren toplum demektir. Tüm devletçi uygarlık süreci boyunca kendine yabancılaşan insan ve toplumlarla karşılaşmak mümkündür. Fakat, kendine en çok yabancılaşan ve hatta yabancılaşma düzeyi toplum olma halini sürdürülemezlik mahlasına, ulus-devlet egemenliği altında yaşayan toplumlarda görürüz. Ulus-devlet, kapitalist modernitenin sürdürülmesini sağlayan üç temel ayaklarından biridir. Kapitalizm ve endüstriyalizm ayaklarıyla beraber, topluma yönelimleriyle toplumu “hem anlam hem de hakikat olarak tam bir tasfiye süreciyle karşı karşıya” bırakır. Genelde hegemonik sistemler, özelde kapitalist modernite hegemonya toplumlar üzerine “cehalet perdesi”ni germeden varlıklarını sürdüremezler. Bunun ilk edimi de toplumun kendisini üreten, koruyan, geliştiren ve aydınlatan anlam ve hakikatlerinden yani tıpkı mitolojik hikayelerde dile geldiği gibi ME’lerden ve ateşten yoksun kılmak olur.

Kapitalist modernite, ulus-devlet ile hukuku, toplumsal ahlak ve politika yerine ikame ederek toplumu ahlaki-politik dokuya dayalı anlam ve hakikatlerinden; kapitalizm ile bireyciliği, toplumsal komünalitenin yerine inşa ederek komünaliteye dayalı anlam ve hakikatlerden; endüstriyalizm ile aşırı kâra dayalı anlayışı oluşturarak toplumun kent ve kıra dayalı anlam ve hakikatlerinden yoksun kılmaya çalışır. İnsan yaşamının olmazsa olmazı toplumsal yaşamdır. Tüm dinlerce tanrısal kimlikle kutsanıyor oluşu, varlıksal yapısından ötürüdür. İnsan denilen varlığın temel varlık oluşumlarından biridir toplumsal yaşam. Tarihte hiçbir devletçi sistem, insan varlığının olmazsa olmazı yani toplumsal yaşamı ortadan kaldırmayı ifade edebilecek bir adım atmaya cesaret etmemiştir. Sömürmüşler, daraltmaya çalışmışlar, baskılamışlar, kendisine yabancılaştırmaya çalışmışlar ama hiçbiri onun bu “olmazsa olmaz” temeline yönelememiştir. Bir tek istisna kapitalist modernitedir.

Kapitalist modernite bu yönüyle, kendi tarihsel mirasçıları olan iktidar-devletli sistemlerinden ayrışır. Onların adım atmaya cesaret edemediği bu “olmazsa olmaz”ı, sistem olmaya başlar başlamaz kemirmeye, yok etmeye başlamıştır.Toplumsal  yaşam, kapitalist modernite hegemonyası altında hukuk ile ahlaki-politik dokuları; bireycilik ile sosyal dokuları; endüstriyalizm ile üzerinde varlıklaştığı-geliştiği mekansal yapıları; liberalizm ve onun ideolojik varyantları olan dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve bilimcilik (pozitivizm) ile düşünsel-zihni yapıları asit gibi aşındırarak çürütmeye ve nefes alamayacak hale getirmeye çalışır. Toplumun ahlaki-politik dokuları aşındırıldıkça, toplum politik hafıza yitimi ile karşı karşıya kalır. Politik hafızanın yitimi “kuram ve kural gücünden yoksun olmayı” bu da her türlü tahakküm, asimilasyon, sömürgecilik ve soykırıma açık hale gelmeyi ifade eder. Hukuk, bu anlamda kapitalist modernite sisteminde eşitlik, hak ve adaleti tesis etmekten öte, öz görevi toplumun bir nevi maddi ve manevi öz savunma gücü olan ahlak ve politik hakikatlerinden arındırmaktır. Bu hakikatlerin işlevsel olmasını önlemedir. Toplumu, bunlardan soyutlamadır. Hukuk, ahlak ve politikayı toplumdan tecrit eder.Ahlaki-politik alanda hukukun oynadığı rolün benzerini, bireycilik sosyal alanda oynar. Kapitalist modernitenin geliştirdiği bireycilik, anti-toplumsal karakterlidir.

Kendini doğrunun merkezi görme, amaçları için her aracı kullanmayı mübahlaştırma, çıkarları için her şeyi (maddi-manevi) nesneleştirme, kendi dışında hiç kimseyi düşünmeme, dayanışmadan uzak egoistlik bu bireyin temel özellikleridir. Bireycilik, bir toplumsal dokuda geliştikçe toplum sosyal olarak dağılmaya, komünal özünü yitirmeyle karşı karşıya kalır. Bireycilik, özünde bireyi topluma karşı sorumsuz kılmadır. İktidar-devlet düzlemi için iğdiş etmedir. Bireyciliğin gelişme düzeyi, ulus-devlet iktidarının toplumun tüm gözeneklerine taşınma düzeyinin göstergesidir. Bireycilik bu anlamda, mikro-iktidarcılıktır. Anti-sosyal ve anti-toplumsal anlam ve hakikatlerin yoğunlaştığı iktidarın mikro-evrenidir. Bu açıdan bireyciliğin en çok geliştiği toplumlar, iktidar anlamlaşmasının ve de toplumsal anlam ile hakikat yitimini en çok yaşayan toplumlar demektir. Bireycilik bundan dolayı komünal karakterli bireyin toplumdan tecrit edilmesidir.

ME’ler kadına dayalı toplumun yasalarıydı. İktidar tekeline geçince tekelin yasalarına dönüştürülürler. Aynı şey sanayi veya endüstri için de geçerlidir. Sanayi veya endüstri kapitalizmin denetimine, kontrolüne girmesiyle beraber bir teknik olgudan ziyade ideolojik bir yapı olarak işlev görür. Aşırı kâr, temel işlevi olur. Temel gaye kâr olduğu için ve de ulus-devlet ve kapitalizm ile beraber birinci ve ikinci doğa (toplum) üzerindeki etkisi “kanser ve soykırım” düzeyinde olur. Tarım-köy toplumlarının yok oluşa gidişi, doğanın denizde, havada ve karada bütün tekil ve tikel ögeleri de artan bir yoğunlukla krizler yaşaması, kentlerin kent olma özelliklerini yitirmesi vb. bu kanser ve soykırımın yansımalarıdır. Endüstriyalizm bu anlamda toplumun gelişmişlik düzeyini değil, toplum üzerinde kapitalist ideolojinin etkisinin göstergesidir. Aynı şekilde toplumun (ve de doğanın) varlıksal maddi zemininden koparılma düzeyinin ifadesidir. Endüstriyalizm, toplumu öz-oluşum mekanlarından soyutlamadır, ayırmadır.Siyasi ve askeri işgallerden daha etkili işgal zihinsel alanıdır. En etkili fetih, düşünsel fetihtir. Bir sistem, zihinlerde meşruiyetini sağlamadan yaşama şansı zordur. Kapitalist modernite de hem zihinsel fethini hem de meşruiyetini sağlayabilmek için liberalizme başvurur.Liberalizm, M. Foucault’nun da ifade ettiği gibi “iktidar kurma pratiklerini içeren bir yönetim” düşüncesidir. Bununla beraber liberalizm, sistemin resmi ideolojisidir. 1848’den bu yana da hem sağ akımları, hem de sol-anarşist ekolleri birer mezhebi konumuna düşüren, ideolojik tekel olarak toplum üzerinde hükmünü icra eden bir ideolojidir.

Dört temel çeşitlenmesi olan dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve pozitivizm ile bu icrasını gerçekleştirir.Kapitalist sistem, egemenliğinin icrasının sürekliliği için kesintisiz gün 24 saat, yıl 365 gün kuralına göre ideolojik hegemonyasını sürdürmek zorundadır. Asla boşluk bırakmaz. Farklı ideolojilerin araya sızmasına müsaade etmez. Mücadele alanına dahil olan farklı ideolojileri dönüştürme, kendine dahil etmede üstüne yoktur. Bu açıdan da tarihte hiçbir ideolojik tekel liberalizm kadar zihinlere yönelme, onları etkileme, kendine bağlama ve bir o kadar da onları uyuşturup felç etme gücüne sahip olmamıştır.

Toplumsal yaşamı ve hatta tüm boyutlarıyla doğayı içinden çıkılmaz binbir sorunla yüz yüze bırakmasına rağmen hâlâ en albenili ideoloji olarak neo-biçimleriyle hükmünü icra etmesi bunun örneğidir. Liberalizm salgıladığı virüslerle (dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, bilimcilik, bireycilik, şiddet vb.) bedene zerk edilen afyon gibi zihinleri sadece yalan, sahte, sanal, simüle olgularla uyuşturmamakta; metamorfoza uğratarak kendine benzeştirerek bağımlılaştırır.

“Dincilik yoluyla kapitalizm öncesi toplum vicdanını kontrol etmeye çalışırken milliyetçilik yoluyla ulus-devlet vatandaşlığını, kapitalizm etrafında gelişen sınıfsallıkları kontrol edip denetim altında tutar. Cinsiyetçiliğin hedefi, kadına nefes aldırmamaktır. Hem erkeği iktidar hastası yapmak hem de kadını tecavüz duygusu altında tutmak cinsiyetçi ideolojinin etkili işlevidir.

Pozitivist bilimcilikle akademik dünyayı ve gençliği etkisizleştirirken sistemle bütünleşmekten başka seçeneklerinin olmadığını tavizler karşılığında sağlama alır.”Liberalizm, mahşerin bu dört atlısı ile toplumun tüm sosyal, sınıfsal katmanlarını geleneksel toplum kesimlerini, aydın ve entelektüel camiayı; gençlik, kadın ve erkeği etkiler, kontrol altında tutar.

Toplumun öncü kesimleri olan kadın, gençlik ve aydınları kendisine karşı çıkamaz pozisyonda tutmak için her türlü havuç-sopa politikasını dener. Kendi zihinsel etki alanına girmeyen, girmemekte ısrar eden ya da dışına çıkıp kendini, toplumsallığını oluşturmaya çalışanlara da ölümün çoklu yüzü olan izolasyon, tecrit, kapatılma, çürütme veya öcüleştirme çerçevesinde mahpushane, hastane, tımarhane, kerhane ve de mezarhane politikalarını devreye sokar.Bu noktada İmralı Adası’nda bir çeyrek asırdır uygulanan mutlak tecrit olgusunu ele aldığımızda nasıl bir gerçeklikle ve hangi hakikatlerle karşılaşırız?

 

Birinci Hakikat: 

Kürt kapanına dokunursan, modern tanrıların gazabına uğrarsın.İki yüzyıldır oluşturulan bir kapan var. Uluslararası güçlerin iki yüzyıldır bir kullanım malzemesi pozisyonunda tuttuğu bir toplumu ayakları üzerinde durma gücüne kavuşturmanın ve onları varlıklarını koruma ve özgürlüklerini sağlama noktasında yürüme kararlılığına sahip bir özne noktasına taşımanın hedefi Tanrılar panteonunun Prometheus’u Kafkas kayalıklarına zincirlemesi misali küresel iktidarcı güçlerce Çağdaş Prometheus’u İmralı kayalıklarına zincirlemesidir!.. Toplumu kendi hakikatleri ile buluşturan düşünsel ve pratik edimin karşılığı İmralı kayalıklarıdır.

İkinci Hakikat: 

Hakikat tecrit edilmeden, toplumlar tecrit edilemez, kullanımlık hale gelemez!İmralı Adası’nda tecride tabi tutulan duruş, özde ve biçimde varlıksallaşan ve özgürleşen toplumun tüm manevi (zihni, düşünsel, ideolojik vb.) ve maddi (kurumsal vb.) hakikatleridir. kadim zamanlarda nasıl ki ME’ler gasp edilip ateş el konulup toplumdan tecrit edilmişse, Adadaki Abdullah Öcalan’ın duruşu şahsında da toplumun öz hakikatleri tecride tabi tutulur. Hakikatler toplumların soy değerleridir. Soy değerlerinden koparılan bir toplumun kendine yabancılaşacağı ve de sistemin ideolojik yönelimleriyle kontrol edileceği saikiyle, duruş kesintisiz bir tecride maruz bırakılır.

 

Üçüncü Hakikat: 

Öcalan üzerindeki mutlak tecrit, sistemden mutlak kopuşun işaretidir. Bir çeyrek asırla beraber tecridin mutlak aşamasına çıkarılması, Duruş’un özelde kapitalist modernist sistemden, genelde tüm iktidarcı-devletçi uygarlığın manevi-maddi değerlerinden sonsuz kopuşun gerçekleştirilmesine verilen cevabın göstergesidir. Duruş, kendini zihnen ve bedenen alternatif bir paradigma haline getirince demokratik bir uygarlık ve moderniteyi kavramsal, kuramsal ve kurumsal çerçeve de oluşturdukça bunlara dayalı demokratik, kadın özgürlükçü ve ekolojik bir toplumu ete kemiğe kavuşturdukça tecridin en üst evresiyle, mutlaklık aşamasıyla karşılaşırız.

 

Dördüncü Hakikat: 

Öcalan üzerindeki mutlak tecrit sistemi, çaresiz intikamdır. Mutlak tecrit sistemi, Çağdaş Prometheus’un kendinde başlatıp Ortadoğu’nun göbeğinde geleceğin değil, alternatif toplumu anbean, günlük yaratılmasını durduramama karşısında içine düşülen aczin ve çaresizliğin sonucudur.

 

Beşinci Hakikat: 

Mutlak tecrit sistemi, demokratik toplum unsurlarının günahlarının kefaretidir. Mutlak tecrit sistemi aynı şekilde demokratik toplum birimlerinin kendi hakikatlerini de ifade eden, demokratik modernite kuramını büyük bir sorumluluk ve ciddiyetle, yerinde ve zamanında yetkince zihinsel ve bedensel bir temsil gücüne kavuşturamamalarının bedelidir.

 

Altıncı Hakikat:

Tecrit edilen birey değil toplumdur. Onun değerleridir. Duruş şahsında tecrit edilen bir kişi değil, başta kadın ve gençlik olmak üzere köylüsü, emekçisi, kentlisi, aydını, öğrencisi, sanatçısı farklı dinsel, dilsel, kültürel topluluklar olmak üzere bir bütünen demokratik toplum unsurları ve de onların hakikatleridir.

 

Yedinci Hakikat: 

Hakikatleri yaşama ve yaşatmaktır. Tecride karşı cevap bir cezaevi uygulamasına karşı bir cevap değildir. Tecride karşı cevap, bir ayağı “sonsuz kopuş” ile iktidarcı-devletçi uygarlığını temsil eden kapitalist moderniteye ve onun resmi ideolojisi liberalizme karşı duruş iken öteki ayağı başta kadın ve gençlik olmak üzere, demokratik toplumcu güçlerin tümünün, mutlak tecridin esas yöneliminin kendi varlık ve özgürlükleri olduğu bilinciyle, Çağdaş Prometheus’un kararlılığıyla, mutlak tecride tabi tutulan hakikatlere sarılma, onları yaşama ve yaşatmadır.

Sonuç olarak yaşadığımız ülke ve Ortadoğu ülkeleri başta olmak üzere dünyanın bütün ülkelerinde az veya çok, yaşanan toplumsal, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik vb. alanlardaki kriz ve çürümelerin ve aynı şekilde doğanın sayısız mikro-makro ölçekli ekolojik kriz yaşaması, Adorno’nun tabiriyle “hakikatin yalan, yalanın hakikat” gibi yaşanmasının sonucudur. Bireysel düzlemde yalan nasıl ki ruhu hiçleştirip çirkinleştirirse toplumsal düzlemde yalanla yaşamak da toplumu çok yönlü kriz ve çürümelerle baş başa bırakır!Hakikat tecrit edildikçe yalan onun yerine yerleşir. Tecrit, yalanla yaşama uygulamasının adı olur. Yalanla yaşayan toplum, hasta toplumdur. Çirkin ve köle toplumdur. Hakikatle yaşayan toplum, sağlıklı toplumdur. Özgür, güzel ve sevilir toplumdur. Bunun için hakikatin tecrit edilmesine karşı mücadele, toplumun sağlıklı, güzel, özgür ve sevilir olmasının mücadelesidir.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.